|
|
İslam YAŞAR |
Bayram sabahları |
|
Bayramların en mühim anları sabahlardır.
O anları hasret ve heyecanla bekleyenler de çocuklardır.
Bayramlarda sabah her zamankinden erken başlar. Çocuklar da herkesten önce kalkarlar. Bilhassa hayatlarının ilk bayramını yaşayacak olanlar, sabahleyin erken kalkmak için akşam erkenden yatarlar ama sabaha kadar bir türlü gözlerine uyku girmez.
Başka günlerde sabahları anneleri onları yataklarından bin bir güçlükle yalvar, yakar kaldırırken bayram sabahlarında onlar geceden başlarlar annelerine seslenmeye.
Anneler de yüreği saran bu ilk heyecanı sözle teskin etmenin mümkün olmadığını bildiklerinden çaresiz kalkarlar ve önce onları giyindirip kuşandırıp bayrama hazırlarlar.
Bu sefer erkek çocukları bayram namazına gitme heyecanı sarar, kızların yüreklerini evde bayram hazırlıklarını tamamlayıp aile büyüklerini bayramlama merakı.
Anneler, kız çocuklarının ellerine yapabilecekleri işler verirken babalar erkeklerin ellerinden tutarlar ve adımlarını onlarınkine uydurmaya çalışarak mahalle camiine doğru yürürler.
Elbette büyükler de hissederler bayram sabahlarının heyecanını. Fakat onlar bu gibi hâlleri daha önce defalarca yaşadıklarından etrafa pek dikkat etmezler. Onların zihninde, vaktinden önce camiye gidip rahatça namaz kılabilecekleri bir yer bulma telâşı vardır.
Lâkin çocuklar öyle değildir. Onlar karşılaştıkları her ânı, hâli ve hadiseyi hayatlarında ilk defa yaşadıklarından her şeye dikkatle bakıp her hareketi merakla yaparak bayramın hazzını hissetmeye çalışırlar.
Zîra onların nazarında her şey yeni, her hareket farklıdır.
Hele bir de bayram namazı tarihî bir camide kılınacaksa.
***
“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymaniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.”
İşte böyle seslendirir Yahya Kemal öyle bir bayram sabahını.
O müstesna zamanın yaşandığı mekân Süleymaniye gibi muhteşem bir mabed olunca, yetişkinlerin nazarı da çocukların tecessüsü ile açılır ve ruhlar cûş u hurûşa gelir.
Gerçi herkes Yahya Kemal gibi hislerini san’atına malzeme yapamaz ama onun kadar mütehassis olur. Hatta onlar hareketlenen hislerini terennümle teskin edemediklerinden gittikçe derinleşen bir duygu deryasının içinde bulurlar kendilerini.
Onların gözünde de tozlu zaman perdeleri bir bir aradan kalkar ve artık ecdat sıfatı taşıyan bütün halkı ve mazide kalan bütün memleketi muhayyilelerinin mavileşen manzaralarında seyrederek kendilerinden geçerler.
Tıpkı şair gibi onların idrakleri de yeri göğü ihata edecek şekilde açılır ve yerdeki ayak seslerinden gökte duyulan kanat hışırtısına varıncaya kadar oralarda yaşanan her âhvâle âşina olurlar.
O zaman görürler bayram sabahlarının, vakitlerin mahdut kaydı ile mukayyet olmadığını ve arzın arşla, insanların meleklerle, cinlerle ve sâir ruhaniyâtla huşu içinde kaynaştığını.
Maddenin mahiyetinin değiştiğini, mânânın hududunun geliştiğini ve mevcudâtıyla, mahlûkatıyla bütün mükevvenâtın birbiri içinde mezcolarak bayramın mânâsını yaşadığını müşahede ettikleri zamansa, böyle bir uhrevî iklimde yer almanın hazzını hissederler.
O ihtizazla ellerini Allah’a açtıkları anda koskoca asumanın; âfitâbı, kehkeşanı, encanı, mehtabı ve meleklere mesken olan bütün seyyareleriyle avuçlarının içinde kaynaştığını görür gibi olurlar.
Her fert bir âlem olur o anda. Cemaat mükevvenât, cami ise kâinat...
İdrak bir kenara bırakılır, iftirak hattından çıkılır ve zamana hükümferma olmaya başlayan gönüller tekbirlerle dalgalandıkça âlem içinde âlem, mânâ içinde mânâ tecellî eder.
Artık ruhlar bedenlerinde mahpus değil, ezelî menzillerinde serbesttir.
Beden kendi içine çekilip küçüldükçe ruh, açılır, ferahlar, genişler ve âsumandaki her nuranî mekânda yer tutmaya, her mânâyla mezcolmaya meyleder.
Aslında bu temayül erişilmesi imkânsız sanılan ferdî bir gönül hareketlenişidir. Ancak insan, cemaat hâlinde yapılan ibadetlere, zikirlere, tesbihlere ve makamla söylenen tekbirlere, ilahilere gönülden iştirak ettiği takdirde kolayca gerçekleşir.
Huzur ve huşu içinde coşan böyle bir cemaatle kaynaşan insan, her nefes alıp verişinde kendini bir başka yıldızda hisseder ve bir başka âlemin ahvâliyle hemhâl olurlar.
Bu semavî seyeran tâ duha vaktine kadar devam eder.
Sonra herkes mesrur adımlarla baba evine doğru gider.
***
İkinci bayram yine erkenden kalkılır.
Çünkü o gün uzak yakın, ölü diri bütün akrabalar ziyaret edilecektir.
Hasretin hat safhaya çıkmasından olsa gerek, önce mezarlıklara gitmek muteberdir. Yüreklerde daha evde iken başlayan hüzün mezarlığa yaklaştıkça alenîleşir.
Orada yatan bütün kabir ehlinin ruhuna Fatihalar okunarak girilir kabristana. Mezarların üzerine basmamaya dikkat edilerek ilerlenir, tanıdıkların kabirlerine rastlandıkça onlara birer fatihalık zaman ayrılır ve aile büyüklerinin mezarlarına gelinir.
İlk olarak ruhları için indirilen hatimler ithaf edilir. Arada bir kabirde yatanların hatıralarından söz edilerek derin tefekkürlere dalınır, mezarın yıkılan yerleri tamir edilir, dağılan taşları, toprakları düzeltilir.
Mezarların başına ağaç, üstüne çiçek dikmek âdet olduğundan, ağaçlar tımar edilir, daha önce ekilen çiçeklerin bakımı yapılır, mevsimine göre yeni çiçekler dikilir.
Bunlar yapılırken, kabirde yatan mevtanın elini öpme ve mezarla haşir-neşir olma hissiyatıyla oraya gelen küçük büyük herkesin elinin mezarın toprağına, taşına, dilinin de yapılan duâya, niyaza değmesine dikkat edilir.
Aile mezarlığında bir bayramlaşma süresi kadar meşgul olunduktan sonra yeni bir hatim indirmiş olma niyetiyle üç İhlâs, bir Fatiha okunarak her duâda yapıldığı gibi başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün ehl-i imanın ve hâssaten kabirde yatanların ruhlarına bağışlanır.
Böylece bayramlaşma faslının birinci safhası tamamlanır.
İkinci safha yaşayanlara ayrılmıştır. Onların da en yakın ve büyük olanlarından başlanır ziyarete. İçlerinde hasta, sakat, yatalak olanlar varsa, onlara öncelik verilir.
Her birinin hallerine göre bayramı tahattur ettirecek bir hediye alınarak gidilir, elleri öpülür, yaptıklarından yenilir, ikramları kabul edilir, hayır duâları alınır ve en yakın zamanda tekrar ziyaretlerine gelme vaadiyle veda edilir.
Bu gibi mukabele beklenmeyen ziyaretlerde gelenler ayrı his ve heyecan içindedir, ağırlayanlar farklı duygu ve düşünce içinde. Gerçi ikisinde de sevgi vardır ama birinci grubun sevgisi genellikle coşkuyla arkadaştır, ikinci grubun sevgisine ise hep hüzün eşlik eder.
Bazen bir başka aile büyüğünü ziyaret ederken bazı akrabalarla yolda karşılaşılıp bayramlaşılır, bazıları ile gidilen yerde buluşulur ve bir ziyaret sırasında birkaç akraba ile bayramlaşma imkânı hasıl olur.
Ayaküstü yapılan o bayramlaşma, hiçbir zaman yapılması gereken ziyaretin yerine geçmez ama öncelik sırasının görüşülmeyen akrabalara verilmesine vesile olduğundan iki taraf da memnun olur.
Birbirine yakın özellikler taşıyan aile büyüklerinin ve akrabaların her biri sabahleyin önce kendilerinin ziyaret edilmesini beklediği için, ziyaret geç de yapılsa onlar gecikmeyi hesaba katmazlar.
