|
|
Murat ÇETİN |
Yirmi yedi liraaltmış üç kuruş |
|
Eğer ağzımızdan çıkan her kelimeye, ceza kanunlarındaki hükümler uygulansaydı, hiçbir sözümüz bir savcının dosyasına girmekten kurtulamasaydı; sokaklar daha boş, cezaevleri daha tıklım tıklım olurdu.
Eğer ağzımızdan çıkan her kelime, bir tazminat dâvâsına konu olsaydı, dost meclislerinde, beş çaylarında, yolda ayak üstü konuştuklarımız bile kayda alınsaydı; hele hele muhatabımız, gücünü haktan değil, güçten alsaydı; birileri çok daha zengin, birileri çok daha yoksul olurdu.
Daha özgür ve daha zengin olmanın yolu, kimseye bulaşmamaktan, bulaşacaksan da gücünü haktan alanlara bulaşmaktan geçerdi. Aklına gelen her doğruyu söylemek yerine, bazılarını yutkunmak, bazılarını “delete” tuşuyla silmek tercih edilirdi.
Şimdilik dost meclislerinde, komşu gezmelerinde ve sokakta ayak üstü istediğimiz gibi konuşuyoruz. Ama bu, insanların dokunulabilenler ve dokunulamayanlar; sözlerinse övgü ve hakaret olarak ayrılmasını engellemiyor. Dokunulabilenlere hakaret etseniz de eleştiri, dokunulamayanları eleştirseniz bile hakaret sayılmasını da engellemiyor. Dokunulamayanlar hakkında sadece övgü yazabildiğiniz ya da sadece susabildiğiniz gerçeğini de değiştirmiyor.
Böyle bir dünyada, sizin 380 kelimelik bir yazınız hakkında, 10.500 YTL’lik hukuken tazminat, vicdanen ceza sayılabilecek bir miktara hükmedilebiliyor.
Her bir kelimesi ortalama yirmi yedi lira altmış üç kuruş eden bir yazıyı, ancak böyle bir ülkede yazabilirsiniz. Ve hakkınızda yazılmış bir yazıdan ancak bu kadar kâr edebilirsiniz.
Böyle bir ülkede sizin çalışıyor olmanız da, emekli olmanız da, hatta ölmüş olmanız da fark etmiyor.
Böyle bir ülkede, söz gümüş değil, altındır. Zira her bir kelimeniz yirmi yedi lira altmış üç kuruş eder.
Böyle bir ülkede “ve”ler, “ile”ler, “ama”lar, “çünkü”ler bile size çalışır; sükut, ancak böyle bir manzaraya sessiz kalmak anlamında size kazandırır.
Yoksa herkes yutkunsa, herkes “delete” yapsa, herkes korkup sinse, bunun paraya tahvili yoktur, ama sizin için daha değerlidir. Kendinizi daha güçlü hissedersiniz, daha dokunulmaz, daha erişilmez zannedersiniz. Ve bunu parayla ölçemezsiniz.
Ama aslında böyle bir ülkede sükut da altındır sizin için. Hem de her şeyi altına çeviren bir simya gibidir. Adaletin susması, her şeyi altına çeviren bir simya gibidir sizin için.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TRT’ye yeni kurban mı? |
|
Cumhurbaşkanı Sezer artık gündemle ilgili konuşmaya başladı.
Herkes biliyor ki, Türkiye yıkılsa, fikir serdetmeyen Cumhurbaşkanı, artık yavaş yavaş tavır değiştirmeye başladı.
Meselâ diyor ki:
“Seçim Nisan’da olsun.” (Milliyet)
Tamam olsun.
Ama önce, “sistemi işletmek” gerekiyor.
Meselâ, hükümet TRT Genel Müdürlüğü için yeni bir isim daha “önerdi” Çankaya’ya:
Anadolu Ajansı Genel Müdürü Hilmi Bengi’yi...
Bakalım Cumhurbaşkanı, 16 aydır boş bulunan koltuğu dolduracak olan kararnameyi onaylayacak mı, yoksa alışkın olduğu bir refleksle “veto” mu edecek?
KINALI KUZULAR
Çanakkale Destanı’nı anlatan Kınalı Kuzular yeni bölümüyle de hayli ilgi çekiciydi.
Bu tür dizilerde özellikle müziğe dikkat ederim. Bir diziye ruh katan müziğidir. Türk müziğimiz olduğu gibi kullanılmış. Hele halk ezgileri...
TRT bu başarıyla yola devam etmeli. Sağdan soldan gelecek eleştirilere de kulak asmamalı.
TÜM KADINLAR DERNEĞİ
Tüm Kadınlar Derneği Genel Başkanı Cemile Keskin ve beraberindeki dernek üyeleri, Trabzon Adliyesi’ne gelerek savcılığa şikayette bulunmuş.
Neden mi?
Kanal D’de yayınlanan ‘Binbir Gece’ adlı diziden dolayı...
Dernek üyeleri, kadınları alenen aşağıladığı ve toplumu rencide ettiği iddiasıyla “Binbir Gece” adlı dizinin sorumluları ve yayınlayan yayın kuruluşu hakkında suç duyurusunda bulundu.
Demek böyle bir kuruluş vardı ve haklı bir tepki ortaya koydu nihayet.
Adliye önünde konuyla ilgili açıklama yapan Keskin şöyle diyor:
“Dizide bir bayana bir gecelik ilişki için 300 bin dolar teklif edildi. Bu olay Türk toplumu tarafından da ahlâksız teklif olarak nitelendirilmektedir. Buna benzer bir olay diziden etkilenen ilköğretim 5. sınıf öğrencileri arasında yaşanmıştır. Biz dernek olarak ahlâksız, seviyesiz programların kaldırılarak daha eğitici programlar yayınlanmasını istiyoruz.”
Tüm Kadınlar Derneği’ni kutluyorum.
Ancak kadınları istismar eden o kadar çok yapım var ki...
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Cumhurbaşkanlığı seçimi 28 Şubat provası |
|
Siyasî iradeye karşı, siyasetle karşı gelemeyecek mekanizmaların tepki bileşenleri artmaktadır. Kapalı devre oluşumlar, medya sayesinde alenileşmekte, belki de deşifre edilmektedir.
Bir anlamda açık siyaset pozisyonuna sürüklenenler, aynı zamanda millî iradeyi hazmedemeyenlerdir. Anayasal metnin herkese tanıdığı hakların, belli zümreler dışında kullanılması, bunları çileden çıkarmaktadır.
Kimden mi bahsediyorum?
Yaklaşan cumhurbaşkanı seçiminden ve anayasal sonuçları şimdiden engellemeye çalışan demokrasi hazımsızlarından...
Rahmetli Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanlığı seçiminde nasıl tehdit edildiğini, İstanbul’a geri gönderildiğini yakın tarihi okuyanlar çok iyi bilir.
Muhsin Batur’un 12 Mart sonrası, Meclise dayattığı “cumhurbaşkanı olmak” arzusunun nasıl püskürtüldüğünü de biliyoruz.
