|
|
Abdil YILDIRIM |
Mi’rac yolculuğu: Namaz |
|
Namaz da bir gitmektir. Dünyaya ait emellerden, bir türlü kurtulamadığımız elemlerden, ruhumuzdaki kalabalıklardan, kalbimizdeki karanlıklardan uzaklaşmak, nur ikliminde huzura yolculuk yapmaktır. Namaz, Mi’rac’ın merdivenlerinde basamak basamak yükselmek, huzur-u İlâhîye varmaktır.
Namaz, mukaddes bir yolculuktur. Yüce bir Sultan’ın dâvetine icabet etmek üzere yola çıkmaktır. Bu dâveti canımıza minnet bilip, aşk ve şevk ile O’na doğru koşmaktır. Elimizi kaldırıp “Allahüekber” diye tekbir alırken, dünyayı ve içindekileri elimizin tersi ile ittiğimizi, onlardan çok daha hayırlı olan bir yola ittibâ ettiğimizi âleme ilân etmektir. Cenâb-ı Hak’kın sevgilisi, Âlemlerin Efendisi olan Şanlı Nebî’nin (asm) peşine düşüp, onu takip etmek, eteğine yapışıp şefaatini talep etmektir.
Bu yolculukta herkes kendi kabiliyeti, ihlâsı ve takvası kadar yol alabilir. Kimisi merdivenin birinci basamağında kalır, kimisi daha yükseklere doğru yol alır, kimisi de kendini Rabbinin huzurunda bulur. Bu yolculuğu engelleyen ve ağırlaştıran sebeplerden kurtuldukça, daha yükseklere doğru yol almak mümkün olmaktadır. Yani, nefsinden ve dünyadan en çok uzaklaşanlar, Rabbine en çok yaklaşanlardır. İnsan kıyamda tâzim ile durup, tevazu ile rükûya eğildikçe yükselir. Secdeye kapandığı zaman ise, Sidre-i Müntehâ’ya giden yol önüne açılır. Yaptığı tesbihatın her kelimesi ile bir basamak daha yükselmiş, bir miktar daha yol almış olur.
Namaz Mi’rac’a doğru bir yolculuktur dedik. Tıpkı, bir incir çekirdeğinin incir olmaya doğru giden yolculuğu gibidir. Nokta kadar olan bir çekirdek içinde bir incir ağacı ve dallarında da binlerce meyvesi var desek, her halde doğru söylemiş oluruz. Hiç kimse, “Hayır böyle bir şey mümkün değil” diyemez. Ama çekirdekten meyveye doğru giden yolun da çeşitli aşamaları vardır. Önce topraktan başını çıkartıp filizlenecek, sonra fidan, ağaç ve dal olacak. Daha sonra çiçeklerle ve yapraklarla donanıp meyveye duracak. İşte bizim namazlarımız da bu aşamalar gibidir. Ne kadar itina ve ihlâsla kılarsak, o kadar fazla yol kat ederiz. Yani niyetimizdeki namaz çekirdeği, amel ve ihlâsımız nispetinde neşv ü nema bulacaktır. Namazın dereceleri de, çekirdekten meyveye kadar mertebeler taşımaktadır. Her derece ve mertebe ise, Mi’rac yolculuğunun bir etabını teşkil etmektedir. Öyleyse, namazımızdaki huzur ve huşû eksik olsa da, hissemizi almış olacağımızdan, “Acaba namazım kabul oldu mu?” diye şüphe duymaya ve vesveseye düşmeye gerek yoktur.
“Hayırlı işlerde muzır mâniler çok” olduğu gibi, namaz esnasındaki Mi’rac yolculuğumuzda da karşımıza bir çok engeller çıkar. Biz huzur ve huşû içinde secdeye kapanmak isterken, yarım kalan bir işimiz, kapanmayan bir borcumuz, gideremediğimiz bir ihtiyacımız gözümüzün önüne geliverir.
Rabbimize en yakın olacağımız bir anda, bizi oradan uzaklaştırıp, dünya işlerinin bitmeyen telâşı içinde oyalamaya çalışır. Ama nasıl bir yolda, kimin huzuruna doğru bir yolculuk yapmakta olduğumuzu aklımızdan çıkarmazsak, bu yola çıkarken, dünyayı ve içindekileri arkamızda bıraktığımızı hatırlarsak, bütün engelleri kolayca aşar, mukaddes yolculuğumuza devam ederiz.
Namazda iken, Mirac’a doğru bir yolculuk yapmakta olduğumuzu düşünmek ne güzel bir duygudur. Bu şuur içinde ibadet etmeyi ve ettiğimiz ibadetlerin kabul edilmesini Rabb-i Rahim’imizden niyaz ediyorum.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Uslanmaz Bilderbergciler |
|
28 Şubat sürecinden sonra Hasan Cemal’in deyimiyle Türkiye dipsiz kuyuya düşünce birileri ve özellikle yazarlar tevbe etmişlerdi. 27 Nisan’da refleksleri yeniden nüksetti ve tevbelerini bozdular.
Yalamalar tevbe etse ne olur, etmese ne olur! Tevbeleri dikiş tutmuyor. Bunlara uslanmazlar desek yeridir. Bu sürekli tevbe bozanlardan birisi de Karanlıklar Prensi Richard Perle. Zaten sık sık ülkemizi ziyaret eden ve ‘Türkiye bizden sorulur’ havalarında gezen Richard Perle, Bilderberg toplantısı sebebiyle yine ülkemize uğradı. Bilindiği gibi Avni Özgürel’in Zincirbozan filmine göre 12 Eylül darbesinin arkasında bu karanlık adam vardı. Irak’ın işgalinin mimarlığını da Wolfowitz’le birlikte o yaptı. Bir de Triumvira’nın üçüncü ayağı olan Douglas Feith’i saymazsak... İçlerinde en kıt zekâlısı o olsa gerek. Dalton Neoconların Avarel’i de oydu. Bundan dolayı en erken o gitti. Sonra Wolfowitz’in zekâsının keskinliğini de Dünya Bankası sınavı sırasında gördük. Aman ne zekiymiş! Galiba Bush gibi bunlar toptan kıt zekâlılar. Zira temsil ettikleri Neocon ideolojisiyle zekâvet birarada gitmez. Onların ideolojisiyle birlikte zekâ birarada barınamaz. Birbirini iterler. Demekki bunların hepsi moron. Ve Perle ile birlikte Bilderberg toplantısı için ülkemize gelmesi beklenen Wolfowitz de Dünya Bankası’nı çiftliği gibi yönetmeye kalkınca altı pirelendi ve kendisini kurumun başından attı. Ve suçu basına yükledi. ‘Beni yıkan basın oldu’ dedi.