Onların bu hoşgörülü ve anlayışlı tavırları sayesinde gidilen her evde aynı âdap ve âdetler aynı ahvâl içinde tekrarlandığından her birinde yeni bir sabah faslı yaşanır.
Bu sayede bayram sabahının hazzı gün boyu devam eder.
Artık sıra o mahalde yaşayan ahâlinin bayramlaşma faslına gelmiştir.
Üçüncü bayram da gün yine sabahleyin erkenden başlar. Namazı müteakip o zamana kadar bayramlaşmamış olanlar bayramlaşırlar, dargınlar, küskünler barışıp kaynaşırlar.
Ardından çocuklar, gençler, yetişkinler kendi aralarında toplanıp küçüklü büyüklü gruplar teşekkül ettirerek o mahaldeki haneleri tek tek dolaşmaya başlarlar.
Bu toplu ziyaretlerde ilk sıra hastaların, sakatların ve dışarıya çıkmaya tâkat yetiremeyen ihtiyarların bulunduğu evlerdir. Herkes hiçbir ayırım gözetmeden veya peşin hükümle hareket etmeden herkesi bayramlar, duâ eder, onların hayır duâlarını alır.
Genellikle emsâl insanların yaptığı bu umumî ziyaretlerde hediye götürme veya mükellef ikramda bulunma gibi mecburiyetler olmadığından, insanlar her zamankinden daha rahat hareket ederler.
Erkekler gibi kadınlar ve genç kızlar da kendi aralarında ziyaret grupları teşekkül ettirdiklerinden, herhangi bir yerde karşılaştıkları takdirde gruplardan biri yolunu değiştirir ve mahremiyet hassasiyeti ihlâl edilmez.
Bu ziyaretler bayramlaşma mahallinin durumuna göre öğleye kadar veya ikindiye doğru biter. Ondan sonra sabah teşekkül ettirilen gruplar birbirleri ile yarışmalar yaparlar, oyunlar oynarlar, şenlikler düzenlerler.
Böylece bir bayram daha huzur içinde ihya edilmiş olur.
***
Bunlar her bayram sabahında her yerde yaşanır.
Fakat sadece o sabahlara mahsus ve münhasır kalmaz.
Çünkü her birinin hazırlığı günler, hatta aylar öncesinden başlar, itina ile devam ettirilir, zamanı geldiğinde yaşanır ve muhafaza edilmek üzere hafızalara işlenir.
Bir bayramda vuku bulan hadiseler hatıralardaki yerini alırken bir önceki bayramın hatıralarını silmez, itmam eder ve yeni bayramlar yaşandıkça hayat kadar hatıralar da renklenir.
Bugün de böyle bir renkli zaman kuşağını daha yaşamanın arefesindeyiz.
Kendi içinde hususî renkleri, zevkleri, hazları ve ihtizazları olan Ramazan boyunca onları hayatımıza nakşederken bunların heyecanını duyup hasretini hissettik.
Yarın yeni bir vuslat zamanı.
İnşallah sabahleyin erkenden kalkıp bayram âdâbını ve ahvâlini bir bir yaşayarak hayatımızda yepyeni bir hatıra sayfası daha açacağız ve ömrümüz oldukça oraya hatırladıkça zevk alacağımız güzel hatıralar kaydedeceğiz.
O hatıraların hepsinde daha nice bayramlara erişmek duâsı olacak.
Bayramımız mübarek olsun.
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Halk arasında çatışma yok!” |
|
Sevgili dostlar… Mübarek Ramazan aylarından birini daha tükettik… Ömrümüzle birlikte…
Kısmetse yarın bayram… Hani adamın biri Ramazan’ın bitmesine ahlar vahlarla üzülüyormuş da Bektaşi komşusu dokundurmuş; “-Muhterem! Hem Ramazan’ın bittiğine yana yakıla üzülürsünüz, hem de gitti diye ardından bayram edersiniz!”
Hayat da bazen böyle çelişkili gibi görünen tebessümlerle güzel değil mi?
Evet, yarın mübarek Ramazan Bayramı… Bütün okurlarımın mübarek bayramını en içten dileklerimle kutlarım.
Malûm… Bayram ziyaretlerinde oradan buradan derken ister istemez güncel olaylar da konuşulur… Bu gün sizlere, üzerinde tekrar tekrar düşünmemiz gerektiği inancıyla, 4 Aralık 1999’da yazdığım yazıdan hatırlatma yapmak istiyorum.
Sayın Mahir Kaynak o günlerde Eğitim Bilim Dergisi’nden Nejla Özkaya’nın sorularını cevaplandırmış. İşte Mahir Kaynak’ın sözlerinden bir demet: “ Türkiye’de rejim üzerindeki iç çatışmalar bitmedi./....../ daha doğrusu Türkiye’de tekli ve birbiriyle çatışmayan devlet yapısı oluşmadı. Başka ülkelerde devletin hedefleri ve anayasa hakkında uzlaşma vardır. Siyasî partilerse bu hedeflere ulaşmak için farklı yollar ileri sürerler. Türkiye’deki mücadeleyse bunların dışında. Türkiye’nin dış politikası, yani bulunacağı blok hakkında bir uzlaşma yoktur. Bu sebeple de çok büyük çatışmalar olmaktadır. Bu konular belirginleşirse, gerginlikler sadece bir rekabete dönüşür ve siyasî partiler de sadece yönetim göreviyle sınırlı bir iş yaparlar.
Görülen siyasilerin arkasında, devlete yön veren bir takım güçler var mı? Birçok devlette bu var. Ama bizdeki olay şu, Türkiye’de tek bir odak yok. Bizim problemimiz bu... Türkiye’yi tek bir odak hasmı ve itilâfı olmadan yönetemiyor. Türkiye’de iki tane derin devlet var ve çatışma da onların içerisinde. Halk arasında bir çatışma yok. Hatta ülkemizin de öyle aşılmayacak problemi yok. Her ülkenin sorunları var. Bizde sorunların olmasının sebebiyse hâkim güçlerin çok çetin kavgasından kaynaklanıyor. Bu güçlerin, Türkiye’nin konumu konusundaki farklar yüzünden olduğunu düşünüyorum. Türkiye ABD’yle ittifak içinde, başkaları da bunu engellemeye çalışıyor. Onların öngördükleri model ya Avrupa Birliği’dir ya da ifade etmiyorlar ama Doğu Bloku’yla beraberliği düşünüyorlar. Hiçbir güç Türkiye’yi kendi kontrolü dışına bırakmak istemiyor. Sıkıntımız da Türkiye’nin bir bütün ve tek bir güç olarak politika izleyemeyip bu kanatları içimize sokmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de şöyle bir olay yok, yabancılar ve onun karşısında mücadele eden bir Türkiye. Bu olsa sorunlarımız daha kolay çözülür. İnsanın sorunu olunca ona çözüm bulabilir. Fakat ‘Türkiye’nin davranışı nedir?’ diye sorunca cevap yok, çünkü o zaman ‘Hangi Türkiye?’ diye sormak gerekiyor.”
Aradan geçen 7 yıldan sonra bir daha düşünün bu sözleri… Malûm… Çok sıcak geçeceğinin işaretlerini alenen veren bir dönem bekliyor ülkemizi… Olayların sadece görünen yüzlerine bakmamış olursunuz belki… İyi olur!
Böyle bir olay başınıza gelse!
Gece bindiğiniz otomobilde direksiyonda kimse yoksa ne yaparsınız?
Durun… Dinlediğimde hem güldüğüm, hem ürperdiğim olayı anlatayım da hem tebessüm edin hem de görünen olayların arkasında da bazen basit sırlar olabileceğini düşünün…
Olayımız aynen yaşanmış anlatılana göre…
Kendisi Bünyanlı olmayan, politikayla uğraşmış ve halen Kayseri’de yaşayan bir işadamı, 22 Şubat 2005’de Bünyan sınırında, Kayseri Malatya kara yolu üzerinde, bir benzin istasyonuna girer. Lokantaya oturur ve orada kalabalık toplulukla birlikte biraz alkol de alır…
Yürüyüş mesafesindeki Bünyan’a gitmek için, lokantadan çıkar. Ancak dışarısı hem zifiri karanlıktır hem de korkunç bir kar-tipi fırtınası başlamıştır.
Benzin istasyonuna yaklaşık 300 metre mesafedeki, Bünyan’a dönüş yoluna varır. Oradan geçen bir arabaya binip, Bünyan’a ulaşma derdindedir.
Fırtına daha da şiddetlenir. Adam bir-kaç adım ötesini bile görememektedir.
Gelip-geçen bir araba da yoktur.
Nihayet karanlıklar içerisinde, hayalet gibi yavaş yavaş yaklaşan bir arabanın iki farını fark eder. Arabanın, tam önünde yavaşlamasıyla birlikte hemen arka kapıyı açar ve arabaya biner. Kapıyı kapatır, araba yeniden hareket eder. İçeridekilere merhaba demek ister. Ama o da ne?
