Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Tanıyalım ve dinleyelim



Işık ve Sabancı Üniversitelerinin desteklediği, dün kısaca işaret ettiğimiz “Türkiye’de Sosyal Tercihler Araştırması”nı değerlendiren bazı gazeteler, haberi duyururken “Halkımızı tanıyalım” başlığını uygun görmüştü. (Radikal, 14 Haziran 2006)

Doğru bir tesbit. Halkımızı tanıyalım ve ne istediklerine kulak verelim. Zaten Türkiye’de yaşanan sıkıntı da, halkın taleplerine kulak tıkanması değil mi? Milletin ‘ak’ dediğine ‘kara’ diyen yöneticiler sebebiyle belimiz bir türlü doğrulmuyor...

Araştırmada dikkat çeken ‘yeni’ konuların olması yanında, yıllardan beri bilinen gerçeklerin tekrarlanmış olması da ibret verici. Türkiye’yi ‘idare’ edenlerin ‘sorun’ olarak görmediği pek çok konu millet nezdinde ‘çözülmesi gereken sorun’lar listesinde yer alırken; yöneticilerin ‘ajanda’sında yer alan pek çok konu da milletin gündeminde yer bulamıyor. ‘İdare edenler’ ‘irtica’ gibi konuları birinci sıraya koyarken, millet ‘özgürlük’leri birinci sıraya yerleştiriyor.

Meselâ, aleyhte bunca propagandaya ve bazı eksikliklerine rağmen; İmam Hatip Liseleri hâlâ gözde liseler listesindeki yerini koruyor. Bir de bu okulların mezunlarının ‘eşit’ şartlarda üniversiteye girebildiğini düşünün... Araştırmada gözlerden kaçan bir tesbit daha var: Lisede kız ve erkekler aynı sınıfta okumamalı diyenlerin oranı yüzde 31 olarak tesbit edilmiş. Bazıları bu görüşte olanları ‘gerici’ olarak isimlendirebilir, ama eğitim sisteminin ve çocuklarımızın içine sürüklendiği durum ortada. “Liseli aşıklar”ın silâhlarla okul bastığı, birbirlerini yaraladığı, hatta öldürdüğü haberleri gazete sayfalarını işgal etmiyor mu? “İmam nikâhı” kıyanların mahkemeye verildiği bir toplumda, “İmam nikâhsız evlilik olmaz” diyenlerin oranı da yüzde 67 olmuş. Türkiye’de dindar insanlara baskı yapıldığını düşünenlerin oranının ise yüzde 25 olduğu ortaya çıkmış.

Araştırmaya katılanların yüzde 40’ı da güya ‘askerî yönetimi, seçilmiş hükümetlere tercih ediyor’muş. Araştırmanın geneline bakılınca, ‘Bu cevapları veren kişilerin, ihtilalcilere destek olması mümkün değil’ kanaati oluşuyor. Tabiî ki araştırmanın bir bölümünü kabul edip, diğer bölümlerini reddetme lüksümüz de yok. Ancak bu konudaki soruların nasıl sorulduğu da çok önemli. Mesela, “Siyasetçileri ülkeyi ‘satarsa’ çare olarak ihtilali destekler misiniz?” gibi kendi içinde yönlendirmeli ve çelişkili bir soruyla karşılaşan kişi ne cevap versin, verebilir? Yoksa, çıkan ‘iyi’ sonuçları gölgelemek için mi bu ‘tuzak’ yorumlar, neticeler ortaya konuldu? Öyle ya, “İhtilale destek veren, ama ‘dindar’ bir toplum var” mı denilmek isteniyor? Böyle bir zorlama olduysa bu emeklere yazık...

Göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da araştırmaya katılanların yüzde 25’inin “Türkiye’de dindar insanlara baskı yapıldığını” düşünüyor olmasıdır. Bazıları aksini iddia etse de, millet böyle düşünüyor. Bu cevaplar da insaf ehlini biraz düşündürmeli...

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Güniz Sokak’taki evinde kendisini ziyaret eden bir gruba hitap ederken ‘’Vatandaşların ‘İslâmın gereklerinin hiçbirini yapamıyorum’ şikayeti içinde olmadığını’’ söylemiş. (AA, 16 Haziran 2006)

Bundan yola çıkarak, “Türkiye’de din, inanç ve fikir özgürlüğü yönünde bir ‘sorun’ yoktur” denilebilir mi? Bakınız, aynı gün açıklanan araştırma sonuçlarına göre, hiç değilse halkın yüzde 25’i “dindar insanlara baskı yapıldığı” görüşünde ısrarlı. Tabii ki “İslâmın gereklerinin hiçbirini yapamıyorum” diyen yok, ama “bazılarını yapamıyorum” diyen var!

Daha önce de benzer beyanlar olmuştu. Bu noktada başta ilahiyatçılar olmak üzere ‘kanaat önderleri’ ve ilgili STK’lara, aydınlara büyük iş düşüyor. Bir dosya hazırlanmalı ve ‘engellenen, yapılmasına izin verilmeyen İslâmî görevler’ sıralanmalıdır. Böyle bir dosya hazırlanır ve ehil kişilerce ilgililere sunulursa; umulur ki netice alınabilir.

Milleti de, milleti kaale almayanları da tanıyalım!