Aynı şeyleri yapsa da içlerinde en zekisi Kissinger. Kendisini gizlemesini beceriyor. Karda gider izini belli etmez. Bakın Richard Perle aylar öncesinde pişman olduğunu duyurmuştu. Ama şimdi yine kırık plağa geri döndü. Kısmî yenilenme seçimleri arefesinde Vanity Fair dergisine konuşan eski Pentagon danışmanı Richard Perle ile birlikte Michael Rubin ve Bush’un eski konuşma yazarı David Frum şu yorumu yapmıştı: “Irak’ta gördüğümüz şiddetin boyutu gerçekten korku verici. Kötülüğün bu boyuta ulaşacağımı tahmin edemedik. Bugün bulunduğumuz noktayı görebilseydik Saddam tehdidine karşı başka stratejiler düşünmeyi önerirdik. Ancak bir sorumlu aranacaksa bu Başkan Bush olmalıdır... ”
***
Bakın bu pişmanlık üzerinden henüz bir yıl geçmemiş. Adam, The Guardian gazetesine ‘Pişman olacak bir şey yapmadım ki’ diyor. Pes doğrusu. Bu adamlar resmen nifak içinde. Wolfowitz skandal ayyuka çıkmasına rağmen istifa etmemek için sonuna kadar direnmişti. Adeta koltuğuna mıhlanmıştı. Bunlar atanmış adamlar. Yüzsüzler ve pişkinler. Meşrû yoldan gelmedikleri gibi meşrû yoldan da gitmesini bilmiyorlar. Ve Bilderberg gediklileri arasında bu ayıplı kadro var. Dünyanın dengesini bozanlar bunlar. Ve şimdi İstanbul’da İran’a muhtemel bir darbenin veya pazarlığın yollarını müzakere ediyorlar. Hiç pişmanlık duymayan ama Amerika’yı sendelettiklerinde geri adım atar gibi gözüken Perle şimdi de gider ayak Bush’un İran’ı vurmasını istiyor. İran’ın vurulmasının ahlakî normlara ters olmadığını söylüyor. Tam tersine Irak’ın vurulmasına karşı çıkanları ‘ahlâksızlar’ diye tanımlamıştı.
Bereket İran konusunda o kadar keskin konuşmuyor. Bush gibi bir maşayı zor bulurlar. Varken bir kereye mahsus daha kullansınlar. Ama İran’a yönelttikleri suçlamayı aynen kendileri Irak’ta yapıyorlar. Sözgelimi İran’ın Kaide de olmak üzere Şii milislerini silâhlandırdığını iddia ediyorlar. Hatta bazı gazetelere göre İran şimdi Taliban’ı bile dolaylı olarak silâhlandırıyor. Bunlar İran’ın yöntemlerine yabancı şeyler değil. İran, milletvekili Ahmet Tavakoli’nin de dediği gibi yapar. “İmam Humeyni’nin dediği gibi Amerika Büyük Şeytan’dır. Buna karşın eğer yararlıysa ve şartlar gerektiriyorsa insan şeytanla da konuşabilmeli...”
Müzakerenin sonunda işbirliği yoksa niye konuşsun? İran’ın fotoğrafı bu. Lakin İran Şii milisleri silâhlandırıyorsa Amerikan güçleri de PKK gibi yasadışı ve terörist örgütlere aynı muameleyi yapmıyor mu? Demek ki sistem ayrı, yöntem aynı. Ve ABD bunu her yerde yapıyor. Sözgelimi, SPLA adıyla bilinen Güney Sudan Ordusunu’nu da tepeden tırnağa kadar silâhlandırdığı ve neredeyse Sudan ordusuna eşit imkânlara sahip kıldığı söyleniyor.
***
Perle, Vanity Fair’e yaptığı tevbeyi bozarak bütün suçun Tommy Franks’da olduğunu söylüyor. O savaş sonrasını kötü idare etmiş. Moron suçlamasından da sahasını aklayarak bu suçlamayı aynen Franks’a yıkıyor.
Gelelim İstanbul toplantısına. Gazetecilerden Cengiz Çandar ile Mehmet Ali Birand’ın katılacakları ifade ediliyor. Yine geçen yıl bir sürprize konu olan Fehmi Koru’nun da katılımcılardan olduğu yazıldı. Ancak bazı gazetelere göre Koru bu yıl imtina etmiş. Bu hususta April Yayınları’ndan çıkan ‘Klüp Bilderberg’ adıyla yayınlanan kitabın sahibi Kanadalı gazeteci Daniel Estulin diyor ki; “Eğer umut vaat eden yeni bir muhalefet ya da cumhurbaşkanı adayınız varsa, mutlaka orada olacaktır!”
Ona göre, geçen yıl sürpriz biçimde davet edilen Fehmi Koru, yine davetli, ama sadece örgüt için vitrin makyajı! Erol Bilbilik ve Daniel Estulin’in tespitleri aynı. O halde, Fehmi Koru, Bilderberg toplantısına ‘zurnanın son deliği’ olmamak için mi katılmadı dersiniz? Yoksa Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’la aynı seviyede kabul mü görmedi? Her neyse o dehlizleri onlar daha iyi biliyor.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Her okula iki mescid! |
|
Okullarda ‘bir’ mescid bile yokken, ‘Her okula iki mescid’ de nereden çıktı diyenler olabilir. Malûm, bir kısım medya, ‘namaz ve mescid’ denince yüksek perdeden itiraz ediyor. Sanki namaz kılmak ‘suç’muş şeklinde yayın yapıyorlar. Türkiye ve dünya gerçeklerine uymayan bu tavır, medyanın millet nezdinde itibar kaybına da sebep oluyor.
Namaz ve mescid, dünkü bazı gazetelerin de birinci gündem maddesiydi. Neymiş, İstanbul’daki bir lisenin ‘bodrumu’nda mescid varmış ve kız öğrenciler burada namaz kılıyorlarmış. Kızının ‘hal ve gidişi’nden şüphelenen bir ‘veli’ iz sürmüş ve mescidi ortaya çıkarmış!
Medya, ‘okulda mescid olur mu?’ havasında. Niçin olmasın? Bu okullardaki öğrenciler “Din dersi”nde namaz kılmanın “farz” olduğunu öğreniyor mu? Peki, Müslüman bir öğrencinin inandığı dinin gereğini yerine getirmek istemesi niçin ‘suç’ olsun? Üstelik namaz, ‘dinin direği’dir. Dolayısı ile namaza ne kadar önem verilse yeridir. Her hangi bir yerde, hele hele okulda namaz kılmanın ‘suç’ olması mümkün değildir. Ayıp olan, okullarımızda birer adet mescidin olmayışıdır.
