|
|
Cevat ÇAKIR |
Bir milyon yumurtacık |
|
“Denizleri şenlendiren”1 ve insan hayatıyla sıkı bir irtibatı olan balıkları, bir çok kişi av yasağı kalktığında veyahut da sofrasında gördüğünde hatırlar.
İnsan hayatının balıkların hayatlarıyla nasıl bir irtibatının olduğunu Said Nursî Hazretleri bakın nasıl izah ediyor: “Zira ne vakit balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut eder.”2
Evet insanın hayatını sürdürmesiyle böylesine bağlı bir canlı türünü “beşerin bulaşık eli”3 yok etmek için adeta yarışmaktadır. Bir taraftan balıkları zamanından önce avlamakta, diğer taraftan balıkların yaşama ortamları olan gölleri kurutup deniz ve nehirleri de kirletmektedir. Konya bölgesinde içerisinde yirmiye yakın balık çeşiti olan ve balıkçılık yapılan bazı göller tamamen kurumuş durumdadır. 21 Ekim 2006 tarihli bazı gazetelerde bu konu ile ilgili yeni haberler vardı. Sakarya nehri ve Erzurum Karasu nehrinde görülen toplu balık ölümlerinin ardından Bafa gölünde de binlerce balığın oksijensizlik yüzünden ölmesi yeni örneklerdendir.
Bu “bulaşık el” çok uzun olduğu için okyanuslara kadar uzanmış, oradaki canlıları da tehdit etmeye başlamış. Diğer taraftan da, “Bu dünyamızın menba-i acaip buhar kazanları hükmünde olan denizleri”4 de kurutmakla meşguldurler. Nitekim Aral Gölü buna iyi bir örnektir.
İşte bu konu ile ilgili basında çıkan yeni bir haber: “Bilim adamlarının, okyanuslarda, deniz canlılarıyla denizden sağlanan geçimi tehdit eden 200 civarında ‘ölü bölge’ tesbit ettikleri belirtildi. BM çevre programı (UNEP), kirlilikten kaynaklanan ve zehirli yosunların oksijeni tüketmesiyle oluşan bu ‘ölü bölgelerin’ son 2 yılda yüzde 34’lük artış gösterdiği belirtildi. ABD’nin kuzey bölgelerinde ilk kez belirlenen ‘ölü bölgeler,’ Missisippi ırmağının kirlettiği Meksika körfeziyle biliniyor”5
“Beşerin medarı maişeti”6 olan balıklara düşmanca davranılması anlaşılır gibi değil. Ancak bir âyette geçen “Zelumen cehula” yani ‘Zalim ve cahildir’ hükmü ile açıklanabilir. İnsanların balıklara verdikleri zararlar sadece maddî yönüyle değil, manevî yönden de onları rahatsız ettiklerini şu ifadelerden anlıyoruz: “Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir. Hatta bizim nafakamız azalır.”7
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 162; 2- Lem’alar, 95; 3- Lem’alar, 304; 4- Asa-yı Musa,191; 5- Milliyet, 21 Ekim 2006; 6- Muhakemat, 53; 7- Emirdağ, 32.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Yağmurdereli'den dizi analizi |
|
Türk televizyonlarında yerli dizilerin bütçesi, 160 bin YTL civarında...
Yani haftada ortalama yüz dizi çekiliyor... Bu rakamı veren 130 bin kişiye iş imkânı sağlayan yapımcı Osman Yağmurdereli... (Hürriyet)
Dizi sektörü, televizyon kanallarını değil, Yeşilçam olmak üzere reklam piyasasını da harekete geçiriyor.
Bugün Türkiye’de reklam yatırımı olarak nitelendirilen “reklam pastası”nın 1 milyar 500 milyon dolar ile 2 milyar dolar arasında olduğuna dikkat çeken Yağmurdereli, Türkiye’deki dizi furyasının nedenini de “reklam pastasından pay alma yarışına” bağlıyor.
Yağmurdereli, “Ben her dönem başı bu yıl diziler azalır izleyici sayısı düşer diyorum ancak her dönem sektördeki rakamsal veriler katlanarak büyüyor. Bunlar olumlu şeyler olabilir, ancak sektörün biraz durulmaya ihtiyacı var” diyor.