*

Alkol ocak söndürür

İntihar eden genç bir kız, babasına bıraktığı ‘intihar mektubu’nda şöyle demiş: “Kanımı rakıya katıp içecektin, hadi iç.” (Vatan, 14 Haziran 2006)

Ayrıntılar bir yana, bu ‘not’ alkolün bir ocak daha söndürdüğünü gösteren feci bir bilgi değil mi?

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

‘Çok kısa bir öğüt’



“Bana çok kısa bir öğütte bulun!”

“Öfkelenme!”

Peygamberimizin, öğüt isteyen bir insana tavsiyesi buydu.

Çünkü öfke, insan hayatıyla yakından ilgili bir huydur. Ona hâkim olunamadığında birçok kötülüğü ve zararı da beraberinde getirir.

Evet, öfke birçok kötülüğe kaynak olabilecek özellikte bir huydur. Güzel ahlâk ve fazilet filizleri ise öfkeyi yenmekle elde edilir.

Öfkeyi yenebilmek en büyük başarı, en büyük zaferdir. Resûlullah’ın lisanında “Gerçek pehlivan başkalarının sırtını yere getiren değil, öfkelendiğinde öfkesini yenebilen insandır.”

Öfkeye hâkim olabilmek büyük değer taşır. O takdirde büyük zarar ve felâketlerin önü alınmış olur. Bir çok cinayetlerin, kavgaların, kötü sözlerin kaynağında öfke yatmaktadır. Bir anlık kendine hâkim olamama senelerce çile ve ıztırap çekmeye sebep olabilmektedir. Onun içindir ki atalarımız, “Öfkeyle kalkan zararla oturur,” “Rüzgâr eken fırtına biçer” demişlerdir. Öfke öyle bir ateştir ki, başkalarına zarar vermekten çok sahibini yakmaktadır. O anda insandan adeta akıl, fikir, şuur, düşünce çıkıp gitmektedir. Sonuç pişmanlıktır.

İsa Aleyhisselâma göre kaynağında bencillik, kıskançlık, üstünlük iddiası ve böbürlenme bulunan öfke, kontrol edilmediği takdirde büyük zararlara sebep olabilmektedir. Başta imana zararlıdır. Peygamberimiz (asm) sirkenin balı bozduğu gibi öfkenin de imanı ifsat ettiğini bildirmiştir.

Yerinde kullanılmayan öfke, insanı insanlıktan çıkarabilecek noktalara kadar götürür. İnsana düşmanının yapamadığını yaptırır. Onun pençesine düşen kolay kolay kurtulamaz. Öfkeli insan söz ve davranışlarının esiri haline gelir.

Bir defa insan öfkede sınırı aşmaya dursun insaftan, merhametten yoksunlaşır, kırıcı, yıkıcı hale gelir. Fırtınalı havada yelken açmış adam gibi felâket dalgalarıyla boğuşmaya başlar. Ektiği hiddet tohumları çok kısa bir zamanda nefret meyvelerini verir.

Daha nice zararları olan öfkenin kucağına insan kendini atmamalı, o korkunç ahtapotun kollarına bırakmamalıdır. Yapılacak en kestirme iş, o duyguyu dizginleyebilmek, sabır silâhıyla yenmeye çalışmaktır. Sabır, öfke oklarının saplanamayacağı, hiddet kılıçlarının parçalayamayacağı kadar sağlam bir zırhtır.

Öfkenin, “Kalpte yanan bir ateş parçası ve bir kıvılcım” olduğunu bildiren Peygamberimiz (asm) “Onun şah damarlarını şişirtmesini ve gözleri kızartmasını görmüyor musunuz?” buyurur ve böyle anda ayakta olanın oturmasını, oturanın da yatmasını tavsiye eder. Yine onun (asm) tavsiyeleri arasında abdest alma ve sükût etme de yer almaktadır.

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Meclis'te ezan görüşmesi



Türk milletinin yaşadığı hemen bütün coğrafyalarda yaklaşık 1000 yıldır kesintisiz şekilde okunan "Ezan–ı Muhammedî", 29 Ocak 1932'de çıkartılan bir kànunla yasaklandı.

Müslüman Türk milletini üzüntüye gark eden bu ceberrut yasak, yaklaşık 18 sene devam etti.

Bu süre zarfında, tüm Anadolu ve Trakya semâlarında Muhammedî ezân sesi sustu; yani susturuldu.

Öyle ki, gizli ezan ve kàmet okunmasına dahi müsaade edilmedi. Okuyanlar hakkında takibat yapıldı, tahkikat açıldı; pekçok mazlûm evlerinden, yahut camilerden toplanarak karakollara, yahut hapishanelere sevk edildi.

On sekiz yıllık zulümlü baskı, artık had safhaya varmıştı. Aynı şekilde, bu Müslüman halkın içindeki hasret duygusu da dindirilmez, önüne geçilmez bir raddeye çıkmıştı.

(Bu uzun süre zarfında, yasaklanan aslî ezanın yerine, şarkıya benzer ruhsuz "Türkçe ezan"ın okunması mecburiyeti getirilmişti.)

* * *

Muhammedî ezana duyulan derin hasret, 18 yıllık sürenin ardından nihayet sona erecekti. Zira, siyasî programında "hürriyet"i bayraklaştıran Demokrat Partinin iktidara gelmesi yakındı.