Gazetelere yansıyan haberlere göre ‘idareci’lerden biri “Okul ibadet yeri değildir ve namaz kılmak yasaktır” demiş. (Vatan, 31 Mayıs 2007) Eğer bu haber doğru ise, bu sözü sarfeden idareci Türkiye’yi tanımıyor demektir ve çok yanlış bir ‘fetva’ vermiştir. Böyle bir beyanat verildi ise, asıl üzücü ve tehlikeli olan budur. Nasıl olur da, okulda namaz kılmak yasak olabilir?
Namaz kılan öğrencileri bahane edip, Türkiye’nin huzurunu kaçırmak isteyenler; okullarda yaşanan çirkinliklerin artmasını mı istiyorlar? Bir yandan “Okullarda huzur kalmadı, sigara-içki içme yaşı ilkokul seviyelerine kadar düştü, uyuşturucu kullananlar çoğalıyor” demek; öte yandan da namaz kılanlardan şikâyetçi olmak mümkün müdür?
Üstelik namaz kılanlara karşı çıkılan yer, “Müslüman Türkiye” olunca insan biraz daha garip karşılıyor. Dünya, namaz kılmak isteyenlere kapılarını açarken, bizim aksini yapmamız kabul edilebilir mi?
Tabiî ki namaz ve mescid tartışmaları bugünün meselesi değil. Yıllar önceye dayanan bir yaklaşım sözkonusu. Türkiye gibi “Müslüman bir ülke”de değil, ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan her hangi bir ülkede bile böyle bir haber yapılsa, tepki gösterilir. Çünkü Avrupalı böyle bir durumda, hadiseye ‘inanç hürriyeti’ cephesinden bakar ve namaz kılmak isteyenler için müsait bir yer hazırlar. Nitekim, daha önce Yeni Asya’da yer aldığı gibi; Almanya’da bir üniversitede sadece bir öğrencinin talebi üzerine bir anlamda ‘kişiye özel mescid’ açılmıştır. Hem de bu talep, 11 Eylül 2001 tarihinden sonra gerçekleşmiş ve bütün olumsuz havaya rağmen, üniversitenin ‘dekan’ı bir kişinin talebini haklı görüp, namaz kılabileceği bir yer göstermiştir. (İlgili haber 13 Ocak 2002 tarihli Yeni Asya’da yayınlandı.)
Bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Bakınız, kamuoyunda; “Aileler, çocuklarına başörtüsü taksın diye baskı yapıyor” şeklinde propaganda yapanlar oluyor. Bu haber gösteriyor ki, asıl baskı; “başörtüsü takmasın, namaz kılmasın” diye yapılıyor. Çünkü ilgili haberde, “Kızlarındaki değişikliği gören anne G.K., okulda namaz kılındığını öğrendi. Gizli kamera ile okula girmeyi başaran anne, öğrencilerin bodrum katta toplu namaz kıldığını görüntüledi” deniliyor. (agg) Bu ne demek? “Bir anne-baba, kızının tesettürü tercih etmesinden ve namaz kılmasından rahatsız oldu, bunu önlemek için de elinden geleni yaptı.” Demek ki asıl ‘baskı’ “başını ört” diye değil, “başını aç, namaz kılma” şeklinde yapılıyor.
Söylenecek çok şey var, ama özetleyelim: Öğrencilerin her hangi bir okulda namaz kılması ‘suç’ değil. Çare, her okula en az bir mescid, (iki ayrı mescit olması tercih sebebidir!) açılmalıdır. Namaza, başörtüsüne, mescide ‘suç’ bulanlar, Türkiye ve dünya gerçekleriyle yüz yüze kalır ve kesin ‘mağlup’ olur. Tarih bunun şahididir.
Her okula bir mescid açılırsa, öğrenciler ‘bodrum’larda namaz kılmak mecburiyetinde kalmaz. Cesur sivil toplum kuruluşları bu konuda bir kampanya açmalı ve kamuoyu bilgilendirilmelidir. Doğruları savunmaya devam...
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Seçim havası niye yok? |
|
İktidar partisinin aylarca direndikten, hattâ bir ara erken seçim taleplerini “vatan hainliği” olarak niteledikten sonra, son gelişmeler üzerine mecbur kalarak Meclise getirip muhalefetin de desteğiyle karar çıkardığı seçimin yapılacağı güne, bugün itibarıyla sadece 50 gün var.
Ama bakıyoruz, 22 Temmuz tarihinin kesinleştiği andan itibaren sür’atle seçim takvimini belirleyip ilân eden ve bu takvim çerçevesinde çalışmalarını sürdüren Yüksek Seçim Kurulu dışında, seçim havasına kimse girebilmiş değil.
Bilhassa, seçimle birinci dereceden ilgili olmaları gereken siyasî partilerde hiç o hava yok.
Ve bunun iç içe geçmiş değişik sebepleri var.
Bunların başında, “baskın seçim”e dönüşen seçim kararının, özellikle iddia sahibi partilerin iki ayağını bir papuca sokmuş olması geliyor.
En başta AKP, iş işten geçtikten sonra akıl ettiği cumhurbaşkanını halka seçtirme dahil bazı düzenlemeleri Meclis tatile girmeden sonuçlandırma telâşıyla 22 Temmuz’a yoğunlaşamadı.
Bu telâşın, “İki sandık olacak mı, olmayacak mı?” sualiyle dile getirilen istifham başta olmak üzere bir dizi belirsizliği gündeme taşıması ve dahası, AKP’nin anayasa paketindeki ısrarının yeni gerginliklere yol açacağı endişeleri, seçime yönelik hazırlıkların ciddî anlamda önünü kesti.
“AKP kapatılacak mı?” söylentilerinin yol açtığı tedirginlik alttan alta işlerken, Kuzey Irak operasyonuyla ilgili spekülasyonların tırmandırılması ise 22 Temmuz’da seçimin yapılamayabileceği gibi bir tereddüdü de güçlendiriyor.
Buna, 4 Haziran’da aday listelerinin kesinleşmesinden sonra, listelere giremeyen küskün milletvekillerinin isyanı gibi, evvelki seçimlerden alışık ve aşina olduğumuz atraksiyonlar da eklenirse sürpriz olmaz.
Öte yandan, muhalefet cenahındaki birleşme ve seçim işbirliği çalışmaları da, şu âna kadar seçim havasına girmelerine engel olan bir başka faktör. Nitekim DYP ve ANAP’ın öncelikli gündemi, DP çatısı altında birleşme muamelelerini tamamlamak. CHP ve DSP ise seçim işbirliği gibi daha pratik bir yöntemde anlaştıkları ve SHP de bu işbirliğine destek amacıyla seçime girmeme kararı aldığı için şimdilik daha rahat ve havaya daha hızlı girmiş görünüyorlar.
Ama yine de genel tablo, seçimin birinci derecedeki aktörleri konumunda bulunan partilerin hâlâ seçim havasına giremedikleri yönünde.
