|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzrumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılığını görürsünüz.
Yâsin Sûresi: 53-54
|
22.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Cennete giren nimet görür, sıkıntı çekmez. Elbisesi eskimez, gençliği zâil olmaz.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3761
|
22.10.2006
|
|
Kâinata Allah nâmına bakmalı
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Bir bürhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zamla dar zihinlerine sığıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere, “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu bürhan onu intaç edemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, bürhan bir değildir; bin değildir, zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.
Fesübhanallah! Mülkle melekût arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür! Dünyayla ahiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlimle cehil arasındaki hicap ne kadar latif ve ne kadar kalındır! İmanla küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadetle masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile Nârın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur! Evet, hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir; cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.
Kezalik, mülkle melekût, dünyayla ahiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır.
Kezalik, geceyle gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.
Kezalik, Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehil olur.
Kezalik, iman ve tevhidle bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.
Kezalik, ef’al-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyetle Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata makes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.
Kezalik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, ahirete nazırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister.
Mesnevî-i Nuriye, s. 166
Lügatçe:
isti’zam: Büyütme.
intaç: Netice verme.
mülk: Madde âlemi.
melekût: Eşyanın Cenab-ı Hakka bakan ve herşey için mutlak güzel olan yüzü.
hicap: Perde.
masiyet: Günah, isyan.
nâr: Ateş, Cehennem.
ehl-i heva: Nefsinin arzularına uyanlar.
nehar: Gündüz.
esbab: Sebepler.
cehil: Cehalet.
kezalik: Bunun gibi.
illâ: Tam tersi ise..
zulümat: Karanlık.
ef’al-i beşer: İnsanın fiilleri.
terettüp: Netice olarak çıkmak, sıralanmak.
|
22.10.2006
|
|
Sevgi toplumuna ilk adım
Sevgi toplumuna ilk adım, toplumu meydana getiren fertlerin gönüllerinde menfaate dayanmayan, yapılan iyilik ve ekonomik yardımlarda Allah’ın rızasından başka karşılık beklenmeyen, fedakârlık, feragat, merhamet gibi duyguların hâkim olmasıyla atılır. Bu da kaynağı iman olan sevgiyle mümkündür. Her şey Allah’ı sevmekle başlar. Yaratılan, Yaratan’dan dolayı sevilmelidir. “İnsanı, insan olduğu için sevmek ve saygılı olmak, asıl olan budur. Yoksa sadece kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimî ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve aşağılama bir mürüvvetsizlik ve bencilliktir.”4
Günümüzde sevgiyi besleyen fedakârlık, feragat, merhamet gibi insanî duygular azalıyor. Böylece sevginin mekânı olan gönüller çoraklaşıyor denilebilir. Sonuçta da günümüz insanı, sevgi yetimi, şefkat öksüzü olarak yaşamaya mahkûm oluyor. Oysa ki sevgi, hayatın mânâsı, mutluluğun mayası, kalplerin cilâsıdır. Onsuz bir dünya anlamsız ve yaşamak tatsızdır. Sevgi, muhtevasını yitirmiş, içi boş bir kavrama dönüşmüş gibidir. Sevginin özünde özveri vardır, karşılık beklememek vardır, vermek vardır. Bu mefhumların toplumda hâkim olması, aynı zamanda belli ölçüde sosyo-ekonomik adaletin sağlanması demektir. Şimdi çılgın bir tüketim toplumunun anaforunda gittikçe hoyratlaşan insana nasıl tattıracağız gerçek sevgiyi? Sevgi, bir nazlı gönül misafiridir. Onu davet edebilmek için, önce gönül evini imanla tertemiz etmek gerekir. Maddeciliğin kararttığı, paslandırdığı, harabeye çevirdiği bir mekânda sevgi çiçekleri değil, bencillik zakkumları yetişir. Ruha ruh olan, hayata hayat veren sadece sevgidir. Hedefini bulmuş sevgi, kalbimizin gıdası, ağzımızın tadı, ömrümüzün amacı, toplumun huzuru, mutluluk ve refahımızın teminatıdır.
