Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Vatikan örnek olsun



Gizlenmeye çalışılsa da, Avrupa’da da içten içe bir güç mücadelesi devam ediyor.

Katolik Hıristiyanların idare merkezi konumundaki Vatikan, AB üyesi ülkelerde aile konusundaki bazı düzenlemelere tepki göstermiş.

Papalık Adalet ve Barış Komisyonu Başkanı Kardinal Renato Raffaelle Martino, İtalyan haber ajansına verdiği beyanda, ‘’Batı toplumu berbat bir tepenin üzerinde. Tanrının anlamı karartılıyor. Erkek veya kadın olmanın, aşkın ve cinselliğin temel niteliklerinin tartışma konusu yapılması ve dinsel yorumların dışlanması, rölativizmin suçudur’’ demiş. (Bilgi notu: Rölativizm’e göre, doğrunun tarifi, fert tarafından doğru olduğu kabul edilen şey olarak yapılmaktadır. Bkz. www.insanbilimleri.com)

Martino, Roma Katolik Kilisesinin, dinsel öğretilere ters hiçbir yasal düzenlemeyi kabul etmeyeceğini hatırlatarak, sözlerini şöyle sürdürmüş: ‘’Kilise, Avrupa’da, ama ulusal ama yerel hiçbir parlamentodan korkmamaktadır. Kilise, geçmişte bu türden pek çok mücadeleyi göğüslemiştir. Bu mücadeleyi de göğüsleyecektir. Toplumun çekirdeği konumundaki aileyi savunmak inatçılık değildir. Tam tersine kilisenin bu konularda susması, kendisine Tanrının yapmayı buyurduğu şeyleri yerine getirmemekle eş anlamlıdır’’.

Martino, kimi Avrupa ülkesinde ‘’Sivil Dayanışma Sözleşmesi’’ kavramı altında yasal düzenlemelere gidilerek, fiilî evliliklere meşrû zemin kazandırılmasını, eşcinseller arası birlikteliğin de yasal açıdan mümkün kılınmasını ‘’tehlikeli gelişmeler’’ olarak değerlendirmiş ve şöyle devam etmiş: ‘’Kilisenin eşcinseller arasındaki evlilik konusundaki yaklaşımı değişikliğe uğramayacak. Bazı ahlâkî kurallar vardır ki hiçbir çağda değişmez. Sivil toplumlar kürtaj gibi konularda yasal düzenlemeler yapmış olsa da Kilise bunları asla kabul etmemiştir.’’ (AA, 6 Temmuz 2006)

Kardinal Renato Raffaelle Martino’un İslâmî anlayışa göre katıldığınız ya da katılmadığınız görüşlerinin olması mümkündür. Ancak bu beyandan alınması gereken çok büyük dersler vardır. Bir defa, Hıristiyan bir din görevlisinin kendi dinî anlayışını savunmak için ‘riskleri’ göze alması ve bir anlamda ‘din dışı iş yapanlar’a meydan okuması çok dikkate değerdir. İşte bize de lâzım olan budur: Cesur âlim, cesur din adamı! Gelenin keyfi için geçmişi karalayan ya da ‘evlâd-u iyâl’ hatırı için gerçekleri beyan etmekten çekinen ‘din adamı’yla bir yere varmamız mümkün müdür?

Bu ifadelerimizden hiçbir ‘ehil din adamı’ alınmasın. Söylemek istediğimiz bir vakıanın tesbitidir. Din adamı cesur, gözü pek olmalıdır da başka mesleklerdekiler olmamalı mıdır? Hayır, hepimiz yaptığımız iş esnasında medenî cesarete sahip olmalı, bildiğimiz doğruları beyan edebilmeliyiz. Bunu ‘ben’ yapamıyorsam, benim şahsî kusurum olarak görülebilir. Ancak, aynı şeyi ‘âlim’lerin yapması, hakikatleri beyan etme noktasında çekingen davranması daha fazla mes’uliyeti gerektirir. Çünkü onların, topluma, cemiyete ‘örnek olma’ vazifeleri de vardır.

Kardinalin cesareti, hepimize ve ‘din âlimleri’ne örnek olsun!

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Yazmak ve yaşamak



Biz böyleyiz işte, yazarız, hep yazarız.

Üzülür, yazarız; sevinir yine yazarız.

İnsanlar doğsa da, ölse de eksilmez, hatta artar yazacaklarımız.

Ne akan kandan, ne esen fırtınadan, ne yakıp kavuran yangından etkilenir yazdıklarımız.

Savaş başlayacak gibidir, “olası savaş” diye yazarız. Savaş başlar, çatışmaları; savaş biter “barış”ı yazarız.

Kim haklıdır, kim haksızdır; kim zalim, kim mazlum; bizim yazdıklarımızda vardır. Kim kazanmıştır, kim kaybetmiş; kelimelerimizde saklarız.

Deprem olmadan, fay hatlarından fal bakar; deprem olunca, rihter ölçeğini tartışır; enkazların ardından, alçak müteahhitleri ve cahil halkımızı yazarız.

İnsanlar okumuyordur, oturur, bu önemli meseleyi yazarız. İnsanlar bir kitabı çok okuyordur, “Hıh, popülizm işte, azizim” diye yazarız.

Ekonomi iyi gidiyordur, kötü gidiyordur; önümüzü görüyoruzdur, görmüyoruzdur; hepsini, ama hepsini yazarız. Cari açıktan da, ödemeler dengesinden de, faiz dışı fazladan da anlarız.

“İnternet ne mühim nimettir”, “Aman canım, pek de teknolojinin esiri olmuşuzdur”, “Tabiattan kaçmışızdır, temiz hava, bol gıda ne güzeldir”; yazarız.

Sağlıklı beslenmeden de anlarız. Fazla kilolardan ve sunî beslenmeden yakınır, her şeyin naturelinin iyi olduğundan dem vurup, kalemimize sarılırız.

Tarih tartışılırken, tartışmaya katılır; gerektiğinde bir padişahı, gerektiğinde bir sadrazamı savunur veye aleyhlerinde atıp tutarız.

Gelecek öngörüleri yapılırken, tezimizi ortaya koyar, “Atış serbest” kuralına uyarız.

Böyleyiz işte, yazarız, hep yazarız.

