|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
Ev arkadaşlarımız |
|
Bir kızın babasına cümleleri
Ev içinde, ev ahalisiyle geçen zaman dilimleri çok önemlidir. İşinde başarılı, dış ilişkilerinde girişimci, insanlarla olan insanî münasebetlerinde üst düzey performans içerisinde bulunan bir beyefendi ile dertleşiyoruz. Konu evimizde geçen zaman dilimimizin nasıllığı üzerine. Nitelikli birliktelikler yapıp yapmadığımızı sorguluyoruz. Her birimizin de konu etrafında bolca örnekleri bulunmakta. Beyefendinin, ergen dönem içerisinde olan kızının, kendisine söylediği cümleler, bu konuyu ciddî ciddî düşünmeye itmiş.
İnşaat sektöründe kendi işiyle meşgul olan arkadaş, konu konuşulurken oldukça ciddîleşti ve duygulandı. Kızının kendisine sarf ettiği cümleleri telâffuz etmekte oldukça zorlandı. Sonunda, yutkuna yutkuna, kızım bana, “Baba, gerçekte kime babalık yapmaktasın bilmiyorum. Babalık, sadece akşamları, geç saatlerde eve gelip, sabah kahvaltı bile yapmadan evden çıkıp gitmek değildir. Ben bu yaşıma geldim, daha sizinle bir konuyu etraflıca oturup konuşmuş değilim. Duygularımı, düşüncelerimi sizinle paylaşmış değilim. Ama bunu çok istiyorum. Babamla oturup meselelerimi konuşmak çok arzu ettiğim bir şeydir. Seni çok seviyorum baba.” dediğini anlatırken, gözyaşlarını tutamadı.
Ev bir mektep ise, programı önemli
Ev içinde geçen zamanlarda neler yapıyoruz? Her bir ev, her bir bireye yüklenmiş sorumluluk alanı olarak düşünülmeli. Mademki evler sorumluluk alanlarımız, o zaman orada geçen zaman dilimlerimizden ciddî anlamda sorumluyuz. Oraya bir mektep nazarıyla baktığımızda, oradaki her bir davranışın, her bir diyaloğun alıcıları bulunmaktadır.
Neşeli ama disiplinli, eğlenceli ama ölçülü, başarılı ama amaçlı, arkadaşça ama anne baba şefkatiyle, tam bir eğitim ortamı oluşturmak hiç de zor değil. Meşrû daire, pek çok keyifleri yaşayacak kadar geniş ve yeterli.
Eşimiz ve çocuklarımızla geçecek her bir akşam oturumunu, bir fırsat oturumu olarak görsek, çok kazançlı çalışmalar yapılabilir. Çocuklarımız, hayat antrenmanlarını bizimle yapmaktadırlar. Her bir konuşma ve davranış, hayata bir hazırlık mahiyetindedir.
Onlar bizlere, geçici zaman dilimlerinde verilmiş emanetlerden başkası değiller. Emanete ihanet etmemek, hak ve hukukları gözetmekten geçmektedir.
Yüz sinemadan daha eğlenceli oturum
Çocuklarımızda evde yaptığımız küçücük sohbetler öyle eğlenceli ki. Onların dünyaları öyle renkli ki. Cennetten kareler ihtiva ediyor her birisinin malzemeleri. Onlar bizim küçük ev arkadaşlarımız. Arkadaşlığın da kendi içinde bir dili ve bir hukuku bulunmaktadır.
Nurlardaki ölçü, bizi, önemli bir düsturu hayatımıza katmaya dâvet ediyor. “…daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâtlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat’iyyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var.”
Cennet de amellerimizde, cehennem de. Her bir akşam oturumunda ya Cenneti yapabiliriz ya da cehennemi.
Dinlediklerimiz hayatımıza çok
önemli katkılar yapıyor
Evde, “Doksan dokuz esma doksan dokuz duâ” sesleniyor yüreklerimize. Herkes bir işle meşgul. Ardından Sami Yusuf’un cd’sini dinliyoruz. Gerçekten emek sarf edilmiş yapıtlar insanı etkiliyor. Bu sırada baktım, 9 yaşındaki kızım ağlıyor. O ağlar da biz durur muyuz?
Her bir gönlün anladığı ve algıladığı bir dil mutlaka var. Özellikle çocukları musiki dilinden mahrum etmemek gerekiyor. Önceleri, çocuk dinlediği şarkıların sözlerini telâffuz ederken, şimdi Sami Yusuf’un, ‘ya Mustafa, ya Mustafa”yı telâffuz etmeye başladı.
Beş yaşındaki kızım, “Kim bu Mustafa?” diye soruyor. Ve annesi Mustafa’yı (asm) anlatıyor ona. Başka bir zamanda da “Aziz Üstadım benim” isimli parçayı dinlerken, ‘aziz üstat’ ne demek, diye soruyor. Her şey bir ‘ilgi’ uyandırıyor insanda ve her şey sohbete vesile.
İnsana bir şeylerin sürekli seslenmesi gerekiyor. Dışarıdan bir ses olmasa da, iç sesi kesilmiyor insanın. Birçok amaçlı dinletiler, gerçekten çok güzel neticelere hizmet ediyor.