14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimden, DP büyük bir zaferle çıktı. Yasakçı CHP ise, halktan büyük bir şamar yemişti.

O tarihte iktidara gelen Demokratların ilk büyük icraatı, "Ezan–ı Muhammedî"yi serbest bırakmak, yani üzerindeki kànunî yasağı kaldırmak oldu.

Halk, bu meselede öylesine duygulu ve duyarlı yaklaşmıştı ki, ezanı yasaklayan CHP bile yelkenleri indirmek durumunda kalmıştı.

* * *

Meclis'teki ilgili komisyonda, ezan üzerindeki yasağın kaldırılması yönünde bir kànun tasarısı hazırlandı.

Bu tasarı, parti gruplarında enine boyuna tartışıldı, müzakere edildi.

Konuyla ilgili olarak, özellikle CHP grubunun alacağı tavır merak konusuydu. 15 Haziran'da toplanan parti grubunda hararetli tartışmalar yaşandı.

16 Haziran tarihli Yeni İstanbul ve 17 Haziran günkü Son Posta gazetelerinin haberine göre, CHP'nin önde gelen adamlarından Yusuf Ziya Ortaç, Cevdet Kerim İncedayı, Hasan Reşit Tankut ve arkadaşları, Arapça ezan aleyhinde konuşmalarda bulundular.

Bu menfî konuşmalarda, özellikle şu inkılâpların üzerinde durularak şu sözler sarf ediliyordu: "Ezanın yeniden Arapça okunması, yapılan inkılâplara bir ihanettir. İrticanın meydan alması için bir dâvettir. Arapça ezanın okunması halinde, devrimlerin zedeleneceği muhakkaktır."

Rijid konuşmalar bu minval üzere sürüp giderken, son olarak Şemsettin Günaltay söz alarak konuştu ve hazırlanan ezan tasarısına destek verilmesi gerektiğini söyledi.

Böylelikle parti grubundaki gergin hava yumuşamaya başladı.

* * *

İktidar kanadı olan DP grubunda da eş zamanlı olarak aynı tasarı üzerinde konuşmalar yapıldı ve 18 yıllık yasağın kaldırılması yönünde görüş birliğine varıldı.

Ertesi gün, yani 16 Haziran'daki Meclis oturumunda, hazırlanan kànun tasarısı uzun uzadıya görüşüldü. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet cephesi, uygulanan yasağın kaldırılması gerektiği noktasında birleşti. Yapılan oylama sonucunda da, ilgili tasarı kabul edilerek, Arabî ezan üzerindeki yasak kaldırıldı.

Ezanın aslî şekliyle okunması ise, 17 Haziran günü gerçekleşti.

O gün, minarelerde okunan Muhammedî ezanı duyan milyonlarca insanın hasreti sona erdi.

O gün, milyonlarca insanın döktüğü hasret yüklü gözyaşı, adeta sel olup aktı.

Günün Tarihi

Akdeniz'de büyük zafer

16 Haziran 1535: Barbaros Hayreddin Paşanın kumandasındaki Osmanlı donanması, Akdeniz'de Haçlı donanması karşısında büyük bir zafer kazandı.

Yaklaşık 500 gemilik bir donanmadan müteşekkil Haçlı ittifakının içinde yar alan ülkeler şunlardı: Fransa, İtalya, Almanya, İspanya, Portekiz, Belçika, Malta.

Haçlı donanmasını Fransız Charles–Quint kumanda ediyordu.

Kànunî Sultan Süleyman'ın tam da İran Seferiyle meşgul olduğu bir zamanda başlayan ve ilk etapta Tunus'u işgal etmeyi hedefleyen bu büyük taarruz karşısında, nisbeten çok daha az bir kuvvetle karşı koyan ve neticede muzaffer olan Barbaros Hayreddin Paşa, özellikle bu tarihten sonra Avrupalılar'ın korkulu rüyâsı haline geldi.

Cesur bir âlim: Hızır Reis

Asıl ismi Hızır Reis olan Barbaros Hayreddin, yaklaşık bir sene evvel "Kaptanpaşa" makamına atanmıştı.

Bu yeni ve en üst makamdaki vazifesini, 12 sene müddetle, yani vefat tarihi olan 1546 yılına kadar hakkıyla yapmaya çalıştı.

Osmanlı denizciliğinin en parlak devrini yaşatan Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz sâhillerinde daha evvel Osmanlı'ya saldıran veya saldırmak için fırsat kollayan hemen bütün ülkelere sırasıyla gözdağı vererek onları sindirme yoluna gitti.

Tek tek çarpışmakla Barbaros'un üstesinden gelemeyeceklerini anlayan Avrupa devletleri, bu kez Fransa'nın teşvikiyle topluca herekete geçtiler ve denizden büyük bir taarruz harekâtını başlattılar.

Büyük bir iştahla giriştikleri savaşı kaybedince de, sukût–u hayale uğradılar. Kendilerini ancak dört sene sonra toparlayabildiler.

Ancak, 28 Eylül 1538'de Preveze önlerinde yaşadıkları en büyük deniz savaşında da mağlup olunca, büsbütün ümitsizliğe kapıldılar ve uzun yıllar Osmanlı donanması ile karşı karşıya gelmemeye dikkat ettiler.