“Türkiye’nin kendine özgü şartları” der, onu yazarız. “Azizim, halkımız da çok bilinçsiz” der, onu da yazarız.

Bazen minik bir kuş gönderir yazacaklarımızı, bazen bir internet sitesinden kopyala-yapıştır yaparız. Bazen “Filancanın da dediği gibi” der, öyle yazarız.

Bazen o filancanın dediğine canımız sıkılır, onun hakkında yazar; o bize yazınca cevap verip, polemik alemlerine doğru akarız.

Her zaman yaşadıklarımızı mı yazarız? Evet bazen. Meselâ emniyet şeridinde giden adamın plakasını yayınlarken, trafik polisiyle şehrin trafiği hakkında konuştuklarımızı anlatırken, yediğimiz yemekten, gittiğimiz faaliyetten bahsederken…

Ama bazen hiç yaşamadıklarımızı da yazarız. Belki öyle gerektiğini düşündüğümüz için, belki “Ah keşke öyle olsaydı” diye iç geçirdiğimiz için, bazen sırf yazmak için…

Sonuçta yazmadan da yaşanmaz ki…

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Bölge Barış Gücü



Türkiye’nin BM Barış Gücü çerçevesinde Lübnan’a asker gönderilmesi konuşuluyor ve bu ihtimal gerek hükümet ve gerekse asker nezdinde daha kuvvetli ihtimal olarak görülüyor. Ne var ki, medya ve bir takım kuruluş temsilcileri genelde böyle bir harekâta temelden karşı olduklarını yoğun bir şekilde dile getirmektedirler. Gerekçeleri aşağı yukarı aynı temellere dayanıyor. “Oraya İsrail’i korumak üzere gidiliyor. Mehmetçik orada şehit verirse Türkiye’de kamuoyu ayağa kalkar. İsrail veya ABD, bir kumpasla Hizbullah’ı Türk ordusuna saldırıyor imajı vererek Türkiye’yi tuzağa düşürür. vs. vs.”

Şüphesiz ki bu ihtimaller akıldan ve realiteden uzak değil. Başbakan Harirî suikast sonucu öldürüldüğünde suç Suriye’ye atılmış, Lübnan halkının tepkisi sonucu orada konuşlandırılmış olan Suriye silahlı kuvvetleri Lübnan’dan çekilmek zorunda bırakılmıştı. İlginç olan Suriye güçlerini kovarcasına geri çektiren Lübnan halkı, bugün İsrail işgali sonucunda sayısı yüzbinlerle ifade edilen bir çoklukla Suriye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Siyasetin bambaşka bir sanat, özellikle de netice alma sanatı olduğunu gösterir ibretlik bir durum sergileniyor gözlerimizin önünde.

Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi Tezkere olayına pek benzemiyor. Orada ABD ile işbirliği ağır basıyordu. Lübnan’da ise BM çerçevesinde bir harekât sözkonusudur. Bir kere Türkiye bölgeyle tarihî, kültürel ve stratejik konumu gereği ister istemez bağlantılı ve etkileşime açık bir ülke konumundadır. Kamuoyunun son katliâmları ve zulümler karşısında nasıl feveran ettiğini hepimiz biliyoruz. İnsaflı Yahudi vatandaşlarını bile vicdanen rahatsız eden böylesi bir işgal karşısında dünya kamuoyundan daha şedit bir şekilde işgali tel’in ettik ve bir şeyler yapılmasını istedik. Bu konuda sağcı-solcu herkes hemfikir. Ancak bir şeyler yapılmasını başkalarından beklediğimiz ve kendimizi sakladığımız da bir gerçek. Gerek BM’ye, gerek ABD’ye ve gerekse İngiltere, Avusturalya gibi ülkelere güvenmediğimiz gibi koca Arap âleminin de bir şeyler yapamayacağına kaniyiz. Peki bu durumda katliâmı kim durduracak? O zaman İsrail’in kendi kendine insafa gelmesini beklemek mi gerekiyor? Bunun mümkün olmadığında da herkes hemfikir.

Asker göndermeye gönüllü Türkiye, elbetteki ihtimal hesaplarını iyi yapacaktır. Şimdiden şartlarını sağlamca belirlemiştir. BM’nin daimi ateşkes kararı alması, işgal edilen yerlere tekrar Lübnan askerlerinin yerleştirilmesi, İran, Suriye, Lübnan gibi tüm tarafların asker konuşlandırılmasına rıza göstermesi, barış gücünün Hizbullah’la uğraştırılmaması ve yerleşecek güce Arap devletleri askeri yerine Malezya, Endonezya, Pakistan askerlerinin bölgede bulunması. Bu şartlara teminat verilirse Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi, barış amaçlı olduktan sonra pek sakıncalı durum arzetmiyor. BM’nin geçenlerde aldığı l701 sayılı kararındaki İsrail lehine görünen maddeler elbetteki asker gönderme süreciyle son bulacaktır. Aksi takdirde Barış Gücü, İsrail’i koruma gücüne dönüşür ki bu imtiyazın devamına hiçbir ülke razı olmaz.

Bir zamanlar Bosna’daki Sırp katliâmı karşısında çaresiz kalmıştık ve bir şeyler yapılsın istiyorduk. Asker çıkarma da dahil. Sonunda oldu. Sırplar hariç tüm dünya rahatladı, huzur buldu. Srepneniçka katliâmına seyirci kalan Tüm dünyaya, özellikle Boşnakları korumada pasif kalan Hollandalı askerlerlere lânet yağdırdık. Keşke orada Mehmetçik olsaydı diyorduk. Geçmişte Kore, Somali, Afganistan gibi ülkelerde barış amaçlı asker bulundurmamız faydadan hali olmadı. En azından Türkiye’nin uluslararası platformlarda ne zaman, niçin neyi yaptığını bilen bir ülke olarak itibarı ve ağırlığı kabul görür hale geldi. Lübnan’da yapılacak olanlar da bundan farklı değildir.

En kötü ihtimalle İsrail, eğer bir kumpasla Hizbullah yapıyor göstererek Türk askerine saldırı düzenletirse bunun ceremesini İsrail çekecektir. Türk ordusu, bu oyuna gelecek kadar tecrübesiz, İsrail de böyle bir şeye tevessül edecek kadar akılsız değildir. Risk ve rizikoya gelince, risk almadan hiçbir devlet, hatta hiçbir fert bir iş yapamaz. ABD, İngiltere, Rusya ve İsrail gibi bir çok ülke bugünkü konumlarına risk alarak geldiler. Ve yine risk alarak yollarına devam ediyorlar. Bugün ABD, onca maddî güç ve bilim/teknik birikimine dayanarak süper güç olmuştur. Bedel ödeyerek bir yerlere gelebilmiştir. Durduk yerde süper güç olunmuyor ki.

