Kıt’alar ötesinden mektup
‘O nurlar parlayacaktır’ denilen günlerin üzerinden henüz 50 yıl geçmemişken dünyayı o nur kaplamıştı bile… Küçük bir köyde başlayan ve hapishanelerde süren nurun ışığı, dünyayı kuşatacak denilse belki o zaman çok az kişi inanırdı değil mi? Ama şimdi hiç şüphe yok.
Evet, burası dünyanın en uzak yerlerinden biri ve burada Nurun müştakları toplanmış, bambaşka bir memlekete çalışmak için düştükleri yollarda şimdi hizmet için bulunuyorlar; o nuru daha da parlatmak için..
Diyor ya yazar “Yaşlar ayrı, başlar ayrı”. Evet vatanlar da ayrı, uzakta, bambaşka bir yerde, farklı dünyada, ama aynı cazibeye kapılmış insanlar. Geliş maksatları önceden farklıydı belki ama kalış maksatları artık aynı. Bu nurun halkasını genişletmek, diğer nesillerine de ulaştırmak için çabalamak.
Bu maksatla şimdiye kadar az yol gitmemişler, çok gayret sarf etmişler. Yollarında çok dikenler olmuş ve batmış, ama onlar aldırış etmemiş buna. “Bir azm iman dolu kalplere” girince olmazlar olmuş. “Benim yolumda olanlara ben yardım ederim” sırrına yapışmışlar ve belki dünyanın çok az yerinde başarılan imkânları hizmetin önüne sunmuşlar. “Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir” diyen Üstadları gibi daha iyiyi aramışlar ve arıyorlar…
İnsan buralarda hizmetin başlamasından bu güne kadar gelen serüvenini dinleyince ilk akla gelen şey, Üstadın Barla’da başlattığı hizmet oluyor. Onun etrafında önceleri kimse yoktu ve tek başınaydı. Muhatapları köylüler ve çoğunlukla okuma yazma bilmeyen insanlardı belki. Ve onları muhatap alarak başlattığı hizmette en büyük hizmeti o insanlarla yapıyor ve kısa sürede o insanlardan kahramanlar ordusu ve hizmetin saff-ı evvellerini oluşturuyor. Anlıyoruz ki, önemli olan insanların karşısına doğru hakikatlerle çıkabilmek.
Evet bu zamanda en doğru hakikat Risâle-i Nur’u hayatının birinci gayesi yapanlar, şimdi hem kendi evlâtlarını, hem de torunlarını o Nurun etrafında bir cemaat bilinci içerisinde topluyorlar. Vatanlarını bırakıp gelmiş bu insanlar dünyanın en medenî ülkelerinden birinde İslâm kimliğini kaybetmeyerek daha da kuvvetlendirerek diğer Türklere ve milletlere de nokta-i istinad olmuşlar. Çünkü tehlike büyük. Sadece Avrupa medeniyet anlayışı ile karşılaşan bir çok Türk ve Müslüman onun içinde boğuluyor ve hem dünyasını, hem ahiretini karartıyor. Bu en büyük tehlikeye karşı kemiyeten az, keyfiyeten çok insanlar duruyor. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” sırrınca çok çalışıp maddî ve manevî say ve gayretle bu günlere geliniyor.
Evet bugün burada bulunan Melbourne Yeni Asya Nur Cemaati sanki bir yüksek okulun birimleri gibi tasnif edilmiş durumda. En küçükten en büyüğe kadar herkes Nura bir talebe olma şuuruna varmış. Hayatlarının birinci hedefi en büyük dâvâyı kazanabilme maksadı ile zamanlarını tanzim etmiş, şuurlu ve inançlı bir kalabalık.
Sizlere şimdi bu gruplardan kısaca bahsedelim.
En küçükler, ama en büyük ruhlular. Henüz yeni okula başlamışlar, fakat tatil günlerini medresede geçirmek, iman hakikatlerini, Peygamberini, sünneti ve Nur Dedelerini öğrenmek için sanki bir kelebek gibi kanat çırpıyorlar. Onların o gayreti, istekleri, ölmüş ruhları bile canlandıracak mahiyette. Onları bir defa bile izlemek bin sinema levhasını izlemekten daha lezzetli.