1982 askeri darbe anayasasına geçici 15. maddeyi koyarak kendisini korumaya alan, cumhurbaşkanı seçtiren dönemin darbecisi Kenan Evren’in referandumu (!) nasıl oyladığını da...
27 Mayıs darbesine son anda bulunan devrim generali Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığı da demokrasi dışı bir tercihtir. Kader, hayır getirmemiştir Gürsel’e.
Atatürk ve İnönü, tek parti döneminin cumhurbaşkanlarıdır. Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk ise asker kökenlidirler ve arka plan talep askerden gelmiştir. Seçilmeleri gizli bir anlaşma sonucudur. Bunu doğrulayıcı açık metinler olmasa da, siyasetin sivil cumhurbaşkanı seçememesi bunun alametidir.
Siyasetin sıkıştığı alanda uzlaşmaya gidilmiş. Devletin demokratik sisteme geçmesi zımnen engellenmiş ve hükümetin tasarruf alanına devlet katında ortak bulma senaryosu hayata geçirilmiştir.
Özal ve Demirel, Bayar sonrası sivil siyasetin Çankaya’ya taşıdığı demokratik teamüllerdir. Ancak bu iki başarılı deneme, dağınık siyasetin uzlaşamamasından dolayı sürpriz bir şekilde Ahmet Necdet Sezer’i 10. Cumhurbaşkanı yapmıştır.
O gün lehte oy kullananların bir kısmı AKP’de milletvekili, hatta bakan, meclis başkanı. “Demirel olmasın da kim olursa olsun” psikolojisi bugünkü neticeyi verdi. Sanırım bu hissiyatın sahipleri sonuca da katlanıyorlar.
Şimdi sıra 11. Cumhurbaşkanı seçiminde. Önümüzde dört aylık bir süre var. Meclis dışı güçler, cumhurbaşkanı seçiminde etkili olmak için kolları sıvadı. Direk, dolaylı, strateji, taktik, provokasyon ve gerilim dahil her yolu mübah görüyorlar.
Anayasal vatandaşlığın eşitliğine inançları yok. Olsaydı, kuralları belli bir demokratik sürece şaibe düşürmeye kalkmazlardı.
Nitekim Ulusal Birlik Hareketi adıyla kamuoyunun karşısına çıkan “sivil inisiyatif” görüntülü takımın ilk üçlüsü; Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) başkanlığında Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK) ile Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonudur (KAMUSEN).
ADD Genel Başkanı emekli orgeneral Şener Eruygur, hareketin başkanlığını üstlendiği toplantıda, hedeflerini şöyle açıklıyor: “Cumhurbaşkanlığı makamının cumhuriyet’in değerlerini içine sindirememiş bir kişi tarafından işgal edilmesini önlemek.”
Diyalog grubu adına DSP’li İstemihan Talay, Türkiye Emekli Subaylar Derneği Başkanı Rıza Küçükoğlu ve 27 Mayıs Milli Devrim Derneği Başkanı Avni Güler de işin içinde. Başka dernek ve kuruluşlar da var. Gördünüz mü Vehbinin Kerrakesini?
28 Şubat’tan kalma “Beşli sivil inisiyatif”ten sadece TESK var. Burada gözümüzü tırmalayan, yeni aktör Türk Kamu Sen. Bu bir 28 şubat provasıdır. Teyakkuzda olmak gerekir.
Bu durumda hükümet sıkı durmalı, papuç bırakmamalı ve tercihini ortaya koymalı. O zaman demokratik güçleri arkasına alabilir. Hükümetin gerilecek ortamda kendine güveni yoksa, ikinci bir kartı daha var; cumhurbaşkanını halka seçtirmek. Şimdiden doğru kararını vermeli.
Çankaya mevzileri ile AB direnişleri iç içe girmiş durumda. Demokratlarla karşıtlarının “meydan muhaberesi” kızışacak. İki ana duruş var. Gerisi sonra gelir. Buna göre herkes duruşunu belirlemeli.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Altın gol ofsayt mı? |
|
AB görüşmelerinde son dakikalarda bir altın gol atması beklentilerini Türkiye boşa çıkarmadı ve golü attı. Takımımızın sağı ya da sol açıkları veya bekleri durumundaki oyuncuları fazla ileri çıktıklarından gol ofsayt sayıldı gibi. Son durum, sekiz başlığın askıya alınmasının yanında KKTC’nin izolasyonunun da kaldırılması sürecinin eklenmesiyle Rum Kesimi 1, Türkiye 0. Ama kendi açımızdan berabere kaldık sayılır. Yani 1-0 berabere bitti maç.
Bu karambolden sonra Türkiye, takımının yapısını yeniden gözden geçirecek. Sahaya diziliş 4+4+2 mi, 3+4+3 mü, 3+3+3+1 mi olacağını belirlemeden çok daha önemlisi, takım ruhu içinde herkesin görevini bilmesi ve kazanmak için motivasyon içinde olmasıdır. Aksi takdirde kendi kalesine gol atmak da dahil sürpriz sonuçlar alınabilir. Malum top yuvarlaktır.
Bir daha gol atılacağı zaman teknik direktörden malzemeciye kadar bağıra bağıra haber vermek gerektiğini, hatta tribünlerdeki seyircilere bile bilgi vermek gerektiğini bilmeyen futbolcular, bundan böyle gol atmaya heves edebilirler mi acaba? Ceza vuruşunda topu rakip takımın barajının üstünden mi, yoksa üstten atacakmış gibi görünüp de zıplayacaklarını tahmin edip alttan mı atacağınızı öyle Ronaldinho gibi kendi kendinize kararlaştıramazsınız. Yukarıdaki kurallara göre içinizdeki taktik ve niyetleri, bangır bangır bağırarak herkese ilân edeceksiniz, sonra atacaksınız. Yoksa gol attınız diye teknik direktörden malzemeciye kadar tüm takım arkadaşlarınız boynunuza sarılıp, sizi yerlere serip sevinçle kutlayacaklarına, ‘Niye bize haber vermedin, bizden habersiz niye gol attın?’ diye eşek sudan gelinceye kadar dövebilirler. Hem de o kadar seyircinin önünde.
Biz futbolu böyle oynarız. Bizde böyledir. Çünkü bizim durumumuz başkadır, bulunduğumuz ülke dört bir tarafı düşmanlarla çevrilidir. Siyasal ve stratejik konjonktür gereği Uefa, Muefa kuralları bizde işlemez. Bizim derin ve çok gizli özelliklerimiz olduğundan biz topu böyle oynarız. Kuralları kendimiz belirleriz. Bazı futbolcular kendilerini futbol federasyonu mu zannediyorlar? Öyle kimseye danışmadan gol atılması nerede görülmüş? Biz ne işe yarıyoruz saha dışında. Sonra bize sorulsaydı bu golün atılmasını da istemezdik. Bir kere millî takımımızın millî strateji gereği, gol atmaması kararı gereği gol atmak yanlış. İki, gol atılırken haber verilmiş midir etkili ve yetkili mercilere, hayır. Bu da ikinci bir yanlış ve üç, biz olsaydık topu taca atardık. Öyle gol, mol yok arkadaş. Bu soğuk havada gol atıp da seyircileri sevinçten galeyana getirmenin zamanı mı? Taraftar sevinecekse, ona da biz karar vereceğiz. Hem ille de seyirci gol atarak sevindirilemez. Sahada kaşık havası oynarak, uzun eşek oyunu oynanarak, davul zurna çalınarak da seyirci sevindirilebilir.