Netice olarak, İsrail’e bir takım yaptırımlar ve sınırlamalar getirebilmek, en azından katliâmlarına son verebilmek için BM nezdinde yetkileri olan ve gerektiğinde inisiyatif kullanabilecek bir barış gücünün Lübnan’da bulunmasında fayda var kanaatindeyiz.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Diyanetteki açılımlar ve yenilenme



İki yıl önce, Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Sayın Mehmet Aydın’la bir görüşmemiz olmuştu. Sohbetimiz, Diyanetin problemlere yaklaşımı, günümüz taleplerine uygun topluma hizmet sunması üzerineydi.

Ankara Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi’nde gönüllü destek verdiğimiz bir araştırma projesinin sonuçlarını paylaşmıştım. Din hizmetleri ile ilgili mesleki eğitim veren İmam Hatip Liseleri, İlahiyat Yüksek Okulları ve İlahiyat Fakülteleri’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın istekleri doğrultusunda eğitim muhtevasını planlaması gereğine vurgu yapılan bir ortamdı. Çünkü insan kaynağını bu eğitim kurumları temin ediyor.

Yıllardır fikirlerini okuduğum, izlediğim ve takdir ettiğim Mehmet Aydın Hoca’nın akademik derinliği, günümüz şartlarında dinin ve medeniyetimizin doğru anlaşılması yönündeki ihatası ve bakış açısı, yapılacak güzel çalışmaların iradesini yansıtıyordu.

Siyaset üstü ve felsefi arka planı ile münevver nezaketinde fikir teâtisine açık dinleme ve yorumlama tarzı, gerek AB sürecinde medeniyetlerin birbirini doğru okuması, gerekse Diyanetin bilimsel çıtasına ve toplumsal duyarlılığına yaraşır bir düzeydeydi.

Bu meyanda, Diyanet İşleri Başkanlığının akademik heyetler halinde yürüttüğü uzun araştırmalara dayalı temel eser çalışmaları, ciddi bir boşluğu doldurmaya başladı. “Diyanette sosyal kalite” başlığıyla arz ettiğim çalışma perspektifini çok sıcak karşılamıştı. Dini eğitimlerde drama ile öğrenme tekniklerinden yararlanmaktan endüstriyel toplumu dikkate alan, şehir kültüründe cami ve yönetimi dahil çok fonksiyonlu ve amaca uygun yeniliklerle desteklenmesine kadar uzun bir ufuk turu paylaşımı yapmıştık.

Meselâ, “Diyanet İşleri Başkan yardımcılarından biri Endüstri Mühendisi olamaz mı?” yaklaşımımı arz etmiştim. Kültürel dinamikleri, ibadet mahallerini ve günümüzün endüstriyel sonuçlarını bir arada düşünüp; çevre, inşa, konum, eğitim fonksiyonları, temizlik, bilgi teknolojileri ile farklı bireylere ayrılacak zaman planlamasına varan ve farklı uzmanlar gerektiren organizasyon boyutları yeniden tasarlanamaz mı?

Bireyi, psikolojisini, manevî ihtiyacını ve öncelikleri ile sosyo ekonomik parametrelerini dikkate alan bir muhatabiyet, tebliğin kalitesini arttırır. Cami cemaatini irfan meclisine dönüştürecek çekirdek sonuçlara odaklanarak, güzel açılımlara kapı açılamaz mı?

En basiti, vaiz ile dinleyici arasındaki fazla yükseklik ve dinleyenlerin yerde oturması, toplu zamanlarda uygun olsa da, daha az kişinin iştirak ettiği özellikle bayanlara yönelik programlarda, rû be rû ve eşit düzey seminer salonlarında vaaz düzeni kurulamaz m?

Hemen cevabı vereyim: Bunların çoğunun düşünüldüğünü, bir kısmının planlandığını, bir kısmının hayata geçtiğini veya geçeceğini memnuniyetle müşahede edenlerdenim ve takdir ediyorum.

Günümüzün modern eğitim metotları, pekâla dinî hizmetlerin emrine daha fazla verilebilir. Bunun için teknik kadrolara, dinî duyarlılığı olan uzmanlara ve sosyal projelerin beşerî boyutunu dinimizin yüce emirleri ile bağdaştıracak sentez ve yaklaşımlara fazlasıyla ihtiyacımız olduğu da bir vakıa.

Camiye gelmeyen kitlelerin camiye gelmesini sağlayacak ve sempatiyi temin edecek ciddi bir algı yönetiminin de tesisi şart görünüyor. Tebliğ, Müslüman olma mensubiyetini taşıyan her vatandaşımıza iletişimin halis niyetle bezenmiş formatında doğru sunulduğu zaman, âdetullaha uygun müjdelerle daha fazla huzur yayarız.

Diyanet İşleri Başkanlığının muteber yapısı; yenilenmeye açık akademik düzenlemelerle dinî hassasiyetlere ve ölçülere uygun profesyonelleştikçe, dışarıdan ve sathî nazarlardan eleştiri alabilir. Bunu göğüslemek gerekiyor.

Alışılmış grup taassupları, geçmiş dönemlere ait hâkimiyet kavgalarının etkileri ve sistemin dayatmasına maruz kalınan noktalar dikkate alındığında; mutedil bir üslûpla akaid ve ahlâk temelli tebliği öne çıkarmaları ve örnek olmaları modelleme açısından doğru bir yaklaşımdır. Din adamlarımızı buna göre yeni eğitimlerden geçirmeleri, halk nezdinde arzu edilen ciddiyet ve sempatiyi beraberinde getirecektir. Halkımızla kaynaşmayı ve şefkatle muameleyi arttıracaktır.

Bu anlamda, detayları birer müstakil dosya değerinde olan bu köklü, kalıcı ve ilmî yenilenme süreçlerini kutluyorum.

