|
|
Abdurrahman ŞEN |
Yine AKM yıkımına dair! |
|
Malûmunuz…
İnatlaşma arayışında (!) konusuz (?) kaldığımız günlerde, söylenenleri dinlemeyip de bir fincan suda fırtına kopartmak isteyenlerin körüklediği bir konu vardı: İstanbul, Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi binasının yıkılması.
Bizzat Kültür Bakanı’nın, bakanlık yetkililerinin; “Mevcut bina ihtiyaca cevap veremiyor… Bu haliyle onarmaya kalkmak, yıkıp yerine daha iyisini ve yenisini yapmaktan pahalı… Mevcut binayı yıkıp; çağın gereklerine uygun çok amaçlı bir kültür merkezi yapacağız!” uyarılarına kulak asmayanlar hiç de az değildi o günlerde…
Hatırlarsınız…
İlk olarak 2003 yılı Ağustos ayı içinde, dönemin İETT Genel Müdürü’nün yaptığı bir açıklamayla Taksim’deki AKM binası gündeme gelmişti… Ben de İETT’ye garaj arayışı tartışmalarından hareketle, 25–26 Ağustos 2003 tarihlerinde iki gün üst üste “AKM hemen yıkılmalı” başlığıyla iki yazı yayınlamıştım bu sütundan…
İşte o yazımda, ismini vermeyen AKM yöneticisiyle, görüşlerini medyayla paylaşan bazı san’atçıların görüşleri de yer alıyordu. Konuyla ilgili olarak o günlerde Doğan Hızlan da “AKM’nin otoparkına dokunmayın!” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Yazısına; “Anlaşılıyor ki bu projeyi yapanlar, hayatlarında AKM’ye uğramamışlar; ne dinleyicisini, ne seyircisini, ne sergi ziyaretçisini tanıyorlar. Hele orada çalışan san’atçıların çalışma koşullarından, nasıl yaşadıklarından, bu otoparkın onlar için hayatî önem taşıdığından haberleri yok.” diyordu sayın Hızlan. Ve söz konusu yazısını şu duyuruyla noktalıyordu o gün: “AKM’ye gidenler, san’atçılar, san’atseverler. Bu yanlış projeyi durdurmak için savaşalım.”
İşte aradan geçen sürede tartışmalar daha bir alevlendi.
Yapılan resmî açıklamalar, verilen sözler, ekranlardan yapılan taahhütlere kimse kulak asmıyordu o toz duman içinde…
Ve sanki sadece “…projeyi durdurmak için savaşalım…” uyarısı etrafında tam bir “savaş” yaşanıyordu… Topyekûn!
Öyle ki… AKM önünde toplanan siyasetçiler, sivil toplum örgütleri temsilcileri ve san’atçılar, hükümetin adına bile tahammül edemediğinden AKM’yi yıkmak istediğini iddia etmekte bile bir sakınca görmüyorlardı…
Hafta başında, sayın Doğan Hızlan’ın “AKM’yi yıkmayın diye yazdım ama…” başlıklı yazısını görünce, doğrusu sevindim…
Ama nedense aklıma hemen, Nasreddin Hoca’nın, ağaçtan düştükten sonra durumunu sorarak koşanlara; “- Aman sizler dokunmayın bana! Daha önce ağaçtan düşmüş birini bulun… Benim derdimden ancak o anlar!” demesi geldi!
Geçtiğimiz hafta sonunda İKSV’nin düzenlediği Uluslararası Müzik Festivali faaliyetlerine katıldığını söyleyip, izlediği sanatçıların isimlerini zikrettikten sonra sayın Hızlan bakın neler yazıyordu köşesinde; “AKM’nin yıkılıp yeniden yapılması gündeme geldiğinde, yıkılmasını istemeyenlerden yana oyumu kullanmıştım.
Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Sakarya Üniversitesi’nden aldığı raporun bir nüshasını bana göndermişti. Raporda, binanın yıkılması önerilmiyordu, ancak depreme karşı dayanıksızlığı, eskimişliği belirtiliyordu.
İki gece üst üste birinci sıradan konseri dinlerken, her an kayıp düşme tehlikesi yaşadım. Koltukların eğimi öylesine artmış ki, herkes kayıyor, ikide bir geriye çekilme hareketi yapma mecburiyetinde kalıyordu.
Yıkılsın diyemiyorum, çünkü onun yerine kullanılacak sahne yok, eğer Kültür Ve Turizm Bakanlığı bir yer bulursa o zaman belki yıkıcılara katılabilirim.
Sahnenin döşemesi dahi eskimiş, çünkü iskemlelerin demir ayaklarının lastikleri bile kopmuş, tahtaları kazıyor.
İKSV, burada konser verilmeden önce havalandırma sistemini her yıl onartıyor, iki gün dayanıyor. Buna rağmen salonun soğutulması yetersizdi. Onarımı yapan kişi, artık bu yıl son kez tamir edebileceğini, gelecek yıl bu sistemin iflâsını ilân edeceğini söylemiş.
Eğer AKM’de ısrar edilecekse, içinin boşaltılması, dış cephenin –önemliyse- korunması, ama binanın her tarafının yeniden yapılması şart.”
Kendi sektörlerinin AKM’de düzenlediği faaliyetlere bile katılmayan ama “AKM’yi yıktırmayız!” nümayişinde AKM önünde yer alan bazı sanatçıların da sayın Hızlan’ın bu yazısından sonra en azından “savaş”tan vazgeçeceklerini ve makul düşünmeyi öğreneceklerini umuyorum…
Sayın Hızlan’ın bu satırlarını okuduktan sonra, Nasreddin Hoca’yı boşuna hatırlamadığıma da hak vermişsinizdir umarım.
Neredeyse 20 yıldır çeşitli vesilelerle programlar düzenleyip, soyunma odalarından teknik donanımına kadar eskimesini içinden takip edegeldiğim AKM’nin, İstanbul’un ve kültür san’at sevdalılarının gerçek anlamda hizmetinde olabilmesi için yıkılmasının ve yerine çok daha geniş amaçlı yenisinin yapılmasının şart olduğunu “gözlemci” konumumla yazmıştım. Taa ilk günden.
Oysa “yıktırtmayız” diyenlerin önemli bir bölümü, AKM sırtından da siyaset yapmak peşindeydi. Bu açıdan bakınca, öylelerinin kendine gelebilmesi adına sayın Hızlan’ın bu geri adımının, - en azından bu konuyla ilgili olarak- mantığın hâkim olabilmesi açısından önemi büyük.
AKM personelinin konuyla ilgili şu açmazını da dikkatlerinize sunmak istiyorum…
AKM içinde çalışanlara, sadece; “Burası da yıkılacakmış…” dediğinizde; “ Burası İstanbul’un en köklü san’at yuvası! Yıkılır mıymış böyle bir yapı? Bizim de ekmek kapımız!” cevabını alıyorsunuz…
Aynı kişilere; “Ama binanın tesisatları çok eskimiş… Elektrik aksamı güvensizmiş…” gibi eksikleri hatırlattığınızda ise aldığınız cevap; “ Hiçbirimizin can güvenliği yok ki!” deyiveriyorlar…
Sanırım Nisan ayı içinde, operacıların provası esnasındaki kopan bir makaranın düşmesi sonucu iki sanatçının yaralanması da “savaş”ta gedik vermemek adına pek gündeme gelmeyiverdi!
Şimdi bir kere daha umarız ki; akıl ve mantık, sağduyu konuya hâkim olur. Taraflar iyi niyetle plan ve programlarını açıklarlar ve inşaat halindeki kültür merkezlerinin yapımına hız verilip, AKM de bir an önce yıkılır. Ve yerine; İstanbul’a gerçekten yakışacak –sadece kültürel açıdan- çok amaçlı, çok salonlu, çok koltuklu modern bir bina yapılır.
Böyle bir binayı yapacak olanlar da katkıda bulunacak olanlar da kültür ve san’at tarihindeki yerlerini alırlar.