AKP’nin Sivas ve CHP-DSP’nin Mersin mitingleri, belki yavaş yavaş havanın ısınmaya başlayacağının işaretleri olabilir. Ama belirsizliklerin hâlâ kalkmamış olması, ciddî bir siyasî hareketlenmenin önünü kesmeye devam ediyor.
Partilerin durumu bu olunca, seçim gibi en kritik bir konuda dahi mâlûm sebeplerden kaynaklanan tutukluk aşılamayınca, medya ve kamuoyu da bir türlü seçim atmosferine giremiyor.
Bakalım, önümüzdeki günlerde bu tutukluk aşılabilecek ve partiler 22 Temmuz’a konsantre olup seçim kampanyaları için start vererek gerçek bir demokratik yarışı başlatabilecekler mi?
27 Nisan’dan bu yana yaşananlar, böyle bir yarışı çok zorlaştıran tortu ve izler bıraktı. Bunların temizlenmesi, siyasetin bu yarışa demokrasi ortak paydasında dayanışmayı esas alan ve demokratik işleyişe her türlü müdahaleyi reddeden bir anlayışla girmesini gerekli kılıyor.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Namazı suç sayan zihniyet! |
|
Önceki gece, geç saatlerde ekrana bir görüntü geldi.
Sinirlerim alt üst oldu!
Program yapımcı ve kanalına “iyi niyet dilekleri”mi sundum.
Haber Özel’i (Show TV) öteden beridir takip ederim. Bazı gündem oluşturan “dosya”ları çarpıcı görüntü ve sunumuyla aktardığı için, bu sütunlardan övdüm. Olumlu eleştirilerimi aktardım.
Meselâ:
Diyarbakır’ın Bağlar beldesinde bir otobüs durağında patlayan bombanın medyaya yansıyan görüntüleri “haber”di.
Meselâ:
Doğu Bloku ülkeleri vatandaşlarını pasaportlarıyla beraber satan fuhuş çetesini ekrana getirmesi “haber”di.
Meselâ:
“Kapıdan pazarlamacı”ların kurnazlığını, otomobil kampanyası düzenleyen sahtekarların görüntüleri “haber”di.
Zaten bu yüzden değil mi ki;
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından radyo ve televizyon dalında göstermiş olduğu başarısından dolayı “Tüketici Hakları Ödülü”nü “Haber Özel” aldı.
Peki, Bağcılar Lisesi’ndeki okuyan talebelerin okul mescidinde kıldığı namaz görüntüleri “haber” mi?
Nedir sahi?
Görüntüleri ekrana getirdikten sonra İstanbul Millî Eğitim Müdürü Ata Özer’i apar topar stüdyoya sokarak “bu görüntüleri” analiz ettirmek neyin nesi?
Program sunucusu Gökhan Bektaş acaba, Ata Özer’e “Youtube”de yayınlanan ve başka başka “lise”lilerin “müstehcen şakaları”nı yorumlatmayı hiç düşündü mü?
Turhan, okullarda artan şiddet, aşk cinayetleri, fuhuş ve uyuşturucu gibi dört başı mamur tehlikeleri, sayın İl Millî Eğitim Müdürüne sormayı hiç akıl etti mi?
Bunun nesi “haber?”
Bu düpedüz “provokasyon!”
Program sunucusu Gökhan Bektaş’ı “kınıyorum.”
Ayrıca Show TV’yi böylesine “bayağı, adi” bir haberi ekrana getirdiği için “kınıyorum.”
Dünyanın hangi Müslüman ülkesinde “insanlar namaz kılıyor” diye “suç”lanıyor?
Böyle birşey var mı?
Namaz gibi İslamiyetin beş temel esasını oluşturan ibadete hangi “dil” uzanır?
Neymiş efendim:
“Ele aldığı konuları büyük bir titizlikle ekrana getirir...”miş.
Haydi canım sende!
Efendim “iyi niyet dileklerini” sunmak isteyen varsa, hemen telefonlarını veriyorum:
Haber Özel İhbar Telefonları:
(0212) 355 05 24-25-26-27
Bir dipnot:
Telefonlar “meşgul” çıkabilir. Ya fişini çekmişlerdir. Yahut böyle bir telefon kayıtlı değil. Bilginize.
HUZUR LİGİ
The Economist, “Dünya Huzur Ligi” araştırması yayınlamış.
121 ülke arasında en huzurlu yaşayan Norveç.
Ya Türkiye?
Listede 92’inci sırada yer almışız.
Ne diyordu Ferdi Tayfur:
“Huzurum kalmadı, fani dünyada!”
Sık sık “irtica paranoyası” yapılan bir ülkede ne huzur kalır, ne de sükûn!
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Günümüz demokrasi anlayışı |
|
Günümüz demokrasisi “Anayasal demokrasi” veya “Liberal demokrasi” şeklinde ifade edilebilir. Demokrasi iki bin yıldır tecrübe edilmesine rağmen 17. asırdan sonra liberalizmle beraber yeni bir ivme kazanmıştır. Liberalizmin demokrasiye getirdiği yenilikle, devlet ekonomiye ve özgürlüklere karışmadığı bir siyasal form olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Liberalizm o derce geniş bir yelpazeye hükmetmeye başlamıştır ki, demokrasiyi de içine almış ve “Liberal demokrasi” olarak anılmaya başlamıştır.
Liberal demokrasi ekonomiye son derece özgürlük vermesi ve sermaye sahiplerini koruması ile olumsuz bir takım tenkitlere hedef olmuştur. Serbest piyasa ekonomisini merkeze alan boyutu ile liberalizm sanayi devrimi ile vahşî kapitalizme ve insanların sefaletine kayıtsız kalan bir devlet sistemini çağrıştırdığından “Hürriyetçi demokrasi”, “Çoğulcu demokrasi” kavramları ile yeniden yorumlanmaya ihtiyaç duymuştur. Bir kısım düşünürler tarafından da “Anayasal Demokrasi”1 fikri ortaya atılmıştır.
Anayasa, devletin temel yapısını ve örgütlenmiş biçimini belirleyerek devlet yönetimini ve işleyişini düzenleyen kurallar bütünüdür.2 Yani Anayasa devlette uygulanan siyasal sistemin niteliğini ifade eder. Yine Anayasa, devletin yapısı yanında vatandaşların hak ve hürriyetlerinin temel tasarımı şeklinde kabul edilebilir. Anayasa kavramından doğan “Anayasacılık” düşüncesi devletin yetkilerini sınırlandırdığı gibi “kuvvetler ayrılığını” da düzenler. Ayrıca iktidarı da hukuk yoluyla sınırlandırılmasına hizmet eder. Böylece Anayasa “Hukuk Devleti” ve “Hukukun Üstünlüğü” ilkesinin işlerliğini hayata geçirir. Yapılan Anayasaların halkoyu ile yürürlüğe girmesi de “Anayasa”ya meşruluk kazandırarak bir “Halk Sözleşmesi” niteliğini kazandırır.