İslâmî entelektüel duruşun bireye ve onun hukukuna ait Kur’ânî bakışını insanımıza doğru takdimde daha iyi sonuçlar alınabileceğine inanıyorum. Anlaşılır ve kabul edilebilir makul izahlara duyulan talep artmaktadır. Diyanetin bu görevlerine katkı yapmak, özerk statüde dinî ve ilmî yapısına kavuşturacak yapılanmasına destek vermek, her münevverin temel sorumluluğudur.

Muhterem Aydın Hoca’nın ve Başkanın şahsında ekibin çalışmalarını tebrik ediyorum.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

İstatistikler



Gerçekçi istatistikler her zaman faydalıdır.

Uluslar arası araştırma şirketi GFK’nın 20 ülkede yaptığı araştırma yayımlandı.

Türkiye’de yüzde 91 oranla en çok orduya, yüzde 90 öğretmenlere, yüzde 89 doktorlara, yüzde 78 polise, yüzde 69 ile din adamlarına güveniliyor.

20 ülkede en az güvenilenler ise; politikacılar, üst düzey yöneticiler ve gazeteciler.

Gerçek bu.

Bu “en”lerden benim dikkatimi çeken kesim yüzde 69 ile din adamları.

Gerçi diğer ülkelere göre Romanya’dan sonra iyi rakam. Romanya’da bu rakam yüzde seksen.

“Din hayatın hayatı, hem ruhu, hem esası, ihyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı” diye Bediüzzaman Hazretleri, milletin hayatlanmasını ancak dinî motifin yükselmesine bağlıyor.

Maalesef dinî dokuyu, dine muhalif olanlar kadar dini siyasete âlet edenler de zedeledi. Onun tesiri de var.

Ama kaliteli, örnek yaşayışlı, ilme dayanan, ihlâslı, samimi din adamını yetiştiremedik.

Bu noktada halkın güvenirlik düzeyinde alt sırada olması da bize yakışmadı.

On bin camide imamın olmayışı da ayrı bir hicran yarasıdır.

Hem bu iktidar döneminde bunun izahı olmaz.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dinde aşırılık yoktur -2



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Câmiü’s-Sağîr’de Peygamber Efendimizin (asm) ‘Dinde aşırı gitmekten sakının. Çünkü sizden öncekiler dinde aşırı gitmekle helâk oldular’1 buyurduğunu yazıyor. Bu hadisi açıklar mısınız?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim:

* Hazret-i Enes (ra) anlatmıştır: Üç kişilik bir grup Peygamber Efendimiz’in (asm) ibadetinden sordular. Kendilerine anlatılınca, azımsayarak şöyle dediler: “Peygamberin (asm) yüce mevkiinden kendimize bakacak olursak biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bile bağışlanmıştır.” Onlardan birisi:

“Ben geceleri hep namaz kılacağım ve hiç uyumayacağım” dedi. Diğeri:

“Ben bayram günlerinden başka tüm seneyi oruçlu geçireceğim ve hiç ara vermeyeceğim” dedi. Öbürü:

“Ben de kadınlardan ayrı bir yere çekileceğim ve hiç evlenmeyeceğim” dedi.

Resûlullah Efendimiz (asm) gelince bunları çağırttı ve dedi ki:

“Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Haberiniz olsun; Allah’a and olsun ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınızım ve sizden daha çok takva sahibiyim. Fakat ben bazen oruç tutar, bazen ara veririm. Geceleri namaz da kılarım, istirahat için uyurum da. Benim sünnetim budur. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”2

* Ebû Muhammed Abdullah b. Amr b. El-Âs (ra) anlatır: Benim “Yaşadığım sürece gündüzleri oruç tutacağım ve geceleri ibadete kalkacağım” dediğimden Resûlullah (asm) haberdar olmuştu. Bana:

“Bu sözü söyleyen sen misin?” buyurdu. Ben:

“Evet, ya Resulallah, doğrudur” dedim. Resûlullah (asm):

“Böyle yapma. Bazen oruç tut. Gecenin bir kısmında uyu. Gecenin bir kısmında namaza kalkman yeter. Şüphesiz cesedinin senin üzerinde bir hakkı vardır. İki gözünün senin üzerinde bir hakkı vardır. Eşinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde bir hakkı vardır. Her ayda üç gün oruç tutman sana yeter. Zira sana her iyiliğin on misli sevap vardır. Bu üç günlük oruç yıl orucu gibi olur” buyurdu. Ben:

“Ey Allah’ın Resûlü, benim daha fazlasına gücüm yeter!” dedim. Resûl-i Ekrem (asm):

“O zaman Allah’ın Peygamberi Hz. Davut (as) orucunu tut. Üzerine fazlalaştırma” buyurdu. Ben:

“Dâvud orucu nedir?” dedim. Resûl-i Ekrem (asm):

“Yılın yarısında tutulan oruçtur. Bir gün oruç tutar, bir gün yersin” buyurdu. Ben:

“Bundan daha fazlasına gücüm yeter” dedim. Allah Resûlü (asm):

“Bundan daha faziletli oruç yoktur. En faziletli oruç Dâvûd orucudur” buyurdu.

Abdullah (ra) yaşlandıktan, güç ve kuvvetten düştükten sonra derdi ki: “Keşke ben Resûlullah’ın (asm) tavsiye ettiği üç günlük orucu kabul etmiş olsaydım. Bana ailemden de, malımdan da daha sevimli olacaktı. Fakat heyhat! Şimdi çok geç!”3

Dinde zorluk yoktur; itidal vardır, orta yol vardır, denge vardır, ahenk vardır. Dîni denge içinde yaşamak, sünnetler için farzları terk etmemek, nâfileler için vâciplerden geçmemek ve dîni bir bütün olarak gücümüz oranında yaşamak esastır.

Duâ

Ey yaratıp düzene koyan! Ey takdir edip hedefe götüren! Ey belâyı kaldıran! Ey gizli yakarışı işiten! Ey batmışı kurtaran! Ey helâk olana necât veren! Ey hastaya şifâ veren! Ey öldüren ve dirilten! Ey güldüren ve ağlatan! Ey saptıran ve hidâyete erdiren Allah’ım!