Umarım ve dilerim ki; İstanbul, asla 2010 yılına, bu isminden başka değer taşımayan binayla girmez!
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
İlk Medrese-i Nuriye’de |
|
“İnsanın ihtiyâcât-ı zarûriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir. Mekânın en güzeli, nebatât ve eşcâra müştemil olan yerlerdir ve en lâtifi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir ve en kâmil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerin çoklukla bulunmasıdır.”
İşârâtü’l-İ’câz’da geçiyordu bu ifadeler. Bakara Sûresinin 25. âyetini açıklayan Bediüzzaman, tefsirini tasvir ederek yaptığı için cümleyi okuyunca zihnimizde Cennet manzaraları canlanmaya başlamıştı.
Zahiren bir mekân arayışı içinde değildik. Herhangi bir meskene de ihtiyacımız yoktu. Bedenimiz rahattı ama ruhumuz sebebini bilmediğimiz hissî sıkıntılarla boğuştuğu için tebdil-i mekân ederek rahatlamak istiyordu.
Onun için bahsi okudukça her türlü çiçek, bitki ve ağaçla kaplı olan, bahçelerinden suların kaynadığı, ağaçlarının arasından ırmakların aktığı ‘mekânın en güzelini’ dünya gözü ile görme hevesine kapılmıştık.
İşârâtü’l-İcâz, Van’da yazıldığı için o havaliyi tahattur ederek başlamıştık tasvir edilen yeri araştırmaya. Biraz düşünüp Üstad’ın ‘Cennet Bahçesi’ diye tavsif ettiği ve içinde Cennet bahsini yazdığı yerin Barla’da olduğunu hatırlayınca hedefimiz değişti.
Bunun üzerine arkadaşlar bir Barla seyahati yapmayı teklif ettiler. Hislerimiz seyahate müheyyâ olduğundan teklifi kabul edip hemen hareket etmek istemiştik ama arkadaşlardan biri lâtife yollu cennete hazırlıksız gidilemeyeceğini söyleyince, iyi bir hazırlık yaptıktan sonra gitmeye karar verdik.
Arkadaşlardan bazıları seyahat programını hazırladı, bazıları maliyetini çıkarıp ne kadar zamanın gideceğini hesap etti. Biri o beldenin tarihini ve içtimai yönlerini, biri Üstadın hayat safahatı içinde Barla’nın yerini, biri de orada telif edilen Risâleleri hazırlamayı üzerine aldı. Daha önce birkaç sefer gelip gitmiş olmam hasebiyle bana da mihmandarlık kaldı.
Barla’ya, Üstadın gittiği mevsimde gitmeyi çok istemiştik ama Üstad oraya 1926 yılında Şubat ayının sonlarına doğru kara yolu olmadığından yelkenli bir sandalla götürülmüştü. Biz hazırlıkları tamamlayıp yola çıktığımızda yaz yarılanmıştı.
Hâl böyle olunca biz de çaresiz, karadan gitmeye karar verdik. Eğirdir’den yola çıktığımızda vakit ikindiydi ama çevreyi temâşâdan kendimizi alamadığımızdan, ancak ışık suya düştüğünde varabildik Barla’ya.
Kasabanın girişinde geçici olarak kalacağımız yer tefsirde tasvir edilen türden güzel bir meskendi. Hane sahibi ‘Işık suya düştü’ diyerek dikkatimizi yakamozlarla kımıldanan büyüleyici mehtap manzarasına çektiğinden uzun süre nazarımızı manzaradan ayırmadık.
Onun için Bediüzzaman’ın mezkûr tefsirde, âdeta gaybî bir nazarla buralara bakarak yaptığı tasvirle tanıdığımız Barla’yı, bu mehtap manzarası ile birlikte temâşâ etmenin hazzını yaşadık.
Aslında Nur Talebelerinin nazarında Barla da bir mehtaptı. Aynen ay gibi Barla’nın da kendine has bir ışığı yoktu. Bediüzzaman sürgün şartlarında da olsa orada bir süre kalmasa, o havalideki insanlar bile bir sebep olmadıkça oradan pek söz etmezlerdi.
Lâkin Risâle-i Nurlar orada telif edilmeye başlanmasının tesiriyle Barla, Kur’ân’dan akseden nuru âleme yansıttığı için dünyanın her tarafında ehli tarafından bilinen ve gezilip görülmek istenen mehtabî bir cazibe kazanmıştı.
O sırada yaşadığımız çifte mehtap manzarasının öylesine uhrevî bir havası vardı ki, sabahleyin bizi zevkli ama yorucu bir gezi programının beklediğini bilmemize rağmen vakit gece yarısını geçip ay batana kadar mehtabın gümüşî parlaklığı ile ruhumuzu durulamaktan kendimizi alamadık.
İkinci gün sabah namazını eda ettikten sonra ilk olarak kabristana gittik. Adım attıkça kuş seslerine karışan kuru çam yapraklarının çıtırtılarını dinleyerek göle bakan yamaca kadar geldik.
Bu fevkalâde mekânda harikulâde bir seher manzarası ile karşı karşıya olmamıza rağmen nazarlarımızı malûm mezarların otlarla bezeli, çiçeklerle müzeyyen zemininden bir an bile ayıramadık.
Kuşluk vaktine kadar, gönlün berraklığı nisbetinde göze manevî hazlar ikram eden o uhrevî iklimde okuduğumuz Kur’ân’ın, Cevşen’in, zikir ve evrâdın mânevî mahsulâtını ruhlara bağışlayarak dünyayı ve berzahı ihata eden müstesna hâller yaşadık.
Sabah güneşi, yer yer altın sarısı sırmalarla parlayan gümüşten bir tülle sardığı Barla Denizi’ni ruhların tenezzühüne hazırlarken biz yönümüzü dağa doğru döndük ve Barla’yı gezmeye başladık.
Arada, yüksek duvarlarla çevrili meyve bahçelerinin içinde tek tük mamur hâneye rastlansa da Barla, yıllar önce düşman baskını veya hastalık salgını yüzünden alel acele terk edilmiş gibi görünüyordu.
Gerçi öyle bir felâket yaşanmamıştı ama yeni yetişen nesiller okuma ve çalışma sebebiyle büyük şehirlere yerleştiklerinden buralar ihtiyarlara kalmış, onlar ahirete göçtükçe sahipsiz kalan evler yıkılmış, bağlar, bahçeler bozulmuş, kasaba harabezâra dönmüştü.
Son zamanlarda, yaz tatillerini memleketlerinde geçirmek isteyen Barlalılar veya buraya mânevî bağlarla merbut olan Nurcular, kasabanın girişinde modern meskenlerden müteşekkil yeni bir Barla kurmuşlarsa da ruhumuz yine eksi Barla’da rahat ediyordu.
Onun için biz de ruhanî bir sevkiyatla tarihî Barla’nın eğri büğrü yollarında, tozlu ve dar sokaklarında gezerken evlerinin bulunduğu yerlerden geçtikçe hep Risâle-i Nur’un telifine şahit olup yardım eden bahtiyarlar kafilesinin hatıralarını yâd ettik.
Yolumuzu biraz uzatıp muhitin, dağa, dereye ve denize bakan ender yerlerinden birine yapılan iki katlı ahşap konağa gittik. Üstad Hazretlerinin ellili yıllarda bir süre kaldığı konağın muhteşem manzaralarına da, hâlâ aslî şekliyle korunan mükemmel tezyinâtına da hayran kaldık.
Aslında Barla’nın her yeri, ayrı bir Nur Menzili idi. Nereye bakıp ne tarafa gitsek muhakkak Üstadın izine rastlamak ve onun oralarda yaşadığı bir hadiseyi hatırlamak mümkündü.
Zîra Bediüzzaman, Arapça kamet getirilip Kur’ân okunduğu için mescidinin kapatıldığı, adım adım takip edildiği, sık sık kırlara, dağlara çıkıp telifât ve tashihât yaptığı; çiftçilerle, bahçıvanlarla, çobanlarla sohbet ettiği, ard niyetle yanına gelenleri yılan sûretinde gördüğü, dostlarının sevgisine, saygısına, düşmanlarının gayzına buğzuna muhatap olduğu nice hadise yaşamıştı Barla’da.
