AKP MKYK toplantısında Lübnan’a asker gönderilmesi konusu ele alınırken, iki üyenin itirazları üzerine, önce Başbakan Erdoğan, “Irak’a göndersek bugün PKK ile uğraşıyor olmazdık” diyor, ardından Dışişleri Bakanı Gül, “Irak’ta olsak farklı olurdu” değerlendirmesinde bulunuyor.
Erdoğan ve Gül de “Irak’ta 1 Mart Tezkere ile kaçırılan fırsatı bu kez Lübnan’da kaçırmama” gibi bir hava seziliyor.
Önceki Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu Dairesi’nden bürokratların Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda anlattıkları da aynı yöndeydi. Türkiye aktif bir bölge ülkesi olacaksa, tarihî misyonuna uygun hareket edecekse, BM Güvenlik Konseyi’ne tam üyelik müracaatında bulunan bir ülke olmanın gereklerin yerine getirecekse, Lübnan’a gitmeliydi.
Peki, aynı gerekçeler Irak için geçerli değil miydi? Hatta daha fazlası geçerliydi.
Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül bugün çok fazla hayıflanmasınlar, Irak’ı işgal eden ABD dahi oradan nasıl kaçacağının plânlarını yapıyorlar.
PKK kartını göstererek bize tam 10 yıl boyunca Kuzey Irak’ın hamilini üstlendirip, “Çekiç Güç” sayesinde Kuzey Irak’ta, kendi ellerimizle bir Kürt devletinin oluşmasını bu PKK korkusu yüzünden yaşamadık mı?
Bağdat’tan şehit cenazeleri gelse, Türkiye bir iç savaşın kucağında kendini bulsa, AKP Ebu Gureyb’de İslâm’ın namusuna yönelik tecavüzlere ortak olsa, bunu nasıl izah edecekti? Bugün 2007’de yapılacak seçimleri, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olamayacağını mı, yoksa başka şeyleri mi konuşuyor olurduk? Yaşanmamış bir felâketin, şehit cenazelerinden yükselmemiş “Arap ellerinde çocuklarımızın ne işi vardı” feryatlarının sesi bugün kulaklara gelmiyorsa, bu Irak’a girseydik her şeyin güllük gülistanlık olacağı anlamını taşımıyor elbette ki... Irak’a girenler neyi başardı ki, biz girsek ne olacaktı? Hiç olmazsa büyük bir yangından, acı bir trajediden, iç savaşın ateşinden kendimizi uzak tutabildik.
Elbette ki, aynı şartlar söz konusu değil. Elbette ki, Lübnan ve Filistin hükümetinin yanı sıra İsrail’in de Türkiye’nin barış gücünde yer almasını talep etmesi olumlu bir unsur.
Ancak ne bu heyecan, ne bu heves?
Celal Bayar yıllar sonra, “Düvel-i Muazzama ne der korkusuyla hiçbir şey yapamadık” demişti, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin değerlendirmelerinde. Şimdi ise, düvel-i muazzama, yani ABD’den “aferin” almak uğruna kendimizi içine atacağımız bir cehennem değil, Lübnan’da görev üstlenmek.
BM’nin 1701 sayısı ateşkes kararının içerdiği bazı muğlaklıklar henüz giderilebilmiş değil.
BM gücünün ateşkesi sağlamak için mi, yoksa barışı korumak için mi gideceği de henüz belli değil.
Bu yönde BM’den yeni bir karar alıp, gidecek gücün görev ve yetkilerini netleştirmesi bekleniyor. Zaten Türkiye’den BM’den kalıcı ateşkesi sağlayacak çapta ikinci bir karar bekliyor. Ancak yine Dışişleri Bakanlığı’ndaki brifingden edindiğim izlenime göre, böyle bir karar çıkmaz da güçlü bir niyet beyanında da bulunulursa, Türkiye bunu yeterli sayacak. Türkiye muharip birlik göndermeyecek denilerek bu işin içinden sıyrılmak mümkün değil.
Henüz BM’de de bu konular netleştirilebilmiş değil. Ayrıca şimdiye kadar sayısız ateşkes kararını yok sayma sabıkasına haiz bir İsrail gerçeği, ateşkesin ne kadar kalıcı olacağı yönündeki kuşkuları artırıyor.
Lübnan’da tek gerçek ne İsrail, ne de Lübnan hükümeti. En önemli faktör Hizbullah. Barış Gücü’nün İsrail’i silâhsızlandıracağı beklentisi hâkim İsrail kanadında. BM Genel Sekreteri öyle bir görev üstlenmeyeceğini söylüyor, Türkiye böyle bir role soyunmayacağını deklare ediyor ama netleşmiş bir durum ve Hizbullah’tan bu yönde yapılmış bir açıklama yok. Kore’ye, Bosna’ya, Arnavutluk’a, Afganistan’a giden Mehmetçik, Lübnan’a neden gitmesin? Filistin’e, İsrail’e saldırırken binlerce masum insanı katledip, iki ülkeyi işgal ederken İsrail’e ses çıkarmayan BM’nin bölgede Hizbullah lideri Nasrallah’ın binde biri kadar inandırıcılığı yok. BM, ABD ve İsrail bugün aynı şekilde, güvenilmez olarak algılanıyor. Türkiye oraya İsrail’i rahatlatmak, ABD’nin “Yeni Ortadoğu” projesinin aktif bir üyesi olmak gibi bir imajla bulunmamalı. Bizim telâşımız bu. Ayrıca ne bu heves? ABD, PKK’nın üç bürosunu kapatıyor diye heyecanlanmanın anlamı yok.
Yüzyılı işgallerce, yıkımlarla, verilen ama tutulmayan sözlerle, acılarla geçmiş belalı bir coğrafya burası. Şartların biraz netleşmesini, diplomasiye bir daha zaman tanınmasını beklemeliyiz. Türk askeri Lübnan’a gidecekse, orada ABD ve İsrail etiketi ile değil, Ortadoğu’yu adaletle yönetmiş, Yahudileri yok olmaktan kurtarmış Osmanlı’nın torunları ve en zor döneminde bölge halkının yardımcısı olarak gitmeli. Bu pozisyonu kendimize ayarlamamız gerekiyor.
Telâş ve acele yerine serinkanlılığı tercih edip, kendimize itibarlı bir pozisyon oluşturmamız gerekiyor.
17.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|