Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Hüküm peşin, cüzdan meşin, Batı tükenişte



Papa 16. Benedikt’in 12 Eylül’de Almanya ziyaretinde, İslâm dinine ve Peygamberimize yönelik konuşması, tepki almaya devam ediyor. Tepkilere karşılık Vatikan sözcüsü geri adım sayılabilecek bir açıklama ile Papanın “Üzgünüm” dediğini kamuoyuna duyurdu.

Papa, devlet başkanı statüsüne sahip bir dinî lider. Ancak siyasî ve ayrıştırıcı konuşması, geçmişte bilinen radikal görüşlerinden dolayı, temsil ciddiyetini zora soktu. Açıklamaya mensubu olduğu Katolik dünyası da şaşırdı. Kendisi ile aynı kanaatte olmayan teologlar da var.

Papanın İslâm âlemini inciten ve tahrik eden sözleri, şahsî görüşleri mi, yoksa Papalık görüşleri mi sorusunun cevabı da önemli. Konuşmanın konumu ve sarf edilen sözlerin makamı, resmî değer taşıyor. Ancak bir önceki Papa Jean Paul II düşünüldüğünde, 16. Benedikt’in beyanları, şahsî mizacının ve fıtratının fanatik demecini öne çıkarmaktadır. Bu ayrıntıyı tesbit etmekte fayda var. Papa, konum üzerinden konu tartışmasına girmiş ve isabetli olmayan bir konuşma yapmıştır.

Kendi ülkesi Almanya’da, benzer kanaatlere sahip Almanya Hıristiyan Demokrat Parti başkanı ve Başbakan Angela Merkel’le önceden konuşma metnini paylaştığına göre, dinî fanatizmin dinin siyasete uzanan kolu ile siyasetin dine nüfuzu arasında yaşanan bir fanatizmin dışavurumu, böylesi bir talihsizliğe sebebiyet vermiştir.

Daha önce Türkiye’nin AB üyeliği yerine imtiyazlı ortaklık tezini savunan Merkel, başbakan olduktan sonra şahsî kanaatini korumakla beraber, devletin görüşü kabul ettiği bir sorumlulukla Türkiye’nin AB üyeliği sürecine zorluk çıkarmayacağını belirtmek zorunda kaldı.

Benzer şekilde Fransa’da Sarkozy rüzgârı, Chirac’ın ikircil ancak sonuçta Türkiye lehine gemiyi alabora etmeden dalgaları aşan karakterinin, AB sürecimizi gel-git diyalogları ile başlayıp sür-git tepkilerine varan gerilimli ancak kopmayan bir tonla direncimizi ölçtükleri de bilinmektedir.

Avrupa’nın Hıristiyan nüfuzu, Hıristiyan Demokratlar üzerinden Türkiye’nin AB üyeliğine ve İslâm dünyasına soğuk bakan bir siyasî grup niteliğindedir. Sosyal demokratlar ile Liberallerin demokrasi ve insan hakları ağırlıklı tepki ve iyileştirme önerilerine karşılık, Hıristiyan Demokratlar geçmişin küllenmiş önyargılı tavırları ile bugünü yaşamaya ve dışlamaya çalışıyorlar.

Burada bir kopukluk ve soğuk ilişkinin olduğu muhakkak. Türkiye’de de kamuoyunu AB’ye muhalif tutmaya çalışan kesimlerin sığındığı ve istismar ettiği iki nokta var: Biri dini hassasiyetleri tahrik ederek “Onlar Hıristiyan, bizi almazlar” tezini savunmaları. Diğeri ise ulusalcı bir yaklaşım ve ülkemizin bölüneceği iddiası ile “Türklük zarar görecek. Hakimiyet bölünecek” korkusunu yaymaları.

Önümüzde bekleyen zorluk, dinî orijinle iki ayrı din mensuplarının birbirini anlama ve ortak noktaları belirlemeleridir. Karşılıklı birbirine saygılı olma ve rekabeti kutsî değerler üzerinden yapmama hususunda bir ilke ortaya koymaları önem arz ediyor.

Tersini düşündüğümüzde, kışkırtıcı ve provokasyona açık sözlerin sarf edildiği her zemin, önü alınamayacak olaylara sahne olabilmektedir. Esasen fitne tohumları ve husûmet adımları burada oluşmaktadır.

Makul düşünen ehl-i din, kırılma noktasına maruz kalmadan, dünyanın sulh ve sükûnu için yatıştırıcı ve yakınlaştırıcı sorumluluk örneği göstermelidir.

Öteki dediğimizi haksız görme kolaycılığı ile kamuoyunu yönlendirici tahriklere çanak tutmak, telâfisi imkânsız çatışmalara sahne olabilir.

Bu noktada bizi yanlış anlayan, doğru okuyamayan ve ön yargılı olan Batı dünyasını ve entelektüel eleştirilerini kendi şartlarında ve çözüme tahvil edilebilecek bir tarzda ele alarak, İslâm’ın tefekkür sistemini ve faziletli medeniyetini takdim etmeliyiz.

Muhataplarımızın hataları üzerine fikrî inşâ yapamayız. Hata yapmadan esasa müteallik yolumuzu doğru haritalamalıyız. Batı felsefesini derinden etkileyen Gazali misâli feyiz ve idrak farkımızı, sağduyuyu ilmen ve dinen ortaya koymalıyız.

Sabır isteyen küresel tartışmaların dinî gündemlere kayması, sevimli olmayan ve şirazesi kaçan restleşmelere dönüşse de, küresel aydınlanmaya hizmet edeceğini unutmayalım.

Dünya, yeniden öğrenmenin ve peşin hükümleri sorgulamanın eşiğinde ilerliyor.

Batının mağrur tabiatı ile “hüküm peşin, cüzdan meşin” lüksü bitmek üzere. Batı şimdilerde irfanla buluşacak sancılarını yaşıyor.