Anayasacılığın temel amacı bireyin hürriyetini tesis etme adına iktidarı ve devletin gücünü sınırlandırmak, hukukun üstünlüğünü tesis ve keyfî yönetimi hukuksal yönetim biçimi ile değiştirmektir. Anayasal sistemlerde “Yasa”lar özgürlükleri düzenleyecek şekilde yapılabildiği gibi, sınırlandırıcı da olabilir. Bu durumda yasaların yapılması büyük önem kazanmaktadır. Bunun için her anayasaya sahip devletin, anayasal devlet olmadığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
Anayasal demokrasilerde “Anayasanın Üstünlüğü”, “Hukuk Devleti”, “İnsan Hakları”, “Kuvvetler Ayrılığı” gibi temel ilkeler vardır. Anayasanın üstünlüğü ilkesine göre, siyasal yapı anayasal ilke ve normlara göre biçimlendirilir.3 Hukuk devleti ilkesi ise meşrûiyetini hukuktan alır. Hukuk devleti, devletin tarafsızlığını sağlayarak bireylerin hukuk karşısında eşitlik ilkesine hizmet eder.4 Toplumda yaşayan her insan dili, dini, ırkı ve fikri ne olursa olsun hukuk karşısında eşittir. Bu ayrıca insan haklarının da temel argümanıdır. Devlet kutsal bir yapı olmadığı gibi, hukuk üstü ve hukuktan bağışsız bir kurum da değildir.5 Devletin eylem alanı hukukun üstünlüğü ile sınırlandırılmıştır. Hukukun sınırları da bireylerin temel hak ve hürriyetleri çerçevesinde çizilir. Bu devletin saydamlığını ve şeffaflığını öngören “Az devlet-çok hukuk” formülü ile karakterize edilen hukuk devletidir.6
Anayasal ve Liberal demokrasinin ilke ve kurumları ise “Hür ve Düzenli Seçimler”, “Siyasal Partiler ve Rekabet İlkesi”, “Azınlık Haklarının Korunması”, “Seçilmişlerin Üstünlüğü”, “Sivil ve Siyasi Özgürlüklerin Tanınması” gibi temel prensiplerdir.7 Seçimler demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. Demokrasinin halk iradesine dayandığını gösteren temel ölçü budur. Oy hakkı elinden alınanlar birey ve vatandaş sayılmazlar. Seçimlerin de eşit ve adil olması zaruridir. Aksi takdirde halk iradesi sandığa ve dolayısıyla parlamentoya yansımamış sayılır. Bu da demokrasiyi muallel hale getirir. Siyasal partiler halkın siyasî alanda aktif olmasını sağlayan araçlardan birisidir.8
Çoğulcu sistem azınlık haklarının korunmasını sağlayacak olan düzenin demokrasi içinde yer almasına zemin hazırlar. Böylece demokrasi farklılıkların bir arada yaşamasına imkân hazırlar.
Seçilmişlerin üstünlüğü, seçimler iş başına gelenlerin atanmış bürokratlar karşısındaki üstünlüğünü vurgular. Demokrasi, devletin özgür ve düzenli seçimler vasıtası ile yönetime gelenlerin aldıkları siyasî kararlarla uygulama haklarına sahip kişilerce yönetilmesine dayanır. Zira devlete ait kararları alma hak ve yetkisi siyasal erki kullanma yetkisini halkoyu ile elde eden kişilere aittir. Bürokratik kesimin temel görev ve yükümlülükleri seçilmişlerde alınan kararları uygulamaya dökmek ve seçilmişleri teknik anlamda bilgilendirmekten ibarettir.9
Modern demokraside kamusal ve özel alan ayırımı eşitlik ve özgürlük düşüncesi istikametinde teşekkül eder. “Kamusal alan, herkese açık ve herkesin eşit olduğu bir alan olarak tanımlanır. Zira kamusal alan, devlete ait olan bir alan değil, kamusal topluluk olarak bir arada yaşayan özel şahısların müşterek alanıdır.”10
Modern demokraside hürriyetlerin kullanımı, bilhassa “Din ve Vicdan Hürriyeti” mutlak bir düşünce hürriyetini ve kişinin eylemlerinin bir başkasına zarar vermemesi şartı ile engellememesini kapsar. Bu hürriyet kişilerin benimsedikleri inanç ve değerler üzerinde devlet, toplum ve insanların baskı kurmaması ve cebre maruz bırakılamayacağı düşüncesini ihtiva eder. Buna kişilerin inançları istikametinde kendilerine yüklediği ödevleri gerçekleştirme ve ibadet etme hakkı da dâhildir. Din ve Vicdan Özgürlüğü salt inançları korumakla kalmaz, aynı zamanda özel mahremiyet alanı başta olmak üzere toplum içinde inançlarının gereklerini yerine getirme hakkını da verir. Buna inançlarını başkalarına anlatma ve diğer insanları inançlarına çağırma hakları da dâhildir.11
Din ve Vicdan Özgürlüğü kişilerin benimsedikleri dinin gereklerini yerine getirirken, kamuya açık zarar vermediği sürece, kamusal alanda da güvence altına alınması gerektiği düşüncesini içerir.12
Modern demokraside “Lâiklik” ilkesi devletin toplumda var olan dinî inançlar karşısında tarafsız olması anlamına gelir. Bu kavram, dinî anlayışları devletin tahakkümünden kurtarmak şeklinde anlaşılmalıdır. Lâiklik ilkesi devleti dinden arındırmaktan ziyade, dini devletin müdahalesine karşı koruma altına alınmasıdır. Yani Lâiklik dinden özgürlük değil, dinlere özgürlüktür. Ayrıca Lâiklik, din eğitim ve öğretiminin özgür olmasını sağlayarak din ve vicdan özgürlüğünü kâmil manada güvence altına almaktır. Bu açıdan lâiklik din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır.13 Bu anlamda lâiklik, dinin şemsiyesidir. Tabiî ki bu sadece bir dini değil, bütün din ve inançları kapsamı alanına alır.
Demokraside “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” herhangi bir düşünce ya da inancın çatışmaya sebep olmamak koşulu ile benimsenmesi, dillendirilmesi ve anlatılması hakkıdır. Vicdanlara ve zihinlere hapsedilen fikir ve inanç zaten “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” kapsamı dışındadır. Ne devlet ve ne de hiç kimse insanların zihinlerine ve vicdanlarına hükmedemez. Kastedilen düşüncenin ve inancın hür bir şekilde ifadesi ve anlatılmasıdır. İnanç ve düşüncenin anlatılmasını engellemek bu hürriyetin gasp edilmesi sonucunu doğurur.