Bu hadiselerin hepsini bilip yerlerine giderek neticelerini bizzat oralarda müzakere etmek, bazılarını canlı şahitlerinden dinlemek için haftalarca Barla’da kalmak gerekirdi, bu da pek mümkün değildi.
Zihnimizde hasıl olan bu kanaatin de sevkiyle içinde bulunduğumuz vakti tahmin etmek için gayri ihtiyarî kolumuzdaki saat yerine Barla’nın sırtını dayadığı dağdaki burnu andıran sarp kayalığa bakınca, ahâlinin ‘öğle taşı’ dediği kayanın gölgesinin kaybolduğunu gördük.
Öğle namazının vaktinin girmek üzere olduğunu gösteren bu manzaranın yanı sıra bedenimizin yorulduğunu ve ruhumuzun havaîleştiğini de hissedince biraz dinlenmemiz gerektiğini anladık ve Üstadın evinin bulunduğu tarafa doğru yürüdük.
Evin altındaki Yokuşbaşı Çeşmesinin gürül gürül akan soğuk suyundan abdest alıp Bediüzzaman Hazretlerinin ‘İlk Medrese-i Nuriye’ sıfatını verdiği eve çıktık ve yazın serinlik, kışın sıcaklık şeklinde hissedilen uhrevî havada namaz kılıp tesbihat yaptık.
Ardından da dereye bakan balkonumsu odaya geçip çınar yapraklarının ‘Hu!..’ nidâsını andıran hışırtıları arasında Üstadın yaptığı dersleri tahayyül ederek Risâle okumak sûretiyle bedenimizi dinlendirip ruhumuzu mesrur ettik.
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yankılar |
|
Geride bıraktığımız iki hafta boyunca bu köşede, geçen beş yıl zarfında AKP için yazdığımız yazılardan bazılarını tekrar neşrettik. Yayın tarihlerini parantez içinde not düştüğümüz bu yazıların bugün de geçerliliğini koruduğu, birçok okurumuz tarafından da dile getirildi. Bu çerçevede gönderilen okuyucu mesajlarından bir kısmını yine sizlerle paylaşmak istiyoruz.
***
A. Nail: Yazılarınızı takip ediyorum. Diyecek bir lafım yok.
İkazlarınız, havayı koklayıp yaptığınız tesbitler çok yerinde. Uyarılara devam ediniz lütfen.
Doğruları ve memleketin başına gelebilecek olayları yazın ki; ibret alacaklar, ders alacaklar alsın. Sonra ah vah etmesinler.
Ama hiç olmazsa sizler “Uyarılarımızı demokratça yaptık” dersiniz ve en azından vicdanî olarak sorumlu olmazsınız.
***
E. Şahin: 29 Haziran’da çıkan “AKP ve kadın” başlıklı yazınızı objektif tenkid olarak değerlendirdim. Teşekkürler. Bunlar bu halleriyle kendilerini şefkat tokadına doğru götürüyorlar zannımca. Selâmlar.
***
N. Umran: Bizim Radyo’da mümkün oldukça yorumlarınızı takip etmeye çalışıyorum. “22 Temmuz’da tuzakları bozalım” çalışmasını da internet sitenizde satırbaşlarıyla okudum. Çok mühim. Bu çalışma kitapçık olarak yayınlanıp gazeteyle birlikte verilebilir mi? Oyumu AKP’ye vermeyi düşünüyordum. Radyoda sizi dinledikçe ve şu mühim çalışmayı görünce fikrim değişmeye başladı. Saygılarımla.
***
N. Yılmaz: Köşenizde dile getirdiğiniz görüş ve değerlendirmelerin tamamına imzamı atıyor ve sizi tebrik ediyorum. 50 yıldır bu dâvânın içindeyim. Çizgimizin ve fikirlerimizin doğruluğunun, geçen zaman içinde yaşanan hadiselerle defaatle teyid edildiği de ortadadır.
***
30 Haziran’da çıkan “Erdoğan nereye?” yazımız üzerine Kanada-Toronto’dan C. Uysal soruyor: “Lütfen siz izah edin. Din nedir? Araç kelimesi yerine hangi kelime konmalıdır?”
Cevap: Bir defa Erdoğan’ın din için kullandığı ve bizim eleştirdiğimiz “araç” kelimesi de “Din nedir?” sualinin karşılığı değil. Dolayısıyla, bu sualin “araç” yerine başka bir kelime bularak cevaplanacak basitlikte bir soru olmadığına dikkat edilmeli. Ancak illâ böyle bir kelime isteniyorsa, dinin temelini teşkil eden iman için Bediüzzaman’ın kullandığı “İman bir intisaptır, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor” (Sözler, s. 281) cümlesinde geçen “intisap” ifadesi, aranan mânâya çok daha uygun düşer.
Said Nursî diyor ki: “Ulûm-u imaniye, rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir şeye âlet olamaz. Güneş kamere peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyenin bir güneşi olan iman dahi hayat-ı içtimaiyenin âleti olamaz” (Tarihçe-i Hayat, s. 194). “Dini siyasete âlet etmek değil, belki (aksine) rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimizdir” (Emirdağ Lâhikası, s. 264).
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevginin böylesi |
|
Sevginin en yücesi Allah sevgisidir. Sonra da Peygamber sevgisi.
İnsan önce her şeyini borçlu olduğu Allah’ı, sonra da Onun adına Resûlünü sevecektir.
Bu, imanın da gereğidir.
Allah ve Resûlullah (asm) sevgisinin yerini hiçbir sevgi tutamaz. Ve kalbe bu sevgilerin yerini tutabilecek bir sevgi konulamaz.
Allah Resûlünü (asm) sevme söz konusu olunca, bu sevgi ancak onu her şeyden; maldan, mülkten, çoluk çocuktan, candan çok sevmekle gerçekleşir. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Hiçbiriniz beni malından, mülkünden, çoluğundan çocuğundan çok sevmedikçe tam inanmış olamaz” buyurulmuştur.
Sahabenin Resûlullaha (asm) olan sevgileri; o kadar yüceydi ki saygılarından yüzüne bakamaz, başlarına kuş konmuş da uçacakmış gibi susar, konuştuklarında seslerini yükseltmez, onun için her türlü sıkıntıyı göğüsler, canlarını dahi fedâ etmekten çekinmezlerdi.
Zeyd bin Desine’yi müşrikler öldürmek için getirdiklerinde “İster misin şu anda senin yerinde Muhammed olsun. Seni de ailenin yanına gönderelim” demişlerdi. “Hayır, vallahi” dedi, “Değil benim yerime onun öldürülmesini istemek, onun ayağına bir dikenin batmasına bile razı olamam.”
Bu sevgiye hayranlığını dile getiren, o gün için henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan şöyle demekten kendini alamayacaktı: “Şimdiye kadar Ashabının Muhammed’i sevdiği kadar, başka birinin sevildiğini görmedim.”
Evet, sevgi fedakârlığı da beraberinde getiriyordu. Sevip de sevdiği uğruna çile, ıztırabı üstlenmemek olamazdı.
Birgün Allah Resûlü (asm), Hz. Ali'ye şöyle diyecekti:
“Allah ve Resûlünü sevip de fakirliğe, sıkıntıya katlanmayan yok gibidir.”
Bu sevgi, Resûlullah’ın (asm) sevgilerini kendi sevgilerine tercihe kadar götürecektir onları. Hz. Ebû Bekir Mekke’nin fethinde babası Ebu Kuhafe’nin Müslüman oluşu karşısında gözyaşlarını tutamamış, ağlamaya başlamıştı. Peygamberimiz (asm) sorduğunda da sebebini şöyle açıklamıştı: “Şu anda babamın yerinde amcanız Ebû Talib’in Müslüman olmasını ne kadar arzu ederdim. Çünkü siz amcanızın Müslüman olmasını çok istemiştiniz.”