Arabada kimse olmadığı gibi, direksiyonda da kimse yoktur. Birden paniğe kapılır! Korkuyla, hemen arabadan atlayıp, oradan koşarak uzaklaşmak ister ama hem araba hızlanmış, hem de korku ile dizleri bağlanmış, hareket edemez hale gelmiştir.
Araba keskin bir viraja doğru yaklaşır.
Adam duâ etmeye başlar. Tüm günahları için tövbe eder. Arabayı durdurması için Allah’a yalvarır. Tam bu esnada, pencereden bir el uzanır ve direksiyonu kıvırarak sert virajdan arabanın doğru yola dönmesini sağlar! Her tehlikeli dönemece yaklaştıkça, Allah’a yalvarış ve yakarışı artar ve her seferinde de bir el dışarıdan uzanıp, direksiyonu çevirir.
Sonunda kendisini biraz toparlar, ayaklarını kımıldatır. “Ya Allah koru beni...” deyip, kapıyı açmasıyla birlikte, kendisini arabadan dışarı fırlatır. Bir kaç takla attıktan sonra, yuvarlanarak düştüğü şarampolde kendisine gelir.
Bildiği bütün duâları okuyarak, Bünyan’a yürüyerek ulaşır ve bir kahvehaneye girer. Üstü başı ıslak ve şok haldedir. Kendisini tanıyanlar hemence sobanın başına alırlar. Eline bir çay verirler. Bir müddet sonra kendisine gelip, sesi titreyerek, başına gelen olayı anlatır. Olayı dinleyenler inanmak istemeseler de, anlatan kişinin aklı başında ve toplumsal sorumluluk taşıyan bir pozisyonda olduğunu bildiklerinden, herkeste derin bir sessizlik oluşur. Dinleyenler de ürperir!
Yaklaşık yarım saat sonra, aynı kahvehaneye Koyunabdal Köyü’nden iki kişi girer. Bir masaya oturur ve iki bardak çay söylerler. Bu arada, gelenlerden birisi, diğerine şunları söyler:
“-Ahmet baksana, şu sobanın başında oturan geri zekâlı, biz yolda kalan arabayı iterken binip sonra da atlayıp kaçan adam değil mi?”
Evet dostlar… Bayramınız bir kere daha mübarek olsun… Bayramlarınız inşallah bayram olsun… Tüm sevdiklerinizle…
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Son gün |
|
Geçen hafta “Ramazan’ın son sekiz günü” diyorduk. Göz açıp kapayıncaya kadar bir hafta daha geçti ve son güne geliverdik.
Artık teravih yok. Son sahuru yaptık. Son iftar bu akşam. Mukabeleye gidenlerimiz, ferdî olarak hatim indirenlerimiz veya cüz paylaşarak toplu hatimlere katılanlarımız bugün son cüzlerini okuyup dualarını yapıyor.
Zekât ve fitreler muhataplarına ulaşıyor.
Yarın bayram. Ramazan akşamları iftar vakitlerinde yaşadığımız sevinci, yarınki bayram coşkusuyla tamamlayacağız inşaallah.
İman ve İslâmın hayatımıza kazandırdığı bu güzellikler için ne kadar hamd etsek az.
Bugün arefe günü. Yarın bayramı karşılayacak olmanın heyecanı ile, on bir ayın sultanı Ramazan’a veda etmenin hüzün ve burukluğunun birbirine karıştığı gün.
Günlerdir büyük camilerde teravih aralarında seslendirilen “Elveda Ramazan” kasideleri, bu ayrılık hüznünü terennüm ediyor.
Yarın bayram namazında getireceğimiz tekbirlerle de, oruç ayındaki kulluk görevlerimizi başarıyla tamamlamanın coşkusunu izhar edeceğiz.
Cenab-ı Hak ömrümüzü son ânına kadar bu mânâlar çerçevesinde yaşamayı ve son nefesimizi de bu çizgide vermeyi nasip etsin.
Tabiî, Ramazan’ın ferdî ve sosyal hayata “dünyevî” cihetten de getirdiği birçok güzellik var ve bunları tek tek sıralamaya kalksak bu köşeye de, bu sayfalara da sığdıramayız.
Ama asıl olan, Receb ve Şaban aylarını da içine alan Üç Aylar kapsamı içinde, lâtif teşviklerle tırmandırılan bir manevî yükseliş sürecinde, fâni ömür dakikalarını bâkileştiren “uhrevî ticaret mevsimi”ni yaşıyor olmamız.
Kur’ân’ın her bir harfi için katlanarak artan, otuz binlere, elli binlere ulaşan sevapların verileceği müjdesi, bu ticaretin ne kadar kolay ve ne kadar kârlı olduğunu gösteriyor.
Ahirzamanda hizmet veren Kur’ân ehline bahşedilmiş orijinal bir ikram-ı İlâhî olan “şirket-i maneviye” ve “iştirak-i a’mal-i uhreviye” sistemi bu manevî kazançları maddî kıstasla ölçülemeyecek boyutlara ulaştırıyor.
Kur’ân tilâvetine sair ibadetlerin, zekât, fitre ve sadakalarla bilumum hayır ve hasenatın eklenmesi sonucu ortaya çıkan manevî bilanço ise beşer havsalasını tümüyle aşıyor.
Bu mânâlarla iç içe tutulan oruçların sadece mideyle sınırlı kalmayıp herkese bütün organ ve duygularını kuşatan bir manevî disiplin kazandırmasıyla elde edilecek iç tekâmül, muhtaçlara verilen iftar davetleri, erzak yardımları, zekât, fitre ve sadaka gibi vesilelerle dışarıya aksederek, Ramazan’ın hem bireyi, hem toplumu birlikte kucaklayan müşfik yüzüyle hemhal olmamızı netice veriyor.
Evet, Ramazan günlük hayatımızın en ince ve derunî noktalarına kadar nüfuz eden manevî enerjisiyle, son zamanlarda iyiden iyiye yoğunlaşan “Allah’ı ve ahireti unutturma” amaçlı “dünyevileştirme” tuzaklarından kurtulmamızı sağlayacak nurlu pencereler açıyor.
Bu mânâları, Üç Aylar ve Ramazan’dan sonra da hayatımıza hakim kılabilme dileğiyle, yarınki bayramınızı şimdiden kutluyoruz.
Cennet bayramlarına da erişmek niyazıyla.
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Arefe |
|
Arefedeyiz. Bayramın arefesinde. Giriş kapısında bayrama buyur edileceğimiz zaman sayacından geçmek üzereyiz. Vazifelerimizi ve kulluğumuzun gereklerini yerine getirme sınavını geçmenin ödüllenmeyi bekleyen heyecanındayız.
Arif olan arefededir. Arafat’tadır. Tarifin içinde, bilginin haznesindedir. Muarefeye hazırdır. Tanışmaya, buluşmaya, kaynaşmaya, birbirini anlamaya nazır bir nazarla bekleyiştedir.
Bekleyiş, bir arifedir. Bir irfandır. Bir sabır adabıdır. Kavuşma öncesi yoğun duyguların özleyişidir. Arefe, artan bir tonda yetişmek istediğimiz ana, usulünce ve tanımlanmış zaman düzleminde ulaşma hülyasıdır.
Arefe, özlenen iklimdir. Düzlenen ortamdır. Çoğunluğun aynı anda icra ettiği ortak mutluluk öncesi kalkış hazırlığıdır. Ufkun varmak istediği zirveyi tasarlama ve kavrayış öncesi zindelik anıdır. Arefe kelimesinden, “çok bilinen, pek maruf” bir haldir.
Bugün, yarına namzet bir görevin başlangıcıdır. Bir “Buyur” davetçisidir. Bir hazırlanma hazırlığıdır. Bayram öncesi, son gözden geçirmelerin yapıldığı, eksiklerin giderildiği özel günlerin özelidir.
Koşuşturma bolca yaşanır. Eve nevale taşınır. Boy posa göre giyim kuşam ayarlanır, alınır. İlk provaları çocuklarca yapılır.
Gidilemeyecek mekanlara ve bizi uzakta bekleyen yakınlara haber salınır, gelemeyeceğiz diye. Ya da geleceğiz diye yollara çıkılır ve bekler durur varılacak yuva, meclis ve akran.
Bayramın provasıdır arefe günü. Planlamanın yapıldığı ve önceden tedbir alındığı bir yoğunluktur. Zihinler en çok arefe günü bayramı yaşar. Hiçbir zamana nasip olmayan bir kutsiyette bayram düşünülür herkesçe.