Artan ilgiye karşın dizi sektörünün bir çok sorunu da bulunduğuna dikkat çeken Osman Yağmurdereli, diziyi kanala kabul ettirmekten, yurtdışına açılmaya kadar bazı sıkıntılar bulunduğunu aktarıyor Hürriyet muhabirine...
İşte bunlardan bazıları:
“Yerli dizilerin devam edip etmemesine adil olmayan bir yöntemle karar veriliyor. Türkiye’de 4 bölüm sonra dizi kalkıyor. Oysa hiç zaman tanınmıyor. Bu yanlış bir sistem. Amerika’da ise diziler paket programlar halinde TV kanallarına satılıyor. Oysa dizinin nereye gittiğini görerek devam etmeli. Biz yapım hazırlıyoruz, proje hazırlıyoruz ardından oyuncu castını kuruyoruz. Sonra kanala yollayıp kabul edilince çekiyoruz. Bir de yurtdışındaki çekim bütçeleriyle yabancılara çok fazla rakip olmamız mümkün değil. Çünkü yabancılar diziyi 20 ülkeye daha satarak fazla kazanıyor. Bugün Ekvador dizisi bile Türkiye’de. Bizim dizilerimizin yurtdışına bu maliyetler ve bu anlaşmalar ile açılması çok zor görünüyor.”
Kuşkusuz bu da sektörde “oyuncu, yönetmen ve senarist” açığı da beraberinde getiriyor.
Dahası, “Türkiye’de bu kadar diziyi kaldırabilen yani yüz erkek, yüz kadın başrol oyuncusu yok. Yüz görüntü yönetmeni ve senarist hiç yok” diyor Yağmurdereli...
“Sektör açığını, memuriyet gibi kademe kademe yükselen elemanlarla kapatıyor. Yani reji asistanı kamera yönetmeni oluyor. Kameraman görüntü yönetmeni oluyor. Üniversitelerden gelen gençlerin açığı kapatması çok zor. Bizde en önemli şey pratiktir. Mezun olan birinin bizde gelip asistan olması bile imkansız.”
Ya en çok kazanan aktörler?
İzlenme rekorları kıran dizilerin başrol oyuncular bölüm başına dudak uçuklatan ücretler alıyormuş... Bugün Türkiye’de en çok kazanan dizi oyuncusu ünvanını elinde bulunduran Necati Şaşmaz, Kurtlar Vadisi’nde bölüm başına 75 bin YTL alıyormuş... Televizyon dünyasının en çok kazanan dizi oyuncusu ise Amerikalı Charlie Sheen...(İki Adam Bir Çocuk) CBS kanalıyla yeni bir projeye imza atmaya hazırlanan Sheen bölüm başına 350 bin dolar alacakmış. Ne diyelim, aktörün parası züğürdün çenesini yorarmış.
HOKKABAZ KİM?
Cem Yılmaz’ın reklamlarla şişirilen filmi, sonunda vizyona girdi.
Galayı izleyen “ünlü”ler çıkışta, filmi yere göğe sığdıramadı.
“Harika, süper... Sadece komedi değil, aynı zamanda ağlayacaksınız” türünden açıklamalar.
Gişelerde rekor kırması beklenirken, galiba istenilen rakama ulaşılamadı.
Ama ne oldu?
Birden bire ortaya Savaş Ay çıkıyor ve diyor ki:
“Hokkabaz çalıntı... Benim hikâyemi anlatıyor.”
Cem Yılmaz basına verdiği açıklamada:
“Bu çok ağır bir suçlama... Özür dilemesini beklemiyorum, ama Savaş Ay’la ilişkim kalmadığını beyan ediyorum” diyor.
Ay ise:
“Olmayan ilişkiyi nasıl bitirdi! 20 gündür telefonlarıma bile çıkmıyor” diyerek, sitemini belirtiyor.
Öte yandan:
Hokkabaz’ın “Herşey Daha Güzel Olacak” filminin devamı gibi olduğu... Hatta, kimi seyircilerin salonu terk ettiği haberleri geliyor. Yani şişirildiği gibi olmadığı yönünde beyan eden izleyiciler var.
Ortaya çıkan sonuç şu:
Acaba Ay, bilerek mi bu polemiği başlattı? Yani bu tartışmalar “reklam mı kokuyor?”