‘Yok’ demekten ziyade, insanda varolan duyguların yönünü değiştirerek, anlamlı yüklemeler yapmak fıtrata da uygun.
Eşim, mutfakta işlerini yaparken, radyomuzu da dinliyor. Çalışılmış konular, seçkin tartışmalar ve seçilmiş müziklerle muhatap oluyor.
Evdeki radyoda, televizyonda, gazetede kimin konuşuyor olduğu önemli. Dinlediğimiz müzik parçalarının bize ne diyor olduğu önemli.
İnsan kalbi, dinledikleriyle de meşgul oluyor. Kulaklardan girenlerin önemsiz olduğu düşünülemez.
Diyeceğim o ki, küçük ev arkadaşlarımızı ihmal etmeyelim. Onlarla dünyada da birlikteyiz ahirette de.
Ne katıyorsak ortama, yine geri dönüşümü bize olacaktır.
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Saadet mülkü”ne oturabilmek |
|
Başlıktaki kelimeyi mutluluk saltanatı şeklinde anlayabiliriz. Gerçekten mutluluk hiçbir saltanatla karşılaştırılamayacak derecede büyük bir saltanattır. Her şeyi maddede arayanların kulakları çınlasın, dünya saltanatına sahip oldukları halde mutluluk saltanatından mahrum kalmaları ne kadar ibretli değil mi?
Merhum Yunus, “Kanaat gencini her kim ki buldu, / Saadet mülküne sultan oluptur” derken gerçek mutluluğun kanaatle mümkün olacağına dikkat çekiyor.
Evet, mutluluk bir saltanat. Kanaatkâr, gözütok insan da o saltanatın sultanı.
“Gözütok o adamdır ki kendi çalıştığıyla yetinip başkalarının elindekileri ummaz” diyor Hz. Ömer (ra).
Gözütok insan çalışır, kısmeti neyse kanaat eder. Gözü ve gönlü o kadar toktur ki başkalarının malında, mülkünde, hiçbir şeyinde gözü olmaz.
Çünkü bu nimetleri o kişiye Allah, ya ihsanından, lütfundan vermiştir. Buna itiraz edilmez. Ya da kahrından vermiştir. Böylelerini değil kıskanmak, acımak gerekir.
Gözü başkalarında olanın mutlu olması mümkün değil. Çünkü o her zaman kendinden yukarıda olanları görecek, kendinde bulunanları az bulup canı sıkılacak ve huzursuz olacaktır.
Gözütok insan az-çok demeden Allah ne vermişse hepsine şükreder, hiçbir nimeti beğenmemezlik etmez. Şükretmesini bilmeyen aza da, çoğa da şükretmez.
Gözütok insanlar bolluk ve bereket içerisindedirler. “Nimet bitti” diye gam yemez, üzülmez; yerlerinin yenileriyle doldurulacağına inanırlar. Çünkü hazine sonsuzdur, tükenmez. Hz. Ali’nin (ra) dediği gibi “Onlar için gam yoktur. Nimetin devamını düşünüp lezzetlerini yenileneceğini bilirler.”
Hz. Ali’nin (ra) manevî evlâdı Bediüzzaman da der ki: “Ey insan! Nimetin zevalinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevalini düşünüp o elemden feryat etme. Çünkü o nimet meyvesi bir rahmet-i bînihayenin [sonsuz bir rahmetin] semeresidir. Ağacı bâkî ise, meyve gitse de yerine gelen var.”
Nimetin devamını düşünmek, insanı gamdan kurtardığı gibi o lezzetten çok daha büyük bir lezzet vardır onda. O da, “Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp lezzeti birden yüz derece yapabilmektir.” Bir padişahın ikram ettiği bir elmada iltifat-ı şahane hissedildiği gibi insan da hamd ve şükür ile nimetten nimeti veren Allah’ı hissetmekle, Onu, rahmetinin iltifatını, şefkatinin teveccühünü ve nimetinin devamını düşünmekle, kendine nimetten bin derece daha lezîz, manevî bir lezzet kapısını açmaktadır.
İşte mutluluk saltanatı!
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Alimlerin diliyle Yaratıcı |
|
Kur’ân’da, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır… Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabb’imiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen bütün kusurlardan münezzeh olan Sübhan’sın”1 buyurulur. Kâinattaki âyetleri, fen ilimlerinin penceresinden inceleyen ilim adamları, Kur’ân’ın bu hükmünü adeta hayatları ve sözleriyle tefsir edip ortaya koydular. Bunlardan birkaçının sözlerine kulak verelim:
Frasız ilim adamı Louis Pasteur, mikrobiyolojinin babası sayılır. Abiyogenezi çürüttü. (Abiyogenez geçmişte canlıların cansız maddelerden kendiliğinden oluştuğunu iddia eden bir safsata.) Pastörizasyonu ilk defa uygulayan Pasteur, ‘İlimsizlik insanı Allah’tan uzaklaştırır; ilim, insanı O’na yaklaştırır. Tabiî ilimlere ne kadar fazla çalışırsam, Yaratıcı’nın sanatlarına olan hayranlığım o derece artıyor” demiştir.