Onların büyük ablaları da var. Hepsi hafta içi okullarına gidiyor belki, ama hafta sonu nur okullarını hiç ihmal etmiyorlar. Kur’ânî ve imanî derslerin yanında ilmihal, Türkçe dil eğitimi derslerine de devam ediyorlar. Risâle-i Nur’un misâllerini ve hakikatlerinin birçoğunu şimdiden ezber etmiş durumdalar. Onların bazı kelimeleri söylerken dilleri dönmese de öğrenmek konusunda isteklerini hiçbir zaman kaybetmiyorlar. Her kesimden ailelerin çocuklarının katıldığı yatılı programda hem eğlenerek, hem öğrenerek bir günlük geçirilen süre onlar için geleceklerinin bir çekirdeği hükmünde olacak inşallah.
Daha bir üst sınıfta ise lise ve üniversite çağındaki genç kızların her Cumartesi yatılı programı var. En başta iman hakikatlerini ve İslâmın esaslarını öğrenip hayata geçirmek için çalışıyorlar. Önlerinde bulunan tek sınavın okul sınavları olmadığını, en büyük sınavın imanı kazanıp kazanmama dâvâsı olduğunu ve bu dâvânın da en büyük avukatının Risâle-i Nur olduğu şuurunu kazanmışlar. Yaşıtları belki bambaşka yerlerde olmasına rağmen nefis ve heveslerinin galeyanda olduğu zamanda onlar ihtiyarlarını hayır tercihinde kullanıyorlar. Asıl dünyaya gelme maksatlarının Allah’a kul olma şuuruna ermişler. En büyük imtihanda bulunduklarının farkına varmışlar. Belki çok gençler, ama hedefleri büyük ufukları geniş. Bu dâvâyı, bu hizmetin bayrağını onlar taşıyacaklarını ve daha iyiye nasıl yükselteceklerinin hesabını yapıyorlar. Evet onları görünce insanın aklına ‘En hayırlı genç odur ki…’ diye başlayan Efendimizin (asm) hadisi geliyor.
Ama burada gözümüze çarpan ve bizi hayran bırakan bir durum da bu grupların ailelerinin gayret ve isteği ve yaptıkları fedakârlıkları. Evlâtlarının her hafta uzak yakın, yağmur, soğuk demeden iman hizmeti alabilmeleri için maddî, manevî hizmetkâr olmuş aileler. Evlatlarının kaybolmaması ve iyi bir dinî eğitim alabilmeleri onların birinci hedefi olmuş. Kendileri bazı hakikatleri yapamasalar bile evlâtlarının bunları kazanabilmeleri için çabalıyorlar. Bu yaşananlar gerçekten takdire şayan.
Ve gerçekten yaşadığımız ve şahit olduğumuz bu hizmet ortamı bize 23. Söz’de geçen dışı sakin ve sönük, ama içi şenlik olan sarayı hatırlattı. Burada da aynı o sarayın ahalisi gibi her bir daire kendine uygun bir hizmetle meşgul. Genç hanımlar da o hizmet dairelerinden birini oluşturuyor. Ve onlar sayıca da bir hayli var. Bazıları burada doğup büyüyenlerden, birinci kuşaktan yani. Bazıları da gelin olarak gelmişler. Ayrı kültürlerde yetişmişler belki, ama bu ayrılıkta bir gayrılık yok. Çünkü nur hizmeti öyle imtizaç ettirmiş ki onları, her biri yıllardır dostmuşçasına samimî, gayretli ve ihlâslı.
Onlarla ilk bir araya geldiğimizde şahit olduğumuz, samimiyet, güleryüz, öğrenme isteği ve gayreti oldu. Bu güzel mizaçlar, bir de kabiliyetleri ve şahsî çalışmaları ile birleşince çok kısa sürede çok mesafe alınıyor. Yapılan çalışmalı derslerde anlama ve anlatma kabiliyetleri her geçen gün artarak devam ediyor. Ama onlar asla bu kadarı ile yetinmiyorlar. “Şahsî okuması olmayanın hizmeti tam olmaz” (Z. Gündüzalp) sırrıyla şahsî okumada da çok hassasiyet gösteriyorlar.
Samimiyetin de kerâmeti olduğu için sanki bu kerâmet, Risâle-i Nur’u okuma ve anlama konusunda gerçekleşiyor burada. Çünkü dil konusunda İngilizce’nin hâkim olması baştan dezavantaj olsa da bu arzu ve say ile çoktan aşılmış durumda. Risâle-i Nur’un dilinin ileride hâkim olacağı sırrı da burada yavaş yavaş görünmeye başlıyor.