Sonra bir bakıvermişsiniz, Ay ve Yılmaz sarmaş dolaş basına poz vererek, “Biz barıştık” demesin... Hiç şaşırmam doğrusu.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Seri katil’ler çağı |
|
Amerika başta olmak üzere, bütün dünyanın problemlerinden biri olan ‘seri katiller,’ son günlerde Türkiye gündemini de meşgul ediyor. 7 kişiyi öldüren iki kişi ile ilgili haber ve yorumlar, gazetelerin manşetlerini işgal etmiş durumda.
İşlenen cinayetle ilgili ‘ayrıntılar’ın değerlendirilmesini bir yana bırakırsak; medyanın tavrında dikkat çekici bir değişiklik seziliyor. Geçmişte “idam” cezasının kalkması için kampanya düzenleyenler, işlenen ‘seri cinayet’ler sonrası “Ah, keşke idam olsa da bu katiller asılsa” demeye başladılar.
“Amerika’da olsa doğru gaz odası” başlıklı manşetin ‘özet’inde de şöyle denilmiş: “7 kişiyi öldüren iki cani yeni bir ‘Rahşan affı’ çıkana kadar hapis yatacak. ABD’de ise bu tür suçlulara verilen tek ceza var; ölüm!” (Vatan, 25 Ekim 2006)
Yaşanan dehşet verici hadisenin ‘ilk’ olmadığı ortada. Umalım ve dileyelim ki ‘son’ olsun. Ama uzmanlar aksini söylüyor: “Türkiye’yi hayrete düşüren seri cinayetleri değerlendiren psikiyatr ve psikoterapist Doç. Dr. Armağan Samancı, toplumda çatışmanın hakim olduğunu belirterek, ‘Türkiye bu tarz cinayetlerin daha kötülerini görmeye hazır olsun’ dedi. Doç. Dr. Samancı şunları söyledi: ‘Son beş yıldır Türkiye’de büyük bir toplumsal değişim var. Çocuklarını terk eden, çocuklarına eziyet eden ailelerin yer aldığı, çatışmanın ağırlıkta olduğu bir toplum var. Herhangi bir filmden, yapıdan kopya alan, acımasız, gücü olumsuz kullanan bir nesil yetişiyor. Geleneksel sevgiyle büyütülen yapı ortadan kalkıyor.” (Hürriyet, 26 Ekim 2006)
Seri cinayetleri değerlendiren ‘uzman’ın da ifadesiyle ‘suçlu’lar arasında ‘filmler,’ dolayısı ile ‘televizyon’ da sayılmalıdır. Her gün yüzlerce, belki binlerce ‘şiddet’ sahnesi izleyen çocukların ve gençlerin etkilenmemesi mümkün mü? TV’lerdeki şiddet görüntülerine bir de bilgisayar oyunları ve internetteki kontrolsüz şiddeti ilâve edelim! Bunca ‘sebep’ten etkilenen gençler arasından değil ‘seri katil’ler, başka ‘(ser)seri’ler de çıkabilir.
Probleme ‘doğru teşhis’ konulduktan sonra yapılması gereken şey, hastalığı tedavi etmektir. Kalplere ‘yasakçı’ koymaktan başka tedavi yolu var mı? “Var” diyenlerin Türkiye’yi getirdiği nokta, ‘seri katiller çağı’dır. Bu bakımdan, yanlış teşhis ve tedaviden vazgeçip, kalplere hükmetmenin yolunu arayalım...
*
TAV Anatolia
TAV Havalimanları Holding İcra Kurulu Başkanı ve CEO’su Dr. M. Sani Şener imzasıyla bir açıklama aldık. Açıklamada özetle şöyle deniliyor:
“Yeni Asya Gazetesindeki 15 Ekim 2006 tarihli ‘Nine bulabilsek dinleyebileceğiz’” başlıklı köşe yazınızda Ankara Esenboğa Havalimanı’nın adının ‘Anatolia’ olarak değiştirilmesine ilişkin dile getirdiğiniz endişelerinizle ilgili bazı noktaları açıklığa kavuşturmak istedik. (...)
“Öncelikle bilmenizi isteriz ki Ankara Esenboğa Havalimanının adının hiçbir surette değiştirilmesi söz konusu değildir. Bu konuda, bir yayın organının havalimanının açılış haberine attığı manşetten kaynaklanan bir yanlış algılama bulunmaktadır.