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'da beş temel emir



İstanbul/Pendik’ten okuyucumuz: “Hadis- i Şerifte İslâm beş temel üzerine kuruludur deniyor. Kur’ân’da namaz kaç âyette emredilmiş? Hac kaç âyette emredilmiş? Zekât kaç âyette emredilmiş? Oruç kaç âyette emredilmiş? Şehadet getirmek kaç âyette emredilmiştir?”

Bir ibadetin farz olması için o ibadetle ilgili emrin Kur’ân’da belirli sayıda değil, “bir” defa geçmesi yeterlidir. Saydığınız ibadetler teşvikler veya emirler tarzında birden fazla sayıda Kur’ân’da geçmektedir. Meselâ namaz genellikle “salât” kelimesiyle seksenden fazla âyette emir veya teşvik olarak geçmektedir. Namazın bir emir olduğunu açık ve net olarak bize bildiren âyet şudur: “Şüphesiz namaz, mü’minler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır.”1 Meselâ adına bir de sûre bulunan hac ibadeti Kur’ân’da toplam yirmiden fazla âyette hacla ilgili emirler ve tavsiyeler şeklinde geçiyor. Kur’ân, otuz civarında âyetle zekâtı emrediyor, on civarında âyetle de orucu emrediyor.

Şehadet kelimesi Kur’ân’da muhtelif şekillerde iman, tevhid ve teslim ve şehadet kelimeleri olarak çok sayıda geçmektedir. Meselâ bir âyette, mü’minlerin diliyle duâ makamında şöyle geçiyor: “Ey Rabbimiz! Biz indirdiğin kitaba inandık. Ve Peygambere uyduk. Sen de bizi Senin birliğine ve peygamberinin doğruluğuna şehâdet edenlerle birlikte yaz.”2 Diğer bir âyette Rabbimiz: “O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Allah’a ve O’nun bildirdiklerine iman ederler”3 buyuruyor.

Bu emirler bize birer ibadet formu veriyorlar. Allah’a kulluğunu göstermek isteyen birisi bu formlardan gücünün yettiklerini yapmaya gayret ederse, inşallah, Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanır ve geçmiş günahları bağışlanır.

***

İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Ticaretle iştigal eden ve fakat elde olmayan sebeplerle beş on yıllık zekât borcu olan bir esnaf zekâtını nasıl hesaplayıp verecektir? Önceki zekât borçlarını nasıl ortaya çıkaracak?”

Her amelin cezası kendi cinsindendir. On yıllık zekât borcunuzu, her hangi birisine günlük alış verişlerden doğan on yıllık borcunuz farz edelim. Bunu nasıl öderdiniz? Ya da bir müşterinizin on yıldan beri deftere yazdırarak sizden alış veriş yaptığını ve şimdiye kadar hiç ödeme yapmadığını düşünelim. On yıl sonra bir gün ödeme yapmak isteyen bu müşterinizin hesabını nasıl kapatırsınız?

Zekât vermemenin kefareti, vermediğin günlerin zekâtını hesap edip vermektir. Bu hesaplamanın para üzerinden değil, mal üzerinden yapılması şüphesiz daha gerçekçi olacaktır. Çünkü ülkemizde on yıldan beri paranın değer kaybetmekten kendisini kurtaramadığı açıktır. Paranın on yıllık değer kaybı gözetilerek, bilhassa eski hesaplamalarda mümkün mertebe takviye yapılması fazilet olacaktır. (Güç yetiyorsa paranın değer kaybı oranları gözetilir, eğer buna güç yetmiyorsa, gücümüz nispetinde takviyeli bir hesapla yetinilir. Hesaplama yapılırken mümkün mertebe cömert olunmasında fayda vardır.)

***

Batman’dan okuyucumuz: “Kur’ân’a abdestsiz dokunulur mu?”

Kur’ân’a veya Kur’ân’dan her hangi bir âyete dokunurken abdestli bulunmak farzdır.

Ülkemizde hayli zamandan beri bu konuyu sulandırmak nedense moda oldu. Kur’ân okunurken abdest almanın şart olmadığı işleniyor, “Kur’ân’a ancak temiz olanlar dokunur!”4 âyeti farklı yorumlanıyor. Burada “temiz olanlar” ifadesiyle meleklerin kast edildiği, her insanın Kur’ân okumaya ihtiyacı olduğu, bilmeyenler için abdest almanın zorluk getireceği gibi görüşler ileri sürülüyor.

Oysa bu âyette meleklerin kast edilmesi, mü’minlerin kast edilmediği mânâsını taşımıyor. Bu konuda selef âlimlerinin de görüşleri vardır. Selef âlimlerine göre (dört mezhebin âlimleri) bu âyet, Kur’ân’ı eline almak isteyen Mü'min’in abdest alması gerektiğini hükme bağlıyor. İsabetli olan görüş budur.

Müslüman olmayanlara veya konuyu bilmeyenlere sözümüz yok. Fakat âyetin zahir mânâsının abdestli olmayı hükme bağladığını bilenlerin, eğer su sıkıntısı yoksa abdest alarak Kur’ân’a dokunmaları gerekir. Bunu farz bir emir olarak algılamakta bir zorluk da yoktur!

Diğer yandan, ezberimizde bulunan âyetleri abdestsiz okumamızda zaten bir sakınca yoktur.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi: 103. 2- Âl-i İmrân Sûresi: 53. 3- Bakara Sûresi: 3. 4- Vakıa Sûresi: 79

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sayılı günler



Bir kaç gün, bir hafta veya bir ay seyahata çıktığınızda bu sayılı günlerin nasıl çabuk bitiverdiğinin farkına bile varmazsınız.

Öğrencilerin tatillerini bitirdikleri gibi biz de sayılı izin günlerimizi tamamladık. Yazımıza yeni bir şevkle Bismillah deyip başlıyoruz.

İnsan ömrü; doğumu ve ölümü de kader nazarında belirli ve sayılı olduğu için o da birgün bitecek. Fakat o ne biçim gaflettir ki insan sanki ölmeyecekmişcesine dünyaya bağlanıverir. Hele bir de gençlik, maddî güç, kuvvet, makam-mevki varsa ölümü pek hatırına getirmek istemez. Etrafında ölüp gidenler de onu pek ırgalamaz.