Neticede bizden habersiz gol atarsanız eğer, sizi ofsayta düşürecek kendi iç dinamiklerimiz ve taktiklerimiz de vardır. Ona göre. Bir daha böyle olmasın, tamam mı?
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ateistlerin son anları |
|
Ateistler, yani Allah tanımazlar, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmazken zerreden kürelere kadar ince sır, hikmet ve düzen içerisinde inşâ edilmiş şu koca kâinatı kör tabiatın, sahipsiz tesadüfün şuursuz ellerine teslim ediverirler.
Kafalarını kuma sokup, olup bitenlere göz yuman deve kuşu gibidirler onlar. Her ne kadar gündüz ortasında gözlerini yumup güneş yok deseler de gerçeklerle yüzyüze gelmekten kurtulamamışlardır.
Hayattan tat alamamış, huzur denilen nesneden nasipsiz kalmış, hayatlarını kendi elleriyle zindana çevirmiş, sonlarını da fecaatle noktalamışlardır. Ölümü yokluk ve hiçlik gören böyle insanlar her an asılma korkusuyla yaşayan idam mahkûmları gibi dehşete kapılmaktan kendilerini alamamış, ya da böyle korkulu yaşamaktansa Allah’ı tanımanın mutluluğuna ermişlerdir.
İşte cinsellikle ilgili teorisiyle tanınan Sigmund Freud! Kırk yaşından sonra hep ölüm korkusu kâbuslarıyla yaşamıştı.
Allah’a inanmayan, hayata ve olaylara kötümser bir gözle bakan Alman filozofu Friedrich Nietzche’nin durumu da tek kelimeyle fecaatti. Ömrünün son yıllarında cinnet nöbetleri geçirmiş, son bir buçuk senesinde de başkalarına muhtaç olacak derecede kötürüm olmuştu. Aynı şekilde Allah’a baş kaldıran şair Antonin Artaud’un ömrünün son on yılını akıl hastanesinde geçirdiğini biliyoruz.
Ünlülerden İtalyan şair ateist Cesare Pause uyku hapı alıp intiharı seçerken, yine ünlü yazar ve şâir Jack London ve Jilademir Mayakovski de hayatı anlamsız gördükleri için hayatları intiharla sona ermişti.
Aklını kullanıp dünyada bulunuş misyonunun büyüklüğünü idrak edebilenler ise içinde bulundukları bunalımdan dine kapak atarak kurtulmayı başarmışlardı. Ömrü dine ve yerleşmiş düzene isyanla geçen Fransız şâir Arthur Rimbaud’un ömrünün sonuna doğru ayağının biri kesilmiş, son dakikalarında Arapça olarak “Allah Kerim, Allah Kerim” dediği duyulmuştu.
Ateistlikle övünen Jean Paul Sartre ömrünün son yıllarında çark edip, “Yanıldım, inanıyorum ki Allah vardır” deme dürüstlüğünü göstermişti.
Çocukluk dönemi hariç ömrünün tam otuz beş yılını ihtilâlci bir kafa, dinsiz bir ruh hâliyle geçiren ünlü Rus edebiyatçısı Tolstoy’un, “Allah’ım, bana yardım et. Yalnız birşey isterdim, kendi irademe değil, Senin iradene uymak. Bunu söylüyor ve kendi kendime soruyorum: Yaptığım gerçekten doğru mu? Yoksa huzurunda boş bir iş mi yapmış oluyorum? Allah’ım bana yardım et, yardım et, yardım et” diye yalvarıp yakardığını biliyoruz. Öyle ki, inançsız hayatın anlamsızlığını, “Allah’a inandığım an yaşadığımı anladım” diyerek dile getirmeyi bir görev bilmiş, “Allah’ım, bana iman ver. Onu bulmaları için başkalarına da yardımcı olayım” diye duâ etmekten de kendini alamamıştı.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İsraf eden, iflâs eder |
|
Önce israfın manevî boyutunu ele alalalım. Ardından da israfsızlık ve iktisadın, kalkınmanın ve sosyal refahın itici gücü olduğunu ortaya koymaya çalışalım. İsraf nedir? İsrafın dehşetli sonuçları ferd, aile ve toplum hayatına nasıl yansır; refah ve kalkınmayı nasıl engeller?
İsraf; saçıp savurmak, ihtiyaç olmadığı halde rastgele harcamak, alabildiğine ve boşu boşuna tüketmektir.
Hiç şüphesiz İslâmın reddettiği israf, sadece yeme, içme ve maddî hususları kapsamaz. Konuşmaktan gezmeye, eğlenmekten diğer fiil ve hareketlere kadar, hayatın bütün safhalarını; ferd, aile ve toplumun tüm katmanlarını ilgilendirir. Beyin israfı, zaman israfı, gençlik israfı, mal israfı ve değerler adına ne varsa, bu kapsama girer.
İsraf aynı zamanda kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar. Hayatından şikâyet kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzeti kırar dilencilik yolunu gösterir.1
İsraf, tatminsizliği, zilleti, sefâheti, sefâhet de sefâletin kapısını açar. Bunlar da ahlâksızlığı doğurur. Müsrif insanların, gelirleri astronomik rakamlara ulaştığı halde; yine de “Yetmiyor, yetiştiremiyoruz. Durumumuz iyi değil!” diye şekva ettiklerini sık sık duyarsınız. Hastane, hapishane, meyhane ve mezaristanların, gençlerle dolup taşmasında, bugünkü Batı medeniyetinin müsrif anlayışının payı büyük değil midir?
Nefis, israfı sever. Eğer insan, bu kötü hasleti, “iktisat” ile terbiye etmezse, başına çok hazîn haller açar. İsrafın çok çarpıcı zararları vardır. Bunları maddeler halinde özetlersek şöyle bir manzara çıkar önümüze:
* İsraf, nimeti hafife almaktır.2
* İsraf şükre zıttır.
* İsraf, saçıp savurmak ve nimete saygısızlıktır.
* İsraf ve hırsta büyük bir ceza vardır.3
* Söz de mal gibidir, onda da israf etmemek gerekir.4 Diğer duyu, duygu ve hislerin de israfı söz konusudur.
* İslâm medeniyetinin dışındaki sistem, anlayış, iktisat ve kanaatin esasını bozmuş, israf, hırs ve tamayı kamçılamış.
* İsraf eden, Süfyana ve nefsine esir olur.5
* İsrafa harcanacak olan para, çok pahalıdır.6
* İsraf sefahetin, sefahet sefâletin kapısıdır.
* Eğer bu kötü huy giderilemezse, karşılığında çok mukaddesat verilir.
* Rüşvet ve ahlâksızlığın, harama girmenin sebeplerinden birisi de israftır.