İslâm’ın özünde sevgi var. Cenâb-ı Hakk’ın insan ruhuna yerleştirdiği en güzel duygulardan biri sevgidir. Bu his sayesinde ruhumuz şenlenir, hayatımız ışıklanır. Muhabbet, imanın bir neticesidir. Onda Allah’ın isimlerinden Vedûd, Habib gibi isimlerin öncelikli tecellileri vardır. Sonsuz rahmet ve şefkatiyle Allah’ın en ziyade nihayetsiz muhabbete lâyık oluşunu ifade eden bu isim, muhabbet hissinin sonsuzluğunu gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz cemal ve kemali, sonsuz bir muhabbet hissinin kendisine yönelmesini ister. Bu sırdandır ki, bir kısım evliya kâinatın mayasının muhabbetle yoğrulduğunu söylemişlerdir.5 Gerçekten de, bu gözle bakıldığında, kâinatın baştan başa aşk ve muhabbetle dolu bir âlem olarak yaratıldığı görülür. Varlıkların bitip tükenmeyen hareketleri ve faaliyetleri, canlı ve cansız âlemlerin kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki münasebetlerin birbirinin yardımına koşacak şekilde tanzim edilmiş olması bu hakikatı gösteren şahitler arasındadır.
Bu mânâyı görüp kâinattaki Vedûd isminin tecellîlerini okuyabilmek, ancak kuvvetli bir imanla mümkündür. Ancak imanlı bir kimse, sayısız maksatlar için yaratılan bu kâinatta galaksilerden atomlara varıncaya kadar, aynı Yaratıcı’nın elinden çıkmış ve ona hizmet için varlık âleminde bulunan mahlûklar arasındaki kardeşliği görebilir, yardımlaşmayı fark edebilir.6 İman insana böyle bir anlayış kazandırdığına göre, her şeyden önce mü’min kalbinin, muhabbetle dopdolu olması icap eder. Kâinattaki her şey birbiriyle muhabbetli bir münasebet içinde iken, insanın ve bilhassa mü’minin yekdiğerine sevgi duymaması düşünülemez. Bu yönden, imanın toplum hayatına kazandırdığı muhteşem bir netice ortaya çıkar. İnsanlar arasında imandan doğan bir kardeşlik bağı, ana, baba, kardeş gibi akrabalık ve aynı şehrin veya ülkenin sakinleri olması itibariyle ortaya çıkan hemşehrilik gibi bağlarla daha da pekişerek insanlar arasında sarsılması kolay kolay mümkün olmayacak bir kaynaşmayı vücuda getirir.
Bir çok İslâm âlimi ve mutasavvıfı gibi muhabbeti İslâmiyet’in mizacı ve rabıtası7 olarak vasıflandıran Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, büyük bir hakikati dile getirmişti. Nitekim bunun en mükemmel örneği, Asr-ı Saadet’te yaşanmıştır. Cahiliye devrindeki Arapların büyük ekseriyeti, bilindiği gibi, az sayıdaki müstebidin zulmü ve baskısı altında inliyordu. Kadına eşya muamelesi yapılıyor, bazıları kız çocuklarını diri diri gömüyordu.8 Kalbi katı olan insanlar, en küçük bir söz yüzünden binlerce kişinin hayatına mal olan savaşlara tutuşmaktan kaçınmıyorlardı. Böyle bir zeminde gelen İslâm, kalbleri bir anda yumuşatıp, evvelce kızlarını diri diri gömecek kadar merhametsizleşebilen insanları, karıncaya basamayacak bir ruh inceliğine ulaştırdı. Kur’ân’da beşer tarihinde benzeri görülmeyen olağanüstü durumu “Hani siz birbirinize düşmüş kişiler idiniz de, O gönüllerinizi telif etmiş, birleştirip kaynaştırmış ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Al–i İmran, 3/103) sözleriyle dile getirilmiştir.
Mü’minler arasındaki muhabbetin, sevginin en göz kamaştırıcı örneklerinden biri de, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlerle onlara kollarını açan Medineli Ensar arasındaki kardeşliktir. Medine’ye hicretten 5 ay sonra Resûl-i Ekrem (asm), Ensar ile Muhaciri bir araya toplamış ve kırk beşi Muhacirlerden kırk beşi Ensardan olmak üzere 90 kişiyi kardeş yapmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî ve manevî yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyordu. Bu sûretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma ve onlara güç ve destek kazandırma gayesi güdülmüştü.9 Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı. İşte sevgi toplumu, işte bu karşılıklı sevginin doğurduğu sosyo-ekonomik yapı... Bu kardeşlik sayesinde Muhacirlerin iâşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu nesep kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müsbet neticesini verdi. Toplumun muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbiriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu sûretle niyetleri kudsî, gayeleri, ulvî, içleri dışları nur faziletli bir sevgi toplumu meydana geldi.