Muhasebe yapmasak mahvoluruz. Sayılı günlerin nasıl geçip gittiğini bilemediği gibi kuş gibi uçup giden ömrün nasıl geçtiğinin de pek farkına varamaz insan. Bir bakar yarım asırlık adam olmuş, bir bakar ihtiyarlamış. Öylesi de daha çiçeği burnundayken ömrünü noktalar.

Acaba dünyanın hay huyu içerisinde hayattan hedefleneni yakalayabiliyor muyuz? Hadis-i şerifin belirttiğine göre insan, bedenini nasıl yıprattığı, ömrünü nerede tükettiği, malını nereden kazanıp nerede harcadığı, gençliğini ne yolda sarfettiği, neler öğrenip öğrendikleriyle neler yaptığından sorgulanır. Acaba bunları ne derece düşünür ve gereklerine göre hareket edebilir insan?

Şuurlu mü’min bunlar çerveçesinde hayatını programlayan insandır. Ne var ki siz plan ve programla hayatınızı en verimli şekilde değerlendirebilmek için kolları sıvasanız da nefis ve şeytan ayağınıza çelme takar, sizi hedefinizden saptırmaya çalışır.

İşte siz o noktada en büyük cihadın nefisle yapılan cihad olduğunu düşünür, sapmamaya çalışırsınız. Günde en az kırk defa, Fatiha’da “Bizi dosdoğru yolda sabit kıl” diye yalvarırken bu konuda Allah’tan yardım dilemiyor muyuz? Âl-i İmran Sûresinin sekizinci âyetindeki “Ey Rabbimiz, bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalblerimizi sapıklığa meylettirme” şeklindeki duâ da çokça tekrarlamamız gereken bir duâ değil mi? Allah Resûlünün (a.s.m.) duâlarından biri de bu minvaldeydi: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalplerimizi haktan saptırma, sağa sola kaydırma. Dinin üzerinde sabit kıl.”

Sayılı günler dedik ya! Bu süre içinde Alaca, Çorum ve Denizlili dostlarla beraber olduk. Berat Kandili günü Denizli’nin Hafız Alilerini, Ahmet Feyzilerini kabirlerinde ziyaret ettik. Akşam da dostlarla sohbetteydik.

İzin, ömür, seyahat derken emsalsiz bir mutluluk veren dost ziyaretleri yanında uzay boşluğunda dünya denilen seyahat gemisinde bizi ağırlayan, sonsuzluğa doğru gezdiren misafirhane Sahibini ise hiç unutur muyuz?

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Eğitim sistemi ve zekâ



Eğitimden lâf açılınca herkes öğrencileri, öğretmenleri ve olayları tartışıyor! Yani teferruatta boğuluyor. Oysa, dikkat çekilmesi gereken nokta, eğitim sistemidir, temel yapısıdır. Sözgelimi nasıl bir eğitim sistemine sahibiz? Acaba eğitim sistemimiz, zekâmızı geliştiriyor mu, geriletiyor mu?

Kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip geliştirme iradesi dâhil her şey Allah vergisidir ve ruhumuzu tekâmül ettirme, nefsimizi terbiye etme, yeteneklerimizi ortaya çıkarma hür irademize bırakılmıştır. Zekâ da, insan ruhunun bir parçası olduğuna göre, o da pekâla geliştirilebilir?

Bize, zekâyı kinetik zekâya çevirebilme kabiliyeti verilmiştir. Zekâ çözüm bulabilme yeteneği olduğuna göre, ne kadar çok problem çözer, ne kadar mesele halleder, ne kadar okur, beynimizi ne kadar çok çalıştırırsak, zekâmızı da o oranda geliştiririz. Ressam, müzisyen, sporcu nasıl antrenmanla kendisini geliştiriyorsa, zekâ da problem çözerek gelişir. Zaten, uğraştığınız meslek de zekâyı geliştirir.

Psikolog Dr. Hendric Weisinger, “Duygusal zekâ, doğuştan var olan, ya da yok olan bir özellik değildir. Duygusal zekânızı, yetenek ve becerilerinizi öğrenerek kendinizi geliştirebilirsiniz. Benlik şuuru, hislerin yönetimi, kendi kendini motive etme de bunlar arasındadır”1 tesbitinde bulunur. Zekâ, en basit öğrenme olayları ve alışkanlıklarla gelişme seyrine devam eder.2

Zekâ açısından yüksek performans gösteremememizin sebebi; hızlı, kolay ve kalıcı öğrenme tekniklerine karşı tembelliğimizin yanında kabiliyetlerimizi odaklayamamamızdır. Beyni tesirli kullanma ve keşfedici düşünme tekniklerini uygularsak, zekâ gücünü de olağanüstü geliştirip yükseltebiliriz.

Hayal, vehim, kuvve-i müfekkire denen düşünme melekelerini, şuur, hafıza gibi beynin diğer unsurlarıyla beslediğimiz oranda zekâmızı yükseltebiliriz. Bunun için yapmamız gereken şey, yenilikçi düşünme becerisiyle hızlı öğrenme ve beyin kullanma tekniklerini uygulamaktır.

Zekânın şifresini açan unsurlar ise; şuurlu bir dikkat, motivasyon, tekrar, tefekkür ile beyin jimnastiğidir. Bu durumda bilgiler dikkatle kodlanır, saklama ve çağırma mahareti kazanılır. Aralıklarla veya toplu olarak öğrenme, okuduklarını yazma, aktif öğrenme (yazarak ve anlatarak) parçalara bölerek öğrenme de zekâmızın kapasitesini genişletir.

Ne kadar okur, araştırır, kelime hazinemizi genişletir, duygularımızı inkişaf ettirirsek, beynimize/hafızamıza ne kadar bilgi yerleştirir ve bu bilgileri kullanmayı ne derece yüksek düzeyde arzularsak zekâmızı o nispette geliştiririz.