Sen bütün kusurlardan, aczden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzehsin. Senden başka ilah yok ki, bize imdat etsin. Eman ver bize! Senden eman diliyoruz! Bizi Cehennem azabından kurtar!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/1582; 2- Nevevî, R. Sâlihîn, 143, 3- Nevevî, R. Sâlihîn, 150.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennete liyakat kesbetme



Hayatta bir insan için Cennete liyakat kesbetme, ona lâyık iman ve ibadet içerisinde olabilmek kadar önemli ne olabilir?

İnsan kömür gibi kül olmak için değil, elmas çıkıp başlar içinde tutulmak için vardır.

İnsan iman, ilim ve ibadetle olgunlaşarak Cennete lâyık hâle gelecektir.

İnsanları ham ve olgun meyvelere benzeten Mevlânâ, ham meyvelerin daldan kopmak istemediklerini, dünyaya gönül kaptıranlar ham meyve gibi ona sıkı sıkıya bağlı olduklarını, Cennete liyâkat kesbedebilecek durumda olmadıkları için ne Allah’ın huzuruna, Cennete girmeye yüzleri ve ne de olgunlukları bulunduğunu anlatır.

Dünyadaki herşey insanın mânen olgunlaşması ve Cennete ehil olacak hâle gelmesi için bir araç ve vesiledir. Vesile gaye hâline getirildiğinde insan yaratılış maksadından sapmış olur. Allah Resûlünün (asm) en önemli endişesi dünya malı ve nimetlerine düşkünlük sebebiyle insanların birbirlerine girmeleriydi. (Buhârî, Cizye:1)

Oysa insan bunları bir merdivenin basamakları gibi Cennete liyâkat kesbetmek için kullanmalıydı. Sandalye gibi onlara oturmalı, başında ve omuzunda taşımamalıydı.

Evet, sahip olduklarımız bize Allah’ı hatırlatmalı, Ona kulluğa yöneltmelidir. Allah Resûlü’nün (asm) Allah’ı hatırlamaya, Ona kulluğa götüren, maddeten ve mânen yükselme sağlayan bilginin dışında hiçbirşeyin Allah katında makbul olmadığına (Tirmizî, Zühd:14) dikkat çekmesi de ilginç değil mi? Ve yine elde ettiğinde memnun olan, elde etmediğinde üzülen, şikâyet eden, paraya pula, pahalı elbiselere kul köle olan insanların helâk oluşlarına da dikkat çetmiştir. (Buharî, Risâle: 10)

Sonuç olarak sahip olduklarımız, daha doğrusu emanet olarak verilenler sadece dünyada değil, ahirette de işe yarar şekilde kullanıldıklarında bir anlam ve kıymet ifade ederler.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalbi inanmaya yönelten sebepler nelerdir?



“Doğrusunu isterseniz nasıl bir kalp taşıyoruz ve neden inanmak zorundayız?” şeklindeki sorulara pek ikna edici cevaplar veremeyiz. Oysa bunlar hayatî öneme haiz.

Kalbimizi Kadir-i Mutlak olan Yaratıcıya imân etmeye yönelten birçok sebep vardır. En önemlisi, buna göre dizayn edilmesidir. Diğer noktalar ise şöyle sıralanabilir:

* Kalp iman bölgesidir: Kalbin bizzat imân bölgesi olması ve imâna göre dizayn edilip programlanmasıdır. Bu özelliğinden ötürüdür ki, kalb önce Yaratıcısını arayıp bulmak ister. Özellikle sıkıntılı, zor anlarda…

* Sonsuz aczimiz: Öte yandan insanoğlu, hayat şartları içinde, kendisine gerekli olan malzemeleri düşünürken, büyük bir acze maruz kaldığını hisseder. O zaman da derhal dayanacak bir noktayı aramaya başlar.

* Arzu ve emelleri gerçekleştirmek: Diğer taraftan emellerini, arzularını nemalandırmak, faydalandırmak, gerçekleştirmek için çareler üretirken derhal bir yardım noktası arama girişiminde bulunur.1

* Sayısız düşmanlar: Ve insan; şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belâlar hücum eder. Bir medet, bir yardım için merhamet dileyerek tabiata ve unsurlara baktığında, kalb katılığı ve merhametsizlikle karşılaşır.

Uzaydaki kütlelerden yardım istemek üzere başını havaya kaldırır. O kütleler, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî ihtiyaçları bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün yalnızlığa düşerek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder.

Bakar ki, vicdanı, binler emeller, ümitler, gayeler, maksatlarla dolu, gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs; Yaratıcı ile öldükten sonra dirilişe imân etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

* Çaresizlik: Çaresiz insan korku, heybet, acz, titreme, vahşet/yalnızlık, gönül darlığı, yetimlik ve üzüntü içindedir. Gücüne bakar; sıfırın altında. Aciz ve gücü son derece nakıs. İhtiyaçlarına bakar; def edilecek gibi değil. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi garip görür. Dünyaya geldiğine bin defa pişman olur, lânet okur.

Dipnot:

1-İşârâtü’l-İ’câz, s. 71, 78, 34.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Lâf salatasına değil, faaliyet zincirine bakmalı



Fizikî, ikdisadî ve sosyal şartlar itibariyle, Türkiye'de son yüz yılın en sarsıcı, en yıkıcı depremi, bundan yedi sene önce bugün meydana geldi.

Marmara Denizi çevresi başta olmak üzere, Türkiye'nin neredeyse yarı coğrafyasında hissedilen bu sarsıcı zelzeleden, ne yazık ki gereken dersleri çıkaramadık.

İş lâfa geldi mi, mangalda kül bırakmadık. Ancak, sıra tedbire, icraata gelindiğinde ise, kaplumbağa hızından bile geri kaldık.

Lütfen, birileri çıkıp da bize eski yapılar için konulan "mecburi deprem sigortası" hikâyesini anlatmasın.

Eski yapı, eski haliyle durdukça, sigorta vergisi ödenmiş, ödenmemiş ne fark eder? Yani, o sigorta, o binayı muhtemel bir depremin sarsıntısından koruyabilir mi?

İşte, asıl mesele bu: Depreme karşı binanın korunması, dayanıklı hale getirilmesi.

Peki, bu yönde ciddiye alınabilecek herhangi bir çalışma yapıldı mı, şimdiye kadar?

Ne yazık ki, yedi senede yedi defadır taşları değiştirilen kaldırım çalışmalarından fırsat bulunup da, eski binaların takviyesine, yahut ıslâh edilmesine bir türlü sıra gelmedi.