Onlardaki Peygamber sevgisi böyleydi.
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Siyasî tercihleri ciddiye almalı |
|
Her insan kendi adına istediği partiye oyunu vererek destek verebilir. Hatta oy vermenin ötesinde kendince beğendiği, sevdiği partinin başa gelmesi için her türlü faaliyetin içine girebilir, reklâmını yapabilir, propagandalarına katılabilir, başarısı için duâ da yapabilir.
Hatta her insan beğendiği veya kendi görüş ve düşüncelerine yakın bulduğu herhangi bir partinin üyesi olabildiği gibi, o partide açıkça siyaset de yapabilir, hatta beğendiği herhangi bir partiden milletvekili adayı, belediye başkanı adayı olup, milletten destek talebinde de bulunabilir.
Şu söylemeye çalıştığımız durumlar, demokrasiyle yönetilen her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de her vatandaşın vazgeçilmez en tabiî hakkıdır. Bunda garipsenecek, yadırganacak hiçbir durum olmasa gerek.
Şu söylediklerimizin Nur camiasını alâkadar eden bir yönü var ki, bu camiaya mensup her bir ferdin bu istisnâî durumu göz önünde bulundurması gerekir diye düşünüyorum.
Bu müstesna ve şerefli camiaya mensup her ferdin, çok iyi bildiği bir durum var ki, hiç kimsenin bu cemaat adına onları temsilen bilfiil siyasete girmemesi hususudur.
Bu camiadaki fertler kendi adlarına siyasete girmekte sair vatandaşlar gibi sonuna kadar serbesttirler, ama Nurculuk adına veya cemaati temsil adına hiç kimsenin siyasete soyunması doğru karşılanamaz.
Nur hizmetinin ve müntesiplerinin değişmez bir prensibi olan bu kurala, Bediüzzaman’dan günümüze kadar hemen her fert uyarak her hangi bir yanlışın içine girmedi diyebiliriz. Çünkü bu camianın her ferdinin çok iyi bildiği bir durum var ki, kâinatta en değerli, en şerefli bir hizmet olan iman Kur’ân hizmeti, cam mesabesindeki günümüz siyasî boğuşmalarına âlet edilemez.
Bilenlerin malûmu olan bu durumu böylece nazarlara verdikten sonra siyasî arenada daha çok nur camiâsını ve cemaatini alâkadar eden ve göz önünde bulundurmamız gereken başka bir hususu hatırlatmakta fayda mülâhaza ediyorum.
Seçimden seçime bir vatandaşlık vazifesi olan sandık başına gidip oy kullanmayı her insan ciddiye almalı ama nur camiasına mensup olan güzide insanlar daha bir ciddiye almalı diye düşünüyorum. Çünkü Bediüzzaman’ın talebeleri bir çok konuda olduğu gibi, oy kullanma işinde de ülke ve memleketin geleceği adına rey kullanırken tam bir isabet ve istikameti tutturmanın gayretinde olurlar.
Her mevzuda olduğu gibi siyasî parti tercihlerinde de yegâne rehberleri, güvenilir kaynakları Risâle-i Nur’daki Bediüzzaman’ın tesbit ve tavsiyeleri olduğu için onların bu noktada yanılma payları hemen hemen yok gibidir.
Risâle-i Nur’dan ve Bediüzzaman’ın her asra bakan yanılmaz, şaşmaz siyasî düstur ve prensiplerinden bîhaber olan sâir insanların belki de böyle bir şansları olmadığından, her zaman için isabet kaydetme şansları da yoktur. Siyasî tercihlerde sâir insanlara da bir nev'î yol gösterici, rehber konumunda bulunan ve onlara bir nev'î nokta-i istinat olabilme rolünü üstlenen Nur talebelerinin bu noktada çok daha dikkatli, çok daha isabetli olmaları önemli bir zarûrettir diye düşünüyorum.
Bu noktada yazımızın başında söylediklerimiz burada da geçerlidir. Yani kişi kendi adına, kendi görüş ve düşünceleri istikametinde istediği partiye oyunu vererek, destekte bulunmakta sonuna kadar hürdür. Şahsı adına rey vermekte hür olan insan, kendisini nur camiasının bir ferdi olarak görüp, Risâlelerdeki prensip ve düsturları rehber edinmeyi şiâr edinip, kabullenmiş ise, işte böyle bir durumda o kişi kendi şahsî görüşlerini bir tarafa bırakarak, rehber olarak kabul ettiği eserlerdeki tavsiyeler doğrultusunda hareket etmek durumundadır.
Daha açık bir ifade ile Bediüzzaman’ı ve eserlerini rehber olarak seçen ve o istikamette bir yaşantıyı benimseyen insanlar, Bediüzzaman’ın siyasî ve içtimâî düstur ve prensipleri istikametinde hareket ederek siyasî tercihlerini yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Bu meyanda Bediüzzaman’ın siyasetteki tercihinin de, hak ve hürriyetleri savunan demokratlar olduğunu söylemeye gerek var mı bilemiyorum.
Dikkatle göz önünde bulundurmamız gerekli olan bir husus da şöyle: Rehber aldığımız Bediüzzaman’ın bu açık tavrına rağmen, beşer olmamız hasebiyle şu veya bu sebeplerden, şahsî kanaatlerimizi öne çıkararak uygun olmayan siyasî tercihlerde bulunduk. İşte o zaman da, hiç değilse böyle bir tercihin Bediüzzaman’ın tavsiyelerinden öteye kendimize ait bir tercih olduğunu itiraf etmekte fayda var. Bunun tersi olan bir durum manevî bir vebali beraberinde getirir diye düşünüyorum.
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
İstanbul’dan iki Avrupa fotoğrafı |
|
İstanbul aynasında, sadece müzik
dünyasından iki Avrupa görüntüsü...
Bu gizemli şehir, Asya ile Avrupa’yı madden birleştirdiği gibi ister istemez mânen de bir araya getiriyor. (Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” romanını, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Ezansız Semtler” şiirini hatırlayın…)
“Avrupa’nın medeniyetinin bilim ve teknolojisini mi, yoksa kılık kıyafeti ve yaşam tarzıyla tamamını mı alacağız?” İşte iki yüz yıla yakın bir zaman diliminde aydınlarımızın içinden çıkamadığı soru…
Bediüzzaman Hazretlerinin Avrupa medeniyeti üzerine yaptığı tesbitler bugün de geçerli. Onun Avrupa medeniyetini iki kategoriye ayırarak incelediği bahisleri İstanbul aynası üzerinde görmek o kadar net ki!
Sosyal hayata faydalı san'atları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleriyle “Birinci Avrupa”, medeniyetin çirkinliklerini, güzellik zannederek insanlığı sefahate ve dalâlete götüren bozulmuş “İkinci Avrupa”. (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 119)
İşte İstanbul aynasında, sadece müzik dünyasından iki Avrupa görüntüsü:
Birinci Avrupa’dan “Allah’ın
güzel isimleri” fotoğrafı…
İstanbul’da yaz mevsimi, müzik dünyasının en hareketli zamanları. Dünyaca ünlü müzisyenler, kültür başşehrinee geliyorlar ve hayranlarına san'atlarını icra ediyorlar.
Sözgelimi, basından takip ettiğimiz kadarıyla geçtiğimiz günlerde Sir John Tavener’ın Aya İrini’de seslendirdiği “Allah’ın Güzel İsimleri” adlı konser muhteşemdi. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) ile British Council işbirliğiyle düzenlenen ve 200’ü aşkın müzisyenin, eseri Arapça orijinaliyle seslendirdiği konser öncesi İngiltere’nin en büyük klasik müzik bestecilerinden Tavener’a, İKSV tarafından İstanbul Müzik Festivalinin “Yaşam Boyu Onur Ödülü” verilmişti.