Kâinat kitabını okuyarak zekâmızı geliştirebiliriz. Kur’ân’da geçen “Düşünmüyorlar mı; akıl sahipleri ibret almıyorlar mı; düşünmeyecek misiniz?”3 gibi ifadeler, düşünmeye, tefekküre, dolayısıyla zekâya yoğunlaşmamızı sağlayarak beyin hücrelerimizi canlı tutmamızı sağlar. İman esasları, gayb âlemi ve mücerret (soyut) mânâları sınırlamaksızın sunarak beynimizi geliştirir. Kezâ, ibadet ve duâ da aynı gayeye hizmet eder. Çünkü ibadet; fikirleri, her şeyi sonsuz olan Allah’a çevirir. İnsanı kesret âleminden kopararak tek bir noktaya yönlendirir. O da ulvî gerçeklere odaklanmayı sağlar.

İbadetin insan zihninde olumlu katkı sağladığını ortaya koyan İngiliz Tıp Kurumuna göre, namaz, farklı fikirler ortaya koyma ve duyguları yönlendirme imkânı verir. Tesbitin özeti şu: Namaz, zekâyı çalıştırır.4 Özellikle tadil-i erkân ile yani prensiplerine harfiyen uyularak kılınan namaz... Beynin en çok, sabah saat üçle beş arası üretim yaptığı bilinmektedir. Dolayısıyla, teheccüd ve sabah namazının zihnî çalışmalara zemin hazırladığı da bir vâkıâdır.

Beyne olumlu mesajlar vererek (duâ ve zikirle), hatta sesli konuşmalar yaparak zekâyı geliştirmenin mümkün olduğu da tıp ilminin verileri arasındadır.

Peki, bugünkü eğitim sistemi, zekâmızı geliştirecek bu sistemlerden hangisini uyguluyor? Uzağından bile geçemiyor. Yaptığı şey, milyonlarca pırlanta gibi beyinleri tek tip, tek görüş, tek düşünce etrafında iğdiş edip, çoklu düşünceye gidemeyen, ezberci, araştırma ruhundan uzak, tartışma ve münâzaradan uzak gerizekâlılar yığınına çevirip sokaklara salmak!

Dipnotlar:

1- İş Yaşamında Duygusal Zekâ, MNS Yayıncılık, s. 21; 2- Hebert Sorenson, Eğitim Psikolojisi, (çev. G. Yazgan) MEBY, İst., 1975, s. 52; 3- Kur’ân, En’am, 50, 2; 4- Çağımızın Büyük Sağlık Sorunu: Depresyon, İnk. Kitabevi, 1990, s. 215.

20.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Taban sağlam



Sağduyu sahibi halkımız, çok şükür ki bir kısım siyasî veya ideolojik grupların zaman zaman körüklediği zehirli havadan fazla etkilenmiyor.

Bundan dolayıdır ki, oynanan her türlü tefrika oyunu bozuluyor, kurulan tuzaklar boşa çıkartılıyor.

Yani, taban sağlamdır. Aynı şekilde, tabanı teşkil eden halk çoğunluğunun bağlı olduğu manevî değerler de sağlam temeller üzerinde duruyor.

Bu yüzden, bilumum fitne/fesat odaklarının gayreti boşa çıkıyor, hevesi kursağında kalıyor.

Gerçi hiç boş durmuyorlar. Her fırsatta zehrini kusmaya devam ediyorlar. Dinî, mezhebî veya etnik hassasiyetleri tekrar be–tekrar kaşımaktan adeta zevk alıyorlar.

Ancak, bugüne kadar istedikleri neticeyi alabilmiş değiller. İnşaallah bundan sonra da alamayacaklar.

* * *

Siz Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, hangi şehrindeki duruma bakarsanız bakın, her bölgeden oraya gelmiş tabandaki insanlarımızın dost ve kardeş olarak huzur içinde birlikte yaşadıklarını göreceksiniz.

Onları, hiçkimse ve hiçbir kuvvet birbirine düşman edemiyor. Hiçbir muzır cereyan, Türk'ü Kürd'e, Alevî'yi Sünni'ye kırdıramıyor.

Çünkü, halk kitlesi birbiriyle herhangi bir zıtlaşma içinde değil. Hiç çekinmeden birbiriyle alışveriş yaptıkları gibi, birbiriyle dost, hısım ve akraba olmakta da herhangi bir beis görmüyorlar.

Dolayısıyla, halkımızın bugünü ve geleceği açısından karamsarlığa düşmeye hiç hacet yok.

Daima ümitvar olmalıyız ve fakat her türlü fitne/fesat ateşini söndürecek bilgi ve birikime de sahip olmaya çalışmalıyız. Tâ ki, yaptıklarımızın her daim şuurunda olalım ve hiçbir cereyana şuursuzca âlet olmayalım.

Nasraniyet

Perde yırtılıyor mu?

2000 yıllık tarihi süreci içinde birkaç kez köklü değişime uğrayan Hıristiyanlık dini, öyle anlaşılıyor ki, yeni bir değişimin, hatta belki dönüşümün eşiğine gelmiş bulunuyor.

Şimdiki Papanın İslâmiyet aleyhindeki densiz beyanatına Hıristiyan toplulukların bile sahip çıkmayarak destek vermediğine bakılırsa, Nasraniyet (Hıristiyanlık) perdesinin bir kez daha yırtılmasının vakti yaklaşmış demektir.

Bundan tam 85 yıl evvel telif edilen "Hakikat Çekirdekleri" isimli eserinde, bu hususta bakın ne diyor, Üstad Bediüzzaman:

"Nasraniyet ya intıfâ veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki, 'Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.'" (Mektûbât, s. 454)

Günün Tarihi

İsmet Paşanın defterini dürme teşebbüsü

20 Eylül 1937: Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşayı 1.5 ay müddetle mecburi izne gönderdi. Yerine, önce vekâleten ve bir ay sonra da asâleten Celal Bayar’ı atadı.

İsmet Paşa, M. Kemal'in ölümüne kadar siyaset sahnesine bir daha dönemedi. İkisi arasında ciddî anlamda bir "küslük" hali yaşandı.