Fizik dalında 1921’de Nobel Ödülü kazanan ve İzafiyet Teorisi’ni geliştiren Albert Einstein’in “Kâinatla ilgili en anlaşılması zor olan şey, her şeyin anlaşılabilir olmasıdır. Dinsiz ilim topal; ilimsiz din kördür” demiş, Allah'ın varlığına inandığını vurgulamıştır.
Kimya dalında iki defa Nobel Ödülü alan Ilya Prigogine “Organik yapıların ve âhenkli çalışan sistemlerin kaza eseri oluşmasının istatistikî ihtimali sıfırdır” demiş ve her şeyi tesadüflere veren pozitivistlerin aslında ne kadar akıldan uzak iddialarda bulunduklarını belirtmiştir.2
Isaac Newton, “Güneş, gezegenler ve kuyrukluyıldızlardan meydana gelmiş bu hârikulâde sistem, ancak mâhir ve kadîr bir Zât’ın hâkimiyetinden kaynaklanabilir”3 tesbitinde bulunur.
Kimyacı kâşif Fred Hoyle, “Kimyanın ve biyolojinin kanunlarını vaz' eden Zât, aynı zamanda fiziğin kanunlarını da vaz' etmiştir” diyerek Allah’a imanını dile getirmiştir.
Fizik sahasında Nobel alan Arno Penzias, “Astronomi bize şunu göstermiştir: Kâinat, hiçbir şey olmadan yaratılan, hayatın devamı için gerekli şartların sağlanması adına çok hassas bir dengeye sahip, her hâdisenin Allah tarafından, plânlı şekilde cereyan ettirildiği bir yerdir” demiştir.
Londra’daki İngiliz Tabiat Tarihi Müzesi’nden fosilbilimci (paleontolog) ve eski bir evrimci olan Dr. Collin Patterson evrim safsatasını şöyle çürütür:
“Bir sabah kalktığımda şunu düşündüm: 20 senedir evrim üzerinde çalışıyorum; fakat bu teoriyle ilgili bir hakikat ifade eden hiçbir şey bilmiyorum. Ya bende bir problem var veya bu teoride. Benim hiçbir problemim yok... Bir gün evrimciler arasında saygın bir yeri olan Chicago Üniversitesi’nde düzenlenen Evrim Morfolojisi Semineri’nde; ‘Evrim hakkında herhangi bir şey bileniniz var mı? Herhangi bir şey? Gerçekten doğru olduğunu düşündüğünüz herhangi bir şey?’ diye sorduğumda uzunca bir müddet cevap alamadım. Nihayet biri kalkıp ‘Ben bir şey biliyorum: Bu teori okullarda okutulmalı’ dedi.”
20. asrın teorik fizik alanında deha isimlerinden olan James Jeans’ın kâinatın yaratılması ile ilgili düşüncesi şu şekildedir: “Sadece dünyanın, (tesadüflerle) şu andaki şeklini alması için, yeryüzündeki kumların tamamını elinize alın ve bunları saçın. Bunların birinin Güneş, diğerinin yeryüzü, bunun gibi, her birinin yeryüzünü teşkil eden nesnelerden biri olarak yerli yerine gidip oturması hangi nispette mümkünse, yeryüzünün şu andaki şeklini alması da, ihtimal hesapları dahilinde o nispette mümkündür.”
Dipnotlar: 1. Kur’an, Âl-i İmran, 190-191.; 2. I. Prigogine, N. Gregair, A. Babbyabtz, Physics Today 25, sayfa. 23-28.; 3. “General Scholium,” Mathematical Principles of Natural Philosophy, Isaac Newton. 1687.
TAZİYE:
Muhterem Sadettin Çelik’in ağabeyi Hüseyin Çelik, Harun Aydın’ın dedesi Mahir Balta ve Abdullah Tüfekçi’ye Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
03.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Hadislerde geçen şahsiyetlerin hatalarını etüt etmek gıybet sayılır mı?”
Hadislerde geçen şahsiyetler, eğer kölülük ve günahlarıyla şöhret bulmuş ve tarihe öyle geçmiş şahsiyetlerse, fâsık-ı mütecâhir, yani ‘açıktan, sıkılmayarak ve iftiharla günah işleyenler’ kategorisinde sayıldıklarından, böyle kimselerin gıybetleri caizdir1 ve akıbetlerinden ders çıkarmak maksadıyla hata ve yanlışlıkları incelenebilir.
Mü’min insanlarsa, eğer hata etmişlerse, onların da Kur’ân’ın, “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir”2 zırhı ve şemsiyesi altında korunmaya hakları vardır. Onların aramızda yaşamıyor olmaları, bize hatalarını ileri-geri konuşma, eleştirme, suçlama ve itham etme hakkı vermez.
Tarihe, ibret almak, ders çıkarmak ve ilim öğrenmek için bakılır, tarihî olaylar ancak bu niyetlerle etüt edilir. Fakat zanna değil, sıhhatli bilgilere dayanmalıdır. Taraf olmamalı, her hangi bir taraf itham edilmemelidir.
