Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ey insanlar! Allah'ın vaadi şüphesiz haktır; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah'ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin.

Fâtır Sûresi: 5

17.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki bir malı hayır yollarında harcamakta cimrilik hisseder veya gece kalkıp ibadet etmeye üşenirse şunu (çokça) desin: “Sübhanellahi ve bihamdihî.”

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3686

17.08.2006


Şefkat, merhamet-i İlâhiyeyi aşmamalı

[Şefkat yüzünden, esâsât-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır.]

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir.

Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin bir kısm-ı azimini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azim ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşî bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına duâ etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.

Risâle-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azimdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hatta, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar; onlara acımak olmuyor. Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.

Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfâtları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi, şükür elhamdülillâh” diyeceklerini bildim ve kat’î bir sûrette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.

Kastamonu Lâhikası, s. 47

Lügatçe:

ilhad: Dinsizlik.

maraz-ı ruhî: Ruhî hastalık.

sakam-ı kalbî: Kalbî hastalık.

edyân-ı semâviye: Semavî olan hak dinler.

şenî: Kötü, fena, çirkin.

gadir: Kötülük, haksızlık.

Bediüzzaman Said NURSİ

17.08.2006


Kör hisleri mağlup etmek

Bilmenin yetmediği bir asırda yaşıyoruz demiştik geçen hafta. Zira bildiği halde günaha giren, Allah’ın koyduğu sınırları bildiği halde aşabilen fertlerin çokça bulunduğu bir zaman dilimidir yaşadığımız.

Bu garipliğin ardındaki sırra, geçen hafta değinmiştik. Şimdi ise, yine Risâle-i Nur’dan aldığımız dersle, asrın bu marazına sunulan çarelere değineceğiz.

Aslında deva, dâ’da gizli. Çareyi, hastalığın kaynağını teşhis ederek ortaya koymuş Bediüzzaman Hazretleri. “Ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çâresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûb etmektir”1 demiş.

Evet, mesele hissi mağlup etmekte. Zira insanı, bildiği halde fitne ateşlerine sürükleyen, akıl ve kalbin sözünü dinlemeyen kör hisler. Bu hislerdir ki, insan, Cennet gibi bir mükâfatın veya Cehennem gibi bir mücâzâtın olduğunu bildiği halde, adeta göz göre göre ve ihtiyarıyla yanlışa gidebilmektedir.

Öyleyse kör hislerin, hissen mağlup edilmesi gerekiyor. İşte tam da burada Bediüzzaman, çareye ‘lezzetinde elemini göstermek’ ile işaret etmiştir. Ehl-i sefahat ve dalâletin, işleye geldikleri haram lezzetlerin içinde manevî acıların da bulunduğu, onlara gösterilmelidir ki, hisleri mağlup olsun, akıl ve kalbleri hakikati dinlesin.

Aslında ehl-i sefahat bu manevî elemleri hissetmiyor değillerdir. Ancak çoğu kere onların böyle bir acı içinde olmadığı da görülür. Bediüzzaman bu durumu ‘hissi iptâl eden ve beşerin nazarını afâka dağıtan ve boğan cereyanlar iptâl-i his nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet mânevî azâbını muvakkaten tam hissedemiyor’2 diyerek izah eder. Yani ehl-i dalâlet ‘muvakkat bir sersemlik’ sebebiyle o acıyı hissetmemektedir. Ne var ki, bir ölüm haberi ya da dünya lezzetlerinin son bulmaya mahkûm oluşunu ihtar eden herbir hadise, onların o acı yarasını sürekli deşmektedir.

Ve öyle bir acıdır ki bu, insana bu dünyada dahi ‘manevî bir cehennem’ yaşatır aslında. Nitekim “Günaha dalan kâfirler ise, Cehennem ateşindedir”3 âyeti de buna işaret eder. Bediüzzaman bu âyeti tefsir ederken “Tabiat-ı masiyettir ki, cezayı istilzam ediyor”4 der ve günahın, tabiatı gereği, içerisinde bu dünyada dahi mânevî bir ceza ve azabı bulundurduğunu veya netice verdiğini söyler.

Bir başka yerde ise bu mânâyı daha da açarak “Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın içinde, âhiretin azâbını ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiştir”5 der.