İnönü, her ne kadar politikadan uzaklaştırıldıysa da, M. Kemal bundan emin değildi. Günün birinde tekrar aktif politikaya döner ve Bayar'ın inisiyatifindeki mevki ve makamları tekrar ele geçirebilir diye endişe ediyordu.

M. Kemal, bu endişesini yakın çevresiyle konuştuktan sonra, İsmet Paşanın hesabının kesilmesine ve defterinin dürülmesine karar verildi: İsmet Paşa, bir tertiple öldürülmeli. Aksi takdirde Bayar'ı rahat bırakmaz.

Nitekim, ölümcül hastalığı ilerleyen M. Kemal, ölümünden iki ay önce kaleme aldığı "vasiyetnâme"nin 5. maddesindeki ifadelerden de anlaşılıyor ki, kendisinde İsmet Paşanın bertaraf edildiği kanaatı hasıl olmuş.

İşte 5. maddedeki ifadeler: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmâl için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır."

Aksi yöndeki tezi savunanlar da olmuş; ancak, onlar hiçbir zaman Pembe Köşk'te oturan "ikinci adam" İsmet Paşanın çocuklarının neden "yardıma muhtaç oldukları" meselesinin tatminkâr izahını yapamamışlardır.

İsmet Paşanın sûikastten kurtulmasına birinci derecede sebep olan kişi, Dr. Refik Saydam'dır.

Paşa tekrar sahnede

M. Kemal'in ölümünden hemen sonraki gün siyaset sahnesine dönen ve cumhurbaşkanlığına seçtirilen İsmet Paşa, birkaç ay sonra da Başbakan Celal Bayar'ın işine son verdi.

Bayar'ın yerine ise, kendisine can borcu olan Dr. Refik Saydam'ı getirtti. (25 Ocak 1939)

Artık, meydan bütünüyle İsmet Paşanındı. O da dolu dizgin at koşturdu. Öyle ki, bir süre sonra para ve pulların üzerindeki M. Kemal'in resimleri yerine kendi resimlerini koydurdu.

Ne var ki, bu tasarrufu ilânihaye devam etmedi. Atatürkçüler bu konuda daha baskın çıktılar ve özellikle para ile pulların üzerindeki İsmet Paşanın resimlerini kaldırtarak yeniden eskiye dönüşü sağlamış oldular.

Son nokta

26 Aralık 1938 günkü CHP Olağanüstü Kurultayında "Değişmez Başkan" olarak kabul ve ilân edilen İsmet Paşanın siyaset sahnesinden uzaklaştıran kişi ise, şu günlerde ölümle pençeleşen Bülent Ecevit oldu.

7 Mayıs 1972'de yapılan CHP Olağanüstü Kurultayında, genel başkanlık yarışını kaybeden İsmet Paşa, kısa bir süre sonra siyasetten çekildi; bundan bir buçuk yıl sonra da hayattan çekildi.

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bir çıkar uğruna...



Geçen hafta Ankara Adliyesindeydik.

Bir köşede, talimatla ifade veren bir kadın gözüme ilişti.

“Dağda adamlarımız var dediler” diye anlatıyordu başından geçenleri.

Olayın Ankara’da geçmediği belliydi. Çünkü başka bir şehirde görülen dâvâ için talimatla ifade veriyordu.

İfade vermek için sıramı beklediğim için, ifadenin devamını dinlemek zorunda kaldım.

Olayın bir alacak meselesi olduğu anlaşılıyordu. Borçlu üzerine gelince, “Dağda adamlarım var” diyerek alacaklı tarafı korkutmak istemişti. Dağda yani “PKK’da adamları var...”

“Ne yapar? Borcunu tahsil etmeye kalkışırsan, dağdakiler gelir seni öldürür ya da dağa kaldırırlar.”

Onlar da bunun borçlarını kurtarmak için dağa çıktı ya!

***

Ankara’nın Sincan’da Selahattin Akbilek Lisesinde okul müdürü ile bir öğretmen arasında bir çekişme yaşanıyor. Sonra bu olay sendikalarca rekabete dökülüyor.

Okul Müdürü Mehmet Emin Gökdere’nin Türk Eğitim-Sen’li, öğretmen Tarık Sezai Karatepe’nin ise Eğitim-Bir-Sen’li olduğu belirtiliyor.

Koskoca öğretmen arasındaki çekişme bakın nerelere kadar uzanıyor. Öğretmenin “mübarek gün ve gecelerde öğrencilere SMS atarak irtica propagandası yaptığı” haberi Hürriyet gazetesine servis ediliyor. Yetinilmiyor okulun açıldığı gün 30-40 kişilik öğrenci grubu, ülkücü bir gencin liderliğinde Sincan’da, “İrticaya hayır” yürüyüşü yapıyor.

Ailelerinin yüzde 90’ının dindar olduğu bu çocukların önemli bir bölümü de Cuma namazına gidiyor.

Dahası 28 Şubat’ın “balans ayarı”nın yapıldığı “mimli bir ilçe”de ve dindar aile çocukları olarak kendilerinin de potansiyel irticacı olarak görüldüğünün farkında değiller.

Niye biz küçük kavgalarımıza büyük dâvâları âlet ederiz.

Niye biz üç kuruşluk çıkarımız uğruna kimi zaman dağdakini, kimi zaman imanlı insanları cepheye sürmekten çekinmeyiz.

Fındık kadar çıkarımız uğruna bütün değerleri bir tutam ot gibi ateşe atar yakarız.

Çok mu kıymetlidir bu gözü kör olası koltuklar...

Bizler küçük çıkarlarımız uğruna dağları yerinden oynatmayı plânlarken, Batı’da yaşanan ciddî dönüşümün yeterince farkında mıyız acaba?

Önce karikatür krizi geldi.

Küstahça Peygamberimizi hedef alan bir saldırıydı bu. Fransa’daki Müslümanlar başta olmak üzere İslâm dünyası ayaklandı. Yakılan araçlar, kundaklanan binalar, öldürülen insanlar.