Meselâ Cemel vak’asını etüt ederken Hazret-i Ali’nin (ra) isabet ettiği, mukabil tarafın ise hata etmiş oldukları söylenebilir. Fakat her iki taraf da sahabe olduklarından ve içinde bulundukları duruma içtihatları sonucunda ulaştıklarından, hatalı tarafa bedduâ edilmez, lânet okunmaz. Her iki taraf için de Allah’tan af, mağfiret ve rahmet istemek kaydıyla adlarından ve karıştıkları olaylardan “objektif” biçimde bahsedilir.
Bilhassa sahabelerden bir tarafı destekler ve diğer tarafı suçlar mahiyette konuşulmaz. Âlimlerin, “Sahabelerin muhârebesinde kıyl ü kâl etme, dedikodu yapma. Hem öldüren, hem ölen ikisi de ehl-i Cennettir” sözü kulağımızda küpe olmalıdır.3
***
Van’dan okuyucumuz: “Muhâkemât isimli eserde geçen, ‘İslâm ile barışık olan felsefe’ hangisidir?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’ne göre, insanlık âleminde Hazret-i Âdem’den (as) beri iki büyük cereyan, iki fikir zinciri her tarafta ve her insanlık tabakasında dal budak salıp gelmiştir. Bunlar:
1- Nübüvvet, Peygamberlik silsilesi,
2- Felsefe silsilesi.
Bu iki silsile ne zaman birleşmiş ise, yani felsefe dine tâbi ve dâhil olmuş ise, yani felsefe düşünce disiplininin temeline vahyin getirdiği hakikatleri almış ise, insanlık âlemi parlak günler yaşamış ve yükselmiştir. İşte bu felsefe, İslâm ile barışık olan felsefedir.
Fakat ne zaman din ile felsefe ayrı gitmişlerse, bütün hayır, nur ve aydınlık din tarafında; bütün şer, dalâlet, yanılgı ve isabetsiz fikirler felsefe tarafında toplanmıştır.
Netice itibariyle, felsefenin insanlığa fayda getirecek düşünceler üretmesi için, tahrif olmamış vahyi elinde bulunduran tek din olan İslâmiyet’i düşünce disiplininin temeline alması gerekli ve zorunludur.4
***
Abdülmecit Bey: “Tahiyyetü’l-mescid namazı nedir? Her vakit kılınabilir mi?”
Bir camiye veya mescide ilk defa giren kimsenin kılması sünnet olan iki rekâtlık bir namazdır. Hükmü sünnettir. Bu namaz, vakit namazı dışında camiye veya mescide girildiği zaman kılınır. Vakit namazına başlanmış olması durumunda ise, kılınan vakit namazı tahiyyetü’l-mescid namazı yerine geçer.
Tahiyyetü’l-mescid namazı üç kerahet vaktinin dışında her zaman kılınır. Şafiîlerde kerahet vakitlerinde de kılınabilir.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 268
2- Hucurat Sûresi: 12
3- Mektûbât, s. 57
4- Sözler, s. 497
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Hamiyet ve taassup |
|
Merhum Mehmet Akif milletin perişan halini derinden hissettiği için meşhur şiirinde “Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!...” diyerek millete olan şefkat ve muhabbetini ifade etmiş, ona yardımcı olmak ve pek çok sahada medenî milletler seviyesine ulaşabilmesi için ömür boyu çırpınmıştır. Bir kısım insanlar ise, Batılılaşma macerasında “Bu millet ya ilimle yönetilir, ya da zulümle” deyip, kimisi ilimleri olmadığı, kimisi de zamanının olmadığı gibi gerekçelerle ikincisini tercih etmişler.
Gerçekte pek çok konu gelip hamiyette düğümleniyor. Hamiyet, sözlüklerde; gayret, derin bir sevgi ve taraftarlık gibi kelimelerle ifade ediliyor. Aşırısı ya da daha dar bir çerçevede sırf menfi mânâda ve başkalarına karşı tepki ve kızgınlık mânâsında olursa Batı dillerinde fanatizm deniyor.
Eğer bu millete samîmî bir muhabbetiniz varsa, onun istek ve arzularını anlayıp kabullenebiliyorsanız ona faydalı olmanız mümkün. Ancak kendisini elit olarak gören bir kısım kişiler gibi, sırça köşke çekilip, ona karşı kalbindeki muhabbeti silip, içinden çıktığı millete “Bu millet adam olmaz” deyip, zora dayalı uygulamalara başvurmak ve memleketi bir sürü yasaklarla yönetmeye çalışmanın ilerlemeye ve gelişmeye hiç bir katkısı olmayacağı gibi yapılan her şey de şer ve tahrip hesabına geçecektir.
Önce millete karşı kopukluk olarak başlayan daha sonra küsmek ile devam edip en sonunda da şuur altında bir nefrete gelip dayanıyor. Zora başvururken de kırıp döktükleri için en ufak bir merhamet duymuyorlar. Hamiyetlerini millete harcamak ve milletin menfaatine sarf etmek yerine maalesef gayretlerini kendi gruplarına ve kendi çevrelerine sarf ediyorlar.