* İsraf ve sefahet, medeniyeti yıkar.7
* Bugünkü medeniyet, iktisat ve kanaat esasını bozmuş, israf, hırs ve tamaya sevk ediyor.8
* Yaratılışta, kâinatta hiçbir israf ve abesiyet yoktur.9
* Şeriat, israftan men eder.
* İsrafta hayır, hayırda israf yoktur.
* Kanaatsizlik ve iktisatsızlık yolu, yani israf; sefâhete, israfa, zulme, harama sevk eder.10
* İsraf eden iflas eder.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, 135.; 2- Mektûbât, s. 227.; 3- Latif Nükteler, s. 64.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 162.; 5- Şuâlar, s. 490.; 6- Lem’alar, 146.; 7- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 71.; 8- Hutbe-i Şâmiye, s. 158.; 9- Lem’alar, s. 303.; 10- Hutbe-i Şâmiye, s. 157.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şiş batırmalı tarîkat olmaz olsun |
|
M üritlerini doğru istikamete sevk etmeye çalışan tarîkatlar kadar, bilhassa zamanımızda bağlılarını dalâlet yollarına sürükleyen ve adına tarîkat denen çeşit çeşit sapkın teşeküller de var.
Hemen hepsi de, faaliyetlerini "dinî kisve" altında yürütürler. Ancak, bir kısmının mahiyeti meçhûl, hatta karanlık.
Bir bakıyorsunuz, şişli–bıçaklı–ateşli gösterilerle işi şova dönüştürmüşler; dinle, imanla alâkası olmayan hırçınlıkları, kabalıkları, iğrençlikleri sergiliyorlar.
Adamın biri çıkıyor orasına burasına keskin bıçakları dayıyor, bir diğeri dilinden veya derisinden demir şişleri geçiriyor, bir başkası almış eteş parçasını diline değdiriyor, vesaire...
Allah akşına, bu garabetlerden hiç birisinin dinle, imanla, âyetle, hadisle bir ilgisi var mı?
İslâmın bu iğrençlikleri sergilemeye dair–hâşâ–bir emri, yahut bir tavsiyesi var mı?
Rabbimizin böyle işleri yapmaktan hoşnut olduğuna dair herhangi bir buyruğu olmuş mudur?
Yok, yok, yok...
Peki, o halde nedir bu "din adına" yapılan şaklabanlık?
Açıkça ifade edelim ki, bilerek ya da bilmeyerek olsun, dindarlık perdesi altında sergilenen bu tür vahşetler, en başta dine zarar veriyor, dinin yanlış şekilde tanınmasına sebebiyet teşkil ediyor.
Son olarak, burada bir şeyi daha açıkça ifade edelim: Dinen olduğu gibi, kànunen de yasak olan bu tür şiş batırmalı, bıçak saplamalı, ateşle oynamalı maskaralıkların üzerine, özellikle 1935'ten bu yana kasten ve bilerek gidilmiyor. Tâ ki, nezih bir din olan İslâmiyet, özünü bilmeyen bîçareler üzerinde kötü bir intıba bıraksın, imajı zedelensin.
Evet, böylesi vahşiyane gösterilerin, İslâmiyet düşmanlarından başka hiç kimseye, hiçbir faydası yoktur ve olamaz.
Günün Tarihi
Liman Paşa ve orduyu ıslâh ihtiyacı
14 Aralık 1913: Osmanlı ordusunun ıslâh edilmesi maksadıyla dâvet edilen Alman General Liman Von Sanders, başında bulunduğu 42 kişilik subay grubuyla birlikte İstanbul'a geldi.
Osmanlı ordusunun yenilenmeye, hatta modernize edilmeye şiddetle ihtiyacı vardı.
Ancak, uzun yıllardır bu meyanda herhangi bir teşebbüste bulunulamamıştı.
Kolay değildi; zira, en ufak bir değişiklik söylentisi bile askeri rahatsız ediyor, bazı paşaları isyan noktasına dahi getirebiliyordu.
Oysa, orduda yeni bir düzenleme yapmaya şiddetle ihtiyaç vardı.
Zira, bu ordu çok uzun zamandan beri katılmış olduğu savaş meydanlarından hep mağlubiyetle ayrılıyordu.
Neredeyse 200 yıldır devam edip gelen bu mâkus talihi bir şekilde değiştirme cihetine gitmek gerekiyordu.
İşte, başta Enver Paşa olmak üzere, ordunun ileri gelenleri bu yönde ciddi bir teşebbüste bulunmak istediler.
Özellikle, 1911'deki İtalyan Harbi, 1912 ve 13'teki Balkan Harplerinde yaşanan perişaniyet, orduda yeni bir düzenlemeyi zaruri kılmıştı.
Nihayet, Osmanlı ordusunun komuta kademesi bu işe karar verdi ve Almanya ile özel bir anlaşma yaptı.
Bu esnada, ordudaki yaşlı subayların emekliye sevk edilmesi ve ordunun gençleştirilmesi de gündeme geldi.
Hiç çekinilmeden, bu uygulamaya da gidildi. Binlerce subay emekliye sevk edildi.
Ne var ki, bu konuda tam isabet kaydedilemedi. Çünkü, ileri yaşta olsa da, bazı subaylar cidden aktif, dinamik ve hepsinden önemlisi büyük tecrübe sahibiydi.
Onların kritik bir zamanda emekliye zorlanması, Osmanlı ordusu için büyük kayıp oldu.
Genç subayların, Birinci Dünya Savaşında canla başla mücadele etmesine rağmen, muhtelif cephelerde mağlup düşmesinin bir sebebi de, harp sanatında tecrübe sahibi olamamalarıydı.
Liman Paşanın gelişi
Otto Liman, 1855 yılında Stolp’da dünyaya geldi. 1884 yılında orduya kaydoldu. 1911'de Tümgeneralliğe yükseldi.
1913 yılında ise, Türkiye’deki Alman askeri heyetinin başkanı olarak İstanbul’a geldi.
Yapılan anlaşma gereği, Orgeneral rütbesiyle Osmanlı ordusunda yapılacak olan reform hareketinin başına getirildi.
Aynı zamanda, karargâhı İstanbul'da bulunan I. Ordu Kumandanlığı ile Yüksek Askerî Şûra üyeliğine atandı.
Birinci Dünya Savaşının başladığı 1914 yılında mareşalliğe de getirilen Liman Paşa, Çanakkale Muharebeleri esnasında ise (1915), bölgede teşkil olunan 5. Ordunun Komutanlığına getirildi.
Mareşal Liman Von Sanders, Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, yani 1917–1918 yıllarında bu kez Filistin Cephesi’nde IV., VII. ve VIII. ordulardan oluşan Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığına getirildi.
Eylül 1918’de Filistin Cephesi kaybedilince, kuvvetlerini Halep’e kadar geri çekti.
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı, bilahare M. Kemal Paşaya devredildiyse de, herhangi bir galibiyet vuku bulmadığı gibi, bölgede çöküş üstüne çöküş hadiseleri yaşanmaya devam etti.