Biz ısrarla medeniyetler ittifakı, İslâmî hoşgörü diye Batılının kalbini kazanmayı hedeflerken, “İslâm denilince terörün anlaşılması”nı isteyenler karikatür krizinden azamî derecede yararlandılar.

“İslâmifobi” bu şekilde tezâhür etti.

Daha bunun izlerini silmeden bu kez Papa 16. Benedikt’in İslâmiyete ve Peygamberimize yönelik saldırıları ile yüz yüze geldik.

Tüm bunlar ne?

11 Eylül’ün Avrupa versiyonu ile karşı karşıyayız.

İslâm karşıtı “derin Avrupa” birkaç kademeli bir strateji hayata geçiriyor.

İlk aşamada Hıristiyan dünyası ile Müslümanlar arasında yakınlaşmayı yok edip, düşmanlık tohumları ekmek.

Sonra “Müslüman eşittir terörist” imajını oluşturup, iki kesim arasında kin ve nefret rüzgârları estirmek.

Özgürlükçü Avrupa dinler arası diyalog ve AB kriterlerinin şemsiyesi altında işbirliğini arzularken, tüm köprüleri havaya uçurmaya yeminli, İslâm düşmanı menhus ruhun dolaştığı “derin Avrupa” ise küresel düşmanlıklar oluşturmanın çabası içinde.

Biz bir müdür koltuğu için savaş verirken, onlar küresel bir hâkimiyetin peşinde koşuyorlar. İşte onlar ve ne acı ki işte biz.

Ailesi, oturduğu şehir, bulunduğu muhit irticacı damgası yiyen çocukların, irticaya karşı yürümesi gibi bir şey bu.

Her şey koltuk için...

Bu uğurda dağdaki de, bağdaki de göz kırpmadan kurban edilir...

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Her sondajdan petrol çıkmaz...”



Yeni eğitim-öğretim yılının ilk ders zilinin çalmasıyla 14 milyon öğrenci ders başı yaptı. Yeni eğitim yılının ilk dönemi 26 Ocak’ta başlayacak sömestr tatiliyle son bulacak. 12 Şubat’ta başlayacak ikinci dönem ise 19 Haziran’da sona erecek.

Önceki gün gazetelerin ve televizyonların Ankara temsilcileri olarak 2006-2007 eğitim-öğretim yılının açılışı dolayısıyla düzenlenecek törene katılmak üzere Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’le birlikte Antalya’daydık. Törenden önce kahvaltılı sohbet toplantısında soruları cevaplandıran Çelik’in gündeme ilişkin görüşleri dikkat çekiciydi.

Bir yılda kat ettikleri mesafeyi örnekler ve rakamlarla ayrıntılı bir şekilde anlatan Bakan Çelik, “Bu sene geçen seneden daha iyiyiz. Gelecek sene daha iyi olacak” diye icraatlarını özetledi.

“İcraatlardan” sonra sıra sorulara geliyor. YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in MEB’in yurtdışına göndereceği burslu öğrencilerle ilgili yargıya müracaatını aktardığımız Çelik, “1416 sayılı kanun, bu konudaki tüm yetkiyi Millî Eğitim Bakanlığına vermiştir” derken, YÖK’ün Millî Eğitim Bakanlığı ile ilgili bir kuruluş olduğunu hatırlatıyor. “Biz bu öğrencileri kabzımallardan oluşan bir jüri ile seçmiyoruz, öğretim üyelerinden oluşuyor. Bugüne kadar bakanlık yapmıştır. Bu haksız bir eleştiriyor” diyerek tepkisini dile getiriyor.

“YÖK kanununu çıkartacağız” demiştiniz, hâlâ çıkmadı” yönündeki sorulara, “Her sondajdan petrol çıkmaz; ancak petrol arama faaliyetinden vazgeçmeyiz” diyerek cevaplayan Çelik’in “YÖK kanununu nadasa bıraktık” sözü ise dikkat çekiciydi.

Çelik, YÖK’ün “12 Eylül’ün antidemokratik bir kurumu” olduğunu söylüyor. Bunda da herkesin hemfikir olduğunu dile getiriyor. Ama kavga etmekle meselenin çözülemeyeceğini vurguluyor, “konsensüse dayalı bir icraat” yapmaktan bahsediyor. “Biz kavgadan yana değiliz. YÖK’le aramızda kavga olmaz. Ben küstüm diye bir şey olmaz. Birbirinizi sevmeyebilirsiniz, ama saymak zorundasınız” diye de ilâve ediyor.

YÖK kanununu Meclisten çıkartıp Cumhurbaşkanı Sezer’in onayına sunduklarını ancak veto edilip Meclise döndüğünü hatırlatıyor bakan Çelik… YÖK kanununun şu anda Mecliste dinlendiğini ve “nadasa” bıraktıklarını dile getiriyor. “Nadasa bırakılan toprak daha verimli olur. Zamanı gelince tekrar gündeme gelir” diyor. “Seçimden sonra mı?” sorusuna cevap vermiyor bakan, “Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra mı peki” sorularına, “Bakın bunu ben değil siz söylüyorsunuz” karşılığını veriyor.

Anlaşılan YÖK kanununun çıkmasını bekleyenler bir başka baharı beklemek zorunda.

Bakana Cumhurbaşkanı Sezer’in “dogma ve boş inançlarla çocukları etkileyen okullar ve kursların engellenmesi” yönündeki açıklamaları soruluyor. “Sayın Cumhurbaşkanının tesbit ettiği hukuka ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine aykırı bir hal varsa ve bunu bize intikal ettirirse, biz de en seri şekilde inceleme yaptırırız, sonuçlarını paylaşırız” diye cevaplandırırken, “Cumhurbaşkanı icra organının da başıdır. Ayrıca elinde Devlet Denetleme Kurulu diye bir organ da var. Böyle bir durum varsa o kurumu harekete geçirir. Ancak bu konuda bize şimdiye kadar intikal etmiş bir şey yok” diye ilâve etti.

“Ben soruyorum. Başkalarına yapmayıp imam-hatiplere yaptığımız ne var” diye de kendisini savunuyor(!) Çelik’in bu sözleri ileride tartışmalara meydan vereceğe benziyor.