İstanbul'un birkaç ilçesinde, özellikle ana caddelere, ana artellere bakan bazı binaların dış duvarları üzerinde ciddî makyaj çalışması yapıldı gerçi: Rengâ-renk boyalarla, süslemelerle o binaların dış cephesi bir güzelleştirildi, bir güzelleştirildi ki, insan bakmaya kıyamıyor. Bakmaya kıyamayınca, depremle sarsılıp yıkılmalarını da, bir türlü konduramıyor insan.

Ne var ki, deprem bu: Ne boya dinler, ne badana; ne makyaj dinler, ne de süsleme... Vurduğu zaman, temeli çürük bu tür yapıları yıkarak hâk ile yeksân ediyor.

Demek ki, deprem riskine karşı lâf salatası para etmediği gibi, boyalı–badanalı makyaj çalışmasının da, tedbir noktasında bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Bu durumda, yapılacak olanlar, yapılması gerekenler bellidir: Özellikle yeni yapılarda, deprem sarsıntısına karşı dayanıklık şartını getirmek. Kaldırım taşı, bina makyajı, refüj süslemeleriyle sık sık uğraşmak yerine, bu imkânlarla temelden yenileme çalışmaları yapmak ve yaptırmak; hiç olmazsa her muhitte örnek teşkil edecek bazı düzenlemelerde bulunmak.

Temenni edelim ki, yıkıcı yeni bir sarsıntı ile karşılaşmadan, yapılması gereken faaliyetler tamamlanmış olsun.

Günün Tarihi

17 Ağustos 1999: Büyük Marmara depremi. Başta Gölcük olmak üzere Adapazarı ve Yalova’yı da (7.4) şiddetle sarsan bu depremde on binlerce insan hayatını kaybetti; ölenlerin iki-üç misli kadar da yaralananlar oldu.

Depremin merkez üssü, Gölcük Donanma Karargâhının bulunduğu yer şeklinde tesbit edildi. Bu büyük depremle ilgili olarak halk arasında pekçok söylenti dolaştı. Ancak, konu hakkında yorum yapmak yasaklandığından, gerçek durumun anlaşılması da zorlaşmış oldu. Bilâhare “Deprem İlâhî ikazdır” diyen Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’a DGM tarafından iki yıl bir gün ceza verildi.

Bundan yedi sene önce yaşanan büyük Marmara depreminin yıldönümü vesilesiyle, Türkiye'de son bir asırda yaşanmış olan büyük ve yıkıcı depremlerin listesini çıkararak, bunları sizlere de hatırlatmak istedik. İşte, son yüz yılda Anadolu'yu sarsan büyük depremler:

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tetikçi olmadan gitmek



Günün tartışması, Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderip göndermemesiyle alakalı. Bu soruya verilecek cevaplar pek çok olmakla birlikte, bunlardan ‘Türkiye ne olursa olsun Lübnan’a gitmeli’ demek kadar ‘Türkiye ne olursa olsun Lübnan’a gitmemeli’ şıkları da yanlıştır. Ermenilerin dışında Türkiye’nin Lübnan’a barış gücü olarak asker göndermesi konusunda uluslararası camiada tam bir mutabakat var. İsrail’den Hizbullah’a ve onun ötesinde ABD’ye kadar geniş bir destek var. Bunun nedeni, Türkiye’nin son sıralarda hasbe’l kader doğru siyaset izlemesidir. Sözgelimi; Türkiye 1 Mart tezkeresini onaylasa ve Irak’a asker gönderseydi eminim ki Lübnan konusunda en azından taraflardan birisi itiraz edecekti. Bu itibarla, Başbakan Erdoğan’ın ‘Irak’a asker göndermeliydik ve o zaman söz söyleme yetkimiz olacaktı’ sözleri baştan sona yanlıştır. Irak’ın Lübnan’dan farkı şu: Irak meselesi açık bir işgaldi. Dolayısıyla Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi işgal gücü çerçevesinde olacaktı. Öyleyse, hareketiniz kadar, ne zaman nerede ve niçin hareket ettiğiniz de o kadar çok önemli ve meşruiyet veya adem-i meşruiyet nedenidir. Lübnan’da ise boyut farkı var. Uluslararası barış gücü geldiğinde, İsrail, yeniden işgal ettiği sınır şeridinden çekilecek. Lübnan boyutunda, İsrail’i, Hizbullah füzelerinden korumak varsa da son şartlar ışığında buna Hizbullah da razıdır. Dolayısıyla Türkiye burada hasım tarafların ortak böleni haline gelmiş bulunuyor. Bu itibarla, Türkiye Lübnan meselesine angaje olmalı ve bu vesile ile yani Lübnan üzerinden yeniden bölgeye dönmelidir. Bu kısa vadede İsrail ve ABD’nin işine gelse de uzun vadede bizim ve bölgenin çıkarınadır. Türkiye’nin Filistin cephesinde gözlemci sıfatıyla bir deneyimi olduysa da son durum daha kapsamlıdır. Türkiye’nin deneyimlerini zenginleştirecektir. Binaenaleyh Türkiye bu son Lübnan fırsatını iyi değerlendirmeli. Bunu yaparken elbetteki bir takım hususlara iyi dikkat etmelidir. Özellikle de İsrail’in tetikçisi durumuna düşmemelidir. Bu nasıl olur? BM’nin kararı doğrultusunda Lübnan güçleri değil de BM güçleri -örgütün rızası hilafına- Hizbullah’ı silahlardan arındırmaya kalkışırsa Türkiye de dahil bu güçler tetikçi durumuna düşer. Dolayısıyla Türkiye taraflardan birisine angaje olmamalıdır.