Evet, bu dünyada iyiliklerde peşin bir mükâfat bulunduğu gibi, kötülük ve günahlarda da peşin bir ceza ve azap vardır. Buna örnek de verir Bediüzzaman: “Haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar... Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker... Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te’vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. ‘Men dakka dukka’ kaidesiyle, sûizan eden, sûizanna mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile uğrar, cezâsını çeker.”6

Evet anlaşılmaktadır ki, haram lezzetler, ya bizzat kendileri Cehennemî bir azabı içermek ya da sonuçları itibariyle daha bu dünyada cezayı netice vermek sûretiyle lezzet olmaktan çıkmakta, bilâkis insana manevî elemler vermektedir.

Sefahatten korunmanın bir diğer çaresi de, insanın ulvî duygularını manevî gıdalarla her dâim doyurması olsa gerek. Zira insanın akıl, kalp, ruh gibi duygularının, nefis, his, heves ve vehimle mücadelesi sürekli devam eder. Ulvî duyguların galip gelmesi ise, insanın bu duygularını marifetullah, muhabbetullah ve mehafetullahın nurlarıyla beslemesine, kuvvetlendirmesine bağlıdır. Zira onlar ne kadar güçlü olursa, kör hislere mağlup olma ihtimali de o kadar azalır.

Öte yandan insanın iyi olsun, kötü olsun bütün fiillerinin kaynağı meyillerdir. “Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı”7 olarak tâbir edilen meyiller, insanın herhangi bir fiili tercih etmesine kaynaklık eder. Dolayısıyla meyillerin terbiye altına alınması da, sefahat karşısındaki önemli tedbirlerden biridir. Bununla ilgili olarak da Bediüzzaman “Duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar”8 demektedir.

İnsanın, hususan Müslümanın bilerek ve severek günahlara dalması, Bediüzzaman’ın tabiriyle “asrın dehşetli bir halidir”9. Bundandır ki Risale-i Nur müellifi, küfür ve dalâletteki manevî cehennem azabı ile iman ve hidayetteki manevî cennet lezzetini eserlerinde çok sık vurgulamıştır. Hatta bu hakikatlerin önemindendir ki, “ehl-i dalâletin dünyâda dahi Cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin dünyâda dahi lezâiz-i Cennetlerini gösteren, ve îmân Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek”10 demiş ve bu mânâ “İmân ve Küfür Muvâzeneleri - Hidâyet ve Dalâlet Mukayeseleri” isimli eserin neşriyle tahakkuk etmiştir.

Bu kitaptaki hakikatler, baştan sona bu mânâları içermekte; pervane böceğinin kendini ateşe atması gibi, kör hislerine çabuk mağlup olarak, bile bile fitne ateşlerine kolayca sürüklenen asr-ı hazır insanına, hâlâ Risale-i Nur’dan müessir çareler sunmaya devam etmektedir.

Dipnotlar:

1- İman ve Küfür Muvazeneleri, Y.A.N., 2005, s. 14

2- A.g.e., s. 18

3- İnfitar Sûresi: 14

4- Sünuhat, Y.A.N., 1996, s. 21

5- Lem’alar, Y.A.N., 2005, 28. Lem’a, 22. Nükte, s. 652

6- Diğer örnekler için bakınız: 28. Lema, 22. Nükte.

7- Sözler, Y.A.N., 26. Söz, 2. Mebhas, s. 431

8- A.g.e., s. 432

9- İman ve Küfür Muvazeneleri, Y.A.N., 2005, s. 14

10- A.g.e., s. 20

İsmail TEZER

17.08.2006


Müntakim

Allah (c.c.), Müntakim’dir. Yani celâl, izzet ve intikam sahibidir, suçluları cezâlandırır, zalimlere hak ettikleri cezâyı verir, mazlumların intikamlarını alır. Cenâb-ı Hak suçları, günahları ve isyanları görmezden gelmez. Eğer merhametiyle ve mağfiretiyle affetmezse, adâletiyle cezâ verir. Cenâb-ı Allah intikamını adâletle tecellî ettirir, hiçbir biçimde zulmetmez.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Müntakim ismi Kur’ân’da da zikri geçen isimlerdendir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah’ın hidâyete eriştirdiği kimseyi dalâlete atabilecek kimse yoktur. Allah, azîz ve intikâm sahibi değil midir?” (Zümer Sûresi: 37) Bir diğer âyette de Cenâb-ı Müntakim, “Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılıp da sonra yüz çeviren kimseden daha zâlim kim vardır? Muhakkak biz, mücrimlere karşı Müntakim’iz!” (Secde Sûresi: 22) buyurur.