Liman Paşa, Mondros Mütarekesinin imzalanmasından (30 Ekim 1918) hemen sonra, emri altındaki diğer Alman subaylarla birlikte Türkiye'den ayrıldı.
1929 yılında Münih'de ölen Liman Paşanın iki–üç adet hatıra kitabı var. Bunlardan biri de "Türkiye'de Beş Sene" ismini taşıyor.
Tarihten ders çıkarmak
Yaklaşık 90 yıldır, Liman Paşanın Türkiye'ye gelişi ve Osmanlı Ordusunun 1911–1918 yıllarındaki mağlubiyetleriyle ilgili tartışmalar yapılıyor.
Osmanlı Devletinin sırf bunların yüzünden savaşı kaybettiğini savunanlara karşı, 600 yıllık bir devlet için yaşanan mağlubiyetlerin bir mukadderat olduğunu ve zaten ordunun yaklaşık 200 yıldır hiçbir savaşı kazanmadığını savunanlar da var.
Tarihe sürekli tenkit nazarıyla bakmak ve bir tarafı şiddetle suçlamak yerine, olup bitenlerden bir ders–i ibret çıkarmaya çalışmak, en iyisi.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İlk emir: “Oku”
Satır satır, kelime kelime, hece hece “oku”mak...
Acaba sadece satırları mı “oku”mak?
Hayır, her olayı, her hadiseyi, herşeyi, ama herşeyi “oku”mak.
Aşık Veysel’in “Hem okudum, hem yazdım” sözüne bakınız. Oysa Veysel görme özürlüdür. Peki nasıl okur, nasıl yazar?
Bu anlamda “oku”mak sadece kelimelerde değildir. Hastalıkları “oku”mak, musibetleri “oku”mak, zenginliği “oku”mak, fakirliği “oku”mak, ilmi “oku”mak, irfanı “oku”mak, görgüleri “oku”mak, görgüsüzleri “oku”mak, iyileri “oku”mak, kötüleri “oku”mak, asırları “oku”mak, asırları “oku”mak, yılları “oku”mak, ayları “oku”mak, günleri “oku”mak... “Oku”mak, “oku”mak, “oku”mak...
İşte “oku”manın kaç çeşit yanları ve yönleri vardır.
İki Cihan Serveri Peygamberimiz Resûl-i Ekrem’in (asm), Hira mağarasında kendisine ilk gelen vahiy, bu âyet idi.
Allah; “Oku!” dedi.
Yani Cebrail (a.s) Allah’tan bu emri getirmiştir.
Oysa o (asm), okuma bimezdi. Ama, “oku”ma bilmediği halde “Oku” deniyordu.
“Rabbinin adı ile oku! O insanı bir kan pıhtısından yarattı.”
Âyet, nazarları insanın yaratılış sırrına çeviriyordu. Ve bize vücudumuzu “oku”mamızı emrediyordu.
Bir et parçasında muazzam bir sistem vardı. Konuşuyor, yiyor, içiyor, cevap veriyor. Sonra hatırlıyor, unutmuyor. Yüz yıl önce gördüğü bir şeyi fark edebiliyor.
“Oku”yoruz.
“Alın yazısı” denilen kader kaleminin çizdiği ince ince satırları “oku”yoruz.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'ın “Biz” zamirini kulanmasının mânâ ve hikmeti |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Cenâb-ı Hakkın, ‘bir ve tek’ olduğu halde Kur’ân’daki birçok âyet-i kerimede ‘Biz’ zamirini kullanmasının mânâ ve hikmetleri nelerdir?”
Hiç şüphesiz Allah birdir, tektir, Ferd’dir, Ehad’dir, Samed’dir. Ve Kur’ân bütün âyetleriyle Allah’ın birliğini, vahdaniyetini, Ehadiyetini ve Samediyetini ispat eder. Kur’ân’ın en büyük dâvâsı hiç şüphesiz “Lâ ilâhe illallah”tır. Yani Allah’tan başka İlâh yoktur.
Kur’ân’ın âyetleri bizim için hem öğreticidir, hem terbiyecidir, hem kılavuzdur, hem mürşiddir; hem de bize örnek davranış kalıpları verir. Çünkü Kur’ân bizim için nazil olmuştur.
Kur’ân’da Cenâb-ı Hak kendi Zât-ı Muallâ’sı için bazen “ben” zamirini tercih eder; bazen de bazı fiiller için takdir buyurduğu vâsıtaları hiç mecbur olmadığı halde sırf şefkatinden dolayı ifâde kapsamına alır ve “biz” zamirini kullanır. Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerine göre “Biz” ifadesinde gizli olan hikmetlerden bazıları şunlardır:
1- Kur’ân’da “Biz” zamiri bazen “azamet” ifade eder.1 Meselâ; “Biz yeryüzünü bir beşik ve dağları da onun için bir direk kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık! Uykunuzu dinlenme vakti kıldık! Geceyi bir örtü yaptık! Gündüzü geçim sağlama vakti yaptık! Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik! Parlak ışık veren güneşi var ettik! Taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik!”2 âyetlerinde gelen “Biz” zamirlerinde azamet, izzet ve celâl tecellilerini görmek mümkün. Yani Cenâb-ı Hak hem büyük nimetlerini hatırlatıyor, hem bu nimetleri vermenin kendi kudretine, iradesine, ilmine ve merhametine hiç de zor olmadığını beyan ediyor, hem ebedî âlemlerin sayısız nimetlerle dolu olduğunu hissettiriyor, hem de insanları şükre ve verilen nimetleri takdir etmeye davet ediyor.
2- Cenâb-ı Hak Kelâm sıfatı mucibince peygamberlerine gönderdiği vahiyler söz konusu olunca telaffuz ettiği “Biz” zamiri ile hem vahyin yüksekliğini, hem vahyi tebliğ etmekle görevli meleğin ve peygamberin mükerrem, mübarek, saygın ve mukaddes hüviyetlerini ve vazifelerini, hem de insan hayatı için vahyin ne denli vazgeçilmez olduğunu ifade etmiş olur. Böylece vasıtanın görevdeki sadakatini, ismetini, muvaffakiyetini ve harfiyen emre uyuşunu ifade eder. Meselâ, “Muhakkak ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitâb’ı sana hak olarak Biz indirdik”3 âyetinde; “Allah’ın sana gösterdiği gibi” kelâmında ilham söz konusu olduğundan “ben” zamiri tercih edilmiş ve böylece ilhamların aracısız olduğuna işaret edilmişken; aynı âyette vahyin nüzulünde “Biz” zamiri kullanılarak, mükerrem vasıtalardan olan meleklerin ve peygamberlerin görevlerine bağlılıkları takdir edilmiştir.
3- Kur’ân bir edep ve nezaket kitabıdır. “Biz” zamirindeki nezaket ve nezahet asla gözden kaçmamalıdır. Cenâb-ı Hak “Biz” zamirini kullanarak beşeriyete örnek bir davranış modeli sergilemekte; benlik ve enaniyet duygularını çağrıştıran ifadelerin mümkün mertebe nazarımızdan ve hayatımızdan uzak kalmasını istemektedir.