Devam edecek
Dipnotlar:
4. Gülen, M. Fethullah, Çağ ve Nesil, s. 137, İzmir, 1982.
5. Nursi, Sözler, s. 583.
6. (Komisyon), Ölçü, İlâhiyat Serisi, Yay. s. 83, İstanbul, 1983.
7. Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe–i Şamiye, s. 46. İstanbul, 1960.
8. Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, (Mekke Devri) s. 476; Yeni Asya Yay. İstanbul, 1992.
9. Haşr, 9.
|
Mehmet Abidin Kartal
22.10.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Müheymin
Allah (c.c.), Müheymin’dir. Yani kullarını korur, kullarının her hallerini murakabe eder, gözetler, denetler, her şeyin her haliyle ihtiyaçlarını bilir, görür, seslerini ve yakarışlarını işitir, acır ve imdat eder. Cenâb-ı Allah mahlûkatının her haline şâhittir. Yüce Rabbimiz sözünde, vaadinde, işlerinde ve fiillerinde emniyet sahibidir; kullarına emniyet ve güven verir ve her türlü korkulardan emîn kılar.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Müheymin ismi Kur’ân-ı Kerîm’de de geçer. Cenâb-ı Rabb-i Müheymin şöyle buyurur: “O Allah ki, kendisinden başka İlâh olmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir’dir. Müşriklerin koştukları şirklerden ve bâtıl sıfatlardan münezzehtir.”2
İnsanın büyük hilâfet rütbesinde ve büyük emânet vazifesinde varlıkların umûmî terbiyesiyle ilişkilendirilen amellerinin ve fiillerinin eksiksiz yazıldığını ve korunduğunu3 beyan eden Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın her şeyi nizam ve mîzan içinde muhâfaza ettiğini, nizam ve mîzanın, ilim, hikmet, irâde ve kudretin tezâhürü ile gerçekleştiğini kaydeder.4
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hakkın küllî irâdesinden, sınırsız kudretinden, kuşatıcı ilminden, isimlerinin tecellîlerinden ve ehâdiyet fiillerinden hiçbir şey saklanamaz, Ona hiçbir iş ağır gelmez, Ondan hiçbir iş gizlenmez, Onun tasarrufundan hiçbir fert uzak kalmaz, hiçbir şahsiyet de külliyet kazanmadan Ona yaklaşamaz. Celîl-i Zülcemâl ve Cemîl-i Zülcelâl insana gayet yakındır, insan ise Ondan gayet uzaktır.5
(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavat, s. 86; 2- Haşir Sûresi: 23; 3- Sözler, s. 75; 4- A.g.e., s. 76; 5- A.g.e., s. 179
|
22.10.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
Akıl tam anlamasa da, kalp ve ruh hissesini alır
Kur’ân-ı Kerimin mânâsı bilinmese de, okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki mânevî ve derunî bir tesir husule gelir. Zira kelâm, Allah kelâmıdır. Bu Kelâmullah’taki ve İslâmiyetteki mânânın kudsiyetidir ki, Türkler İslâmiyetle cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmaktadırlar. Aynen öyle de, Kur’ân’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun mânevî tesiri ve mânevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mânâ âleminizi istilâ eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız ve kalmıyoruz. Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi mânevi lâtife ve cihazata da mâliktir. Aklınız herbir mesele-i imâniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalb ve ruh ondan hissesini alır.
|
22.10.2006
|
|
Arefe gününde kalbe gelen bir hakikat
Bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, “Mühim bir suale cevap”* namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.
Mektubat, s. 328
* “Mühim bir suâle cevap” kısmı, Mektubat’ın 326-327 sayfalarındadır.
|
22.10.2006
|
|
Münâcâtü'l Kur'ân
NECM:
1. Ey muazzam kuvvetlere sahip ve Hz. Peygambere gerçek sûretiyle görünen Cebrail’in Rabbi! (5-6)
2. Ey kötülük edenleri yaptıklarıyla cezâlandıran ve iyi davrananları da Cennetle mükâfatlandıran! (31)
3. Ey rahme atıldığında, nufteden erkek ve dişi çiftleri yaratan! (45-46)
4. Ey evvelki Ad Kavmiyle Semud Kavimini helâk edip, onlardan hiçbir kimseyi sağ bırakmayan! (50-51)
|
22.10.2006
|
|
|
|