“TAV Anatolia, Ankara Havalimanının yeni adı değil, yalnızca TAV Havalimanları Holding’e ait bir “işletme birimi ve markası”dır. (...)
“Havalimanının isminin değişmesi hiçbir şekilde gündemimizde yer almamaktadır. Kaldı ki böylesi bir değişiklik kararı bizim inisiyatifimizde de değildir.”
“Esenboğa Anatolia oldu” şeklindeki habere itiraz etmiş ve “Hani, dilimizi koruyacaktık?” diye sormuştuk. Anlaşılan, böyle bir isim değişikliği sözkonusu değil.
Açıklamalarından dolayı TAV’a teşekkür ediyor ve okuyucularımızın bilgisine sunuyoruz.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Diyanet ve cemaatler |
|
Türkiye’de Diyanet’in cemaat ve tarikatlarla ilişkileri başından beri sıkıntılı oldu.
Bunun en önemli sebebi, Diyanet’in dinî hayatı devlet kontrolünde tutma misyonuyla kurulmasına karşılık, cemaat ve tarikatların bu kontrolün dışında gelişmiş olmaları.
Bu durumdan kaynaklanan gerilimin ilginç bir örneğini, Diyanet’in ilk kurulduğu dönemde Bediüzzaman’a sorulan bir sualde ve onun verdiği cevapta görmekteyiz.
Sual şu: “Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-ı İslâmiyeyi talim edecek (dinin hükümlerini ve İslâmın hakikatlerini öğretecek) resmî bir dairemiz var. Sen ne selâhiyetle neşriyat-ı diniye (dinî yayın) yapıyorsun?”
Said Nursî’nin cevabı ise şöyle:
“Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz (tekelleştirilmez). İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? (...) Hakaik-ı imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye (iman hakikatleri ve Kur’ân'ın esasları), resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulamaz.” (Mektubat, On Altıncı Mektup, s. 72)
Din hizmetlerinin resmî kalıplara hapsedilemeyeceğinin altını çizen bu cevabın şu günlerde yine hatırlanmasına ihtiyaç var.
Çünkü devlet katında “irtica” eksenli son dalgalanmalar, Diyanet’i yine aynı sancı ve ikilemle karşı karşıya getirmiş bulunuyor.
Bu ikilemi, önce “Tüm sivil dinî inisiyatifler sahip oldukları dinî bilgileri tartışabilsin, konuşabilsin, gelişebilsinler. Biz indirgemeci, tekelci yaklaşımlara karşıyız” deyip, hemen ardından “Biz devletiz. Kendimize ve tercihimize göre ilişkiler kuramayız” diye ilâve eden Başkan Ali Bardakoğlu’nun sözlerinde görmek mümkün. (Sabah, 23.9.06)
Sonraki süreçte ise Diyanet, “Biz devletiz” çizgisini yansıtan tavrını iyice koyulaştırdı.
Radyo 1’de Murat Çelik’e Kur’ân kurslarındaki öğretici açığını geçici personelle kapattıklarını belirten Bardakoğlu, “Sivil katkı, fahrî öğreticilik mekanizmasında zaman zaman dinî cemaatleşme kaymaları oluyor maalesef” dedi. (Melih Aşık, Milliyet, 28.9.06)
Diyanet’in cemaatlerle “mücadele” halinde olduğunu açıkça ifade eden isim ise, Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez oldu.
Cemaat ve tarikat mensuplarının kuruma kadrolu olarak 1974’te alındığını ifade eden Görmez, sonraki yıllarda İHL ve ilâhiyat mezunlarının devreye girmesiyle durumun değişmeye başladığını, “bahsedilen akımlarla bağlantılı olanlar” emekli oldukça sayılarının azaldığını anlatarak şöyle diyor:
“Kurum içindeki bu akımlarla mücadele halen devam ediyor. Halen cemaatlerle bağlantılı olanların oranı parmakla sayılacak kadar, yüzde 1 oranında. Ancak bu oran gittikçe sıfırlanacak.” (Milliyet, 25.10.06)
Bu talihsiz açıklamalar, cemaat ve tarikatları “devrim karşıtı hareketin ve irticanın kaynağı” olarak niteleyen ve “Diyanet bir devrim kuruluşudur, camiler de tıpkı diğer devlet kurumları gibi kamu alanlarıdır” iddiasında bulunan (Ali Dündar, Cumhuriyet, 10.10.06) yaklaşımlarla belki örtüşebilir.