Arefe, bir güzergâh girişidir. Bayram yolunda son hazırlıkların tamamlandığı bir buluşmalar senaryosunun tasavvurudur…
Herkes varacağı menzile göre yoldadır. Kafasında icra edeceği mutlu ana odaklanmıştır. Bayram namazı sonrasında büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden ve ikramın bereketinden geçilmeyen bir hazzın beyne yüklediği anlamlarla ve gözünün önüne getirdiği resimlerin kareleri ile doludur. Arefe, farklılık içinde odaklanma ve yarına adanmadır. Bir zihni ihya ve fikri diriliştir. Müspetle saran heyecan dalgasıdır. Mutluluk senaryosunda rolünü oynamayı düşleyen bir huzurlu geçiştir. “Bir gün öncesi, evvelki” anlardır.
İş ve telâş ortamından arınıp, kendi içimizde barınıp muhabbeti sunmaya çalıştığımız bir vasattır. Bu yönüyle arefe, bir ön kabuldür. Müracaatı değerlendirmeye alınmış ve mülakata girmek üzere olan bir iç coşku titreyişidir.
Mekanlardan, imkânlardan, çevreden ve yaşananlardan sıyrılıp, adeta her şeyi durdurup yeni güne, gelecek bayrama ve ona mahsus itina ve itibara yönelme ve bayramlaşma idrakidir.
Arefeden sesleniriz bayrama. Onu karşılarız bu günden. Ona değer verdiğimizi, bütün program ve randevularımızı değiştirerek gösteririz. Hem de bir ayın feyzi ve duasıyla, ibadet ve sükuneti ile.
Hüşyar bir kalbin sevinç gözyaşları ile bayramlaşırız kendimizle. Bayrama niyetle başlar bayramlarımız. O bizdedir. Biz yarın onunlayız.
Bayramın karşılama merasimidir bugün. Kabul edilme lütfüdür bugün. İhlâsla ihlâs suresinin okunduğu bir gün. Manevi temizlik ayı olan Ramazan boyunca safileşen kalp dünyamızın muhabbet esintisidir bugün.
Yıkandık, temizlendik, arındık, yalınlaştık, kesretten çıktık, tevhide dolduk ve amele boğulduk. İnşallah duâ niyetiyle mazhar olmak istediğimiz bu niyazla, yarını bugün yaşamaya çalışıyoruz.
Muarefeniz bol olsun. Tearüfünüz hiç eksilmesin. Kendimizle tanışmaktan başlayıp, mülaki olmanın bayramına erişecek arefelerin ve ariflerin içinde hep huzurla ve imanla yaşamak duâsıyla, birliğimizin arefesinde kalalım.
Yarın bugün olmuş. Bayram başlamıştır. İslâm’a ve insana uygun bir bayram tattır ya Rabbi!
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Bir Ramazanı daha uğurlarken |
|
Bir Ramazanı daha uğurluyoruz. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla diğerine ulaştırsın. Âhiret için kazançlı bir alışveriş olan bu ay kimisi için büyük kârlarla kimisi için de kaçan fırsatlarla geçip gitti.
Fıkra bu ya Bektaşi, Ramazanın son günlerinde sıcağa dayanamaz, her halde sağlığıyla ya da sabır ve sebatıyla ilgili problemleri de olsa gerek, testiyi kafaya dikerken, görüldüğünü fark eder ve üzgün bir şekilde: “Ramazan tekrar gelir, fakat bu garip giderse bir daha gelmez” der.
Evet bu garip insan eninde sonunda bu dünyadan gidecek. Elbette nasıl gideceği de önemli. Ancak insanların ekseriyeti açlıktan mı gidiyor, yoksa tokluktan mı gidiyor tartışması biteceğe benzemiyor. Belki de son insan da gidinceye kadar tartışılmaya devam edecek. Ancak sağlıkçılar insanların açlıktan nadiren dünya değiştirdiklerini belirtiyorlar. Fakat tokluktan yani mideyi aşırı doldurmaktan hasıl olan hastalıklardan dolayı dünyayı terk edenlerin sayısının ise ezici çoğunluğa sahip olduğunda ittifak halindeler.
Açlıktan ölen insan pek yok ama aç olarak yaşayan ve aç olarak ölen insan sayısı sayılamayacak kadar çok. İnşallah bu mübarek Ramazan aç olarak yaşayan ve ölenlerin halini bir nebze olsun yaşamakla fark etmemize ve kavramamıza yardımcı olmuştur.
İnsan nefsi ve hisleri aslında hep Bektaşi gibidir, geleceğini garantide görür. Gelecek Ramazana çıkacağından emindir. Halbuki insan bedeni ne taştandır ne de demirden; her an dağılmaya ve çürümeye hazır bir yapıdadır. Varlığı ile yokluğu bir an meselesidir. Artan imkânlar ve modern teknoloji akıp giden hayat yolculuğunu durdurmak bir yana daha da hızlandırmıştır. Medeniyet fantezilerine boğulan insan, ömrünün nasıl geçtiğini bile neredeyse anlayamamaktadır.
Zaman akıp gidiyor. Feleğin çarkları sürekli dönüyor, fakat aşınmıyor. Tıpkı bir değirmen gibi zamanı, mekânı, en çok da insanın ömrünü, hayallerini ve ideallerini sevdikleri ile beraber öğütüyor, tüketiyor. Maharet, çarka elini-kolunu en azından kalbini kaptırmadan kabir ile başlayan kaçınılmaz âhiret yolculuğu için azık olarak bir şeyler biriktirebilmektedir. Günlük yaşantımızda bir lokma yiyecek ya da Bektaşi gibi bir testi soğuk su bulabilmek ekseriyet için belki çok da zor değildir, ancak bunların bir kısmını âhiret azığına atamazsak uzun âhiret yolculuğunda dünyadan getirdiğimiz azığımızdan başka elimizi uzatacağımız bir yardımcı bulmak imkânsızdır.
Ramazan tekrar geldiğinde bizi nasıl ya da ne halde bulacağı daha da önemli. Geçici dünya nimetlerinin, fâni heveslerin peşinde koşmaktan yorgun, çarkların arasında öğütülmüş, kalb ve ruhu yaralanmış olarak mı bizi bulacak? Yoksa dünyevî kayıplarını uhrevî kazançlara dönüştürmüş, dünyevî ağırlıklarını biraz daha azaltmış âhiret ticaretinin zevkine varmış olarak mı bulacak?
Bir Bektaşi fıkrası daha nakledelim: “Erenler” der adam, “Bu namaz zor değil, aksine çok kolaydır. Hatta bir alıştın mı ve de zevk almaya başladığın zaman, terk etmen mümkün değildir. Meselâ kırk gün namaz kıl, bir daha bırakamayacağına garanti veriyorum.” Bektaşi’nin cevabı alışkanlıklarımızın ve özellikle tahrip veya terk şeklindeki uygulamaların ne kadar etkili olduğunu anlamak açısından önemlidir: “Sen” der Bektaşi: “Namazı kırk gün değil, dört gün terk et, kolay kolay bir daha başlayamayacağına da ben garanti veriyorum.”
Risâle-i Nur’da izah edildiği gibi “Her günahta küfre giden bir yol vardır.” Her bir günah, her bir terk yavaş yavaş doğrusunu yapmayı ve yeniden başlamayı imkânsız hale getirir. Çabuk tövbe edilmezse, zaman gelir kişi, onun tövbe edilecek bir günah olduğunu dahi reddeder, en azından unutur. Bu sebeple yarına bırakılmış ve ertelenmiş vazifeler hususunda dikkatli olmak gerekiyor.
Not: Okuyucularımızın ve İslâm âleminin bayramını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dileriz.
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Büyüklerimizin dikkatine |
|
Önce şunu bir okuyalım. Yüksekova haber.com sitesinin 25 Temmuz 2006 tarihli sayfasında bir haber: “Beyoğlunda bulunan Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı (Kürt-Kav), Kürdistan Demokrasi Partisi lideri ve Kürdistan bölge başkanı Mesut Barzani’nin Türkiye’deki ÖSS’de istediği bölüme yerleşemeyen ama lise diploma notları iyi olan öğrencileri Kuzey Irak’taki üniversitelere dâvet etmesi üzerine öğrencilere danışmanlık hizmeti vermeye başladı.”
Kürt-Kav genel sekreteri Fehim Işık, “Şu ana kadar başvuru yapan 50 öğrenci var. 400 civarında öğrenci bizi arayarak kayıtlarla ilgili bilgi aldı” demiş.
Bir de “8.sütun.com” sitesinden yaptığımız şu alıntıyı okuyalım: “Kürt-Kav, Kuzey Irak’taki üniversitelere 165 öğrencinin kayıt yaptırdığını açıkladı.”
Son olarak bir de buraya göz atalım bakalım. 26.09.2006 tarihli haber.com’da şöyle geçiyor:
“Türkiye’den Kuzey Irak’a giden öğrencilerin, 1 yıl hazırlık sınıfında okuyacağı ifade edildi. Bu 1 yılın ardından öğrencilerin diploma notları esas alınarak tercih ettikleri bölüme yetiştirme uygulamasını kabul etti. Diploma notu düşük olanlar 2 yıllık, iyi olanlar 4-6 yıllık bölümlere gönderildiği belirtildi. Hazırlık sınıfında, Kürtçe, İngilizce, Arapça eğitim verileceği kaydedildi. 165 öğrenciye burs imkânı ve ücretsiz yer temin edileceği dile getirildi.”