Allah’ın celâl, izzet ve intikamının bir eseri olan Cehennemin, geçmiş îmân meyvelerinin lezzetlerini, korkusuyla kaçırmadığını beyan eden Bediüzzaman, Allah’ın hadsiz rahmetinin, tövbe kapısını ardına kadar açarak, korkan adama, “Bana gel! Tövbe kapısıyla gir!” dediğini ve herkesi ısrarla tövbeye çağırdığını kaydeder.

Bedîüzzaman’a göre, Cehennemin vücudu ehl-i îmâna dehşet vermemekte, bilakis Cennetin lezzetlerini tam bildirmektedir. Hukuklarına tecâvüz edilen sayısız mâsûm ve mazlum mahlûkatın haklarının ve intikamlarının tam alınması için Cehennemin vücuduna ihtiyaç vardır. Cehennemin varlığı, dalâlette boğulup çıkamayanlar için bile, sırf yokluktan, bin derece daha hayırlıdır. Ve aslında Cehennem kâfirler için de bir nevî merhamettir. Çünkü inkâr ehli zâten dalâleti ve inkârı itibâriyle sırf yokluğu hesaplamaktadır. Oysa sırf yokluk, şerr-i mahzdır, yani sırf şerdir, yani istenir hiçbir yanı yoktur. Cehennem ise, mutlak hayır olan vücut dâiresinden, Hâkim-i Zülcelâlin hakîmâne ve âdilâne bir hapishânesi olarak vazife gören dehşetli ve celâlli bir mevcut ülkesinden ibârettir, bir intikam yurdundan ibârettir. Hapishâne vazifesini görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri, pek çok hikmetleri ve âlem-i bekâya âit pek çok hizmetleri vardır. Meselâ, zebânîler gibi bir kısım hayat sahiplerinin celâldârâne meskenleri de Cehennemdir.

Cehennemin vücudunun ve şiddetli azabının, Allah’ın hadsiz rahmetine, hakîkî adâletine ve israfsız ölçülü olmayı emreden hikmetine zıddiyeti olmadığını beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, bilâkis rahmet, adâlet ve hikmetin Cehennemin vücudunu istediklerini kaydeder. Bedîüzzaman bu hükmünü şöyle temellendirir:

Nasıl bin mâsumun hukûkunu çiğneyen bir zâlimi cezâlandırmak ve yüz mazlum hayvanı parçalayan bir canavarı öldürmek, adâlet içinde mazlumlara bin rahmet ise ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil, yüzer bîçârelere yüzer merhametsizlik hükmünde ise; Cehennem hapsine girenlerden mutlak kâfir, küfrüyle hem Allah’ın isimlerinin hukûkuna tecâvüz ettiği, hem de o isimlere şehâdet eden hadsiz varlıkların hadsiz şehâdetlerini yalanlayarak ve sayısız tesbihlerini inkâr ederek varlıkların hukuklarına tecâvüz ettiğinden, öyle büyük bir cinâyet ve öyle vahim bir zulüm işlemiştir ki, affa kabiliyeti yoktur. Hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcıların hadsiz intikamları alınmazsa, hadsiz merhametsizlikler olacaktır. İşte o hadsiz dâvâcılar Cehennemin vücudunu istedikleri gibi; Allah’ın izzeti, celâli ve azameti de cehennemin vücudunu gerektirmektedir.

Bediüzzaman’a göre, nasıl halka tecâvüz eden âsi ve serseri bir adam, o memleketin izzetli hâkimine, “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın!” dese ve izzetine dokunsa, elbette, o şehirde hapishane olmasa bile, o hâkim, o edepsiz için bir hapishane yapacak ve onu içine atacaktır. İşte mutlak kâfir, küfrüyle Allah’ın izzet ve celâline şiddetle dokunmuş ve kemâl-i rubûbiyetine tecâvüzüyle ilişmiştir. Elbette, Cehennemin pek çok varlık sebebi ve hikmeti olmasa bile, sırf böyle kâfirler ve zâlimler için bir Cehennem halk etmek ve mazlumların intikamlarını almak, Allah’ın izzetinin ve celâlinin şânındandır.