***

Türkiye Lübnan’da tarafsızlığını en iyi bir şekilde ancak BM şemsiyesi altında sürdürebilir. Bu bağlamda, görevi barışı tesis değil barışı koruma olmalıdır. Barışı tesis de İsrail’in istediği bir şeydir, bu durumda oradaki güç farkına varmadan İsrail’in maşası ve tetikçisi konumuna düşer. Afganistan’da durum maalesef böyledir. Dolayısıyla Türkiye NATO üyesi olmasına karşın, faraza Lübnan’a konuşturulacak NATO gücü içinde bile yer almamalıdır. Lübnan krizi Türkiye’nin yeniden Ortadoğu’ya dönüşünün ayaklarından birisi olarak bir daha ele geçirilemez altın bir fırsattır. Türkiye bunu hem bölge hem de kendi yararı için değerlendirmelidir. Bununla birlikte, bu fırsatı fırsatçılık bağlamında değil de ahlaki ve etik bağlamda değerlendirmelidir. Maksadı, yapıcı olmalıdır. Bu anlamda Türkiye’nin Lübnan’ın güneyindeki varlığı BOP adına olmayacaktır. Keza Şii üçgenine karşı Sünni kuşağın bir temsilcisi de değildir. Bölgede mutasavver Şii ekseni veya üçgeni ABD ikame etmeye çalışmaktadır. Veya askeri maceraları bunu intaç etmiştir. Buna mukabil bir de karşısına Sünni kuşak dikmek istiyorlar. Bunun sonucu bölgede ikinci bir utanç duvarı yükseltilmek istenmektedir. İsrail Filistinlilerle arasına duvar örerken Suudi Arabistan’ın da Şii üçgene karşı Irak sınırına bir duvar çekmeyi tasarladığı ileri sürülmektedir. Zaman zaman Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere karşı Türkiye sınırına da benzeri duvar örme tezleri gündeme gelmişti. ABD Irak’ı önce zihinlerde üçe bölmüş ve bunu defacto haline getirmiştir. Bush bugün Irak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu söylese de söyledikleri değil yaptıkları huccettir. Gözünün yaşlarına değil ellerinin yaptığına bakılır. ABD’nin Irak’ta yaptığını İsrail de Lübnan sınırında yapmak istemekte ve Araplardan ve Türklerden müteşekkil bir Sünni barış gücü talep etmektedir. Dolayısıyla böyle bir görüntü İsrail’in ve ABD’nin ekmeğine yağ sürer. Bu itibarla, barış gücü karma olmalıdır.

***

Lübnan’a asker sevki konusunda hükümetin yaklaşımı dikkatli ve yerindedir. İleri sürdüğü bir takım şartlar da makul ve makbuldur. Elbette muhalefetin kaygıları da yerindedir. Bunun sağlaması, Türkiye’nin şartlarını kabul ettirebilmesine bağlıdır.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Lübnan tuzağı



Başbakanın artan PKK saldırıları üzerine iç kamuoyuna verdiği “Sabrımız taşıyor” mesajları kimi kesimlerde “Kuzey Irak harekâtı yolda” şeklinde yorumlanmıştı.

Ama Erdoğan Bush’la yaptığı son telefon görüşmesinde de ABD’nin bu konudaki bilinen tutumunun değişmediği mesajını aldı

Dolayısıyla, Dışişleri Bakanlığına çağrılan ABD ve Irak büyükelçilerine “son bir uyarı daha” yapılarak, PKK’nın işini bitirmeleri için “30 Ağustos’a kadar” süre verildiği yolunda uçurulan haberlerin bir geçerliliği yok.

Nitekim bilâhare bu süre üç aya uzatıldı.

Bu durumda, sürecin ilerleyen safahatında işin “çıkmaz ayın Çarşamba’sı”na havale edilmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak.

Bunları, “Kuzey Irak’a harekât yapalım” diye yazmıyoruz. Aksine, öyle bir harekâtın Türkiye için tehlikeli bir tuzak olduğuna ve kesinlikle bu tuzağa düşülmemesi gerektiğine inanıyoruz.

Çünkü böyle bir harekât hem Türkiye’yi Allah'ın lütfuyla girmediği Irak bataklığına çeker, hem bölgedeki Kürtlerle karşı karşıya getirir, hem içeride farklı bir atmosferi hakim kılarak zaten çoktandır durağanlaşan demokratikleşme sürecini tümüyle inkıtaa uğratır.

Ayrıca, şartların elverişli olduğu eski dönemlerde bölgede yapılan operasyonların PKK’yı bitirme noktasında kalıcı bir sonuç vermediğini de gözardı etmemek gerekiyor.

Kaldı ki, herşey bir yana, ABD de, Irak da Türk askerinin oraya girmesini istemiyor.

Son “ültimatom”lardan sonra da bu tavır değişmiş değil. Bush, PKK’ya karşı “daha agresif” olacaklarını söylüyor, ama yaptıkları şey terör örgütüne bir kez daha “silâh bırak” çağrısında bulunmaktan, konuyu özel koordinatör adı altında yine komisyona havale etmekten ve PKK bürolarını kapatma söylemlerinden öteye gitmiyor. Ve “PKK’yı siyasallaştırma” planları hâlâ masada tutuluyor.

Bu tavrın değişmesi de beklenmiyor.

Burada ilginç olan nokta, ABD’nin Kuzey Irak’a girmesine kesinlikle izin vermediği Türk askerine Lübnan yolunu göstermesi.

Öyle ki, ABD’nin, “ajan” olduğu yakınlarda ifade edilen eski Ankara Büyülelçilerinden Marc Grossman, bu noktada AKP hükümetinin Beyaz Saray’la diyalogunun ilerlemesini, “Türkiye’nin Lübnan’daki barış gücüne katkıda bulunması” şartına bağlayacak derecede ısrarlı ve keskin bir tavır ortaya koyuyor.

Öte yandan, İsrail Başbakanı Olmert Güney Lübnan’a “ateşkesten önce” konuşlanmasını ve savaşçı birliklerden oluşmasını istedikleri barış gücünde Fransa, İngiltere, İtalya ve Avustralya ile birlikte Türkiye’yi de görmeyi arzu ettiklerini söylerken, “Türk ordusu ve hükümetine çok güveniyoruz” diyor.

Buradaki hesap, BM adı altında İsrail’i koruyup kollayacak ve İsrail adına Hizbullah’la savaşacak bir gücün oraya yerleştirilmesi.

Böyle bir güce katkıda bulunanların, İsrail’in suç ortağı durumuna düşme ve bölge halkınca öyle görülmeleri riski çok yüksek.

İsrail’i örnek alıp Kuzey Irak’a girme hevesi “Türkiye İsrail olmasın” itirazına takılmıştı.

Aynı şey Lübnan için de geçerli değil mi?

17.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Pozisyonumuz ne olacak?