Nitekim biz de tek başımıza yaptığımız işler için genelde “Biz” ifadesini kullanırız; böylece hem benlik ve ene tuzağını elimizle itmiş oluruz, hem de elde ettiğimiz başarıyı ekibimizle paylaşarak gurup şuurumuzu canlı tutarız. Nitekim dînimizin mü’minleri kardeş ilân etmesi4 veya namazları cemaatle kılmaya teşvik etmesi gibi emir ve tavsiyeleri, “Biz” şuuruna vahy-i İlâhînin verdiği önemi gösterir. Hitaplarında insanı muhatap alan Kur’ân, “Biz” zamirini kullanarak insana biz inancını, yani ‘ben’cilik yerine ‘biz’ciliği yerleştirmek istemiş ve hizmetlerde sosyalleşmenin ve ekip çalışmalarının insan için önemine ısrarla vurgu yapmıştır.
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 249 2- Nebe’ Sûresi, 78/6-16 3- Nisâ Sûresi, 4/105 4- Hucurât Sûresi, 49/10
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bazıları daha özgür |
|
Vefat etmiş emekli bir general için, sağlığında iken de yazdıklarımızı tekrar özetleyerek yayınladığımız bir yazı sebebiyle hakkımızda hükmedilen tazminat kararını onayan Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, başka basın dâvâlarında verdiği kararlardan örnekler:
* Eski Tarım Bakanı Sami Güçlü’ye “Sen alınır satılır bir zavallısın, üstelik ederin de 310 bin lira” diyen Atılım gazetesi hakkında hükmedilen tazminatı, “Dâvâcı siyasî bir kişidir. Davranış ve icraatları konusunda basının sert şekilde de olsa eleştiri hakkı bulunmaktadır. Bu söz sert eleştiri niteliğinde, tazminata gerek yok” diyerek bozdu. (Vatan, 1.6.05)
* Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e “Takiye yapıyor, milletin gözünün içine baka baka yalan söylüyor” diyen Eğitim-Sen eski Başkanı Alâaddin Dinçer hakkındaki tazminat kararını, “Sözleri eleştiri sınırları içinde” gerekçesiyle bozdu. (Radikal, 11.5.06)
* Başbakan Erdoğan’ı “çiğ, ham, vahşileşebilme hızına sahip, karşısındakilere yönelik gözü dönmüş bir nefreti fütursuzca dışa vurabilme eğiliminde” ifadeleriyle eleştirdiği için Radikal yazarı Yıldırım Türker’in mahkûm edildiği tazminatı, “Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir” gibi son derece ilginç bir gerekçeyle iptal etti. (Vatan, 7.5.06)
* Keza Başbakanı “kedi” şeklinde çizen Cumhuriyet gazetesi karikatüristi Musa Kart hakkındaki tazminatı, “Görüş ve düşünceler abartılı, incitici, aykırı, rahatsız edici, belli ölçüde alaycı olabilir... Kediler sevimli varlıklardır... Toplumu yönetme, etkileme ve yönlendirme gücü bulunan siyasetçilerin, sahip oldukları bu güç oranında eleştiriye açık olma ve katlanma zorunlulukları vardır” gibi gerekçelerle bozdu. (aa bülteni, 24.5.06)
* “Din bezirgânı, sahte laik, kalıptan kalıba giren kişi” sıfatlarını yakıştırdığı Başbakana “Kimlerin maşasısın sen, seni ipinde oynatanlar kimler?” diye soran CHP’li Haluk Koç hakkında hükmedilen tazminat kararını, “Kişinin üstlendiği görev ne kadar önemliyse, hakkında yapılan eleştirilerin de o kadar yoğun ve gerektiğinde sert olabileceğinin kabulü gerekir” diyerek bozdu. (Radikal, 20.1.06)
* Yine Başbakanı “İBDA-C’nin başlangıçtaki yöneticisi” olmakla, Müslüman Kardeşler Örgütünü finanse etmekle ve bir El Kaide liderinin dizinin dibinde nasihat almakla suçlayan CHP’li Ali Topuz hakkında verilen 15 milyar TL’lik tazminatı ise çok bularak miktar yönünden bozdu. (aa bülteni, 16.6.05)
Son günlerde Başbakanı “pervasız kabadayılık”la suçlayan Yeniçağ gazetesiyle Maliye Bakanını eleştiren Milliyet yazarı Hasan Pulur da 4. Hukuk Dairesinin “basın özgürlüğünden yana” yorumları sayesinde tazminat ödemekten kurtulanlar listesinde yer aldılar.
Ama sıra Yeni Asya’ya gelince iş değişti.
Ne de olsa bütün gazeteler özgür, ama bazı gazeteler daha özgür. Bazılarının ise özgür olmak bir yana, hiç var olmamaları lâzım!
Öyle olunca, çıkan neticeye şaşmak niye?
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bize böyle Yahudi gerek |
|
İran’da devrim sırasında devrimin başını öğrenciler ve öğrenci hareketleri çekmişti. Daha doğrusu devrimin ibresini gösteren iki kurum ve iki grup vardı. Bu kurumlar pazar ve üniversite idi. Sınıflar ise esnaf ve öğrenciler. Dolayısıyla İran’daki rejimin geleceği bu iki sınıfa ve kurumun duruşuna bağlı. Ama üniversitelerle hem Bush’un, hem de Nejad’ın başı dertte. Nejad üniversitelerin gerektiği kadar İslâmî ideolojiyle yoğrulmadığını söyledi. Evanjelik Bush da kök hücre gibi kimi genetik araştırmalara karşı çıktığından dolayı üniversite camiasıyla başı hoş değil. Özellikle de uyguladığı politikalar, nobran kişiliği ve savaş taraftarlığı nedeniyle Bush üniversite camiası tarafından sevilmiyor.
Nejad üniversite öğrencilerine yaptığı bir konuşmada öğrencilerden birisi parkeye benzeyen üzerindeki kabanı isteyince, derhal alemi ve nişanesi haline gelen kabanını öğrenciye takdim etse de yine de ilk tepkiyi üniversite çevrelerinden aldı. Halka konuşması sırasında bir öğrenci kendisine hitaben zorba ve diktatör diye hitab etmiş. Halbuki Ahmedinejad seçilmişlerden birisi. Öyleyse öğrencinin kendisine böyle bir isnatta bulunması doğru mu? Ona kalırsa Bush da iki defa seçildi. Ama herkes de biliyor ki usulen seçim yapılmış, ama sonuçları manipülasyonlar ve hileler belirlemişti. Veya diktatör olmak için illa da sandık dışından gelmek gerekmiyor. Hitler de sandıkla birlikte gelmişti.