Ne iyiliğin, ne de fenâlığın karşılıksız kalmayacağını beyan eden Bedîüzzaman, dünya için âhireti unutmayan, âhiretini dünyaya fedâ etmeyen, ebedî hayatını dünya hayatı için bozmayan, boş işlerle ömrünü telef etmeyen ve kendini misâfir bilip misâfirhane sahibinin emirlerine göre hareket eden adamların bahtiyar olacaklarını, selâmetle kabir kapısını açıp—Allah’ın izniyle—ebedî saadete gireceklerini müjdeler.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

17.08.2006


Delâili'n-Nur

20. Allah’ım! Nuru bütün yaratıklardan önce var olan, ortaya çıkışı âlemler için rahmet olan Efendimiz Muhammed’e, gelip geçmiş, henüz gelmemiş, iyi olup saâdete ermiş, kötü olup azabı haketmiş yaratıklar adedince ve her sayıyı aşacak, her sınırı taşacak, sonsuz, nihâyetsiz, bitip tükenmeyen bir salât ve rahmet eyle. Bu, bizzat Senin ona yaptığın ve varlığının devam ettiği ebediyet müddetince kesilmeyen bir salât olsun. Aynısını onun âl ve Ashâbına da ihsan eyle. Bunu rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi!

21. Kendisine, hak ile bâtılı birbirinden hikmetle ayıran Furkan-ı Hakîmin Arş-ı A'zamdan ve Rahmân-ı Rahimden indirildiği, Mi'rac ve "Ne göz şaştı, ne de başka birşeye baktı" âyetinin sahibi olan Efendimiz Muhammed'e salât ve selâm olsun. Milyon salât, milyon selâm sana olsun, ey Allah'ın Resûlü!

17.08.2006


Hem mütevazi, hem vakur

Üstad Bediüzzaman, hususî hayatında mütevâzi, vazife başında vakurdur. Tevâzu ve mahviyette numûne-i misâl olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘Hak budur’ derim, başımı eğmem.”

17.08.2006


Kuvve-i gadabiye

Kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

İşârâtü’l-İcâz, s. 29

***

..kuvve-i gadabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş.

Sözler, s. 499

17.08.2006


“Zulmetme! Zalime yardım etme, haddini aşma!”

Abbâsi Halifesi Harun Reşid’in kardeşi Behlül Dânâ veli idi, akıllı ve hikmetli konuşurdu; fakat deli gibi görünür, deli gibi yaşardı.

Behlül Dânâ bir gün Harun Reşid’in sarayına geldi. Halifenin köşküne girdi ve kimsenin olmadığı bir saatte bir fırsatını bulup Halifenin tahtına çıktı, oturdu.

Bir süre sonra muhafızlar taht üstünde bir yabancının oturduğunu görünce telâşa kapıldılar. Sopa ile bu yabancı adama vurmaya, oradan kaldırmaya çalıştılar. Fakat adamın umurunda değildi. Hattâ neye uğradığını şaşırmıştı. Kendi üzerine abanıp ha bire vuran adamlara sadece anlamsız anlamsız bakıyordu.

Derken Behlül hıçkırıklara boğuldu ve ağlamaya başladı. Bu esnada içeri giriveren ve olanları gören Harun Reşid:

“Ne oldu? Bu adam neden ağlıyor?” diye sordu.

Muhafızlar:

“Padişahım küstahlık etti, büyük bir cür’etle tahtınıza çıkıp oturdu! Biz de sopa vurduk! Onun için ağlıyor!” dediler.

Bu arada söze hıçkırıklar arasında Behlül Dânâ karıştı:

“Kardeşim! Ben sopa yediğim için ağlamıyorum! Fakat düşündüm de, senin için dehşet aldım!”

Halife hayretle:

“Nasıl benim için?” dedi.

Behlül:

“Senin tahtına ben iki dakika oturmakla bu kadar sopa cezâsına çarptırıldım! Ya sen, yıllardır bu tahtta oturursun! Yiyeceğin sopa ve köteklerin sayısını düşündükçe hıçkırıklarımı tutamadım!” dedi.

Bunun üzerine Harun Reşid:

“Aziz kardeşim benim! Beni bu azaptan kurtaracak öğüdün yok mu?” dedi.

Behlül:

“Zulmetme! Zâlime yardım etme! Haddini aşma!” dedi.

Süleyman KÖSMENE

17.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004