Konuşmasına “Selâmun Aleyküm” diyerek başlayan Sir John Tavener da dünyada en çok sevdiği şehir olan İstanbul’a önceki gelişinde aşık olduğunu, burada bulunmaktan onur duyduğunu kaydetmişti. Tavener, Hz. Muhammed’in (asm) “Allah güzeldir ve güzelleri sever” sözünü hatırlatarak, çatışmaların eskisi gibi olmadığını, barışa ulaşabileceğini ve dünyanın huzura kavuşabileceğini düşündüğünü dile getirerek insanın Allah’ı kalbiyle hissedebileceğini anlatmış, “Sufizm de, tasavvuf da beni derinden etkileyen düşüncelerdir. Burada bugün dinleyeceğiniz besteyle sizler de buna katkıda bulunmuş olacaksınız” demişti.
(24.06.2007, Yeni Asya)
İkinci Avrupa’dan “Sevgiden
nefret ediyoruz” fotoğrafı…
Uluslar arası organizasyonla İstanbul’da konser veren bir san'atçı daha vardı! Marilyn Manson… Satanist (Şeytana tapan) figürlerle cilâlanan konser fotoğraflarına bakıp, haber yorumlarını okuyunca, “Dâvet edende kabahat!” diye düşünmeden edemedim. Avret mahallini açarak söylediği “Sevgiden nefret ediyoruz, nefreti seviyoruz” şarkısına alkış tutan ellerin huzur-u İlâhiye açılan eller olması için duâ etmekten başka ne yapılabilir ki?
Ya “Manson” hayranı küçük oğlunu “Manson” makyajıyla konsere getiren anne babanın basireti için söylenebilecek söz var mı?
Sanırım konserle ilgili en can alıcı yorumu “İkonlar çağının sonu mu geldi?” başlıklı yazısıyla hayal kırıklığına uğrayan Aylin Varol yapmıştı: “Güneşin altında yeni bir şey yok. Söylenenler söylendi, var olan bütün müzik türleri denendi, bütün ideolojiler tükendi, giyilecek her kıyafet çizildi, bütün akımlar geldi, geçti… Peki içimizdeki o sonsuz boşluğu kim dolduracak şimdi?” (Milliyet, 4 Temmuz 2007)
O sonsuz boşluğu sahte ilah(!) “Manson”un dolduramayacağı açık, çünkü onun hastalıklı ruh dünyası ve bedeniyle kendisine bile hayrı yok. Dâvete gelirken organizasyon komitesinden istediği malzemeler ne kadar da ibretli. “Astım hastası olduğum için tüm seyahat boyunca iki oksijen tüpü yanımda olacak…”
Evet, evet sahte ilâh ve ikonların çağı bitti… Şimdi hakikat arayışlarının peşinde yeni bir dönem başlıyor…
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duânın gücü |
|
Hilal Güneş:
*“Ben salât-ı tefriciye duâsını 4444 defa okumaya niyetlendim. Bu duâyı her an her yerde okuyabilir miyiz? Yani abdestli ve başı örtülü olmak zorunlu mu? Çünkü her an okumak istiyorum. Yolda, okulda her yerde duâ yapabilir miyiz? Buna ihtiyacımız var.”
Mü’min ne karamsardır, ne kötümserdir, ne bedbahttır, ne bedbîn! Ve ne de mü’min, olaylara siyah gözlükle bakar.
Zira “Bana dua edin, size cevap vereyim”1 diyen Rabb-i Rahîm’ini, mü’min, her an yanında hisseder. Her an, her yerde duâ yapar. Rabbine her an, her yerde, her şekilde sığınır. Duâ yaparken abdestli olmak ve başı örtülü olmak şüphesiz tercih sebebidir. Çünkü abdest ve başörtüsü dinin önemsediği vazgeçilmez salihâttandır. Fakat abdestli olmayan veya başı örtülü olmayan duâ yapamaz diye bir şey yoktur. Duâ yapmak isteyen kul ile Allah arasına hiç kimse giremez. Kul duâsını bulunduğu hal içinde yapar. Bulunduğu hâl, dinin emirleriyle örtüşmüyor ve bunu üzerinden defetmek için de gücü kudreti yetişmiyor ise, salât-ı terficiye okumakla bu tür dinî sıkıntılardan kurtulmayı da kasteder. Nitekim salât-ı terficiye duâsı her türlü sıkıntıyı aşmakla ilgili olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatini isteyen bir duâdır.
Unutmamak gerekir ki, mü’min her ne hal üzere bulunursa bulunsun; güçlüdür, kuvvetlidir, iyimserdir, ümitvârdır.
Mü’min güçlüdür. Ama bu gücünü asayişi ihlâlde kullanmaz, sokağa dökülüp taşkınlık yaparak göstermez.
Zira mü’min zorda kaldığında ıztırar dilini kullanarak, “Kat’î bir iltica ile duâ eder. Bir Hamî-i Meçhul’üne iltica eder. Belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder.”2 “Bu nev'î duâ, bir mâni olmazsa daima makbul” olduğundan, mü’min ıztırar halindeyken, elinde “makbul duâ” gibi bir güç ve kuvvetin bulunduğunun farkındadır.
Iztırar hâli her zaman meydana gelmeyebilir. Ama bir meydana geldi mi; mü’min, duâ için ellerini bir kaldırdı mı, daha ellerini indirmeden rahmet taneciklerinin bardaktan boşanırcasına döküldüğü ve yeryüzünü eşsiz bir bahara çevirdiği az görülmemiştir.
İşte mü’minin gücü; bütün meşrû sebeplere müracaat ettikten sonra hâlâ ıztırar hali devam ediyorsa elindeki tek gücü budur!
Mü’min ıztırar halindeyken telâşa, korkuya, paniğe yer vermez; şoka girmez. Hamî-i Meçhul’üne, Rabb-i Rahimine “duâ” ile iltica etmesi gerektiğini bilir, ellerini kaldırır, gönlünü açar, dilinin bağını çözer. Mü’minin en büyük gücü budur.
Mü’min iyimserdir. Zira her an kendisini Hamî-i Meçhûlü’nün müşfik kudretinde hisseder. Iztırar hali ile fazla rencide olursa sabır, tevekkül ve duâ ile Hamî-i Meçhulü’ne iltica eder. Ve bu iltica ile “Ve beşşiri’s-sâbirîn” (=Sabredenlere müjdele)3; “Ve beşşiri’l-mü’minîn” (=İman edenlere müjdele)4 âyetleri ile müjdelenir. Allah’ın rızasına ulaşır.
Mü’min ümitvârdır; musibeti günahların kefareti, mükâfatın mukaddimesi olarak görür. Musibetten ders alır. Iztırar halini gelecek baharın sancısı, Cennet-âsâ günlerin müjdecisi unvanıyla gözyaşına çevirir. Dilinden ve gönlünden duâyı bir an bırakmaz.
Mü’min ehl-i imanı kendisine kardeş bildiği için duâlarında ortak eder. Her mü’min diğer mü’minleri duâlarında zikrettiğinde bizahri’l-gayb olduğu için, yani gıyaben ona duâ ettiği için makbul duânın bir şartı daha vücuda gelmiş olur.5
Kabul edilebilir şartlarla arş-ı âlâya yükselen duâ ve gözyaşlarına o yüksek makamın vereceği cevap, O’nun hikmetine, izzetine ve maslahatına bırakılmalıdır.
Mü’min dine gelen musibeti asıl ve muzır musibet olarak algılar. Ve “musibet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip feryad eder.”6
Dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ederken Kur’ân’ı şefaatçi yapar ve Cevşenü’l-Kebîr’in diliyle şöyle niyazda bulunur: “Yâ iddetî ınde şiddetî, yâ recâî ınde musîbetî, yâ munîsî ınde vahşetî, yâ sâhibî ınde gurbetî... Ya melceî ınde ıztırârî” (Ey sıkıntım anında arkadaşım, ey musibetim anında ümidim, ey yalnızlığım anında dostum, ey gurbetliğim anında sahibim, ey nimetlendiğim anda velim, ey kederim anında ferahlatıcım, ey ihtiyacım ânında yardımıma koşan, ey zor durumumda sığınağım, ey korkum anında yardımcım, ey şaşkınlığım anında yol göstericim!”