Aynı güne denk gelse gerek. İlginç bir şekilde Nejad’ın yuhalandığı gün Georgia’da benzeri bir olay gerçekleşmiş. Seçilmiş Bush’un atanmış ekibinden olan ve daha sonra Dünya Bankası başkanlığına kaydırılan Paul Wolfowitz de Nejad gibi yuhalanmış. Hem de dindaşları Yahudiler tarafından. Bilindiği gibi Irak savaşının gerçek teorisyeni Paul Wolfowitz ve Karanlıklar Prensi Richard Perle idi. Uygulayıcı pozisyonda da Rumsfeld bulunuyordu. Önce Perle, ardından Wolfowitz ve sonunda da Rumsfeld gitti. Böylece Bush ekibinin neocon ayağı gitmiş oldu. Geriye onlardan olmayan, ama onlarla paslaşan Cheney ve Rice kalmış oldu.
***
Wolfowitz, Georgia Eyaleti sınırları içinde bir sinagogda dindaşlarına hitap etmektedir. Aynen Nejad gibi. Guantanamo’daki mahkumların kıyafeti olan turuncu kıyafeti giymiş ve hali etvarından ve kılık kıyafetinden savaş karşıtı olduğu anlaşılan bir bayan tam konuşma esnasında konuşmayı keserek avazının çıktığı kadar bağırmaya başlamış: “Savaş öncesinde yalan söyledin. Amerikan halkını kandırdın. Sen bir savaş suçlususun!...” Nejad’ın karesinde olduğu gibi derdest ederek kadını apar topar mabedden çıkarmışlar. Ve içerideki bir grup insan da ıslıklarla kadına eşlik etmişler. Dışarıda 20 kişilik bir grup da savaşı ve sorumlularını telin eden pankartlar taşıyorlarmış. Rahatsız olan Wolfowitz “Mevcut makamım Irak konusunda konuşmama engel” dedikten sonra kaldığı yerden devam etmiş. Ama Irak’la ilgili Dünya Bankasının politikası konuşulurken Amerikan yönetiminin Irak politikasını da haliyle savunmuş. Irak savaşındaki rolüyle alakalı olarak kendisini şöyle aklayıp paklamış: “Biz Irak’a petrol için gitmedik. Kitle imha silâhlarını bulmak ve imha etmek için gitmiştik...” Aslında bu savunma cevap olmaktan uzaktı. Zaten kadın ve sinagog dışındaki mitingciler Amerikan halkının kitle imha silâhları yalanıyla iğfal edildiklerini söylüyorlardı.
***
Georgia’da sinagogda bunlar yaşanırken Tahran’da Amerikan basınının afişe ettiği Holokost yalanlarına dair bir uluslararası konferans düzenleniyordu. Ama burada garip bir durum vardı. İsrail’in varlığına karşı çıkan bazı Natura Karta bağlısı Ortodoks Yahudiler de konferansa gelmişlerdi. Ama onların ötesinde konferans gökkuşağı şeklinde bütün renkleri barındırıyordu. Bunlardan birisi de Ku Klux Klan örgütünün eski Başkanı David Duke idi. Eğer bunlarla ittifak oluyorsa Nejad neden Yahudilerle veya Bush yönetimiyle müttefik olamıyor? Çıkarları başbaşa gelmediği için mi? İlkeler çıkarların neresinde bulunuyor?
Zıtların birliğini ve maslahatların ittifakını Blair’in tilki aklı bile almamış. Düşmanımın düşmanı dostumdur fehvası burada mutlaklaştırılmış. O zaman talihin zebunluğundan ve yaver gitmemesinden başka Saddam’ın ne kabahatı var? Kim kimden daha pragmatik, anlamak kabil değil. Zavallı Blair, revizyonistlerle ve Ku Klux Klan liderleriyle biraraya gelerek Tahran’ın kendisini şok ettiğini ve bunun inancın ötesinde bir şey olduğunu söylemiş. Zira Ku Klux Klan lideriyle bir araya gelmenin maslahattan başka ne gerekçesi olabilir? Ahmedinejad ile Bush vakalarını bir tarafa koyacak olursak gerçekten de hem Tahran’daki Yahudilere, hem de Georgia’da Wolfowitz’e ağzının payını veren Yahudilere şapka çıkartmak lâzım. Bize ve dünyaya böyle Rachel tarzı Yahudi gerek.
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Asker ezberi bozdu |
|
Muhteris bazı eski politikacıların, iflas etmiş darbe heveslilerinin ezberini bozan, heveslerini kursaklarında bırakan gelişmelere tanık oluyoruz.
Gitmediği parti, tasfiye edilmediği siyasî hareket kalmayınca, askerin sırtından politika yapmak isteyen bazı müflis politikacıların, ikisi bir araya gelemediği halde milyonların temsilcisi gibi kıymeti kendinden menkul emekli subayların, kışlanın sırtından rant devşirdiği dönemler artık geride kalıyor.
Yaşanan onca deneyimden sonra, TSK artık birilerinin kendi adına konuşmasına prim vermiyor.
Hatta bundan rahatsız olduğunu açıklamalar yaparak ilân ediyor.
İyide ediyor.
Herkes kavgasını demokratik zeminlerde versin.
Başarısız olan gitsin, milletin desteğini elde eden gelsin.
Artık TSK adına çıkıp “bir komutan,” “askerî kaynak” gibi kimliği meçhul kaynaklar değil, bizzat Türk ordusu konuşsun.
TSK adına yapılan açıklamanın arkasında durulduğu takdirde, bir takım koltukları kapmak için askeri kullanmayı sanat edinenlerin önüne set çekilmiş olacak.
Çünkü bu tür işlerde bazıları malı götürürken, fatura TSK’nın üzerine kalıyor.
28 Şubat sürecinde öyle olmadı mı? Herkesin bir hesabı vardı, bunun uğruna ordunun gücünden yararlandılar. Seçim kazanarak iktidar olmayı başaramayan Mesut Yılmaz başbakan koltuğuna oturdu. Fırsat geçse Mustafa Kalemli başbakan olacak, Demirel görev süresini bir kez daha uzatacak, Çevik Bir Çankaya’ya kurulacaktı.
Ne oldu? 28 Şubat sürecinin bir sonucu olarak bankalar iflas etti, büyük ekonomik kriz yaşandı.
28 Şubat’ın işbaşına getirdiği hükümetin bakanları bugün Yüce Divan’da yargılanırken, bir kısmı daha o zaman Meclis’te yolsuzluk iddiasıyla verilen gensorularla düşürülmüştü.
Bunun faturasını kim ödedi?
Mesut Yılmaz ömründe son kez başbakanlık koltuğuna oturdu. Ama 28 Şubat sürecinin tüm olumsuz yönlerinin faturası TSK’nın üzerine kaldı.
Bugün PKK terörü denildiğinde 12 Eylül hatırlanıyorsa, bu asker adına izahı güç bir olay demektir.
Şimdi yine hiçbir yerde tutunamayanlar, siyasî çizgileri istikrarsızlıkla dolu olanlar, iyi bildikleri yöntemi kullanmaya kalkıştı. Bunun için askeri kışkırtma hevesine kapıldılar.
Önce randevu talepleri yüzlerine çarpıldı. Ardından da yazdıkları mektuba sert tepki verildi. TSK adına böyle bir mektubun kabul edilmesinin söz konusu olamayacağı belirtildi.
Bu tavır önemli…
Çünkü bu konuda gösterilecek bir zafiyet, kriz fırsatçılarını cesaretlendirir.