Evet Batıda “Kâşaneler ve saraylar, Doğuda ise viraneler” gören herkes Ziya Paşa ve Akif gibi davranmamış, aksine tam tersi bir davranışa girmiş. Sünûhat’ta ifade edildiği gibi “Avrupa’ya şedit bir meftuniyet ve milletine karşı amik bir nefret hissiyle” hareket etmişler; Avrupa’nın sefahatine karşı millî değerlerini muhafaza etmeye çalışan milleti taassupla suçlarken kendileri o kadar ısrarcılar ve güya o kadar tavizsizler ki taassupları yüze katlanmış.
Yine Sünûhat’ta ifade edildiği gibi; “Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri, herbiri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mütaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı” izahına ilâve edilecek bir şey yok. Olsa olsa Shakespeare misâli çeşitlendirilebilir. Tabiî zaman durmuyor geçiyor, değişen dengeler, küreselleşen dünya, toplumları zabt-u rabt altında tutan bir kısım korkuların tükenmesi ya da tahribatların artık kısmen de olsa doyma noktasına ulaşması bazılarının yeni taktikler denemesine yol açıyor.
Avrupa’dan artık almadığımız sadece demokrasi ve teknoloji kaldı. Sefih Batı medeniyetinden daha alınacak bir şey kalmayıp, sıranın geç de olsa iyiliklere gelmesiyle kapıyı kapatmak onlar için son çare. Şimdi “Avrupa’ya şiddetli düşkünlüğe” bir maske takmaları gerekiyor. Artık hamiyet mi maske olur yoksa milliyet mi ya da asabiyet mi; zaman gösterecek ama önümüzdeki yıllar için hazırlanan planların emareleri gözükmeye başladı. Hedef, millî ve manevî değerlere sahip çıkan insanımızı kandırıp bu milleti bir arada tutan bağları kopararak zaafa düşürüp kolayca hazmedecekleri bir hale getirmek.
Bu milleti birarada tutan bağların muhafazası için gayretin İslâmî hamiyet şeklinde olması, içte ve dışta huzur için en önemli faktördür. Hamiyetin menfî milliyet ve ırkçılık tarzında istimâli, üç kıt'ada asırlarca adaletle hükmetmiş bir cihan devletinin mirasçısı bir memleket için, cahiliyye hamiyeti şeklindeki bir tehlikeye dönüşecektir. Fetih Sûresinde “O vakit ki, o kâfirler kalblerinde hamiyeti, hamiyet-i cahiliyeyi yerleştirmişlerdi. Allah da peygamberinin ve mü’minlerin üzerine sekîneti indirdi” âyetiyle mü’minin vasfının cahiliyye hamiyeti değil, sekinet olduğu ifade ediliyor.
Kâfirlerin hak ve hakikata karşı gösterdikleri fanatik bir kızgınlık ve kendilerini kaybedercesine bir öfke, inad ve en nihayetinde de bir tedirginliğe karşı; ehl-i imana sâkin, soğukkanlı ve makul hareketi netice veren bir sekinet ihsan etmiştir.
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Risâle-i Nur nedir? |
|
* Duyguları doldurup coşturan
* İnsanı manevî yönden tam tatmin eden
* Ümitsizliği yenen
* Ümidi, aşkı, şevki ve gayreti aşılayıp teşvik eden
* Nefsin isteklerini müspete yönlendiren
* Taklitten öte, tahkik yoluyla bütün problemleri çözen
* Dünya ve ahiret işlerini eşit ve dengeli tanzim eden
* Her iş ve hizmette güven veren
* Her yaşa ve gruba hitap eden
* İnsanı düşünce ve derinliğe sevk eden
* İnsana kendi kimliğini bildiren
* Allah rızası, hak ve adaleti hiçbir zaman arka plana atmayan
* Tefekkürü, derin düşünmeyi, idrak ve bilinci güçlendiren
* Sevgi, merhamet, şefkat ve kardeşliği geliştiren
* Huzur-u dâimîyi kazandıran
* Sürekli ve devamlı bir değişim ve faaliyeti sağlayan
* Sistem, sabır ve müspet düşünmeyi meleke haline getiren
* İnsana kendisini sorgulamayı öğreten
* Uzlaşma ve analitik düşünme metodu veren
* Muhakeme ve olumlu düşünmeyi netice veren
* Tam bir ihlâs ve kardeşliği tesis eden
* İsrafsız iktisadı tavsiye ve tatbik eden
* Geniş ve engin tefekkürü netice veren
* Müthiş bir ikna gücü veren
* Örnek bir edebi tesis eden
* Şuurlu bir itaat ve teslimiyeti pratiğe dönüştüren
* Toplumda tam bir güven ortamı meydana getiren
* Ene’ye tokat vuran
* Kahramanlık ve şeâmeti öne çıkaran
* Demokratik tepkinin medenî dünyanın vaz geçilmez gerçeği olduğunu sistemleştiren
* Hak, hukuk ve hür düşünmenin her insanın en tabiî hakkı olduğunu deklare eden
* Hayatı ve olayları en doğru ve sağlıklı şekilde okuyup, okutan ve gösteren
* Tahribâtı değil, daima tamiri ve yapıcılığı öne çıkaran
* Okumayı, gayreti, doğruluk ve çalışmayı hayatın bir parçası yapan
* Müspet ve meşrû dairedeki her türlü iş ve faaliyetin “ibadet” olduğu müjdesini veren
* Çorak toprakları mümbit araziye çevirmenin sırlarını ortaya koyan
* Fedakârlığın, feragatin, dostluğun, vefa duygusunun, samimilik ve hasbiliğin en güzel örneklerini veren
* Kaynağını doğrudan doğruya Kur’ân ve sünnetten alan
* Karanlıkları nura çeviren, dikenlerin arasındaki gülleri gösteren, ümitsizlere rehber olan, maddî ve manevî hastalıklara şifa bahşeden harika ve eşsiz bir külliyatın adıdır Risâle-i Nurlar.