Mü’min, duâsına kabul şartlarından birisi olan farz namazından sonra devam eder. Iztırar halinde tesbihatı içerisinde zikrederken şerlerin def’ini ister. Hamî-i Meçhûlü’ne iltica eder. İltica duâsını sabah akşam dilinden eksik etmez.
Evet, beş vakit namazdan sonra tesbihatımızı yapalım, salat-ı terficiye duâsını kendimiz için ve Müslümanlar için okuyalım. Iztırarımızı ve ihtiyacımızı dile getirmiş ve dinî ve dünyevî musibetlerden Hamî-i Meçhulü’müze sığınmış oluruz.
Şu an, ehl-i imanın duâsına muhtaç ne kadar ehl-i iman var. Allah’ım! Kur’ân hakkı için duâlarımızı kabul buyur. Âmin.
Dipnotlar: 1- Mü’min Sûresi, 40/60; 2- Sözler, s. 287; 3- Bakara Sûresi, 2/155; 4- Ahzâb Sûresi, 47; 5- Mektûbât, s. 270; 6- Lem’alar, s. 18
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kene alarmı |
|
Piknikçilerin korkulu rüyası "kene" resmî kurumları da harekete geçti.
Hatta, İstanbul Valisi "kene" için vatandaşları uyardı.
"Kenelere dikkat."
İşte bu! Uyardın mı tam uyaracaksın.
Valiye buradan minnetlerimizi gönderiyoruz.
İlk önce alacağınız tedbir olarak şunu söyleyebiliriz:
Piknik yapacağınız yeri öncelikle "ilaçlayın."
İlave olarak da;
-Vücudunuzun açık kalan yerlerine sinek ya da kene kovucu sprey sıkın. Gerekirse, diğer bölgelere "Girmek yassah, hemşerim" levhası asın.
-Piknikte bacaklarınızı kapatan açık renkli giyecekleri tercih edin. Hatta, mümkünse renkli çamaşırlarınızı "çamaşır suyu"yla yıkayın.
-Uzun ot ve çalılıklardan uzak durun. Olur a, belki devasa kenelere rastlayabilirsiniz. (Küçük bir not: İşte o tür kenelere karşı bir tedbirimiz yok, başınızın çaresine bakın.)
-Eğer vücudunuza kene yapıştıysa dinamit patlatmadan, cımbızla çıkarmayı deneyin. Cımbız mı bulamadınız? Hemen piknik yapan komşudan yardım isteyin. Rüstem Amca, güçlü kollarıyla keneyi çekerek çıkaracaktır.
-Keneyi vücudunuzdan uzaklaştırmak için alkol ve kolonya kullanmayın. Eğer onu istediği gibi ağırlamazsanız, kolonya vermenin ne anlamı var?
-Yok bu maddeler işe yaramadıysa, en yakın sağlık kuruluşuna derhal başvurun.
"İP"E UN SERMEK
AKP ve MHP'nin arasına "ip" girdi.
Başbakan Erdoğan mealen:
"Apo'yu niye asmadın?" diye soruyor.
MHP Lideri Bahçeli:
"Mesele ip ise, al sen as!" diyerek ipi milletin üstüne atıyor.
Erdoğan:
"Kimileri ip atıyor, kimileri ip atlıyor" diyor.
Anlaşıldı.
İp tartışması çok su götürecek.
Liderler "ip" dalaşına takıldı kaldı.
Seçime ve geçime gelin.
"İp"e un sermeyin.
PET/KİM
Petkim satıldı.
Peki "kim"e?
Sır.
Herhalde boşuna dememişler:
Pet-KİM?
ZARARIN NERESİNDEN DÖNÜLSE...
ANAVATAN Grup Başkanvekili (gerçi halen ANAP diye bir parti var mı, tartışılır) diyor ki:
"Mumcu bizi yarı yolda değil, yolun başında bıraktı."
Ne zararı var:
Zararın neresinden dönülse "kâr" değil mi?
BORSA VE EKMEK
Borsa 50 bin endeksiyle tavan yapmış.
Öte yandan Fırıncılar Federas-yonu, ekmeğe zam yapma derdinde.
Merak etmeyin;
Vatandaş borsadaki 50 bini görmez.
Asıl "ekmeğe zammı" görür.
Bilesiniz.
HAFTANIN SEÇİM ŞARKISI
GP adayı İbrahim Tatlıses'in bulunduğu seçim otobüsün hopörlerinde şu şarkı söyleniyor:
"Van-tu-tri foro!
"Ağrı Dağ'ın eteğinde, uçan güvercin olsam.."
"Ağrı Dağın eteğindeki uçan güvercini" anladık.
Ama şu: Van-tu-tri-foro'yu anlayamadık!
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kendimize sahip çıkmak |
|
Said Nursî, “helâket ve felâket” olarak tanımladığı bu asırda, “Bediüzzaman” unvanıyla zamanın kendisine isim olduğu bir eşsizlikte, günümüzün manevî hastalıklarına deva olacak ilâçları Kur’ân eczanesinden bize sunmuştur.
Tasavvurun şahikası olan istikbal okumaları ile şevklendirici mesaj ve hitapları, yüzyıl geriden günümüze uzanmış ve bu gün milyonlarca insanın yerkürede bağlandığı bir değer ve ekol olmuştur.
Öyle ki, önümüzdeki yüzyıllara ışığını vuran bediî bir düşünce olarak hükmünü icra etmeye devam edecektir.
Günümüz diliyle, projeksiyonlarında hikmet ve şefkatin beraberliği var. Kendine has üslûbun derinliği var. İhata edemediğimiz mânâlar var. O yüzden, kendi kısır çerçevemizle etrafında dolaşıp, bir pencereden uzanıp bakıyoruz ve fehmimizin kantarı kadar öğrenmeye çalışıyoruz.
Bu işaretler, mütalâalar, yorumlar beşerî aklın sınırlarındadır. Hakikatin yüksek kotlarına hâkim bir yerde değildir. Onu anlamaya ve kavramaya dönük niyet ve teşebbüslerdir.
Ancak farklı disiplinlerde/ branşlarda uzman takımların yapabileceği “şerh ve izahlarla” tefekkür kapısı daha da açılır. Böylece, nihayet bulmayacak model teşebbüsler başlatılmış olur.
Yine de, her zamanın bir hükmü, her günün bir hakkı, her dönemin bir kıymeti vardır. Hakikat denizinden kâsesi kadar alacağı vardır. Onların takdim ve tehirine riayet edilip, “zamanın memesinden süt emen” zamane yavrularına, doğru bir beslenme metoduyla gıdası verildiği takdirde, yeni keşif yolları zihinlerde canlanacaktır.
Kur’ân’ın beşaretleri ile günümüze seslenen ve en büyük manevî hazine olan Risâle-i Nur hakikati, ehl-i tahkîki hâlâ keşif kapılarından girmeye dâvet ediyor.
Himmet ehlini bekleyen bir sabırla “Genç Said”lere, nesl-i cedide, muhakkik ehl-i mektebe, insaflı hocalara, mütevazî ehl-i medreseye ve müştak tasavvuf ehline, kendi makamlarında, hassasiyet ve hususiyetlerinde şefkat elini uzatır ve risâleleri incelemeye, öğrenmeye ve bu asra takdim etmeye davet eder.
Bu dâvete icabet etmek gerek. Çünkü ortak problemlerin çözümünde bize lâzım. Tecdidin prensipleri, imanın ilimle takviyesi ve ahlâkın korunup, amelin şuurlu yapılabilmesi için günümüze uygun metotlar tavsiye ediyor.
Zamanımız, kıyas kabul etmez farklılıklara, inkişaflara ve değişen sonuçlara o kadar çok meyyâl ki, baş döndürücü bu gelişmeler karşısında akıl fenerimizin mevziî kanaatleri ve pratik yorumları yetmiyor.
Projeksiyonlara, perspektiflere, prensiplere, kaidelere, projelere ve uygulamalara dayalı görülebilir çalışmalar ortaya koymak gerekir.