Ama dine de, ülkeye de zarar verir...
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Bir kazan çorba ve anketler |
|
“Bir kazan çorbanın tadını anlamak için o kazanın tamamını içmenize gerek yoktur. Tabiî ki kazandaki çorbayı iyi karıştırmışsanız…”
Anketleri, bir kazan çorbaya benzetmişler. “Birilerinin çıkarı doğrultusunda hareket etmiyorsanız, yönlendirme amacı gütmüyorsanız; soruları ve örneklemi iyi seçilmiş, saha çalışması uzman kişilerce yapılmış ve yorumu bilimsel tekniklerle yapılmış hiçbir anket yanılmaz” diyor anketi hazırlayanlar… (TB-Türk Bilgi Danışmanlık/Araştırma)
Tabiî, kazana bir avuç tuz ve kırmızı biberi atıp, ardından o bölgeden bir kaşık alıp “bu çorba tuzlu ve çok acı” denildiğine de şahit oluyoruz.
* * *
Bir ankettir gidiyor. Her konuda anket çalışması yapılıyor. Tabiî yukarıdaki uyarıyı dikkate almayan anketçiler, çorbayı iyi karıştırmadıkları için çok değişik sonuçlar ortaya çıkabiliyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Anketlerde bugüne kadarki en düşük düzey gerçekleşti. Oy oranımız yüzde 26,2 civarında” açıklaması dikkatleri kamuoyu araştırmalarına yöneltti. Başbakan böyle derken partisi tartışmalı bir seçim anketi açıkladı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Necati Çetinkaya, son olarak yaptırdıkları ve Erdoğan’ın da sözünü ettiği kamuoyu araştırmasına göre, çekimserlerin oylarının da partilere dağıtılması halinde partisinin aldığı oy oranın yine yüzde 41’in üzerinde olduğunu açıkladı. “Bütün karşımızdaki muhalefeti topladığımız vakit yine bir AK Parti etmiyor” diye iddialı konuştu.
Başka bir anket firması anket yaptırdı. Bu sefer AKP’nin oy oranı yüzde 23.38 çıktı. Başka birisi başka bir sonuç, diğeri başka bir sonuç. Birine göre barajı iki parti aşıyor, kimine göre 3, kimine göre 4…
* * *
En son olarak Başbakan Erdoğan’ın gizli bir anket yaptırdığı, bayramdan önce gazete sütunlarına yansıdı. Buna göre, AKP’nin oylarında çok ciddî düşüşler varmış. Bu “çok gizli” ankete göre, hükümet, başörtüsü, imam hatipler, YÖK, işsizlik, yolsuzlukla mücadale konularında başarısızmış…
Bu ankete göre, milletvekili seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yapılması gerektiği yönünde bir sonuç çıkarken, halkın büyük çoğunluğu (yüzde 79.4) cumhurbaşkanını halkın seçmesini istiyor.
Son günlerde en dikkat çeken(!) anketlerin başında CHP’nin yaptırdığı anket geldi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “İstanbul’da birinci partiyiz” açıklamasının kaynağı da böylece belli olmuş oldu.
CHP İstanbul’da 500 kişi üzerinde yaptırdığı ankette “birinci” olmuş. Ne diyelim, hayırlı olsun… Ama bu ankete rakipleri şu cevabı veriyorlar: “Aç tavuk kendini buğday ambarında görürmüş.” Biz de bu söze eklenecek başka sözde bulamadık.
Bu arada bu ankete tebessümle bakanlar şunu söylüyorlar: “Genel Merkezde anket yapsalar CHP’nin oyları daha da artar…”
Bütün bunlar bize geçtiğimiz seçimler öncesi yaptırdıkları anketlere göre yüzde 45 oy alacağını iddia edip bindeliklerle ifade edilen oy alabilen belli “baş”lı bir partiyi aklımıza getirdi.
* * *
Görünürde ara seçim, erken seçim falan yok, ama ortaklıkta seçim anketinden geçilmiyor. Demek ki, seçimlere yaklaşık bir yıl var, bu bir yıl içerisinde seçim anketlerinin hız kazanacağına şahit olacağız.