İstifade edenlere ve edecek olanlara selâm olsun.
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Son günlerin tartışma konularının başında “derin devlet” geliyor. Derin devlet var mı, yok mu, kimlerden oluşur, ne iş yapar yıllardır hep tartışılagelen konular… Çözülemeyecek bir konu olduğunda hep karşımıza çıkan bir tanımlama… “Onu derin devlet yapmıştır” denilerek arkasına sığınılan bir kavram… Son yıllarda Ortalıkta “ben derin devletim” diye böbürlenerek gezenler bile var. Ya “öcü” gibi gösteriliyor, ya da gizemli bir hava meydana getirmek için bunlar ortaya atılıyor. Milleti korkutmanın aracı olarak kullanılıyor.
Gerçekten Türkiye’de bir derin devlet var mı?
Başta şunu söylemekte fayda var. Böyle bir güç varsa-var olduğunu başbakan bile söylüyor-demokratik olmadığı kesin… Demokrasi ile idare edilen bir ülkede de bu tür yapılanmalar olmaz.
İnternette bu konuda birçok siteyi taradım. Bu konuda yazılmış makale, yorum ve habere rastlanıyor. Kelime anlamı olarak baktığımızda ise, şöyle deniliyor “derin devlet” için: “Devletin çıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü güç…” (Türk Dil Kurumu) Peki şimdi, devletin çıkarlarını gözeten(!) “örtülü güç” niye önümüze her zaman kötü durumlarda çıkarılıyor. Devletin bekâsını, cumhurbaşkanı, başbakan, Meclis, genelkurmay koruyamıyor mu da, bu “örtülü güçler” koruyor. Bu tanıma göre bu sonuç çıkıyor.
* * *
Zaman zaman bu tartışmalar alevleniyor. Peki şimdi nereden çıktı bu tartışma?
Erdoğan, derin devletin varlığını kabul ederken, bir televizyon programında, “Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek” derken, Etiyopya yolunda bu açıklamasına açıklık getirerek, “derin devlet” kavramını da tanımladı: “Kurumların içindeki çeteleşme diyebiliriz. Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilemediği için bedelini hem millet, hem devlet olarak ödedik. Yürütme olarak belirli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama yargı birlikte çalışarak gitmeli…” İşte tartışma bu noktada başladı.
Bunun arkasından bu konuda değişik yorumlar yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor. Tartışanlardan kimisi “derin devlet var” dedi, bir diğeri “Derin devlet diye bir şey yok, yönetim zafiyeti var” diyerek farklı bir boyut getirdi.
Bu konuda yıllardır eleştirilen DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar bakın ne diyor: “Derin filan olmaz. Daha özgür daha demokrat, daha sivil olacaktır Türkiye. Bunu başaracak siyasî heyetleri de millet getirip koyacaktır. Başbakan merak etmesin, biz hükümet olduğumuzda onun şikâyetlerini ortadan kaldıracağız. Rahat olsun…”
Uzun yıllar süren milletvekilliğinin yanı sıra devlet bakanlığı da yapan ANAP’lı Mehmet Keçeçiler ise şöyle bir yorum yapıyor: “Onca yıl bakanlık yaptım, hukuk tanımayan organla karşılaşmadım… Gazetelerde yazıldığı, çizildiği gibi bir derin devlet yoktur. Sadece ‘biz derin devletiz’ diye kendisine güç vehmeden lüzumsuz insanlar vardır…”
* * *
Yıllarca başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış, devleti çok iyi tanıyan Süleyman Demirel, Yavuz Donat’a şöyle demiş. “Devlet içinde devlet yetkisi kullanan bir derin veya sığ devlet var deniyorsa; kim olduğunu söyleyeceksiniz. Bulup çıkaracaksınız. Tasfiye edeceksiniz. Eğer bunu yapmıyorsanız, görevinizi yerine getirmiyorsunuz demektir” demiş.
İşin bu noktasında “derin devlet var” diyen Erdoğan’a bu yapılanmayı bulup çıkarmak, sonra tasfiye etmek düşüyor.