Öyle ki, Avrupalılar, çocuklarını bile "Barbaros geliyor" diye korkutur hale geldiler.

5 Temmuz 1546 tarihinde vefat eden Barbaros Hayreddin Paşa, aynı zamanda âlim ve cesur bir kumandandı. İri yapılı, kumral tenli, saçı, sakalı, kaşları ve kirpikleri çok gür olup kızıl renkliydi. Ömrü denizlerde geçtiği için, Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca gibi Akdeniz dillerini gayet iyi bilirdi.

Hızır Reis Hayreddin Paşanın türbesi, sağlığında kendi imkânlarıyla Beşiktaş'ta yaptırmış olduğu medresenin yanındadır.

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Biz peygamber seçmek değil, inanmak mevkiindeyiz



A. Haksever: “Bazı iddialara rastlıyorum. Kadından peygamber neden gelmemiştir? İzah eder misiniz?”

Peygamberlik görevini biz insanoğlu kendi kanaatimizle tayin etmeyiz. Hoşlandığımız, korktuğumuz veya aklımızdan geçen birilerini kendi başımıza peygamber görevlendirmeyiz. Biz, gönderilen peygambere inanmakla yükümlüyüz. Biz görevlendirmek mevkiinde değil; inanmak mevkiindeyiz. Gönderen Cenâb-ı Allah’tır. Kendisine peygamber gönderilen ise, biziz. O halde, haddimizi bilmeliyiz. Cenâb-ı Allah, kimden peygamber göndereceğini kimseye sormaz ve her fiilinde olduğu gibi peygamber gönderirken yaptığı tercih ve tasarrufun sebebi konusunda da kimseye hesap vermez.

İnsanoğlu nedense,—Sizi tenzih ederim. Siz mutlaka, tartışılan ve sizi rahatsız eden bir soruyu bize yansıttınız.—gönderilen peygambere inanmak gibi bir kolay yükümlülüğü bırakıp, neden şu cinsten veya bu cinsten peygamber gönderilip gönderilmediğini hep merak ede gelmişlerdir. Söz meclisten dışarı; o günün müşrikleri de bunu merak etmişlerdi. Müşrikler kendilerine gönderilen peygambere inanmak gibi bir vazifeyi bırakarak, peygamber olarak neden bir meleğin gönderilmediğini sorguladılar durdular.

Esas olan Hakka dâvettir, Hakkı eksiksiz tebliğdir, Hakkı tebliğ esnasında karşılaşılan güçlüklere ve zorluklara katlanmak ve yılmamaktır. Bu yapılmış mıdır? Âmenna! Bu görevin yapılmasında bir eksiklik var mıdır? Yoktur. Bir boşluk yaşanmış mıdır? Yaşanmamıştır. Tarih ortadadır. Kimse aksini iddia edemez.

Kadından peygamber gönderilmediğinin hikmeti konusunda birçok söz söylenebilir. Fakat biz ne gönderen taraf, ne de gönderilen taraf olmadığımıza ve biz sadece inanan taraf olduğumuza göre bu konunun bizi ilgilendiren yanının olduğu kanaatinde değilim. Fakat illâ da bir hikmet bulacak isek;

Her gün türlü türlü çileler, zorluklar, hileler, hakaretler, alaylar, ihanetler ve ahlâksızlıklarla yüz yüze ve karşı karşıya bulunan peygamberlik gibi zor ve çetin bir görevi; ilkel, görgüsüz, saygısız, medeniyetsiz, kaba, ahlâksız, arsız, soysuz, yüzsüz insanların kol gezdiği irşad edilmemiş, terbiye görmemiş ve–tabir caizse—yontulmamış vahşi ve kaba bir toplumda Allah’tan vahiy alan iffetli, ahlâklı, namuslu, edepli, nazik ve nahif bir kadının yürütmesini istemek, kadın için, duygusal ve ince fıtratına uymayan apayrı bir işkence olmaz mıydı?

Oysa Allah kimseye gücünün yetmediğini teklif etmemiştir. Bununla beraber, peygamberler gibi vahye mazhar olan muhterem ve mübarek kadınlar elbette vardır. Kur’ân Hazret-i Musa’nın (as) annesine1 ve Hazret-i İsa’nın (as) annesine vahyedildiğini2 haber verir; Firavun’un karısının Hazret-i Musa’ya inanan salihâ bir kadın olduğunu bildirir.

Öte yandan; kadından peygamber gelmemiş olması, kadının fazilette, ahlâkta, iffette, takvada, iyilikte ve sâlih amelde erkekten geri kaldığı manasına asla gelmemiştir ve böyle anlaşılmamalıdır. Peygamberlerin erkek cinsinden gelmiş olması ne erkek cinsi adına gururlanacak bir hadisedir; ne de kadın cinsi adına aşağılanacak bir olaydır! Erkek de, kadın da her zaman Allah’ın huzurunda çalıştıkları kadar ve himmetleri miktarınca değerli olmuşlar, inandıkları ve Allah korkusunu yaşadıkları kadar üstün olmuşlardır. “Allah katında en üstününüz, O’ndan en çok korkanınızdır”3 âyeti hükmünce, en üstün olmanın ölçüsü kendi cinsinden peygamber gelmiş olmak değil; Allah korkusunu bizzat ve bilfiil yaşamaktır.