Partiler anketleri rakiplerine karşı yeni pozisyonlar almak için yaptırıyorlar, ancak Türkiye’de son yıllarda kamuoyu araştırmalarında elde edilen sonuçlar inandırıcı olma özelliğini kaybetti. Birçok anket artık kamuoyunu yönlendirme amacını taşıyor.
Adı üstünde “anket” bin-iki bin kişiyle yapılıyor. 73 milyonluk nüfusu çoğu zaman yansıtmıyor. Bunun sebebi anketçilerin (kamuoyu araştırmacılarının) dediği gibi, kazandaki çorbanın iyi karıştırılmamasından kaynaklanıyormuş…
Bunu da öğrenmiş olduk…
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Dayanışma ve bağımsızlık |
|
Bağımsızlık siyasî mânâda elbette mümkün. Ancak etrafımıza baktığımızda mutlak mânâda hiçbir şeyi bağımsız, bağlantısız ve tek başına göremeyiz. Aksine her şey bir bütünün parçasıdır. Ya da her bütün parçalardan oluşur. İnsanlardan müteşekkil bir şehir, bir araya gelen şehirlerden devletler; taşlardan oluşan bir bina ya da câmi; veya inanan ve manevî bir maksadı ideal edinen insanlardan müteşekkil bir cemaat.
İlim adamları bir zamanlar, özelliğini kaybetmeden, bölünemeyen en küçük parça dedikleri atomun alt birimleri hususunda şimdi kararsızlar. Ancak mikro âlemde, inilen derinliklerde her şey bir binanın taşları gibi mimarî bir ahenk içinde omuz omuza vermiş yapı taşlarından ibaret olduğunda tereddüt yok. Bir zamanlar zannedildiği gibi bir elementi meydana getirmek için öyle fevkalâde özellikleri olan seçkin, süper bir atom yok. Birbirlerine karşı imtiyaz istemeyen, üstünlük taslamayan mütevazi atomların bir ahenk içerisinde bir nizam ve intizam dahilinde bir araya gelmesi ve belirli bir yörüngede dönmesiyle, bazen bir arı eliyle benzersiz lâtif bir gıda, bazen de dağları hatta küreleri yerinden oynatacak dayanılmaz bir güç olabiliyor.
Mağaradan başka mimarî eser bilmeyen vahşî bir adam, muazzam Süleymaniye veya Ayasofya camilerini büyük ihtimalle yekpare bir taş ya da kaya olarak düşünecek, taşları bir araya getiren mimarîyi, omuz omuza gelmesiyle hâsıl olan kuvveti, onları bir arada tutan cazibeyi kavramakta zorlanacak. Kendisinden öyle bir bina istense, iki taşı bir araya getiremeyen ya da aralarındaki bağları fark edemeyen zihni, câmi kadar büyük yekpare bir taş aramak gibi bir imkânsıza talip olacaktı.
Câmiyi öyle gören kişi, Tabiat Risâlesinde misâl verildiği gibi, birlikte namaz kılan cemaati nasıl görecek, arada nasıl bir bağ tahayyül edecek?
Atom altı ya da esir gibi lâtif maddeleri bir araya getirerek hava gibi hafif ve yumuşak maddelerden, taşlardan daha sert maddelere kadar sayısız eşyayı halk eden kudret ile, farklı mizaçlara sahip kalpleri de bir araya getirerek birbirlerine ve mazlûma karşı şefkatli ve merhametli, haksıza karşı şiddetli topluluklar yaratan aynı kudrettir. Bu kudretin âlemdeki tezahürünü görüp de, içimizde ona kalplerimizi açmamak ve tâbi olmamak büyük hatadır.
Tâ atom altı parçacıklardan başlayarak devam eden yapı taşı mantığı, gerçekte Âlemlerin Rabbinin, kâinatta câri kıldığı bir sünnetidir, bir âdetidir. Damlalar bir araya gelir denizleri, okyanusları; zerreler bir araya gelir dağları, taşları; hücreler bir araya gelir bitkileri ve hayvanları; taşlar bir araya gelir binaları… Bir araya gelmekte zorlanan tek varlık insandır.