Şimdi geldik saff-ı evvellere. Evet onlar bu hanımların hizmetini başlatan ve devam ettirmek için çalışan fedakârlar ordusu ve şefkat kahramanları. Onlar şimdiki nesil kadar şanslı değillermiş. Buraya geldiklerinde Türk ve Müslüman yok denecek kadar azmış. Risâle-i Nur’u bilen şuurlu hanımlar etraflarında olmamış. Kendileri de zaten Türkiye’nin din eğitiminden yoksun olmasından dolayı bir çok konudan habersizlermiş. Ama eşlerinin şuuru ve gayreti, onların da istekleri ile birleşince bütün menfî durumlar birden müsbet hale dönüşmüş. Açlığın hazma verdiği kuvvet gibi onlar da sarılmışlar hakikatlere. Ve hakikatler de o istek ve gayretle onlara nur cemâlini göstermiş. Gelinlerine, damatlarına, evlâtlarına, torunlarına, bu hizmeti lisan- ı hâl ve kal diliyle anlatmışlar. Fıtratı müteheyyic olan bu hanımlar da lezzeti say ve gayrette bulmuşlar. Kemiyeten az iken şimdi hem kemiyeten, hem keyfiyeten artmışlar, büyümüşler. Onlar asıl azimet ve takvayı anlatmaya çalışıyorlar şimdi. Risâle-i Nur’u hayata geçirmek için çabalıyorlar. Derslerin müdavimleri. Hayatlarını ders saat ve günlerine göre tanzim ediyorlar. Öğrenme ve paylaşmada çok heyecanlılar. Şahsî okumalarını da en önce bitirenler onlar. Başka bir yerden buraya gelirseniz hiç endişe duymayın. Çünkü onların öyle samimî ve sevecen halleri var ki, iki gün sonra kırk yıllık dostmuş gibi olursunuz. Her ne kadar başka kıt’ada ve kürede olsanız da—bir de Kutlular Ağabeyin ifadesiyle daha ötesi ahiret dese de—kendinizi Türkiye’nin bir mahallesinde hissedersiniz. Onları böyle yapan sır ne acaba diye düşününce ‘Allah için seviniz, Allah için olunuz’ sırrının tecellîsini ve kerâmetini görürsünüz. Ve bulundukları mekânı kendi evleri gibi görüp bakmaları, her birinin sahiplik duygusu ve sorumluluğu bizlere örnek oluyor.
Her hizmetin bir de mekâna ihtiyacı var. Mekânlar, evler, binalar tek başına hizmet etmese de hizmet etmek için bir yere ihtiyaç duyuluyor. Özellikle de biz Türkiye’de bu ihtiyacı yaşamış ve biraz da sıkıntısını çekmiş olduğumuzdan mıdır bilmiyoruz, ama burada Melbourne’de bulunan ve hizmetimize ait olan bu yeri görünce gerçekten hayran olduk. Yirmi bin metrekarelik bir alanda kurulu ve her ihtiyaca cevap veren tesisleri ile düşünülmüş büyük bir merkez burası. Merkez diyorum çünkü diğer Müslümanlar içinde burada bir nokta-i istinad oluşturuyor. Camisi ve konferans salonu, kütüphanesi, sohbet salonları ve bahçesi, oyun alanları ile donanmış bir kültür merkezi. Tabiî ki ufku ve bakış açısı geniş, geleceği görebilen ağabeyler şimdiden daha bir çok projelerin temelini atmak için çaba sarf ediyorlar. Her yaş düzeyinde bulunan hanım ve erkekler için düşünülen fikirler bunlar. Bu projeler neler mi?
Yüzme havuzları, sinema salonu, spor tesisleri, piknik alanları…
Cenâb-ı Hak nimete şükredenlere ve imkânlarını onun yolunda harcayanlara daha da fazlasını nasib ediyor ki, çok küçük ve eski yerlerden gayret ve istekle milyonlarca dolarlık tesislere hizmet adına sahip olabilmek çok büyük sürur olsa gerek.
Takdir-i Hüda’nın maddî güçle değil kalbî güçle ve ihlâsla dönebileceği hakkalyakîn tecellî ediyor. Refik olmanın Allah için olması gerekliliğinin şuuruyla yapılan bu hizmetlerde Fatih’in eğitim disiplinini kendine şiâr ederek hareket eden bu insanların bu inancı, azmi ve ihlâsının artarak devam etmesi duâlarımızla…
|