Buraya kadar anlatılanları sıralayacak olursak, Kuzey Irak’takiler ne yaptıklarını biliyorlar. Eğitim ve öğretimini Kuzey Irak’ta yapmış 165 beynin 5-6 sene sonra Irak açısından nasıl bir kazanım olacağını hesaplamak için eğitimci veya yatırımcı olmak gerekmiyor.
Şimdi biz ne yaptık ve ne yapmaktayız? Öncelikle YÖK’ün ÖSS’de uyguladığı okul başarı puanı, diploma notu, alan puanı, yok bilmem ne puanı gibi engellerle tüm bölgelerdeki genç evlâtlarımız heder olmakla birlikte bu oran kadrosu eksik veya öğretmen tecrübesi az olduğu için kalitesi ve kalibresi düşük eğitim sonucunda Güneydoğudaki çocuklarımız açısından daha feci bir hal almıştır. Onlar için üniversiteye giriş hayal gibi bir şey olmuştur. Hatta YÖK’ün bu sistemi içinde Güneydoğulu öğrenciler ve gençler adeta terörün kucağına itiliyor denilebilir. Bu boşluğu gören Kuzey Irak, yarınlarını hesaba katarak eğitim olayına bu günden başlamış ve tüm cazip imkânları şimdiden seferber etmiştir. Bizde ise YÖK ileri gelenlerinin siyasete ve siyasîlere fazla zaman ayırmalarından dolayı eğitim ve öğretim pek akıllarına gelmiyor olmalı ki herhangi bir çözüm üretilmedi. Öyle ya eşitlik var. Eşitsizlikte eşitlik yani..
YÖK acilen bu duruma bir çözüm bulup program geliştirmelidir. Konunun uzmanı değilim ve detayları da bilmem ama bizim YÖK’ümüz Güneydoğu’daki PKK ve terör belâsına karşılık, ayrılıkçı ve bölücü tehlikelere mukabil olarak en can alıcı tedbir ve ıslah yolu olan eğitim konusunda proje geliştirmelidir. Pekâla bu gençlerimiz Türkiye’de herhangi bir üniversiteye alınabilir. Hazırlık aşamasından sonra kabiliyet ve kapasitesine göre yetiştirilebilir. Vatana millete kazandırılabilir. YÖK ve Türkiye’nin eğitim birikimi bu konuda Kuzey Irak’la kıyaslanmaz bile. Bu şekilde bilinçlendirilmiş Güneydoğu kökenli—kendi tabirleriyle—Kürt kökenli gençlerin nasıl pozitif ve yapıcı bir yaklaşım içinde olacağını ve yarın bu bölgedeki sinsi oyunlara nasıl set olacağını bir düşünün.
Bizce işin vehametinin eğitim açısından yaklaşım yalnışlığından kaynaklandığını kabul edip, kurşun ve dışlama yerine uzun vadeli de olsa en doğru çözümü yürürlüğe koymaktır. Genelkurmay başkanımızın, kuvvet komutanlarımızın, YÖK üyelerinin, üniversite rektörlerinin siyasîlerle günübirlik münakaşalara girmeleri yerine bir an evvel bu konuda elbirliği içinde çalışmaya başlamaları sanırım daha isabetli olur.
Tüm âlem-i İslâmın bayramını tebrik eder, duâlarınız beklerim. Nice bayramlara...
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habip FİDAN |
Bayramın kavram haritası |
|
Türkçe ibadet ve ezan görüşünün haylice rağbet gördüğü sıralarda ilahiyatçı bir arkadaşla yaptığımız fikir alış verişi, belki de hayatımda faydasını gördüğüm bilgilerden birisidir. İbadetlerin veyahut ezanın şeâir, bir elbise olduğunu ilk o söylemişti. Aynı şekilde, “Söz gelimi Türkçe duâ, meselâ Fatiha okunabilir. Ama Kur’ân Arapça nazil olduğundan, Türkçe’nin ses yapısı ve alfabemiz Arapça’ya has kavramlar ve onların ifade edilişini karşılayacak derecede değil. Meselâ bir hırıltılı he (hı), bir dat, İstanbul Türkçesi’ni esas alan Türkiye Türkçesi’nin geniz yapısında yok” düşüncesi, benim için baya mantıklı gelmişti. O zaman anlamıştım ki bir nesne, varlık yahut, adına ne denirse densin, bir şey, içinde barındırdığı ve anlam bulduğu kavramlarla en doğru ifadesini bulur. Ve bu kavramlar, kendisi hakkında insan beyninde mantıksal, duygusal, ruhsal ve sezgisel bir bütün oluşturan “kavram haritası”nı meydana getirir.
Kur’ân-ı Kerim ve dolayısıyla İslâm şeâirleri açısından durum öyle de, yine bizim için manevî bir değeri olan dinî bayramlarımız için de aynı durum söz konusu değil mi? Söz gelimi Ramazan Bayramı… Bayrama girerken hemen her tarafta gördüğüm sevinçler, reklâmlar, paylaşımlar ve bunların dile gelişleri bana Ramazan Bayramı’na ait kavram haritasının manevî doyumunu pek de vermediğini hissettiriyor. Meselâ “Bayramın kutlu olsun” ifadesinde geçen “kutlu” kelimesi, her ne kadar kutsallığı anlatıyorsa da, Ramazan Bayramı’nın menbaı olan İslâm kültüründen kalan “mübarek” kelimesinin mânevîliğini bana tattırmıyor. Ne bileyim, benim için bağından koparılmış bir gülden yayılan koku gibi bir durum arz ediyor.
Öte yandan, “İyi bayramlar” cümlesinde geçen “iyi” kelimesi, bana yönü tayin edilmemiş bir arzunun hırsla parıldamasını çağrıştırıyor. Oysa bizim İslâm kültüründen gelen “her şeyin hayırlısı…” türünden ibarelerde geçen “hayırlı” gibi maneviyatlı bir kelimemiz var. Sanırım, “iyi”yi değil de “hayır” ibaresini kullanırsak, bayram uhrevî ve dünyevî yönden hayatımıza katacağı değerlerin vazgeçilmez manevî doyumunu bize yaşatır. Tevekkül, kanaat, teslimiyet gibi, “hatt-ı vasat” denilen dengeli kişiliğe has kavramları hatırlatır.
Bununla birlikte, “Bugün bayram, doyasıya eğlence…” türünden kullanımlar, zihinlerde sanki bayramın sınırsız bir eğlenceye payanda olduğu düşüncesini uyandırabiliyor. Oysa Ramazan Bayramı dinî bir bayramdır. Ramazan ayı sonunda verdiği nimetlere şükür bağlamında, Allah’ın insanlara bir hediyesi ya da ziyafetidir. Bu durumda “doyasıya” eğlence değil, “meşrû” eğlence olmalıdır bayramdaki eğlence. Yok eğer böyle olmazsa, meselâ her türlü eğlencenin mübah görüldüğü bir yılbaşı “kutlamasından” ne farkı kalır Ramazan Bayramı’nın? Demek ki reklamların bilinçaltımıza işleyen sinirsel kodlamalarından olan “doyasıya eğlence” ifadesinin etkisiyle “Bugün bayram, bayramda eğlenmeyeceğiz de ne zaman eğleneceğiz?” türünden düşünceler içinde bayramı geçirmemeliyiz. Abarttığımı düşünebilirsiniz; ama tanıdığım birisine bayramda ne yapacağını sorduğumda, “Çılgınlar gibi eğleneceğiz” cevabını alıyorsam, ister istemez bunu televizyon ekranlarından bilinçaltımıza şırıngalanan “doyasıya eğlence” ifadesine de bağlıyorum.
Demem o ki, insanlar kavramlarla düşünür, duygu ve düşünce dünyasını da dile döktüğü kavramlarla anlamlandırır. Dilden zihne, zihinden dile dökülen ve sonunda kalbi etkileyen her türlü kavram, aslında pek de farkında olmadığımız bir harita çiziyor bizim için. Sinir Dili Programı diye adlandırılan NLP’de, haritaların gerçeği yansıtmadığından hareketle, “Harita (sınırlı, öznel algımız) vatan (gerçeklik) değildir” düşüncesi ilk sırayı teşkil eder. Peki ya gün gelir, harita vatan olursa? O hâlde vatanı (gerçekliği) kavram haritalarımıza değil, kavram haritalarımızı vatana (gerçekliğe) tekabül ettirmekte fayda var.