Bu dağınıklıkta, bir araya gelmekle hâsıl olacak neticenin büyüklüğünü idrak edemeyişimizin etkisi büyük olsa gerek. Belki de insanların ekseriyeti, yer ve göğün tahammülünden kaçındıkları emanetin cüzlerinden olan benlik ve enaniyetten dolayı bir araya gelmekte zorlanıyorlar, güya izzet ve şerefleri sıradan kişilerle omuz omuza gelmelerine mâni oluyor. Toplumda kendilerini süper atom gibi özelliklere sahip, süper kahramanlar olarak gören insan sayısı az değildir. Kendisini fevkalâde hususiyetlere sahip gören kişilerin, arada kaynayıp gitmeye her halde gönülleri razı olmuyor.
Aslında arada kaynayıp gitmek, baş başa ya da omuz omuza verememektir. Bağımsız ve uyumsuz bir taş ya dağdadır, ya da bir enkazdadır. Elbette dağdaki yalnız bir taşın da bir çok vazifesi vardır. Ancak bir ustanın elinde işlenmiş olarak Süleymaniye’de vazife almış taşın maddî-manevî makamı, izzeti, şerefi ve ziyaretçisi kıyas kabul etmeyecek kadar yüksektir. Gerçekte omuz omuza veremediği için yıkılarak bir taş yığını ve enkaz haline gelmek; unutulup, kaybolup gitmenin, izzet ve şerefi ayaklar altına almanın en kötüsüdür.
Uhuvvet Risâlesinde nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.”
Kubbeli mimaride tonlarca ağırlığın yukarıda duruş şekli dikkat çekicidir. Taşların ağırlıkları onların çökmesine değil, güçlü bir şekilde ayakta durmasına sebep olur. “Seyyiat hasenata; günahlar, sevaplara kalbolur” ifadesinde olduğu gibi dezavantajlar avantaja, eksikler ve kusurlar fırsata dönüşür. En azından taşlar kadar olsak, eksiklerimiz ve kusurlarımız birbirimizi reddetmemize değil, yardımlaşma ve dayanışma ihtiyacının artmasına vesile olacaktır.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Bayramla gelen müjdeler |
|
Rahmet dininin en büyük şeâirlerinden olan mübarek Ramazan ayını ve de güzel bir bayramı geride bıraktık elhamdülillah. Cenâb-ı Hak tekrarını nasip etsin inşaallahu tealâ. (Âmin)
Ramazan ayı, başlı başına bir rahmetti, bir müjdeydi. Akabindeki bayramı da, Müslüman ve Mü’min olanları daha büyük bir müjde ve rahmete gark etti elhamdülillâh.
Bu yıl oruç tutanların sayısının arttığı ve maneviyâta olan talep ve ihtiyacın bariz bir şekilde öne çıktığı ve gözle görünür hale geldiği önemli bir rahmetli ve meyveli mevsimi, milletçe geride bıraktık.
“Sivil güç” kendisini biraz daha bariz ve ağırlıklı olarak gösterdi.
Belediyeler, zenginler, hamiyet sahipleri kurdukları çadır ve manevî sofralarla ön plana çıktı. Bu hayırlı hareketler yaygın hale gelince “öteki yakadakiler” mecburen susmak zorunda kaldı. Yoksa bunların “oy hesabıyla” veya “irticayı beslemeyle” bağlantılı olduğunu yazmadan duramazlardı. Ama köylere ve en küçük yerleşim merkezlerine kadar inen yardımlaşma, sehavet, cömertlik, izzet, ikram ve iâşeler onları susturmaya yetti. Bu sahada fazla bir sermayeleri kalmadı ve büyük ölçüde de iflâs ettiler.
Kâinatın kalbi hükmündeki Kâbe-i Muazzama’ya ziyarete giden, yüz binlerin, sath-ı arzda, gece gündüz durmadan gözyaşı döküp duâ eden milyonların yalvarış ve yakarışları müjdeli haberlerin en büyük kaynağı ve sebebiydi muhakkak.
Ramazan ayı boyunca dolup taşan mescidler, camiler, vakıflardaki coşku, sevinç, vakar, ciddiyet, tasarruf, ikram, izzet, muhabbet, kardeşlik, samimiyet ise başka bir boyutuydu bu güzelliklerin.