Sohbet toplantısında Bakan Çelik, Baykal’ın, “26 bin 300 öğrencinin kendi istekleri dışında imam hatip liselerine yönlendirildiği” yönündeki eleştirilerine de karşılık sert cevap veriyor, “okkalı bir yalan” derken ve bu sözünün gerekçesini şöyle açıklıyor: “Şu anda İHL’lerin bin 780 boş pansiyonu var. Bin 780 kapasiteli pansiyona 26 bin 300 öğrenci nasıl yerleşir…”

Hüseyin Çelik, “İmam-hatip, türban ve din üzerinden siyaset yapmayı küçüklük kabul ederiz. Ama bize bunun üzerinden muhalefet yapıyorlar” diyor.

Daha sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı ve Antalya’da Haşim İşcan Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle eğitim ve öğretim yılı başladı. Ancak Bakan Çelik’in sabah gazetecilerle sohbetinde söylediği sözler güne damgasını vurmuş oldu.

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tepkide ölçü



Papa, İslâm âleminde büyük tepki çeken konuşmasından sonra Vatikan’a yaptırdığı “Yanlış anlaşıldı” açıklamasını bizzat kendisi de Pazar ayininde şifahen tekrarladı.

Bunu yeterli bulmayıp “Özür dilemeli” diyenler de var; Papa’nın hatadan münezzeh olduğu ve özür dilemesini gerektiren birşey yapmayacağı yolundaki Katolik inancı dikkate alındığında, “pişmanlık” anlamına gelen kelimeler kullanılarak dile getirilen “Yanlış anlaşıldım, çok üzgünüm” ifadelerinin dahi çok önemli olduğunu belirterek, daha fazla üstelemenin yanlış olduğunu savunanlar da.

Bakalım, hadise hangi yönde gelişecek?

Elbette ki, Müslümanların bu noktada gösterdikleri hassasiyet son derece haklı.

Ama tepkilerin yöntemi konusuna geldiğimizde işin rengi değişiyor. Özellikle kilise yakma ve rahibe öldürme olaylarının hiçbir şekilde savunulması ve mazur görülmesi mümkün değil.

Zaten Papa’nın o talihsiz sözlerini farklı maksatlarla gündeme taşıyıp ortalığı kızıştıran provokatörlerin amacı böyle bir ortamı oluşturmak. Dünnyadaki Müslümanları kiliselere, Hıristiyanları da camilere saldırtmak ve sonra ellerini ovuşturarak bu kavgayı izlerken kendi menhus, karanlık planlarını gerçekleştirmek.

11 Eylül saldırılarıyla girilen süreçte dünyanın pekçok yerinde sahnelenen oyun bu.

Şimdiye kadar yer yer çok ağır tahrikler yapılmasına rağmen, bu oyun tutmadı. Provokatörler emellerine ulaşamadılar. Müslüman ve Hıristiyan âlemlerinde ortak sağduyunun ağır basması, tuzakları boşa çıkardı.

Ama görünen o ki, tek ümitlerini provokasyonlara bağlayan mihraklar, her defasında tahrik dozunu daha da yükselttikleri şeytanî tertiplerden vazgeçmek niyetinde değil.

Hal böyle olunca, bu tür tezgâhlara verilecek en iyi cevap, tahribi hedeflenen ortak sağduyuyu daha da pekiştirip güçlendirmekten başka birşey olamaz. Ve bu noktada özellikle Müslümanların dikkatli olması lâzım.

Bu çerçevede, Papa’nın talihsiz sözlerine verilecek cevap İslâmla şiddeti bir arada göstermek isteyenlere yeni kozlar verecek aşırı eylemler veya “Sanki Katolikliğin geçmişi çok mu temiz?” mantığıyla geçmişin karanlık sayfalarını bugüne taşıyıp işi adeta bir kan dâvâsına dönüştürecek söylemler yerine, İslâma yöneltilen haksız suçlamaları günümüz insanının idrakine ve vicdanına seslenen ikna edici izahlarla çürütmek olmalı.

Söz gelişi, birçok âyetinde insanları akıllarını kullanmaya, düşünmeye, tefekkür etmeye çağıran Kur’ân’ın, bütün hükümlerini akla tesbit ve tasdik ettiren bir ilâhî kitap olduğu; ama aklın tek başına ondaki hakikatleri idrakten âciz bulunduğu; İslâmın kılıç zoruyla değil, akılları ikna ve gönülleri fethederek on dört asrı aydınlatıp günümüz medeniyetine de üstadlık ve rehberlik yaptığı izah edilmeli.

Bunu yaparken, Batıda ve Hıristiyan âleminde hakperest ve vicdan sahibi aydınların Kur’ân, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkındaki müsbet şehadetleri de vurgulanmalı.

Unutmayalım ki, artık ilim ve ikna çağındayız. Tepkilerimiz de buna uygun olmalı.

20.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Papa, İslâm ve Türkiye



İlginçtir Papa, Türkiye ile ve İslâm ile ilgisiz olduğu kadar ilgilidir. Daha doğrusu bu ilgisi negatif boyutlardadır. Sözgelimi, din ile akıl arasındaki teolojik tartışmada gönderme yaptığı ve veri olarak kullandığı meseleler bir şekilde Türkiye tarihiyle alâkalı. Bizans İmparatoru II. Manuel Palaeologus’dan alıntılar yapıyor. Palaeogolus’un bu konuşmasını İranlı bir müderris ve İslâm âlimiyle yaptığı ve konuşmanın Ankara veya civarında geçtiği ileri sürülüyor.

Bu, işin tarihî kısmı. Güncel kısmına gelecek olursak; Papa Türkiye’nin katiyetle AB’ye katılmasını istemiyor. Ama bunu dinî nokta-i nazarla izah ediyor. AB’ye de böylece kendisine göre dinî bir kisve giydirmiş oluyor. Ona göre Müslüman olacağına varsın ateist olsun, ama Hıristiyan geçmişi olsun. Dolayısıyla burada dini saiklerden ziyade siyasi saikler görmek mümkün. Burada ezbere bir tarafgirlik görüyoruz. Maalesef geçmişte ‘Osmanlıları veya Türkleri kıta dışına atalım’ nara ve yaygaraları günümüzde ‘Türkleri Avrupa’ya almayalım’ sloganına dönüşmüştür ve bunun bayraktarlığını da maalesef papa yapmaktadır.