Kadınlar adına övünülecek, kıvanç duyulacak ve Allah’tan umulacak bir hayır ve yüksek mertebe olarak; Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin bildirdiği gibi, Allah korkusunu yaşayan, iffetli ve günahlardan kendisini koruyan kadınların Cennette Cennet kadınlarından ve hurilerden daha güzel ve daha ziynetli olacakları, daha üstün dereceler kazanacakları ve bu üstünlükle ebedî saadete mazhar olacakları4 haberidir. Bu müjde, inanan kadınların Allah katındaki üstünlük mertebesini göstermesi bakımından sanırım yeterli bir ebediyet ve beka haberi olsa gerektir.

Dipnotlar:

1- Tâhâ Sûresi: 36, 37, 38, 39

2- Âl-i İmrân Sûresi: 42, 43, 44;

3- Hucurât Sûresi: 13

4- Sözler, s. 591

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Nereden nereye geldik...



Bütün dünyada İslâmiyete, Hz. Allah’ın son Resûlü sevgililer sevgilisi, güneşler güneşi Efendimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) ve Kur’ân-ı Kerim’e karşı büyük bir teveccüh var. Yedi milyara dayanan ve günde 400 bin çocuğun dünyaya geldiği bu âlemde, insanlık bütün sistemleri denedi ve deniyor. Bilhassa, 193 devletin sandığa giden 140 ülkesinde, münevver insanlar artık hakkı ve hakikati bulmanın müthiş arayışı içindedirler. Onların bu arayışı kendilerini son kitaba, son Resûle ve son dine getirmektedir. Her sahada, eğitimden barışa kadar...

Dünyanın sayılı ülkelerinden biri de Türkiye. Türkiye, Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra kabuk değiştireceğim derken din ve din namına bir çok mukaddesât çiğnenmiş ve dindarlara akıl ve hayale gelmeyen zulümler yapılmıştır. Bunun en bariz örneği, Ord. Prof. Anna Masala’nın ifadesiyle çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman Said Nursî, neşrettiği Nur Külliyatı ve onun münevver, vatanperver talebeleridir. Bunu artık sağcısı da, solcusu da ikrar etmektedir. Fakat çok şeyler kaybedildi ve heder edildi.

Aradan yıllar geçti, 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’de bir çok sahada pencereler açıldı. Hürriyet, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, imam hatipler, Kur’ân kursları, vs... İhtilâller ve çeşitli iktidarlar devam etti... 2006 yılına geldik. Geçtiğimiz Pazar günü Türkiye’nin inci şehirlerinden Zonguldak ilimizde idik. İlin Yeni Asya gazetesi temsilciliği tarafından deruhte edilen “Hz. Bediüzzaman’ın Hakka vuslatının 46. sene-i devriyesi münasebetiyle anma programı”. Yer çok mühim: “Zonguldak Kapalı Spor Salonu”. Bunlar Türkiye’de nereden nerelere geldiğimizin emareleridir. Kahraman Zonguldaklılar bu faaliyeti birkaç yıldır deruhte etmektedirler. Benim burada üçüncü konuşmam oldu.

Organizatörlüğünü ve takdimciliğini Sn. Hamza Kara Beyin yaptığı programın açış konuşmasında Sn. Nejat Eren “Yeni Asya ve Risâle-i Nur’un mahiyeti” üzerinde kısa ve öz durdu. Günün birinci konuşmacısı muhterem büyüğümüz Mehmet Kutlular “Bediüzzaman ve Ahlâk” konusu üzerinde bu yıl verdiği sayısız ifade ve hitaplarından ayrı bir parçasını sundu. Ahlâkın sosyal hayattaki ve devlet bünyesindeki durumuna çıkış yollarını gösterdi. Biz de son konuşmacı olarak vakit sınırını aşmadan “Hz. Peygamberden çağımıza müjdeler” başlıklı konuşmamızda, çarpıcı misaller ve belgeler sunduk.

Kâinatın serveri Efendimizin (asm) çağları sarsan ve bütün çağları içine alan muhteşem sözleri vardır. En zor şartlarda söylediği her sözü çıktı ve çıkmaktadır. Bir hadislerinde “Güneş batıdan doğacaktır” buyurmaktadır. Çağın müfessir-i Kur’ân’ı Hz. Bediüzzaman, Münazarat eserinde “İslâmiyet güneş gibidir üflemekle sönmez” diyor. İslâmı güneş olarak kabul etmektedir ve tamamen doğrudur. Çünkü bunu teyid eden İngiliz Prens Charles da Londra’daki sempozyumda “İslâmiyet batıyı karanlıktan kurtardı” diyor. Verdiğim birkaç çarpıcı gelişme: Son Dünya Futbol kupası maçları bu günlerde Avrupa’nın bahtiyar diyarı Almanya’da bütün hızıyla ve heyecanıyla devam etmektedir. Bütün ülkeler bütün dinler bütün ırklar var. Fakat gözden kaçırdıkları bir hakikat var. 2006 itibarıyla Almanya’da 25 bin kilise, 2600 cami var. Bunun 760 tanesi Diyanet İşleri Başkanlığının, diğerleri müşterek İslâm cemaatlerinin. İlginç nokta; kiliseler bomboş, camiler tıklım tıklım.