AKP MKYK toplantısında Lübnan’a asker gönderilmesi konusu ele alınırken, iki üyenin itirazları üzerine, önce Başbakan Erdoğan, “Irak’a göndersek bugün PKK ile uğraşıyor olmazdık” diyor, ardından Dışişleri Bakanı Gül, “Irak’ta olsak farklı olurdu” değerlendirmesinde bulunuyor.

Erdoğan ve Gül de “Irak’ta 1 Mart Tezkere ile kaçırılan fırsatı bu kez Lübnan’da kaçırmama” gibi bir hava seziliyor.

Önceki Dışişleri Bakanlığı’nda Ortadoğu Dairesi’nden bürokratların Lübnan’a asker gönderilmesi konusunda anlattıkları da aynı yöndeydi. Türkiye aktif bir bölge ülkesi olacaksa, tarihî misyonuna uygun hareket edecekse, BM Güvenlik Konseyi’ne tam üyelik müracaatında bulunan bir ülke olmanın gereklerin yerine getirecekse, Lübnan’a gitmeliydi.

Peki, aynı gerekçeler Irak için geçerli değil miydi? Hatta daha fazlası geçerliydi.

Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül bugün çok fazla hayıflanmasınlar, Irak’ı işgal eden ABD dahi oradan nasıl kaçacağının plânlarını yapıyorlar.

PKK kartını göstererek bize tam 10 yıl boyunca Kuzey Irak’ın hamilini üstlendirip, “Çekiç Güç” sayesinde Kuzey Irak’ta, kendi ellerimizle bir Kürt devletinin oluşmasını bu PKK korkusu yüzünden yaşamadık mı?

Bağdat’tan şehit cenazeleri gelse, Türkiye bir iç savaşın kucağında kendini bulsa, AKP Ebu Gureyb’de İslâm’ın namusuna yönelik tecavüzlere ortak olsa, bunu nasıl izah edecekti? Bugün 2007’de yapılacak seçimleri, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olamayacağını mı, yoksa başka şeyleri mi konuşuyor olurduk? Yaşanmamış bir felâketin, şehit cenazelerinden yükselmemiş “Arap ellerinde çocuklarımızın ne işi vardı” feryatlarının sesi bugün kulaklara gelmiyorsa, bu Irak’a girseydik her şeyin güllük gülistanlık olacağı anlamını taşımıyor elbette ki... Irak’a girenler neyi başardı ki, biz girsek ne olacaktı? Hiç olmazsa büyük bir yangından, acı bir trajediden, iç savaşın ateşinden kendimizi uzak tutabildik.

Elbette ki, aynı şartlar söz konusu değil. Elbette ki, Lübnan ve Filistin hükümetinin yanı sıra İsrail’in de Türkiye’nin barış gücünde yer almasını talep etmesi olumlu bir unsur.

Ancak ne bu heyecan, ne bu heves?

Celal Bayar yıllar sonra, “Düvel-i Muazzama ne der korkusuyla hiçbir şey yapamadık” demişti, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin değerlendirmelerinde. Şimdi ise, düvel-i muazzama, yani ABD’den “aferin” almak uğruna kendimizi içine atacağımız bir cehennem değil, Lübnan’da görev üstlenmek.

BM’nin 1701 sayısı ateşkes kararının içerdiği bazı muğlaklıklar henüz giderilebilmiş değil.

BM gücünün ateşkesi sağlamak için mi, yoksa barışı korumak için mi gideceği de henüz belli değil.

Bu yönde BM’den yeni bir karar alıp, gidecek gücün görev ve yetkilerini netleştirmesi bekleniyor. Zaten Türkiye’den BM’den kalıcı ateşkesi sağlayacak çapta ikinci bir karar bekliyor. Ancak yine Dışişleri Bakanlığı’ndaki brifingden edindiğim izlenime göre, böyle bir karar çıkmaz da güçlü bir niyet beyanında da bulunulursa, Türkiye bunu yeterli sayacak. Türkiye muharip birlik göndermeyecek denilerek bu işin içinden sıyrılmak mümkün değil.

Henüz BM’de de bu konular netleştirilebilmiş değil. Ayrıca şimdiye kadar sayısız ateşkes kararını yok sayma sabıkasına haiz bir İsrail gerçeği, ateşkesin ne kadar kalıcı olacağı yönündeki kuşkuları artırıyor.

Lübnan’da tek gerçek ne İsrail, ne de Lübnan hükümeti. En önemli faktör Hizbullah. Barış Gücü’nün İsrail’i silâhsızlandıracağı beklentisi hâkim İsrail kanadında. BM Genel Sekreteri öyle bir görev üstlenmeyeceğini söylüyor, Türkiye böyle bir role soyunmayacağını deklare ediyor ama netleşmiş bir durum ve Hizbullah’tan bu yönde yapılmış bir açıklama yok. Kore’ye, Bosna’ya, Arnavutluk’a, Afganistan’a giden Mehmetçik, Lübnan’a neden gitmesin? Filistin’e, İsrail’e saldırırken binlerce masum insanı katledip, iki ülkeyi işgal ederken İsrail’e ses çıkarmayan BM’nin bölgede Hizbullah lideri Nasrallah’ın binde biri kadar inandırıcılığı yok. BM, ABD ve İsrail bugün aynı şekilde, güvenilmez olarak algılanıyor. Türkiye oraya İsrail’i rahatlatmak, ABD’nin “Yeni Ortadoğu” projesinin aktif bir üyesi olmak gibi bir imajla bulunmamalı. Bizim telâşımız bu. Ayrıca ne bu heves? ABD, PKK’nın üç bürosunu kapatıyor diye heyecanlanmanın anlamı yok.

Yüzyılı işgallerce, yıkımlarla, verilen ama tutulmayan sözlerle, acılarla geçmiş belalı bir coğrafya burası. Şartların biraz netleşmesini, diplomasiye bir daha zaman tanınmasını beklemeliyiz. Türk askeri Lübnan’a gidecekse, orada ABD ve İsrail etiketi ile değil, Ortadoğu’yu adaletle yönetmiş, Yahudileri yok olmaktan kurtarmış Osmanlı’nın torunları ve en zor döneminde bölge halkının yardımcısı olarak gitmeli. Bu pozisyonu kendimize ayarlamamız gerekiyor.

Telâş ve acele yerine serinkanlılığı tercih edip, kendimize itibarlı bir pozisyon oluşturmamız gerekiyor.

17.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004