Papanın İslâmla ilgili söyledikleri de şuuraltındaki derinliği yansıtmaktadır. Asla sürç-ü lisan değil. Zira I. Herald Tribune gazetesinin de naklettiği gibi NYTimes gazetesi kesinkes Papa’nın bütün uyarılara rağmen bilerek o konuşmayı yaptığını ortaya koyuyor. Basının konuşmayı afişe edeceğini, büyüteceğini ve bunun sonucunda Müslüman toplulukların da infiale kapılacağını söylemişler ve kendisini uyarmışlar. Dinlememiş. İslâm konusundaki Vatikan uzmanlarına danışmadan konuşmayı bilhassa tek başına kendisi hazırlamış. Ve 16’ıncı Benedict’in konuşmalarını genellikle bizzat kendisinin hazırladığı söyleniyor. Ve konuşmanın 11 Eylül’ün hemen ertesine yani 12 Eylül’e denk getirilmesi de tesadüf değil. Dolayısıyla konuşmanın arkaplanında ve referansında 11 Eylül ve izleri var. Dolayısıyla papanın konuşması yüzde yüz kasıtlı. Ama bazıları papayı savunmak için hakikatı makus hale çeviriyor ve ‘Papa, Müslümanların bu tepkiselliğini bildiği için bu konuşmayı yaptı ve Müslümanların ne mal olduğunu göstermek istedi ve dediği de aynen çıktı’ demek istiyorlar. Bunlar bilmeden papayı provokatörlük isnat etmiş oluyorlar. Bu hezeyanı savunanlardan birisi de Avustralya Katolik Kilisesi lideri Pell. Bu hasta kafaya yazık. “İslâm dininin kalbinde şiddet ile din arasında bir bağlantı olup olmadığından emin olmadığını,” ayrıca bu noktada Müslümanlardan gelen aydınlatıcı açıklamaları memnuniyetle karşılayacağını söylüyor. Sanki Bell’e hesap verme mecburiyetimiz var. Bari oldu olacak bir de günahımıza bakıversin de kaç okka olduğunu görelim!

***

Papa Vatikan’daki bütün İslâm uzmanlarını pasif görevlere getirmiş. Çevresini boşaltmış. Diyalog merkezini kültür merkezine çevirmiş ve fiilen kaldırmış. Diyalog merkezinin kapısına kilit vurmuş. Bu da aslında sahih noktadan bakıldığında diyaloğun bizim açımızdan gerekliliğini ve artı amacına ulaştığını gösteriyor. Tevhidle teslisin diyalogunda galip baştan bellidir. Ancak işin teolojik boyutlarının ötesinde siyasî ve sosyal boyutları da var. Dünyamızın huzura kavuşması ve yeni Haçlı saldırılarının olmaması veya en azından bu tarz hakaretlerin önüne geçilmesi için diyalogun nasıl bir tiryak olduğunu Papa’nın diyalogdan kaçması gösteriyor. Öyleyse hazırlıklı olmak kaydıyla diyaloga onlardan ziyade Müslümanların ihtiyacı var ve taraftar olmak durumundadır. Yapıcılık da bunu gerektirir. Vatikan’ı İslam uzmanlarından boşalttığı gibi olanlara da danışmıyor.

Sözgelimi Thomas Michel konuşmanın hazırlık safhasında kendilerine sorulmadığını ve danışılmadığını söylüyor. Buna mukabil, sancılı bir coğrafyadan gelen takıntılı Adil Huri ismindeki Maruni Papa’nın konuşmalarına referans oluyor. Ve bu referansta karşı tarafın cevapları yok. Yani tek yanlı taarruz. 40 yılını diyaloga harcamış ve vaktini Müslümanlarla temasta geçirmiş İslam uzmanı İngiliz Michael Fitzgerald’i Dinlerarası Diyalog Merkezinden alarak Kahire’de Arap Birliği teşkilatı nezdinde temsilci olarak atamış. Sonra da onun işgal ettiği bu makamı kaldırarak Papalık Kültür Merkezi’ne bağlamış. Kısaca, kızağa çekmiş. NYTimes’e bakılırsa zaten 16’ıncı Benedict diyaloğun faydasına da pek inanmıyormuş (18 Eylül 2008 tarihli gazete). Vatikan din adamlarından Mr. Melloni ayıp olmayacaksa Fitzgerald’ın geri çağrılmasını istiyor. Papa’nın en kötü kararlarından birisi Fitzgerald’ın Mısır’a sürgüne gönderilmesi olmuştur.

***

Dindar bir Hıristiyan olan Paskal tek bir kitap okuyarak İslâm hakkında kafasında bir kanaat ve tasavvur oluşturmuş. Papa da aynı şekilde İslâm düşmanı Adil Huri’nin penceresinden İslâmla alakalı olarak ahkâm kesiyor. Papa’nın sözlerinin yankıları üzerinde bir arkeolojik gezi yaptığımızda şunları görüyoruz. Batı medeniyeti İslâmdan üstündür diyen Berlusconi konuşmayla alakalı medenî cesaretinden ve entelektüel birikiminden dolayı papa’yı kutluyor. ‘Papaz kızı’ olarak da anılan Merkel de papanın yanlış anlaşıldığını söyledi. Bu konuda sabıkası olan Bush ise sabıka adaşına destek veriyor ve papanın özründe samimi olduğunu ileri sürüyor. ‘Şıracının şahidi bozacı’ misali. İran dinî Lideri Hameney ise papanın Siyonist-Amerikan ortak komplosunun kurbanı olduğunu söylüyor. ‘Yanılmaz papayı onlar yanıltmış olmasın! Velhasıl papa yanlış tarafta durmaktadır.

20.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004