Kötü çağrışımlar yapmak istemiyorum, ama hatırlayın 28 Şubat sürecine giden yolda devrin başbakanına bazı generaller tarafından yapılan hakaretler, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in mektubunun Basın ve Halkla İlişkilerden sorumlu albay tarafından geri çevrilmesinin, gazete manşetlerine taşınmasındaki fütursuzluk birilerine cesaret vermişti.
Bu açıdan TSK şimdi kendi itibarına yakışan bir olgunla hareket ediyor.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, darbe kışkırtıcılığı yapma hevesini taşıyan, ahlâksız mektup için, “Böyle bir mektup bize gelmedi. Zaten böyle bir mektup gönderemezler. Biz askerlik hayatımızın bütün safhalarında demokrasiye, Anayasaya bağlılık yemini etmiş insanlarız. Bizim demokratik kültürümüz böyle bir şeye izin vermez. Gelirse de gereğini yaparız” diyerek tavrını ortaya koyması önemli.
Burada altı çizilmesi gereken bir nokta daha var. O da Büyükanıt’ın,”Biz demokrasiye, Anayasa’ya bağlılık yemini etmiş insanlarız” şeklindeki sözleri.
Bunu demokrasinin miladı ya da düğün bayram ilân edilmesi gereken bir olay gibi aktarmak istemiyorum.
Olması gereken bu. Ancak her zaman olması gereken olmuyor.
Bundan hem demokrasi, hem de ordu yara alıyor.
28 Şubat’ı gerçekleştiren askerlerden hepsi tasfiye oldu. Bir kısmının ordu evlerine giremediğini, meslektaşlarından yüz bulamadığını biliyor musunuz?
Ama ne oldu. Askerleri kullanan bazı batık siyasetçiler, bürokratlar, işadamları askerin sırtından iktidar oldular.
Şimdiki siyasî kadro 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın yanlışlarını görüp, Milli Görüş hareketi ile yollarını ayırmış insanlar tarafından oluşturuldu. Kimi zaman zafiyet işareti taşısa da askerle krize yol açacak tavırlardan, askeri kışkırtacak beyanlardan uzak duruyor, diyalog kapılarını sonuna kadar açık tutuyorlar.
Kimi zaman eleştiri konusu olma pahasına da olsa...
Askerler de 28 Şubat sürecinde nasıl kullanıldıklarını gören ve ne hükümete endeksli, ne de iktidarın yeminli düşmanı gibi bir pozisyona düşmekten uzak duran, kendi sınırları içinde kalmaya özen gösteren bir görüntü çiziyorlar.
Olması gereken bu. Bundan hem asker, hem siviller kârlı çıkar.
Demokrasinin “kazan kazan” noktası da bu olsa gerek…
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Toscani neler demiş? |
|
“Dahi iletişimci” sıfatıyla tanınan ve geçtiğimiz günlerde “6. Perakende Günleri”nde ilginç konuşmalar yapan Oliviero Toscani, bir röportajında da yine ‘aykırı’ beyanlarda bulunmuş.
“Politikacı olsaydım diktatör olurdum” diyen Toscani, ‘dünya’yı insanlardan kurtarmak gerektiği görüşünde. Şöyle demiş: “Doğayı mahveden, savaşları başlatan insanlar hep. Doğa bizi istemiyor. Bu yüzden doktorlar vs. var. Biz de kendi kendimizden kurtulmaya çalışıyoruz.” (Tempo, sayı: 992, 7 Aralık 2006)
Toscani, televizyonlara karşı tenkitlerini de sürdürüyor. “Hem eleştiriyorsunuz, hem de (programlar yapıyorsunuz?)” şeklindeki soruya da şöyle cevap veriyor: “[Çok afedersiniz] Televizyon kaka gibidir. Yaparsın ama izlemezsin. Eleştirdiğini, eleştirdiğinin içinde değerlendirmelisin. Politikaya karşıysan politika yaparsın, televizyona karşıysan televizyon programı yaparsın.”
Türkiye’nin imajıyla ilgili bir soruyla da karşılaşan ‘dahi iletişimci’, “Kendinizi sevmeniz gerekiyor. Hem sevmiyorsunuz, hem de çok milliyetçisiniz. Türkiye nedir ki? Türk olmayı sen mi seçtin, niye bu kadar gurur duyuyorsun? Ben Afrikalıyım işte. Yarın da iki saatliğine Danimarkalı olacağım” şeklinde konuşmuş.
Toscani, “Diktatör olsanız ilk iş olarak ne yapardınız?” sorusuna da şu cevabı vermiş: “Toleransım kalmadı. Bir sürü şeyi kabul edemiyorum çünkü. Televizyonu yok ederdim ilk iş olarak. İki ay meselâ, televizyon yok. Gazeteleri de bedava yapardım.”
Gerçekten, televizyon iki aylığına hayatımızdan çıksa ne olur? İki ihtimal var: Ya kavgalar artar, ya da gerçekleri görür; aile ve toplum olarak birbirimizle ‘iletişim’ kurmayı, konuşmayı denerdik!
*
‘Halkla ilişkileriniz felâket’
İstanbul’da düzenlenen “Perakende Günleri”nde konuşan Amerikalı ünlü ‘trend avcısı’ Marian Salzman şöyle demiş: “Türkiye olarak halkla ilişkileriniz felâket” (Gila Benmayor, Hürriyet, 1 Aralık 2006)
Salzman, Türkiye’nin; dünya genelinde yeteri kadar ya da hiç tanıtılmadığından bahisle bunu söylemiş. Tesbit doğru olmakla birlikte, bir noktaya daha dikkat çekmek gerekecek: Türkiye’nin, kendisini dünyaya tanıtma noktasındaki ‘ilişkileri felâket’ de, içerdeki tanıtımda çok mu iyi? Yakın ya da uzak, ‘tarih’e baktığımızda ‘idare eden’ler ile, ‘idare edilenler’ arasında bir uyumsuzluk, bir diyalogsuzluk, bir iletişimsizlik görmüyor muyuz?
Yıllardan beri, milletin ‘kısa’ dediğine, yöneticiler ‘uzun’ demiyor mu? Milletin inançlarıyla alay edilmesi, hor görülmesi ve ‘cahil oy çoğunluğu’ denilmek sûretiyle aşağılanması; ilişkilerin ‘felâket’ olduğunu göstermez mi?
Kısaca, “Halkla ilişkiler”den ziyade, ‘halk’ ile ilişkilerimiz tam bir felâket! Türkiye’nin asıl derdi de bu değil midir?
*
Sokakta kucaklaşma modası
Köln’ün ünlü Dom Meydanında “Free Hugs” yani; ‘kucaklaşma’ kampanyası başlatılmış. (Hürriyet, 1 Aralık 2006)
‘Tokalaşma’ yerine, ‘kucaklaşma’ya ihtiyaç duyulması ve bunun için Avrupa’nın göbeğinde bir kampanya açılması bize de birşeyler hatırlatmalı. “Musafaha/kucaklaşma” sünnet değil miydi?
14.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|