O zaman, fikrî inkıbaz halleri ve cemiyetin umutsuz vak'aları ile ülke ve dünya çapında bizi sarsan ve dış ifsadın kontrolündeki üzücü sonuçlar karşısında, daha mukavim ve zihnen hazırlıklı oluruz.
Özellikle sosyal ve siyasî meselelerde, nevzuhur oluşumları ve yönlendiren planlı girişimleri etkisiz kılmanın yolu; kendimize, mazimize, eserimize, camiamıza ve bu güne kadar bize referans olan fikirlerimize sahip çıkmaktan geçer.
Dününü muâheze edip, beşerî hatalardan medet umup, misyonuna ve istikametine halel getirmekten kurtulmanın yolu da, risâle okumalarımızı köklü ve kalıcı tutmaktan geçer. Dünün hafızası, ana yaklaşımı ve bu günü doğrulayan çerçevesi, tazeliğini koruyor.
Bütün mesele, kendimizi ve hislerimizi çevre etkisinden koruyup, güven duygumuzu fikirlerimizle perçinlemektir.
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Milletin seçim beyannamesinde neler var? |
|
Türkiye seçimlere adım adım yaklaşıyor. 14 gün, yani iki hafta sonra bugün yaklaşık 43 milyon seçmen Türkiye’yi 4-5 sene yönetecek siyasî kadrolar için seçim sandığına gidecek.
Seçim sandığı yaklaştıkça meydanlarda hayli hareketli. Zaten sıcak olan hava meydanların sıcaklığı ile iyice ısındı. Genel Başkanlar Türkiye’yi adım adım turluyorlar. Bir taraftan da milletvekili adayları illerindeki köyleri gezerek vaatlerini sıralıyorlar. Bol keseden atılan “inanılmaz” vaatlerle milletten oy istiyorlar. Tabiî millet, bundan önce olduğu gibi, yerine getiremeyecek, gerçekleştirilemeyecek vaatlere gülüp geçiyor. Çünkü birçok vaadin ayakları yere basmıyor.
Geçen seçimde “başörtüsü sorununu
çözmek namus borcumuz” sözüne karşılık bu seçimde “Ağustos ayında fındık 8, mazot 1 YTL olacak. Namus sözü, şeref sözü artık hepsi size kaldı oyları bekliyorum... Namussuzum fındık 8 lira (YTL) olacak” sözü yerini aldı.
“Vatandaş maaşı” adı altında bütün işsizlere para dağıtacağını, asgarî ücreti 2 milyara çıkaracağını, ev hanımlarına maaş vereceğini, ÖSS’yi kaldıracağını, dünyanın en ünlü sporcusunu ikinci ligde bir takıma transfer edeceğini söyleyenler olduğu gibi, obezite ile mücadele, deterjan ve kozmetiklerle ilgili düzenlemeler, yapay zekâ tekniğine kadar her şey vaat ediliyor…
En çok hayret ettiğim vaat CHP’den geldi: “Yargıda siyasallaşma önlenecek…” CHP’nin son aylardaki icraatlarına bakıldığında gülünç bir vaat değil mi?
Seçim beyannameleri, genel başkanların seçim meydanlarında, adayların il, ilçe köylerdeki gezilerde millete daha neler vaat ettiğini duyduğumuzda gülelim mi, ağlayalım mı diye düşünüyoruz.
Bariz örnek olduğu için söylemek istiyorum. Seçimlerde söylenen vaatlerde, “Çankırı’ya deniz getireceğim” vaadi eksik kaldı. Belki de yapılmıştır veya yapılacaktır, ama şu ana kadar bunu duymuş değiliz.
* * *
Bütün bu vaatleri okuduktan sonra “Millet ne istiyor?” diye kendi kendimize sorduğumuzda, aklımıza şunlar geldi. Tabiî, bunlardan bazıları bazı partilerin seçim beyannamelerinde olabilir, ancak burada milletin “seçim beyannamesi” olacak bazı istekleri sıralayabiliriz.
* Demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işleşin
* Türkiye’nin yönetimi halkın seçtikleri tarafından yapılsın
* Milletin iradesinin üstünde bir şey olmasın
* Her şey halkın istediği şekilde olsun
* Kanun devleti değil, hukuk devleti olsun
* Her kurum sadece görevini yapsın
* Sivil bir anayasa yapılsın
* Özgürlükler sağlansın
* İnançlara karışılmasın
* Başörtüsü yasağı hemen kaldırılsın
* İnsan hak ve hürriyetlerine saygı gösterilsin
* Düşüncenin önünde engel olan kanunlar değiştirilsin
* Yolsuzluklarla ve yoklukla mücadele edilsin
* Terör, kapkaç olmasın
* İşsizlik önlensin
* Karnımız tok, sırtımız pek olsun
* * *
Özetle, bunca olmayacak vaade karnı tok olan millet, artık kendi dediğinin olmasını ve lâf değil icraat bekliyor.
Gerisi lâf-ü güzâf…
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hilâfet ve İttihad-ı İslâm |
|
1924 yılında, hilafetin kaldırılmasından hemen sonra, bu adıma manevî ve fikrî bir teyid mahiyetinde Ali Abdurrazık ‘El İslâm ve Usu’l Hükm/İslâm’da yönetim biçimi’ adlı kitabını yazmıştı. Burada İslâm’ın dünyevî bir tarafı bulunmadığını ve dünyevî ve dolayısıyla siyasî bir düzen vazetmediğini söylüyor. Sadece ruhanî bir din olduğunu ileri sürüyor. Bu iddiasından sonra Ezher âlimleri hak ettiği cevabı vermişler ve âlimiyet rütbesini de elinden almışlardı. Bu mesele fikrî ve nazarî olarak çok tartışıldı. Aslında Ali Abdurrazık’ın bu gerekçeli kararı daha önce hilafetin ilgası sürecinde Adliye Vekili Seyyid Bey tarafından da dile getirilmişti. Daha sonra Ali Abdurrazık’ın kitabından yaklaşık 3 yıl sonra hilafetin ilgasına bir tepki olarak Hasan el Benna, hilafeti yeniden ihya etmek üzere, Müslüman Kardeşler hareketini kurdu. Özünde hilafeti ve İslâm birliğini ihya etmeyi amaçlıyordu. Ve özellikle de 1967 yılından itibaren, Arap dünyasında Nasırizm ve solun kan kaybetmesi veya üst üste hezimetler yaşamasının ardından, İslâmî kesimler yükselişe geçti. Soğuk Savaş sonrasında solun çökmesi de İslâmî kesimin önünü ardına kadar açtı. Lâkin bu defa da SSCB’nin aradan çekilmesiyle İslâmî kesimler ile Batı karşı karşıya geldi. 11 Eylül bunun sembolleştiği andı.
Türkiye cephesine gelince: Özellikle Sincan’daki yürüyen tankları saymazsak, topsuz tüfeksiz harekat olarak da anılabilecek olan 28 Şubat sürecinden sonra, İslâmî kesim yaşadığı fiyasko ile savrulmaya başladı. Bu savrulma aslında Müslümanların 1860 sonrası Hint Altkıtası’ndaki savruluşlarına veya 1924 yılında hilafetin yıkılmasından sonraki fikrî ve içtimaî sarsıntıları hatırlatıyor. İslâmî kesimler büyük bir kavramsal dönüşüm ve gerileme yaşadılar. 1924 sonrasında Seyyid Bey ve Ali Abdurrazık gibi tepki vermeye başladılar. Bugün İslâmî kesimin temayüz etmiş kimi yazarları ‘İslâm’da devlet’ veya ‘hilafet’ gibi meselelere hurafe nazarıyla bakıyorlar ve bunu her mahfilde apaçık bir şekilde seslendiriyorlar. Kimse de ses çıkarmıyor. Bu meselede konjonktürel olarak uygunsuzluk başkadır, bizatihi reddi daha başkadır. Dediklerini ispat sadedinde Osmanlı’nın da laik bir devlet olduğunu ve dolayısıyla geçmişe dönük olarak da İslâm devleti modeli yaşanmadığını söylüyorlar. Peki öyleyse TC veya benzerleri ile Osmanlı arasında hiçbir fark yok mudur? Osmanlı ile Asr-ı Saadet arasında da bazı benzerliklere rağmen, farklılıkların olması gibi. Burada kafa karışıklığı veya kafa konformizmi var. Buradan yola çıkanlar İslâm’ın bir devlet modeli öngörmediğini ve her durumun onun tabiatına uyabileceğini söylüyorlar. Ben de bu tezin yaygın olduğunu müşahade ediyorum.