Efendim, bayramınız şimdiden mübarek olsun; hayırlara vesile olması dileğiyle…
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygambere muhalefet |
|
İmanın tam ve sağlıklı olmasının şartlarından biri inanılacak şeylerin tümüne kayıtsız şartsız, şeksiz şüphesiz, gönül rahatlığıyla kesin bir şekilde inanmaktır. Birşeyi Allah, Peygamber söylemişse orada artık söz biter. Mü’mine teslimiyet ve elden geldiğince ona uymak düşer. Beğenmemek, kasten muhalefet etmek imandan nasipsizliğin ifadesidir. Bir âyette, Resûlullahın (asm) hükmüne gönülde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça, hakkıyla îmân edilmiş olunamayacağına dikkat çekilmiştir.1
Başka bir âyette de “Birşeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resûlüne havale ederek çaresini Kur’ân’da ve Resulullahın sünnetinde arayın—eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, böylesi daha hayırlıdır ve neticesi de daha güzeldir”î buyurulmaktadır.
Herşeyden önce mü’min inanacak, yapamasa bile inkâra sapmayacak, yapmamakta inat etmeyecektir. Şeytanın lânetlenmesine sebep Allah’ın emrini beğenmemek, kibir ve gurura kapılıp inatla uygulamamak değil miydi?
İsrailoğullarının emre muhalefetleri de başlarına nice sıkıntılar açmıştı. Maide Sûresinde anlatıldığına göre Hz. Musa (as) kavmini Firavunun zulüm ve esaretinden kurtardıktan sonra nimetin tamamlanması için onlara bir teklifte daha bulunmuştu: Önceden sürüldükleri yurtları olan Arz-ı Mukaddesi geri almak. Onlara demişti ki: “Ey kavmim! Allah’ın size mesken olarak takdir ettiği Arz-ı Mukaddese girin, düşmandan korkup da geri dönmeyin; sonra dünyada ve âhirette hüsrâna düşersiniz.”
Fakat onlar, “Ey Mûsâ,” demişlerdi: “Orada bir zorbalar topluluğu var; onlar oradan çıkmadıkça biz Arz-ı Mukaddese giremeyiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.” Direttikçe diretmiş, “Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz ebediyen oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın; biz burada oturacağız” deme gibi bir saygısızlıkta bulunmaktan çekinmemişlerdi.
Bu durumda Hz. Musa ne yapabilirdi? “Ey Rabbim,” dedi. “Ben kendimden ve kardeşim Hârun’dan başkasına söz geçiremiyorum. Sen bizimle o yoldan çıkmış kavmin arasını ayır.”
Daha yeni Kızıldeniz yarılmış, Allah onları Firavunun zulmünden kurtarmış, en büyük düşmanları olan Firavun ve askerlerini de gözleri önünde denizde boğmuştu. Dişlerini sıkıp başlarındaki Peygamberle birlikte Arz-ı Mukaddese yürüyüverselerdi zafer kaçınılmazdı. Ama ruhlarına kadar işlemiş olan korkaklık onlara geri adım attıracak, kavuşabilecekleri o büyük nimetten uzak kalmak bir yana daha büyük sıkıntıları da üstleneceklerdi. Bu muhalefet, emre itaatsizlik onlara çok pahalıya mal olacaktı.
Cenâb-ı Hak buyurmuştu ki: “Arz-ı Mukaddes onlara kırk sene müddetle haram kılınmıştır. Onlar bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaşıp duracaklar. Artık sen o yoldan çıkmış topluluğun haline acıma.”3
Ne kadar ibretli değil mi?
Dipnotlar: 1- Nisa Sûresi: 65. 2- Nisâ Sûresi 59. 3- Maide Sûresi: 21-26.
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Din-i mübîne perde olmamak |
|
Hak dinin mensubu olmak, beraberinde bazı yükümlülükleri de getirir. Bu sorumlulukları yerine getirmek, bu mükellefiyetlerin gereğini yapmak her ehl-i din için artık bir zorunluluk halini alır. Bu noktada hak dini hür iradesiyle kabullenen her ehl-i dinin, bu dinin gerektirdiği emir ve yasakları bihakkın yerine getirmek, dinini en iyi şekilde yaşamanın gayretinde olmak gibi bir sorumluluk taşıdığını bilmesi gerekir.
Bu meyanda hepimize düşen önemli ve öncelikle vazife; din-i mübîne perde olmamak, ona gölge olmamak, ona şu veya bu şekilde bir nakise, bir zarar vermeye sebep olmamaktır. Belki de mü’minin, dine ve kudsî değerlerimize yapacağı en önemli, en tesirli hizmet bu olacaktır. Çünkü sevabı da, günahı da bize ait olan şahsî ibadetlerimizden daha faziletli olan ibadet; hal ve hareketlerimizle, fiil ve davranışlarımızla dinî değerlerimize perde olmamak, herhangi bir nakisenin gelmesine sebep olmamaktır. Bu noktada yanlış anlaşılabilecek bir hareketimiz, uygun olmayan bir tavrımız, sû-i zanlara kapı açacak bir fiilimiz, şahsımızdan öte mensubu bulunduğumuz din-i mübîne zarar verir ki, bu durumun manevî mesuliyetini düşünmekte fayda var.
Bizler bir taraftan farzlarımızı îfâ edip, günahlardan çekinirken; diğer taraftan da hâl ve etvârımızla dinimizin cezb ecidi güzelliklerine ayna olup, onları en saf, en berrak bir şekilde yansıtma işini becerebildiğimiz nispette, din-i mübîne en güzel ve en etkili hizmeti yerine getirmiş oluruz.
Bunun tersi olan bir durum, çelişkili ve tutarsız durumumuzu ele verir ki, bu hem şahsımıza, hem de yüce dinimizin tertemiz değerlerine zarar verir. Bu konuda her mü’mine tek tek önemli vazife ve sorumluluklar düştüğü gibi, özellikle belirli bazı şahıslara daha ehemmiyetli vazifeler düşmektedir.
Sıradan ehl-i dinin ötesinde belli bir ünvanı ve vazifesi bulunan veya kudsî bir dâvânın mümessili makamında bulunan seçkin insanların din-i mübîne hizmet noktasında hal ve hareketlerine, fiil ve davranışlarına daha bir dikkat etmelerinin önem arz ettiğini bilmekte fayda var.
Din-i mübînin neşir ve tebliğinde belli bir vazifeyi üstlenmiş, resmî veya gayr-i resmî bir vazifesi bulunan, çevresinde herkesçe tanınan ve örnek insan olarak bilinen, ehl-i hizmet ve nümûne-i imtisâl olarak kabul gören insanların bu konumlarını ve ünvanlarını muhafaza etmekteki hassasiyetleri de ayrıca hem kendi adlarına, daha da önemlisi dine hizmet noktasında çok ehemmiyetli bir vazife olsa gerek.
Bu konu ile alâkalı olarak Nur talebelerine düşen vazife ve sorumluluğun önemini söylemeye gerek var mı bilemiyorum. Toplumda nümûne-i imtisâl olarak kabul gören, bilhassa avâm-ı ehl-i iman için nokta-i istinat bilinen Nur talebelerinin, dini yaşamaktaki örnek tavırlarında gerekli hassasiyeti göstermelerinin faydaları izahtan varestedir.
Yine bu meyanda tesettürlü hanımlara da önemli vazifeler düştüğünü düşünüyorum. İnsanlarımız dindar olsun veya olmasın tesettürlü hanımları, dinî yaşantı noktasında çok mükemmel biliyor veya öyle olmasını arzu ediyor. Bu bakımdan bilhassa toplum içinde onların zaman zaman hiç de hoş olmayan hal ve tavırları pek uygun olmuyor. Büründükleri tesettüre aykırı düşen durumların, onlara ve onların şahsında din-i mübîne küçümsenmeyecek zararlar verdiğini düşünüyorum.
Kısaca bu konuda bütün ehl-i dîne önemli sorumluluklar düşüyor.
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazda huşû kazanmak için |
|
Balıkesir’den Şule Hanım: “Namazlarımızı huşû içinde kılabilmemiz için ne yapmamız gerekiyor? İsteksiz kıldığım namazların durumu ve hükmü nedir?”
Namazda tek bir noktayı düşünmeliyiz: Namaz bizim fıtrat ve yaratılış borcumuzdur. Biz farkında olmasak da, hissetmesek de, hiçbir şekilde huşûu yakalayamasak da, Allah’ın huzurundaki en fazîletli, en sevimli, en güzel, en makbûl, en edepli ve en itaatkâr duruşumuz namaz ile mümkün olmaktadır. Namazı yalnız Allah rızâsı için kılmalıyız. Huşûumuzu bozan oklar kalbimizden değil, şeytandan gelmektedir. Şeytanın bizimle olan meşgûliyeti, bizim zevkimizi, huzurumuzu ve huşûumuzu kaçırsa bile, namazın fazîletinin daha da yükselmesine zemin hazırlar. Bundan emin olmalıyız. O halde, huşûumuzun olup olmadığına bakmadan, namaz kılmaya devam etmeliyiz. Biz Allah için namaz kılmaya devam ettikçe inşallah istediğimiz huşûu bulmak için de Rabb’imize sığınmış oluruz.