Dipnotlar:
1- Mustafa ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi (Liberte Yay, Ankara–2001) s. 21; 2- Şeref GÖZÜBÜYÜK, Anayasa Hukuku, (Turhan Kitabevi, Ankara–2003) s.3; 3- ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, 27; 4- Norman P. Barry, Modern Siyaset Teorisi, Çev. Mustafa Erdoğan vd. (Liberte Yay, Ankara–2003) s. 56–57; 5- Neşet TOKU, Lohn LOCKE ve Siyaset Felsefesi, (Liberte Yay, Ankara–2003) s.110; 6- Sami SELÇUK, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, (Yeni Türkiye Yay, Ankara–1999) s. 17; 7- İhsan Dağı, Necati Polat, Demokrasi ve İnsan Hakları, (Liberte Yay, Ankara–2004) s.7; 8- Mustafa Erdoğan, Anayasa Hukukuna Giriş, (Liberte Yay, Ankara–2004) s. 116–117; 9- Erdoğan, Anayasa Hukukuna Giriş, 130; 10- Neşet TOKU, “Eşit Yurttaş ve Özgür Bireyin Varoluşunun Hukuki Temelleri” Felsefe Yazıları, (Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul–2004) s. 191; 11- Yıldırım TORUN, Demokrasi ve Cumhuriyet, (Orion Yayınevi, Ankara–2005) s. 63; 12- Torun, Demokrasi ve Cumhuriyet, 63; Geniş bilgi için bkz. Mustafa ERDOĞAN, Anayasa ve Özgürlük (Yetkin Yay, Ankara–2002) s. 127–137 ; 13- Atilla YAYLA, Siyaset Teorisine Giriş, (Siyasal Kitabevi, Ankara–1998) s. 95.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
27 Mayıs ve Demokrat Parti |
|
2007 itibarıyla Türkiye’miz çok renge büründü, yurdumuzun bir ucundan bir ucuna hâkim olan dört mevsim gibi, kişiler de partiler de renkten renge büründü. Dört eğilimli parti derken yedi eğilimli parti çıktı. Sayısız partiler kuruldu. Birbirlerine fikir cepheleri oluşturan partiler, birleşmenin yararında buluştular. Birileri ‘Gömlek değiştirdik’ diyor, birileri akla karayı karıştırıyor. Türkiye’de havalar bulutlu, fakat yağmur yağmıyor. 22 Temmuz seçim günü ve sandığına bu hava ile gidiliyor. Em. Gnl. Müdürlüğü’nün açıklamasına göre Türkiye’de 2006 çizelgesinde her 39 saniyede bir suç işlenmiş. Türkiye’nin çok önemli ihtiyaçlarıyla bu tabloyu daha da renkli hale getirebilir dökümanlarımız var…
Bütün bunların ana sebebi 27 Mayıs 1960 yılındaki DP’ye karşı yapılan askerî darbedir. Çünkü tesbihin ipini kopardılar. 14 Mayıs 1950 DP iktidarı bir mânâda bu yıl 554’üncü yılını kutladığımız İstanbul fethinin ayrı bir manevî mânâsını ihtiva eder. Menderes iktidarı, dış dünyadan aldığı “Marşal” yardımı ve ortak yatırımlarla Türkiye’yi bir baştan bir başa şantiye şehrine dönüştürmüştür. Her cihetle Türkiye’nin gül ve gülistan olmasının pencereleri açılmıştır. Artık dünya ile entegre olmuş ve âlem-i İslâm’da okunan ezanlar Türkiye’de de okunmaya başlanmıştır. Hem de nasıl?
2007 itibarıyla milletçe en büyük hatamız merhum Menderes ve DP adına paneller ve konferanslar tertip etmediğimizdir. Siyasî mânâda sorumlular, “Onun devamıyım” diyen parti ve kişilerdir. Nerede Menderes haftası? Nerede DP ve AP haftası? Bugün benim çocuğum ve ülkenin çocukları, “Menderes kim? Demirel kim?” suâlini soruyor. 27 Mayıs nedir? Ne olmuş? 1971 muhtırası nedir ve ne olmuş? 12 Eylül nedir ve ne olmuş? Ayrıca bu tarihî gelişmeleri ve DP’nin hizmetlerini 92 üniversitenin büyük ekseriyeti anlatması lâzımdır. Fakat maalesef en açıklı tarafı, ‘Siyaset bilimciyim’ diyen bazı üniversite mensuplarının sağ kanadı teşkil etmesine rağmen 1950 ilâ 1984’ü bir çırpıda geçtiklerini ve 34 yılda hiçbir şey olmamış gibi sıfırlayanları gördüm ve o kişilerle mücadele ettim.
73 milyonluk Türkiye’de bugünkü siyasî arenanın çarpıklığı düzeltilmeye çalışılmaktadır. Fakat esas sebep 27 Mayıs ihtilâlidir. Rayında giden demokrasi treni ve ülkeye muhteşem hizmet sunan DP’nin önünün tıkanması ve parçalanması ve ardından gelen Sn. Demirel başkanlığındaki AP’nin de muhtıra ve ihtilâllerle önüne takoz koyulması, maalesef Türkiye’yi bugünkü çıkmaza getirmiştir. Bunun dışında merhum ve şehit Başbakan Adnan Menderes’in, Fatin Rüştü Zorlu’nun ve Hasan Polatkan’ın idam edilmesi istikrarın çığrından çıkmasına sebep olmuştur. Milletimiz mutedil ve akl-ı selim sahibidir. Sandıkta, ihtilâl zihniyetini mahcup ve mahkûm etmiştir. Fakat olanlar, demokrat misyonun adres değişikliğine ve parçalanmasına sebep olmuştur. İhtilâlcilerin de gayesi bu idi.
2007 itibarıyla ANAVATAN ve DYP’nin Demokrat Parti adı altında birleşmesi geç kalan bir hayırlı teşebbüstür. Keşke Sn. Demirel cumhurbaşkanı iken bu yapılsaydı. Keşke 46 ruhu beyinlere ve vicdanlara zerk edilerek yapılsaydı. Keşke 27 Mayıs ihtilâlinin hazin tablosu gösterilerek, anlatılarak ve kıyaslar yapılarak birleşilseydi. DP’nin ve AP’nin iç politikada ve dış politikada Türkiye’nin geleceğini çizdiği dev proje ve icraatları anlatılarak ve hazmedilerek yürünmelidir. Herkes yuvasına, ana ocağına dönmeli ve hizmeti omuzlamalıdır.