***
Siyasal İslâm’a muayyen nedenlerden dolayı karşı çıkmak başkadır temelleri reddetmek daha başkadır. İslâm’da muayyen bir devlet anlayışı yoksa Ömer Bin Abdulaziz ile Yezid İbni Muaviye’nin aynı olması iktiza eder. Hilafetle melik-i adudluk veya ceberrutluğun aynı olması iktiza eder. Tabiî ki öyle değil. Siz siyasal İslâm’ı reddettiğinizden dolayı, hilafeti de reddediyorsanız, buna göre Ertuğrul Özkök’ün savunduğu gibi, ‘siyasal İslâm’ın bir malzemesi’ olarak başörtüsünü de reddetmeniz gerekir. Öyleyse, ifrat veya tefrit basamaklarına dayalı olarak temelleri reddetmemizin bir anlamı yok. Bugün maalesef siyasal İslâm bahanesi altında, kimi İslâmcı yazarların Seyyid Bey ve Ali Abdurrezak’nı bendesi ve müridi durumuna düştüklerini mülahaza ediyoruz. Sanki onlar Şeyh Saffet Yetkin’in bugünkü halef ve muakkipleri. Halbuki kayyumiyet makamında olduğu söylenen Şah Veliyyullah Dehlevi hilafet-i raşide’nin (ala menhevi’l nübüvve) ihyasının farz-ı kifaye olduğunu ifade etmektedir. Burada kafa karışıklığına hiçbir mahal yok. İttihad-ı İslâm ise, peygamberlik metodu üzerine hilafetin boyutlarından biri olarak yatay mânâsıdır. Bugün yatay altyapı olmadan dikey üstyapı üzerinde yoğunlaşanlar, iddialarının altında ezildikleri ve kaldıkları için yamuluyorlar. Onların yamulmaları yöntem hatalarının bir sonucudur. Yoksa reddettikleri şeyin tasavvurları gibi olduğundan değil. İkinci Abdulhamid, hilafetin dikey mânâsını temsil ettiği halde, yatay olarak yere sağlam basamadığı için İttihad-ı İslâm politikasına ağırlık vermiştir. Zira, bulunduğu dönemde, Garbın savletini başta türlü defetmek ve püskürtmek kabil değildi. Bugün hilafeti reddedenler, dünyanın başka bir noktaya gittiğini söyleyerek, İttihad-ı İslâm’a da ihtiyaç kalmadığını söylüyorlar. Dolayısıyla Dehlevi’yi reddedenler Bediüzzaman’ı da reddediyorlar. Halbuki İttihad-ı İslâm, sadece Müslümanların değil, bütün dünyanın ihtiyacıdır. Düşmanlarının dahi. Nedenine gelince: Bir ayağı sarkık masada istikrarlı oturmak mümkün değildir. Masadaki bu sarkık ayak, dünya denkleminde, Müslümanların dağınık durumudur. Müslümanlar eğer mukadderatlarına sahip olsalardı, belki de bugün ABD baş aşağıya gidiyor olmayacaktı. Zira Müslümanların bu hali, onlar için de büyük bir tuzaktır. Dün SSCB için olduğu gibi… Müslümanların mukadderatlarına sahip olmaları dünyanın dengesi için vazgeçilmez bir şarttır. Bunu anlamayan başını belâdan belâya sokar.
***
İttihad-ı İslâm, hilafetin yatay mânâsından başka bir şey değildir. Bu anlamda Bediüzzaman’ın çağrısına paralel olarak Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tespiti de geçerlidir. Ama yatay hilafet yoksa, dikey hilafet de yoktur. Temsiliyeti güçlendiren onun dayandığı zemindir. Bediüzzaman da Şah Veliyyuhlah Dehlevi’den asırlar sonra şunları söyleyecektir: “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.
“Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknâdır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan İttihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 67)..”
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Cami tartışmasının başka bir yönü |
|
Almanya’nın önemli şehirlerinden Köln’de yapılmak istenen ‘minareli cami’ büyük bir tartışmaya vesile olmuş. Bazı Alman yöneticiler, 2 bin kişilik cami projesinin “kendilerini kötü hissetmelerine sebep olduklarını” söyleyip, projeye karşı çıkmış.
Tabiî ki Alman toplumunun hepsi böyle düşünmüyor. Orada da camilerin yapılmasına maddî ve manevî destek sağlayan Alman yöneticiler vardır. Bazı Alman yöneticilerin cami aleyhindeki beyanları üzerine değerlendirme yapan “cami cemaati” ise, aşırı tepki gösterip bütün Alman yönetici ve vatandaşlarını bir kefeye koyma yanlışına düşmüşler.
Almanya’da minareli, hatta gündüz vakitlerinde “Ezan-ı Muhammedî” okunan camiler de var. Dolayısı ile, bütün bir Alman toplumunu “cami aleyhtarı” şeklinde görmek ve göstermek doğru olmaz. Ama her toplulukta olduğu gibi, Alman toplumunda da “cami aleyhtarı” bir kitle vardır ve bu da ‘normal’ kabul edilmelidir.
Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, “cami aleyhtarı” kitle, kendilerine göre seslerini duyurabilmek için özel pankart ve afişler de hazırlamışlar. “Cami düşmanlığı”nı hatırlatan afişlerle yürüyüşler de yapılıyormuş. (Sabah, 6 Temmuz 2007)
Bu noktadan itibaren, Müslümanların sorumlulukları akla geliyor. Nasıl ki, İslâmiyet ile ‘terörü’ bir arada düşünenlere fırsat veren ‘dinde hassas, ama muhakeme-i akliyede noksan olan’lar var ise, meydana gelen “cami düşmanlığı”nda da bazı safdillerin sorumluluğu vardır. 3 milyona yakın Müslümanın yaşadığı Almanya’da ve dolayısı ile Avrupa Birliği’nde “güzel örnek”leri çoğaltmak durumundayız. “Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” fiillerimizle ortaya koyabilmiş olsaydık, Köln’de ya da başka bir şehirde cami yapılmasına karşı çıkan bir grup destek bulabilir miydi?
Bu bakımdan, cami yapılmasına karşı çıkan fanatikleri haklı olarak tenkit ederken, onlara bu imkânı, bu fırsatı verenleri de ikaz etmeliyiz. “Barış dini İslâm”ın yanlış anlatılması ve tanıtılması, bu ve benzeri ‘tepki’lere sebep oluyor. Çünkü insan, bilmediği şeye ‘düşman’ olur. Din, İslâm, Müslüman, Kur’ân gibi kavramlar sözkonusu olunca; İslâmı tanımayan Avrupalıların aklına hep olumsuz mesajlar geliyor ve ‘intihar bombacıları’ gibi kavramlarla birlikte bu ifadeler kullanılıyorsa burada Müslümanların da kabahati olabilir.
Küçük örneklerini Türkiye’de de gördüğümüz ve İslâmı gerçek anlamıyla bilmedikleri için ‘düşman’ olduklarını tahmin ettiğimiz kitleler, haliyle Avrupa ve dünyanın başka ülkelerinde daha aktif durumdalar. Yapılması gereken şey, gerek Türkiye’de ve gerekse dünyanın diğer ülkelerinde “doğru İslâm”ı ve “İslâmiyete lâyık doğruluğu” fiillerimizle ortaya koymaktır.
Bu ‘zor’u başardığımız ölçüde kalpler İslâma teslim olmaya devam edecek...
08.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|