Ayrı bir çarpıcı gelişme: 2012’de 100’ü aşkın devletin iştirak edeceği İngiltere Spor Olimpiyatları var. Olimpiyat stadı 80 bin kişilik. Fakat İngilizler olimpik köy adı verdikleri beldede 40 bin kişilik cami temelini atarlar. Bugün İngiltere’nin tümünde bin cami var. Meselelere siyasî konjöktör açısından değil “Güneş batıdan doğacıktır” müjdesinden bakmak lâzımdır. Fakat ne hikmetse, bazıları bunları gözlük camının kara camından görmüyor. Şahsen bunları anlatırken ruhumda binler pencereler açılmaktadır.

Bu nevî programlar ufak değil. Salonda da dedim: “Mele-i âlânın sakinleri alkışlıyor.” Bu cihetle bütün zerrâtımla emeği geçen can dostlarını kucaklıyor ve alkışlıyorum.

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Meclis ülke gündeminden kopuk



Iğdır milletvekili Yücel Artantaş söz aldı. Artantaş Iğdır’daki pancar üreticilerinin sorunlarını gündeme getirmek üzere söz almıştı, çıktı konuştu.

Ardından Adana Milletvekili Recep Garip söz aldı. Cahit Zarifoğlu’nun, “Sultan” şiirinden,

“Seçkin bir kimse değilim

İsmimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım

Kolaysa esirgeme” mısralarını okudu, sözü Cemil Meriç’e getirdi. Ünlü mütefekkirin lav püsküren bir yanardağı andıran, “Bir çağın vicdanı olmak isterdim; bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin. İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim” sözlerini hatırlattı.

* * *

CHP’li Yakup Kepenek ve 33 arkadaşının, Karun Hazinelerinden Kanatlı Denizatı Broşu’nun çalınmasıyla ilgili araştırma yapılmasına ilişkin önergeleri okundu, sırası geldiğinde işlem yapılmak üzere, “sıraya” konuldu.

DYP’li Ümmet Kandoğan’ın, başörtüsü sorununu hatırlatması ise AKP’lilerin canlarını sıkınca, aşağıdaki gerginlik yaşandı.

“Kahramanmaraş meydanında ‘Başörtüsü namusumuzdur’ derken, milletin oyunu alırken, bu konuyla ilgili hiçbir milletvekilinin gelip burada tek bir cümle bile etmemesinin hesabını sizden soracaklar sayın milletvekilim.”

Soner Aksoy-Size de soracaklar.

Ümmet Kandoğan-Bana söyleyen sayın milletvekilim, size hitap ediyorum, o sözler sizin ilinizin meydanında söylendi.

Fahri Keskin-Sen söylemedin mi o dönemde?

Ahmet Yeni-Denizli’de size sormayacaklar mı?

Fahri Keskin-O dönemde söyledin mi, söylemedin mi?

Ali Sezal-Konuşmayı da sana soracaklar.

Fahri Keskin-O dönemde söyledin mi, söylemedin mi Ümmet?

Ahmet Yeni-Denizli’de sen de söyledin.

Ümmet Kandoğan-Ben onun hesabını verdim geliyorum kardeşim. Ben onun hesabını verdim.

* * *

Sonra Kamu Denetçiliği Kanun Tasarısının görüşmelerine geçildi.

Bir gün sonra Meclis yine Nevzat Pakdil’in başkanlığında toplandı.

Bu kez kürsüye Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Vedat Melik geldi. Melik, “Sayın Başkan, değerli milletvekilleri” dedi. Ve, “Ceylanpınar Tarım İşletmeleri sınırları içerisinde yaşayan göçerlerin sorunlarına ilişkin düşüncelerimi ifade etmek üzere gündem dışı söz almış bulunuyorum” diye konuşmasına başladı.

Ardından Konya Milletvekili Mustafa Ünaldı söz aldı. Ünaldı, UNESCO’nun 2007 yılını Hazreti Mevlânâ Yılı olarak kabul etmesi hakkında söz almıştı. Ünaldı sözlerini Hazreti Mevlânâ’dan;

“Can tende var oldukça, kulum Kur’ân’a

Yol toprağıyım, Peygamber-i zişana

Hakkımda bunun zıddına söz etse birisi

Vay bu söze

Vay böyle diyen insana” mısralarını aktararak bitirdi.

** *

Bunlar elbette ki çok güzel konuşmalardı. Gündeme getirilen sorunlar, Ağrı için, Şanlıurfa için, ülke için hayatî sorunlardı. Hem Mevlânâ’ya, hem Cemil Meriç’e yüce parlamento çatısı altından bu güzel duyguların diye getirilmesi ise, “Baki kalan şu kubbede bir hoş sada” idi. Bu konuşmalara diyecek bir sözüm yok. Hem ülke sorunlarının konuşulacağı, pancar üreticisinin, Ceylanpınar’ın dertlerinin dile getirileceği kürsüler burası.

Ancak Meclisin gündemi bu mu olmalı?

Avrupa Birliği konusunda çok zorlu bir süreci aştık. Daha çetin günler önümüzde duruyor. Ekonomide ciddî bir dalgalanma yaşanıyor. 9 Mayıs’tan 16 Haziran’a kadar geçen zaman zarfında Türk halkının cebindeki her yüz liradan 20 lirası alındı. Yüzde 20 devalüasyon yaşandı.