Bu arada, CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin, Başbakan Erdoğan’a, “Varlığını kabul ettiğiniz derin devlet, kimlerden ve hangi kurumlardan oluşuyor, bugüne kadar hangi olayları gerçekleştirmiştir?” diyerek TBMM’ye bir soru önergesi verdi. Başbakan bu soruyu cevaplandığında birçok şey gün yüzüne çıkar ümit ediyoruz.
* * *
Demokratik olmayan, işini açık ve şeffaf yapmayan, halka rağmen halk adına karar veren sistemler olmamalı.
Çok sevimsiz bir konu… Hem de çok derin mevzuu. Zaten fazla da bilgimiz yok, sadece yazılanlar ve çizilenler kadar bilgi sahibi oluyoruz. Başbakan öğrenip bunu vatandaşla paylaşsa da herkes gibi biz de bilgi sahibi olsak fena olmayacak.
İnsanın aklına şu soruda geliyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, gündem değiştirmek için mi bu “derin mevzu” ortaya atıldı?
Bu arada şunu da karar vermek gerekir. Derin devlet mi, derin millet mi? Bu soruya cevap bulunabildiğimiz zaman mesele hallolur. O zaman kimse “devletin bekâsı” için yanlış işler yapmaz.
Devlet mi millet için vardır, millet mi devlet için vardır? “Derinciler”, “millet devlet için var” diyor. Peki millet olmadan devlet olur mu? O yüzden devlet, millet için vardır. Doğru olan da budur…
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Barışın önündeki engel |
|
Ortadoğu’da barışın önündeki engelin İsrail olduğu hükmünü kim mi vermiş? Amerika Birleşik Devletleri eski başkanı Jimmy Carter.
Konuyla ilgili yazısında Akif Emre şöyle diyor: “Dünyanın hiçbir yerinde İsrail’i eleştirmek Amerika’da olduğundan daha fazla insanın başına dert açmaz sanırım. Bu eleştiriyi yapan bir dönem (1976-1980) Amerika Birleşik Devletleri başkanı olsa bile. Bir zamanlar Mısır ile İsrail’i barış masasına oturtarak Nobel Barış Ödülü alan Jimmy Carter’in yazdığı bir kitap yüzünden başı dertte. Çünkü kitapta Ortadoğuda barışın önündeki en büyük engelin işgal ve ayrımcı politikalar uygulayan İsrail olduğu savunuluyor...“ (Yeni Şafak, 30 Ocak 2007)
Carter aleyhinde devam eden kampanya şöyle özetlenmiş: “Carter’in kaleme aldığı ’Filistin: Ayrımcılık (apartheid) değil, Barış’ isimli kitabı sebebiyle aleyhinde kampanya sürdürülüyor bir müddettir. Kitabın tezleri, Amerikan medyasındaki tartışmalar bir yana Carter’a karşı kampanya yürüten ve İsrail için yardım toplayan kuruluşlardan (The Israel Project) birinin tepki sebeplerine bir göz atmak bile ’İsrail’in dokunulmazlığı’nın boyutları hakkında fikir verebilir. Carter, şu görüşleri savunmakla suçlanıyor:
“1- İsrail bölgede barışı engelleyen taraftır, 2- BM’nin 242 sayılı kararı tüm Filistinlilerin 1967 öncesi sınırlara dönmesini istemektedir, 3- Batı Şeria Filistine aittir, 4- İsrail Ayrımcı (apartheid) bir devlettir, 5- FKÖ hiçbir zaman İsrail’in ortadan kaldırılmasını savunmamıştır, 6- İsrail görüşleri Amerikan medyasına egemen haldedir, 8- Kutsal topraklardan Hıristiyanların sürülmesinin sorumlusu İsrail’dir.
“Uluslar arası hukukun ve anlaşmaların gereklerini dile getirmenin bile, hele bu bir zamanlar ABD başkanlığı yapmış birisi olursa, anti-semitizm olarak suçlanmaya yettiği bir ülke burası... Aleyhinde başlatılan kampanya o kadar şiddetli oldu ki kurucusu olduğu bir insan hakları kuruluşu olan Carter Center’in önde gelen danışmanlarından 14’ü Carter’i protesto ederek kurumdan istifa ettiler. ’Satılık eski Başkan’ başlığı altında ağır yazılar kaleme alan, onu Suudi Arabistan ve Emirliklerin dümen suyuna girmekle suçlayan. Harvard öğretim üyelerinden Alan Dershowitz kampanyaya katılan ünlü isimlerden sadece biri... Türkiye’de de medya yatırımı yapan ve önemli ortaklıklara giren R. Murdoch’un sahibi olduğu gazeteler de bu kampanyaya katılmakta gecikmediğini hatırlatmakta yarar var.“ (agg)
Anlaşılan, doğru söyleyen Carter’i 10. köye sürmek istiyorlar. Peki, gerçekler ’susturma kampanyaları’ ile örtülebilir mi?
*
’Tetikçi’ var, ’fail’ yok!
Kim olursa olsun, faillerin ’meçhul’ kalan cinayetler işlenmeye devam ettikçe, adaletin sağlanması mümkün değildir. Türkiye’de işlenen ve ’faili meçhul’ ilân edilen cinayetlerinin bazılarının ’faili/tetikçisi’ meçhul olmasa da, gerçekte cinayeti işlettirenler/ azmettiriciler meçhul kalır, bilinmez.