Çünkü eğri oturup doğru konuşmak lâzım. Aziz Türkiye’de, üstünde yürüdüğümüz ve nefes aldığımız bu güzel vatanımızda, DP ve AP’nin yaptığı devasa eserleri ve çaktığı silinmez ve paslanmaz çivileri çıkarttığınız zaman, Türkiye boş bir meydana döner. Bu itibarla 27 Mayıs ve akabindeki muhtıra ve ihtilâllerin zararlı ve berbat faturaları gösterilerek ve anlatılarak 25 yaşındaki gençler sandığa gitmelidir. 46 ruhundaki DP efsanesinin fikir yelpazesi gönüllere ve akıllara demokrasi çubuğuyla ve şahadet parmağıyla gösterilmelidir. O vakit, şehit Menderes’in ve arkadaşlarının semadan alkışları ve DP’nin yeniden canlandığı ve hizmete koştuğu görülecektir. Ümitvârım, yeter ki nefisler ve hisler karışmasın.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman siyaset stratejisini de çizmiştir |
|
Bediüzzaman iman, İslâm, ibadet, ukubat, sosyal ve şer’î meseleleri izah ve ispat ettiği gibi; elbette bir müceddid, mütefekkir ve müçtehid olarak, günümüz Kur’ânî ve Sünnetî siyaset stratejisini de çizmiştir. Nitekim, Mûnâzarât isimli eseri için, “Münâzarât, siyaset tabiblerine teşhis-i illet için lüzumludur”1 der. Diğer taraftan lâhikaların yanında temel eserleri Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar da siyasî ve içtimâî ölçüler verir. Ki, lâhikalar da, bu temel eserlerin bölümleridir.
Siyasî meseleleri, şahıs, lider eksenli değil; fikir, akım, düşünce bazında ele almaktadır.
Üstadın siyasetteki temel ölçüsü; ‘demokratları, hürriyetçileri desteklemektir’.
Biz bu dünyaya imtihan için gönderildik. İmtihanın gerçekleşebilmesi ise, hür iradeye bağlıdır. Yani, dileyen inanır, dileyen inanmaz. Hatta, Peygamber ‘bekçi, gözetleyici, hidayete erdirici değil’, yalnızca ‘tebliğci, çağrıcı, uyarıcı’dır. İbrahim Sûresi 22. âyete göre de şeytan Cehennemliklere meâlen şöyle der: “Beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ben sizi çağırdım, siz de bana uydunuz. Benim bir yaptırım gücüm yoktu.”
Demek ki, yaratılış, imtihan ‘hürriyet/demokrasi’ üzerine binâ edilmiş.
Bediüzzaman bu hakikatin siyasetteki yansımasına, “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat” kaydını düştüğü bir mektupta işaret etmiştir:
“Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.”2 Aslında daha çok parti var, ama diğerleri bu dört akımın değişik versiyonları ve türevleridir. Bu ana siyasî akımlardan Halk Partisi diktatörlüğü, sekülarizmi; Millet Partisi milliyetçiliği/ırkçılığı; İttihad-ı İslâm, din adına ortaya çıkmayı; Demokrat ise, serbestiyeti, hürriyeti temsil eder. Şu halde Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre, müstebitler, milliyetçiler/ırkçılar desteklenemez. İttihad-ı İslâm da, “yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye (İslâmî terbiye) zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”3 ‘Yüzde altmış-yetmiş tam mütedeyyin olmak’ şartına ise, toplumu oluşturan bütün katmanlar dahildir.
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 20.; 2- Emirdağ Lâhikası, s. 386. 3- A.g.e.
TAZİYE:
Spor Müdürümüz Erol Doyuran’ın ablası Rufiye Tezcan’a Cenab-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, ailesi ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Havariler gibi |
|
“Ya Resûlallah! Sana on iki Havarinin İsa’ya (a.s.) biat ettiği gibi bîat ediyorum.”
Bu sözleri İkinci Akabe Biatında Ensardan Abdullah bin Revaha (r.a.) Peygamberimize (a.s.m.) karşı söylüyordu.
Kur’ân-ı Kerim, Havarilerin İsa Aleyhisselâma şöyle dediklerinden söz eder: “Îsâ, Yahudilerin inkârda ısrarlarını ve ihânetlerini hissedince, ‘Allah yoluna dâvette benim yardımcılarım kimdir?’ dedi. Havâriler de ‘Allah’ın dinine yardımcılar biziz,’ dediler. ‘Biz Allah’a îmân ettik. Sen de şâhit ol ki biz gerçekten Müslümanlarız.
“Ey Rabbimiz! Biz indirdiğin kitaba inandık ve peygambere uyduk. Sen de bizi, Senin birliğine ve peygamberinin doğruluğuna şâhitlik edenlerle beraber yaz.”1
Havariler her hususta Hz. İsa’ya yardımcı oldukları gibi Abdullah bin Revaha da bu sözleriyle en güç şartlarda bile Resûlullah’la beraber olacağını; onu canıyla, malıyla koruyacağını ifade ediyordu.
Abdullah bin Revaha’nın Resûlullah’a teslimiyet ve itaati bir başkaydı. Birgün mescide gittiğinde Resûlullah’ın minberde konuşmakta olduğunu gördü. Tam içeri gireceği sırada Resûlullah’ın (a.s.m.) Ashabına, “Oturun!” dediğini duydu. Hemen oracıkta yere çöküverdi. Efendimiz (a.s.m.) konuşmasını bitirinceye kadar orada kaldı. Konuşmasını bitirince Sahabe, Hz. Abdullah’ın Efendimizin (a.s.m.) “Oturun!” emrini duyar duymaz, mescidin dışında yere çöküverdiğini söylediklerinde Efendimiz (a.s.m.) onun teslimiyet ve itaatinden dolayı memnuniyetini dile getirmiş, “Allah, Kendisine ve Peygamberine karşı itaatini arttırsın”2 diye duâ etmişti.
Resûlullaha (a.s.m.) bütün gönlüyle teslim olan Hz. Abdullah, ömrünü şehadetle noktalayıncaya kadar bu duygudan ayrılmadı. Son anda kendini dünyaya davet eden nefsiyle giriştiği mücadelede sırtını yere çaptı, bu konuda ümmet-i Muhammed’e güzel bir örnek sundu.
Resûlullah’tan (a.s.m.) öğrendiklerini başkalarına da duyurma şevk ve gayreti içinde yaşayan bu teslimiyet timsâli büyük insan birgün arkadaşlarıyla oturmuş, tatlı tatlı sohbet etmekteydi. Resûlullah (a.s.m.) onları bu halde görünce geldi, yanlarına oturdu ve “Siz öyle kimselersiniz ki, Cenâb-ı Hak yanınızda oturmamı bana emretti” buyurdu ve sonra da Kehf Sûresi’nin, “Rablerinin rızâsını dileyerek sabah akşam Ona duâ edenlerle beraber sabır ve sebât et” meâlindeki, 28. âyetini okudu. Getirdikleri tesbih, hamd ve tekbirleri anında sayıları kadar meleklerin gelip aynı kelimeleri tekrarladıklarını müjdeledi.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 52-53.