Bunlar Mecliste konuşuldu mu?

Salı günleri saat 11’de AKP’nin saat 13’te CHP’nin grup toplantıları yapılıyor. Önce Erdoğan çıkıp konuşuyor, “kayıkçı” kavgası gibi az sonra Baykal çıkıp cevap veriyor.

Ama bu durum, Meclisin ülke gündemiyle, hatta ülkenin geleceğiyle ilgili konuları tartıştığı, ülkenin mukadderatına el koyduğu anlamına gelmez ki...

Elbette ki bir hükümet var. Elbette ki Meclis’n, hükümet yerine icraya el atmasını savunmuyorum. Yıllarca millet iradesinin üstünlüğünü savunduktan sonra, bu Meclisin cumhurbaşkanı seçemeyeceğini söyleyecek kadar gözünü kara bürüyenlerden değilim.

Meşruiyeti konusunda tartışma açılamayacak tek kurum varsa, orası Türkiye Büyük Millet Meclisi...

Sadece ülkede devalüasyon olurken, dolar 1.600’a, faizler yüzde 20’ye tırmanırken, AB’de üyelik sürecimizi etkileyecek çapta krizler yaşanırken, Meclis pancar üreticisinin sorunları kadar bu konuya da zaman ayırmalı. Hükümet gelip Meclise bilgi vermeli, bu konuda tartışma açılmalı. Meclis kanun yapar, ancak Meclis kanun fabrikası değildir. Kurtuluş Savaşını Meclis’ten yönetmiş bir birikime sahip olan Türkiye’de, iktidarların Meclisi bu denli dışlaması ve Meclis’in hükümetleri çağırıp bilgi alma, hesap sorma iradesini kullanmamasını doğru bulmadığımı belirtmek istemiyorum.

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sıcak bir gelişme, AB konusundaki bir kriz, ekonomideki bir dalgalanma, elbette ki Türkiye Büyük Millet Meclisinde öncelikle ele alınması gerekiyor. Patagonya meclisi bu konuları konuşacak değil ya...

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

ABD, İsrail, Kemalizm



Amerikan yönetiminin Türkiye’de yeniden Kemalizm kartına oynamayı tercih ettiğine ilişkin işaretler giderek çoğalıyor.

Bunlardan, Dünya Bankasının neocon başkanı Wolfowitz, tavrını şöyle netleştirdi:

“Türkiye, Atatürk’ün açtığı medeniyet ve gelişme yolundan dışarıya çıkmadıkça gelişmeyi sürdürür. Laikliği yok olduğunda özelliği, üstünlüğü ve gücü kalmaz.” (Aktaran: Güngör Uras, Milliyet, 26 Mayıs 2006)

Neocon cenahtan bu istikamette gelen işaretlerin, sıkı müttefikleri İsrail’den sâdır olan mesajlarla tahkim edilmesi ilginç değil mi?

Bu mesajlardan ilki, eski bir MOSSAD şefinin kızı ve kendisi de eski bir servis elemanı olan İsrail Dışişleri Bakanı tarafından verildi.

İşbaşı yapar yapmaz evvelâ Ankara’ya koşan Bakan Tzipi Livni, gezisi “resmî” olmadığı, dolayısıyla protokol açısından Anıtkabir’e gitme gibi bir zorunluluğu bulunmadığı halde, programına bu ziyareti özellikle koydurmuş (Cumhuriyet, 28 Mayıs 2006) ve ziyaret sırasında özel deftere de şu cümleyi yazmış:

“Atatürk sadece Türkiye’nin değil, özgürlük ve demokrasiye inanan bütün halkların lideridir...” (Radikal, 30 Mayıs 2006)

İsrail’den yükselen bu âni Atatürk övgüleri, Sezer’in mâlûm gezisinde zirveye çıktı.

Kendilerini “şalom” diye selâmlayan Sezer’in parlamenterler tarafından dakikalarca ayakta alkışlandığı İsrail Meclisinin Başkanı, Atatürk’ün kendileri için de örnek teşkil ettiğini belirterek “Onun izindeyiz” dedi.

Onun bıraktığı yerden alan Başbakan Yardımcısı Şimon Peres de şunları söyledi:

“İsrail’in şu an söylediklerini Atatürk 100 yıl önce yaptı. Onun yaptıklarını biz şimdi yapıyoruz.” (Sabah, 10 Haziran 2006)

Peres’in bir başka beyanı şuydu:

“Atatürk dinle devleti ayırarak çok önemli bir iş başardı. Bunu biz de yapmaya çalıştık, ama başaramadık. Onun vizyonuna ihtiyacımız var.” (Hürriyet, 13 Haziran 2006)

Yine Peres, İsrail’in kurucuları Ben Gurion ve İtsak Denrvi’nin, M. Kemal’in devrimlerini gerçekleştirdiği yıllarda yüksek öğrenim için Türkiye’de bulunduklarını ve ondan etkilendiklerini söyledi (Milliyet, 8 Haziran 2006). (Ama Peres’in sözlerinden çıkan anlam, bu etkilenmenin İsrail’i de Atatürk’ün sistemine uydurma derecesinde olmadığı.)