Hrant Dink’in katledilmesi üzerine; 1948 yılında öldürülen gazeteci Sabahattin Ali’nin kızı, Milliyet’te (30 Ocak 2007) yazdığı bir yazıda, “Bu günlere nasıl gelindi?“ sorusuna şu cevabı vermiş:
“*Sabahattin Ali’yi öldürenlerin ve ölüm emrini verenlerin kim olduğu hiç ortaya çıkmadı. *1938’de öldürüldüğnde CHP iktidardaydı, cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ydü. *Annesi ve eşinden cesedi teşhis etmeleri istenmedi. *Cenaze töreni yapılmadı. Nereye gömüldüğü bilinmiyor. Mezarı yok. *Şahsî eşyaları hiçbir zaman ailesine teslim edilmedi. *Eşi Aliye Ali’nin avukatları ve dostları İsmail Hakkı Balamir ile Niyazi Ağırnaslı’ya emniyet tarafından ’bu işi kurcalamamaları’ uyarısı yapıldı. *Kitapları 1965’e kadar hiçbir yayınevi tarafından yayımlanmadı.“
Tekrarlayalım: Kim olursa olsun, ’adalet’in tecellisi engellendiği sürece düzlüğe çıkamayız...
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hangi uyum? |
|
Başbakan geçtiğimiz günlerdeki bir beyanında “Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanıyla herhangi bir sıkıntımız yok, uyumluyuz” diyordu (Milliyet, 28.1.07).
Elbette ki ideal olan, devletin bütün kurumlarının, millet iradesinin çizdiği çerçeve içerisinde, elbirliğiyle ülkeye hizmet etmeleridir.
Böyle bir uyum hepimizi memnun eder.
Başbakanla Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ya da devletin diğer organlarının başındaki zevat arasında sürtüşme ve çatışma olması ise hepimizi rahatsız eder.
Ancak Türkiye’deki fiilî duruma baktığımızda, farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz.
Seçilmiş Meclisler ve onların içinden çıkan hükümetlerle, ihtilâl anayasasının millet egemenliğine ortak kıldığı kurumlar arasında mâlûm sebeplerden kaynaklanan sürtüşmeler hâlâ devam ediyor.
Bunun örneklerini son dört yılda da defalarca gördük ve yaşadık.
Çankaya’nın ard arda veto ettiği ve Meclis tarafından tekrar aynen benimsenip gönderildiğinde Anayasa Mahkemesinden iptalini istediği kanunlar ve imzalamayıp geri çevirdiği kararnameler; hükümetçe tayini yapılmak istenen kişiler hakkında yürüttüğü soruşturmalar...
Genelkurmay Başkanının göreve başlar başlamaz yaptığı irtica vurguları; hükümetin AB nezdinde gerçekleştirdiği Kıbrıs atağını “devlet görüşünden sapma” olarak nitelemesi ve Lokmacı Geçidinde sergilediği tavır...
Pek “uyum işaretleri” gibi algılanmadı.
Üstelik, Başbakan “Uyum içindeyiz” dediği Cumhurbaşkanını, bu sözü söylemeden daha birkaç gün evvel, “Bizim atayacağımız kişileri kapıcılara soruyor. Böyle devlet yönetimi olur mu?” diyerek eleştirmemiş miydi?
Bu ne menem bir “uyum?”
Erdoğan’ın böyle bir tabloda, fiilî gerçeklerle de, bizzat kendi şikâyetleriyle de çelişen bir manevra yaparak, âniden uyum moduna geçmesinin herhalde tek bir izahı olabilir.
O da, cumhurbaşkanı seçimine iki buçuk ay kala, devlet cenahına “Benden kuşku duymanıza gerek yok. Sizinle uyum içindeyim ve öyle de olacağım” mesajı vermek olmalı...
Diyelim ki, Genelkurmay Başkanıyla ilişkisi daha farklı ve özel bir hassasiyet getiriyor.
Bir başbakan, teorik olarak kendisine karşı sorumlu konumda bulunan bir devlet görevlisinden söz ederken “uyumsuzluk”tan bahsedemez. Ve eğer öyle birşeyden şikâyetçi olursa, tabiatıyla gereğini yapması beklenir.
Ancak hükümete karşı tavrı herkes tarafından çok iyi bilinen mevcut Cumhurbaşkanıyla da “uyum”dan söz etmesi çok tuhaf.
Çünkü ortada öyle bir uyum yok. Erdoğan buna rağmen böyle konuşarak devlet cenahına kendisini kabul ettirebileceğini düşünüyorsa, yine yanlış hesap yapıyor demektir.
Bu yanlış taktiğin en büyük sakıncası ise, hükümete çıkardığı engellemeler ve özellikle laiklik konusundaki katı tavrı sebebiyle toplumun yoğun tepkisine muhatap olan Sezer’le “uyum” söyleminin, Başbakanı kendi tabanıyla da karşı karşıya getirebilecek olması.
Erdoğan bu tavrıyla da “Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranabildi” sözüne mâsadak olabilir.
03.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|