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, nefsin tembellik döşeğinde ve gaflet uykusunda şeytandan gelen bir takım vesveselere kulak verebileceğini kaydeder ve nefsin bu desîsesine karşı önemli îkazlarda bulunur. Nefsimize ve şeytana karşı zafer elde etmek için bu ikazları sık sık hatırlamamızda yarar var:
Meselâ, nefsimize diyebiliriz ki: Ey nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Gelecek seneye, hattâ yarına kalmaya senedin var mıdır? Sana usançlık veren şey, dünyada sonsuz seneler kalacağını zannetmendir. Oysa vâkıa tam tersidir; senin hem ömrün azdır, hem faydasız uçup gitmektedir. Geçip giden her bir fânî günün yirmi dörtten birisini hakîkî bir ebedî hayatın saadetini temin edecek güzel, hoş, rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek ise, usanmak şöyle dursun, bilâkis sana ciddî bir şevk ve hoş bir zevk verir.
Diğer yandan; her gün her gün ekmek yesen, su içsen ve havayı teneffüs etsen, ekmekten, sudan ve havadan usandığını söyleyebilir misin? Çünkü her an ihtiyaç tekrarlandığından; usanç değil, lezzet alıyorsun!
Kalp, ruh ve vicdan, cisim hânesinde nefsin arkadaşlarıdırlar. Nefis her ne kadar usandığını ve isteksiz olduğunu söylese de; kalbin, rûhun ve vicdanın gıdâsı, huzûru ve hayat kaynağı namazdır. Öyleyse nefis bu usanmışlığı sîneye çekmeli, arkadaşlarının namaz gıdâsını almasına hiç olmazsa göz yummalı, huşû duymuyorsa da buna katlanmalıdır.
Çünkü hem sonsuz acılara mâruz, hem hadsiz lezzetlere sevdâlı bir kalbin gıdâsı, elbette her şeye kâdir bir Rahîm-i Kerîm’in rahmet kapısında aranmalıdır. Kezâ, şu fânî dünyada, büyük bir hızla ayrılık feryatları koparıp giden bir rûhun hayat kaynağı, her şeye bedel bir Mâbud-u Bâkînin ve bir Mahbûb-u Sermedî’nin rahmet çeşmesine namaz ile yönelmektir. Fıtraten ebediyeti isteyen, ebediyet için yaratılmış olan, ezelî ve ebedî bir Zât’ın âyinesi bulunan ve sonsuz derece nâzik ve latîf olan insanın duyguları, şu kasâvetli, ezici, sıkıntılı, geçici ve boğucu olan dünya halleri içinde elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Bu teneffüsü ise ancak namaz penceresi sağlayabilmektedir.
Bir diğer husus; namaz, şu dünya misafirhanesinde âciz ve fakir kalbimize kuvvet ve zenginlik vermekte, şüphesiz gireceğimiz bir menzil olan kabirde gıdâ ve ışık hükmünde aydınlık kaynağı olmakta, çetin bir mahkeme olan Mahşerde senet ve berat hüviyetinde bizi kurtarmakta ve ister istemez üstünden geçeceğimiz Sırat Köprüsünde nur ve Burak gibi göz açıp kapayana kadar bizi Cennete ulaştırmaktadır. Böyle eşsiz lütuflara bizi mazhar kılan bir namaz için “neticesizdir” veya “ücreti azdır” diyebilir miyiz?
Sözünden dönmesi imkân harici olan Cenâb-ı Hak, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi bize vaad ederek, pek az bir zamanda, bize, namaz gibi pek güzel bir vazife verse; biz de onun hediyesini hafife alırcasına o vazifeyi yapmaz isek veya vazifeden usanç gösterirsek, pek şiddetli bir azaba müstahak olmaz mıyız?
Aklımızı başımıza almalı ve bilmeliyiz ki, dünkü gün elimizden çıktı. Yarınki gün ise elimizde sened yok ki, ona mâlik olalım. Öyle ise hakikî ömrümüzü, bulunduğumuz gün bilmeli ve her günün en az birer saatini, birer ihtiyat akçesi gibi, uhrevî bir sandukça hükmünde, hakikî istikbal için teşkil olunan bir mescide veya bir seccadeye atmalıyız.
Sakın, “Benim namazım nerede, şu namazın büyük hakîkati nerede?” diye ümitsizlik girdabına kapılmayalım. Zira hatırlayalım ki, bir hurma çekirdeği, aslında bir hurma ağacı hükmündedir. Fark yalnız özde ve ayrıntıdadır. Bizim gibi bir âvâmın, hissetmesek dahî namazımız, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan hissedârdır, şu hakikatten bir sırrı vardır. Fakat hiç şüphesiz inkişafı ve aydınlığı, derecelere göre ayrı ayrıdır. Bir hurma çekirdeğinden, mükemmel bir hurma ağacına ne kadar mertebe bulunmakta ise, namazın derecelerinde de daha fazla mertebe vardır. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nûrânî hakîkatının özü ve esâsı mevcuttur.1
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 243-247
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Bayram o bayram ola…. |
|
“Can bula cananını
Bayram o bayram ola
Kul bula Sultanını
Bayram o bayram ola
Cümle
ünah afv ola
bayram o bayram ola”
Bir Ramazanı daha
uğurladık ömrümüzden…
Ülkemiz 2006 yılı Ramazanını malum medyanın irtica vurgusunu her vesileyle bolca yaptığı bir atmosferde geçirdi, ama sanırız bir zamanlama hatasıydı(!), beklenen netice alınamadı. Halk belki de her zamankinden daha büyük bir coşkuyla yaşadı bu kudsî günleri. Ramazan günleri gibi, bayramı da aynı olacaktır inşallah…
Bu arada baştaki dizelerin sahibi Alvarlı Efe’ye de bir selâm göndererek bayramınızı tebrik ediyoruz…
Korku duygusunu yönetebilmek…
Korku hayatımızı muhafaza etmek için Rabbimizce verilmiş duygu. Ama ne çare, tüm duygularımız gibi bu duygumuzun da mahiyetini anlayıp yönlendiremeyince hayatımızı tehdit ve tahrip eder hale getirebiliyoruz.
Bediüzzaman Hazretleri, bu duygumuzu analiz ettiği 29. Mektub’da propagandacıların, hafiyelerin halkın ve alimlerin korku damarından istifade ederek onları “gem”lendirdiğinden, evham yoluyla çok önemli değerleri fedâ ettirebildiklerinden bahsediyor. Tablo, korku bahsinin yazıldığı o günlerden günümüze hiç değişmedi, farkına varılmazsa değişmeyecek de… Neticede, sinek beni ısırmasın diye yılanın ağzına girenler, evhamlanıp damdan düşerek boynunu kıranlar eksik olmuyor…
Bediüzzaman’ın hayatı zaten çocukluğundan başlayarak, hayatının son demlerine kadar korkuya meydan okuyan sahnelerle dolu...
İstanbul’un İngilizlerce işgalinde yazdığı eser yüzünden görüldüğü yerde vurulması emriyle aranırken, Anglikan Kilisesi Başpapazının sorularına verdiği cesurane cevap…
Barla’da kendisine selâm verenlere, köy halkının selâmı kesip vebalıdan kaçar gibi kaçıldığı bir korku atmosferinde başlattığı iman hizmeti ve daha nice sahneler…
Davranışçı bilişsel tedavi yöntemi
Korku duygusunu tanımlayıp, yönetebilmek için Bediüzzaman Hazretlerinin uyguladığı yöntemi bilmek ister misiniz? Tespitleri, çok hikmetlerinin yanında, bilimsel esaslara dayalı, pratik, uzmanlarının tabiriyle “bilişsel davranışçı bir korku tedavisi” de aynı zamanda. … Eserden takip ediyoruz:
…Bir zaman-Allah rahmet etsin-mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim.
Dedi: “Korkuyorum; belki batacağız.”
Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?”
Dedi: “Belki bin var.”
Ona dedim: “Senede kaç kayık gark olur?”
Dedi: “Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.”
Dedim: “Sene kaç gündür?”
Dedi: “Üç yüz altmış gündür.”
Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz.”
Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?”
Dedi: “Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.”
Dedim: “Ecel gizli olduğundan, her bir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et” dedim.
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim:
“Cenâb-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârâne bir havf meşrû olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimalle havf etmek evhamdır, hayatı azâba çevirir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 29. Mektub)
Cesaret ve sebat
Risâlelerdeki bu bahsi okuyunca, “Panik atak hastalığının günümüz toplumlarında hızla yaygınlaşmasında bu faktörün etkisi ne kadardır?” diye düşünmeden yapamıyor insan. Öyle ya siyaset, iş dünyası, TV’ler, gazeteler, radyolar alabildiğine türlü çeşit korku ve evhamları her gün halka arz ederse, netice ne olur?..