Bütün bunları alt alta koyduktan sonra, yine Peres’in Sezer’i “Bizim gözümüzde çağdaş Türkiye’nin değerlerini simgeliyorsunuz. İlişkilerimizin garantisisiniz” (a.g.g.) diye övmesinden nasıl bir sonuç çıkarmak lâzım?

Aynı konuşmasında AKP için İran rejimiyle mukayese bağlamında “pozitif bir parti” demekle yetinen Peres’in Sezer’i yüceltmesi, Ankara içi dengelere yönelik olarak ülkesi ve ABD’deki neocon müttefiklerince yapılan tercihin yeni bir ifadesi değilse ne olabilir?

Ve Sezer İsrail’de el üstünde tutulurken, Erdoğan’ın Beyaz Saray’dan talep ettiği âcil randevunun en erken Eylül’e ertelenmiş olmasının bu işaretlerle bir alâkası var mı?

ABD-İsrail ikilisi bir kez daha mı “hakikî ve öz Kemalistler”le çalışmaya karar verdi?

16.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Uyanık



“Sululuk Virtüözü” (Hakkı Devrim’in ifadesiyle) M. Ali Erbil, Ankara’ya gidip, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeleriyle kulis yapmış.

Erbil sadece “sulu” değil, aynı zamanda “uyanık.”

Yaptığı rezaletten dolayı RTÜK üyeleriyle konuşup, dilinin döndüğünce “iş kazası” diyerek “özür” dilemiş.

Hatta, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yu da aramış…

İyi de;

Erbil, bu terbiyesizliği RTÜK üyelerine, bakan veya milletvekillerine değil, millete yapmadı mı?

Asıl milletten özür dilemeli değil mi?

Dahası: işin bu raddeye geleceğini bile bile Erbil’e yıllardır kol kanat geren yapımcı ve TV yöneticileri de en az şovmen kadar suçlu!

Onların da bu millete özür borcu var!

KONGRE KARARI

Amerikan Kongresi, radyo ve televizyon kanallarının müstehcen yayınlarına verilen para cezalarını 10 kat arttırmış.

Amerikan Senatosu’nun geçen ay oybirliğiyle kabul etmesinin ardından, Temsilci-ler Meclisinde de 35’e karşı 379 oyla kabul edilen metin, Federal İletişim Ajansının (FCC) müstehcenlikle ilgili kuralları ihlâl eden kuruluşlara 325 bin dolara kadar para cezası kesmesine imkân sağlamış.

FCC 2003’te 440 bin dolar ceza kesmiş.

2004’te ise 8 milyon dolar…

2005’te ise 233 binden fazla izleyiciden gelen bin 550 yayınla ilgili şikâyetlere rağmen hiç ceza kesmemiş. Demek bu ağır müeyyide, caydırıcı bir unsur olmuş.

Kongre bir de şu kararı alsa:

Reality şovlar kaldırılsa ve hayatın gerçekleri ekrana getirilse...

Meselâ: Irak ve Filistin’de katledilen masum insanların dramı ekrana getirilse. Tepkileri ölçse...

ÇALINTI MI?

Bir banka reklâm filmi çok konuşuluyor bu günlerde. Fikir gerçekten harika. İnsan topluluğu ile çekilmiş bir pandomim. Kırmızı zemin üzerinde beyaz giyinmiş, insanlar şekilden şekile giriyor.. Kamera üstten görüntü almış.

Bu fikrin “çalıntı” olduğunu söyleyenler var.

Hatta, bu fikrin ana konusunu oluşturan İngilizce dublajlı bir reklâm, internet sitelerinde dolaşıyor.

Ama her ikisini kıyasladığınızda, biri kalitesiyle öne çıkıyor. O da, “bizim”kilerin çektiği reklâm filmi.

Sanki, bu projeyi geliştirmiş, bir adım daha öne çıkarmış.

DEMEK İSTİYORLAR Kİ...

TRT çalışanları boş durmuyor. Yine eylem yaparak, gündem oluşturma gayreti sürüyor.

Bu sefer Or-An’daki TRT Genel Müdürlüğünün önünde toplanarak basın açıklaması yapmış, hükümeti ve TRT yönetimini protesto etmişler.

Etsinler. En tabiî hakları.

Protesto gösterisine katılanlar arasında yapımcı Ertürk Yöndem’i görmek hiç şaşırtmadı bizi. Türk bayrakları açılmış, dövizler taşınmış. Hatta bazı TRT yapımcı, yönetmenler de bulunmuş orada.

Türk Haber-Sen Genel Başkanı İsmail Karadavut, “TRT, millî ve mânevî değerle-rimizi, dilimizi, dinimizi, geleneğimizi, kültürümüzü ve tarihimizi yaşatan ve geliştiren bir kurumdur. Tüm bu hizmetleri yapan TRT’nin rehberi Atatürk İlke ve İnkılâpları ile Anayasa ve yasalardır” diye konuşmuş.

Bunun anlamı şudur:

“TRT’yi size yedirmeyiz. Yıllardır biz yedik, şimdi size mi bırakacağız, yok öyle yağma!”

TRT çalışanları “eylem” yaparken, “provokasyon”a gelmemeli ve kendilerine destek verenleri iyi tanımalı.

16.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004