2- Hayatü’s-Sahabe, 1:288-289.
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hüve nüktesi üzerine- 1 |
|
Ahmet Bey: “Hüve Nüktesinin açıklamasını yapar mısınız?”
Kur’ân, “Hiçbir şey yoktur ki, O’na hamd edip, O’nu tesbih ediyor olmasın”1 buyuruyor. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu âyetten, “Lâ İlâhe illâ hû” ve “Kul hüve’llahü ehad” kelimelerinde geçen “Hüve” zamirine bir köprü kurar. Hüve Nüktesi, “Hüve” ile “hava” arasındaki kopmaz bağı bizim anlayışımız çerçevesinde keşfeden ve nazarlara sunan bir görgü tanığı notudur.
Bu mukaddes kelimelerde geçen “Hu” veya “Hüve” lâfızları zamirdir, “O” demektir; Allah’a râcidir, yani “Allah” lafzı yerine oraya gelmişlerdir, yani “Hû” veya “Hüve” Allah demektir. (“Hû”, “Hüve”nin kısa okunuşlu halidir.)
Bedîüzzaman Hazretleri, havanın hakikatini yukarıdaki âyetin dürbünüyle müşahede ediyor. Görüyor ki, her bir hava zerresi Allah diyor. Yani “Hüve!” diyor. Her bir hava zerresi Allah’ı zikrediyor, Allah’ı gösteriyor, Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini, hikmetini, işitmesini, görmesini bildiriyor. Yalnız hava sayfası okunduğunda bile görülecektir ki, Allah’a iman etmek hadsiz derece kolay, şirk ve dalâlette kalmak hadsiz derece zordur, hatta imkânsızdır.
Nasıl ki bir avuç toprak, nöbetle yüzlerce çiçeğe saksılık ediyor. Bunu tabiata veya sebeplere havale etmek için, ya o saksıda küçücük ölçülerde yüzlerce manevî makineler ve fabrikalar bulunması lâzım gelecektir. Ya o bir parça topraktaki her bir zerre, bütün o yüzlerce çiçeği muhtelif özellikleriyle, karakterleriyle, hayatî farklılıklarıyla, dalıyla, budağıyla, rengiyle, kokusuyla, yaşama ve büyüme şartlarıyla tanıması ve bilmesi lâzım gelecektir. Âdeta her bir toprak zerresinin bir ilah gibi ilim ve iktidar sahibi olması gerekecektir. Bu ise imkânsızdır. Buna ihtimal vereni en akılsız adam bile akılsız, deli ve ebleh ilân eder. Oysa toprak ile saksıdaki çiçekler arasında veya toprak ile bitkiler arasındaki bu sıkı bağı ve birliği, bu hayatî alışverişi, Allah’ın ilmine, iktidarına, emrine ve iradesine verdiğimizde, her şeyin kolayca ve mükemmel bir biçimde olup bitişindeki sırrı görmekte gecikmeyeceğiz.
Aynen bunun gibi, Allah’ın emir ve irade sıfatlarının bir Arş’ı olan havanın her bir parçasında, yani bir nefes veya bir tırnak kadar olan “Hüve” lafzını söylediğimiz miktardaki havada, bütün dünyadaki mevcut telefonların, telgrafların, radyoların, hadsiz ve muhtelif konuşmaların bulunabilmesi için; ya küçücük ve hassas ölçekli, harika alıcı ve verici istasyonlarının her bir hava zerresine kurulmuş olduğunu kabul edeceğiz. Çünkü her bir hava zerresinde bütün bu hadsiz işler bir anda ve beraberce yapılmaktadır. Ya da, “Hüve” diyecek ölçüdeki havanın her bir parçasının ve her bir zerresinin, bütün telefoncular, telgrafçılar ve radyo yayın frekansları kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunduğuna, onların hepsinin dillerini bildiğine, her konuşmayı anladığına ve aynı zamanda diğer zerrelere de bildirdiğine ihtimal vereceğiz! Her bir hava zerresinde hadsiz bir şuur, ilim ve iktidar bulunduğunu söyleyeceğiz! Nitekim havanın bütün cüzlerinde aynı derecede ses ve görüntü nakil kabiliyeti ve eksiksiz görev yapma terbiyesi vardır.
İşte küfür ve dalâlet ehlinin mesleklerinde değil bir imkânsızlık, hava zerreleri adedince imkânsızlıklar, olumsuzluklar, mantıksızlıklar, zorluklar, müşkülâtlar ve çıkmaz sokaklar vardır!
Bu ince ve benzersiz işler Allah’a verilse, havanın bütün zerreleri derhal Allah’ın emrini dinleyen ve Allah’ın emrine kâmilen itaat eden birer asker hüviyetine girecektir. Hadsiz ve kapsamlı vazifeler, Allah’ın emriyle, izniyle, kuvvetiyle, kudretiyle, Allah’a intisap ederek ve dayanarak, bir tek zerrenin, bir tek vazifesi kadar kolayca, muntazaman, bir anda, şimşek sür'atinde ve “Hüve” telâffuzu ve havanın dalgalanması kolaylığında yapılacaktır! Hava böylece kudret kaleminin hadsiz, harika ve muntazam yazılarına birer sayfa olacak; zerreleri o kalemin uçları, zerrelerin vazifeleri de kader kaleminin noktaları hüviyetinde olacaktır. Çünkü bir tek emirle, bütün hadsiz hava zerreleri, bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışmaktadır.
Havanın her bir zerresinde bir birlik mührü vardır. Her bir hava zerresi bu eşsiz mühürle Allah’ın bir olduğunu herkese haykırmaktadır. Hava zerreleri böyle orijinal sıfatlarıyla “Hüve” zamirinin “Allah’a” baktığını göstermektedirler. Demek, Tevhid makamında “Hû” dediğimizde, ağzımızdan çıkan hava zerreleri de “Hüve!” yani “Allah” zikrini söylemektedirler.2
Yarın inşallah devam edelim.
Duâ
Ey toprağı eşsiz yaratıp hayata temel kılan! Ey suyu eşsiz yaratıp hayata kaim kılan! Ey havayı eşsiz yaratıp hayata hadim kılan! Ey ateşi eşsiz yaratıp hayata medar kılan! Ey zerreden küreye her şeyi eşsiz yaratıp âlemi her an farklı bir sergi sarayı gibi donatan! Ey havayı emir ve iradesine arş kılan! Ey her nefesi ‘Hû’ kılan! Ey Bari Teâlâ! Bizi şükürsüz kılma! Bizi teşekkürsüz kılma! Bizi tefekkürsüz kılma! Bizi tezekkürsüz kılma! Bizi tedebbürsüz kılma! Bizi tefehhümsüz kılma! Bizi tevekkülsüz kılma! Âmin!
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi: 44 2- Sözler, s. 146, 147
01.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|