Bilimin de her şeyin mahiyetini şeffaf, ap açık bir şekilde ortaya koyduğu günümüzde, yapılacak tek şey var. Kur’ân ve Hadislerde tavsiye edildiği üzere akl-ı selîmle hareket edip, cesur ve sebatkâr olmak!
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Demek ki, haber böyle yapılıyormuş |
|
- Hastahaneye kaldırılmış…
- Yok yok, hastahaneye kaldırılmamış, hasta ziyaretine gitti…
- Yok ya tansiyonu yükselmiş, hastahaneye gitmiş.
- Oruçtandır! Hayır hayır, kalp krizi geçirmiş.
- Yok ya, kalp spazmı geçirmiş.
- Ya nereden çıkarıyorsunuz şimdi arkadaşlar söyledi, Başbakan Meclis’e girmek üzere…
- Hastahanedeymiş, kan şekeri düşmüş, baygınlık geçirmiş.
- Hayır, Meclis’e girmiş, protokol kapısının önünde aracının camını kırıp çıkarmışlar, oradan hastahaneye götürüyorlar…
***
Bu sözler Salı günü saat 11.20 civarında gazetecilerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda geçen cümleler. Başbakan Tayyip Erdoğan’ı dinlemek için Salı günü grup toplantı salonundaydık. Saat 11.00’de yapılacağı duyurulan grup toplantısı 11.20 olmasına rağmen başlamamıştı.
Gazeteciler de kızmaya başlamış, “11.00’de başlanacak deniliyor. Yarım saat oldu kardeşim, niye başlamıyor. O zaman 11.30 desinler” diye söyleniyorlardı. O sırada basın locasında değil de, aşağıda olan gazetecilerde bir hareketlenme oldu.
Oturumu yöneten Grup Başkanvekili Sadullah Ergin de yerinden kalkıp dışarı çıkmıştı. Biraz sonra gelip, “Başbakanımız küçük bir rahatsızlık geçirmiş. Bunun için grup toplantısını yapamıyoruz” dedikten sonra oturumu kapattı ve hemen dışarı çıktı.
***
Gazeteciler, aralarında tartışırken, herkes kulise çıkmış, olayı öğrenmeye çalışıyordu. Yüzlerde bir tedirginlik ve şaşkınlık gözleniyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Milletvekilleri sağa sola telefon ediyor, gazetecilere başbakanın durumunu soruyorlardı. Tam bir panik havası hâkimdi.
Sonradan öğrendik ki, esas panik Başbakan’ın arabasının başında yaşanmış. Koruması ve şoförü Erdoğan arka koltukta baygınlık geçirince dışarı çıkmışlar, zırhlı makam aracı otomatik olarak kilitlenmiş ve başbakan içerde kilitli kalmış balyoz yardımı ile camlar kırılıp başbakan hastahaneye yetiştirilmiş…
Erdoğan’ın yorgunluğa bağlı olarak kan şekerinin düşmesinden kaynaklanan rahatsızlığı sonucu hastahanede 9.5 saat kalıp evinde iki gün istirahat ettikten sonra ailesiyle tatili geçirmek üzere önceki gün Muğla’ya gitti. Başbakan’a “geçmiş olsun” diyoruz. Umarız, bayram tatilinden sonra sağlıklı bir şekilde işinin başına döner. Ancak görünen o ki, artık “yoğun” temposuna doktorları ve çevresi de dikkat edecekler…
Bu konuda her şey yazıldı çizildi. Bu yüzden fazla detaya girmek istemiyorum. Burada AKP Milletvekili Feyzi Berdibek’in hastahanenin yanındaki inşaattan aldığı ve başbakanın makam aracının camını kıran balyozun gerçek olup olmadığını da tartışmak istemiyorum.
Dikkat çekmek istediğim husus, başta yazdığım diyaloglara bakıldığında gazetelerin nasıl haber yaptıklarının ortaya çıkması…
Neyse ki, bu söylentiler ertesi gün gazetelere pek yansımadı. Ama daha önceki birçok olayda gazeteciler arasında konuşulan dedikodu ve söylentiden öteye geçmeyen yalan-yanlış bilgiler bir şekilde gazetelere yansıyor.
Bu yalan yanlış haberlere özellikle Ramazan ayı içinde çokça şahit olduk!
***
Not-1: Dünkü “Demokrat olabilmek” başlıklı yazımız üzerine Anavatan Partisi Basın Danışmanı Yasemin Kök Hanım aradı. Yazımızın geneline katıldığını ancak, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın Mehmet Ağar’ın, “Dağda silâhla gezeceğine, düz ovada siyaset yapsın…” sözünün af anlamına geldiğini söylediğini, Mumcu’nun da bu değerlendirmeyi desteklerken, bu sözlerinin altına imza atacağını belirttiğini yoksa Genelkurmay Başkanı’nın siyasetçileri eleştirmesini doğru bulmadığını aktardı. Mumcu’nun uzun konuşmalarında bu durumun “gözden kaçtığını” dile getirdi.
Not- 2: Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, bütün insanlık için hayırlar getirmesini dilerim. MK
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İşkenceye karşı olmak |
|
İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin yaptığı bir anket, Türkiye’de her yüz kişiden 62’sinin ‘ne olursa olsun işkenceye karşı’ çıktığını ortaya koymuş. Dünya ortalamasının da üstünde olduğu ifade edilen bu rakam, bazı ‘uzman’ları şaşırtmış.
BBC Dünya Servisi, Mayıs-Temmuz aylarında, 25 ülkede ve 27 bin 407 kişi üzerinde bu araştırmayı gerçekleştirmiş. (Star, 20 Ekim 2006) Araştırma neticelerine göre işkenceye en fazla karşı çıkanlar yüzde 81 ile İtalyanlar olurken, onları yüzde 75 ile Avusturya ve Fransa izlemiş. Amerika ise bu konuda Türkiye’den de geri kalmış, yani dafa fazla ‘işkenceci’ çıkmış.
Araştırmayı değerlendiren sivil toplum kuruluşları ve aydınlar, Türkiye’de ‘işkenceye hayır’ diyenlerin sayısının yüksek çıkmasından memnun. Bazı aydınlar, sevinmekle birlikte ‘şaşırdıklarını’ beyan ederken, bazıları da temelde güvensizlik problemi olduğunu söylemiş. Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Mustafa Ercan, araştırmayı şöyle değerlendirmiş: “‘İşkence yapılmalı’ diyenler de aslında işkencenin kendisini savunmuyor, suçun engellenmesini önceliyor. Burada ne soru sorulduğu çok önemli. Soru; ‘siz ya da bir yakınınız bir bombanın patladığı yerde bulunsanız ve polis şüphelenip size ya da bir yakınınıza işkence yapabilir mi?’ diye sorulsa ‘hayır’ cevabını verecekler. O bakımdan bu oran daha da yüksektir aslında.”
Araştırmayı değerlendiren siyasetçiler ise, daha fazla kişinin ‘işkenceye hayır’ demesini beklediklerini ifade etmişler. İşte birkaçı: DYP Genel Başkanı Ağar: “İşkence hiçbir şekilde kabul edilemez. Türk halkı hep karşıdır, bu sonuç da yanlışlıklara ağır tepki.”
CHP Grup Başkanvekili Koç: “Az bile çıkmış.”
AKP’li Fırat: “Anketin sonucu yüzde 99 olmalıydı. Üzüldüm. Kim olursa olsun işkence kabul edilemez. Gayriinsanî bir şey.”
Ekseriyetin Türkiye’de ve dünyada ‘işkence’ye karşı olması hayra alâmettir. İnsanlık, haksızlık karşısında susmazsa, haksızlar hizaya gelebilir. Siyasetçiler, yaptıkları değerlendirmede işkenceye karşı çıkanların sayısını az bulmuşlar. Belki haklılar, ama bunun kabahatinin biraz da ‘sistem’de olduğunu bilmelerinde fayda var.
İşkence başta olmak üzere her türlü ‘fena muamele’ yapanları koruyan ve kollayan ‘birileri’ mutlaka çıkıyor. Siyasetçiler, yanlış yapanlara sahip çıkmaktan vaz geçerse ‘fena muamele’ler hızla azalır. Bunun yolu da, gücünü milletten alan siyasetçilerin işbaşına gelmesidir.
Her ne suretle olursa olsun; maddî ve manevî işkencelere samîmî olarak karşı çıkalım ki, ‘sıra’ bize gelmesin!
*
Chirac da 301’lik olmuş
Hürriyet’in haberine göre, Ankara Barosundan 3 avukat, “Türklüğü ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni aşağıladığı” iddiasıyla Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac hakkında suç duyurusunda bulunmuş. (21 Ekim 2006)
Böyle devam ederse TCK 301. madde ‘tarih’e geçecek!
22.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|