Yapılan hatimler, okunan Cevşenler, edilen duâlar, verilen zekât, fıtır sadakası ve yardımlarda takip edilen ihlâs, uhuvvet ve sadakat boşa gitmedi ve gitmeyecek inşallah.
Demokratik sahada DYP lideri Mehmet Ağar’ın iftar sofralarında ve halkın arasında söyledikleri büyük yankı uyandırdı. “Tüfekli güçlere” karşı sağlam duruşunu şu ana kadar demokrasi adına sabitledi ve geri adım atmadı. İnşaallah ümit ediyoruz ki bundan sonra da geri adım atmaz ve “dik durmanın” sonunu getirir. Bu beyanlarla sivil kanat ve millet rahat bir nefes aldı. Ramazan bereketi siyasî sahada da etkisini gösterdi.
AB birliği üye ülkelerdeki ve ABD’deki “kamusal alanlarda” en yüksek kademelerdeki yetkililerin katıldığı, iftar, ezan, oruç, duâ, Bayram Namazı programlarının “bizim klikleşmiş muhaliflerin” susmasına, dış dünyadaki muhaliflerin ise yumuşamasına vesile olması da müjdelerin başında gelen hususlardı.
“Asparagas haber üreticisi firmalar”, bu seneki mübarek Ramazanda fazla bir “malzeme” bulamadılar. Kafa karıştırıcı haberler yayınlayamadılar. “Oruç tutmayana dayak, alkol kullanana baskı!” diyemediler. “Cehenneme gitme özgürlük” sunucuları muhabirlere fazla prim verecek sahneler uyarlanamadı. Ekmeksiz kaldılar.
Arefe günü, mezarlıklardaki manzaralar bir başka deliliydi bu müjdelerin. Huzur ve saadet için!
Hayatta tanımak bahtiyarlığına eremediğim, iki yaşındayken rahmet-i rahmana kavuşan kıymetli ve rahmetli annemin Antalya Asrî Mezarlığındaki kabrini arefe gününde ziyaret eder, duâ ederim. Daha sonra da doğduğum ilçe olan Gündoğmuş’a, sıla-yı rahim için giderim. Bu sene de aynı şekilde ailece Antalya Asrî Kabristanına gidince şunu açıkça fark ettim. Bu yıl kabristana gelenlerin sayısı kadar çeşitlilik arz eden bir manzara ve coşku vardı. İhtiyar, çocuk, genç, kadın, erkek, fakir, zengin... Hülâsa her kesimden insanın büyük ve mahşerî bir kalabalıkla hücum ettiği kabristanda içimden “İşte arzulanan Türkiye!” diye geçirdim. Yapılan duâlar kadar, giyinişleri İslâmî gibi görünmese de ellerinde Kur’ân, Cevşen, Amme cüzü ve diğer çeşit çeşit duâ kitaplarıyla bu mübarek mekânları dolduran yüzlerce, binlerce kişi çok farklı ve ulvî bir manzara oluşturuyordu. Bu, umutsuzluğa düşen insanların ümide yönelmelerinin adeta canlı bir sembolü ve simgesiydi. İnanç ve kurtuluş! Aynı gün üç saat sonra ulaştığım, Batı Toroslar’ın zirve eteklerindeki ilçemiz Gündoğmuş kabristanında bizzat görüp yaşadığım manzara bundan farklı değildi. Giyecekleri İslâmî olmayan genç kızların ellerinde Kur’ân ve duâ kitaplarıyla kabristana koşmaları, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de inanca olan ihtiyacın ne kadar lüzumlu ve elzem olduğunun en belirgin örneğiydi.
Manevî baharların ülkemiz, âlem-i İslâm, ve Küre-i Arz’ı ısıtarak devam etmesi, edebilmesi, “ciddî hizmet anlayışı, ihlâs, sadakat, metanet, gayret, himmeti” şiâr edenlerin mesai ve gayretlerine bağlı olduğunu unutmamamız gerekiyor.
“Derin devlete” ve “ötekilere” karşı, en tesirli ilâç, kurtuluş reçetesi ve panzehir: “Serin Gönüllülerin” sağlam duruşu, gayreti, sadakat, cömertlik ve affetmesine bağlı olduğunu gözden uzak tutmayalım.
İnsanlığın kurtuluş reçetesi olan Kur’ân hükümlerinin gönül, kalp, his, akıl ve bedenlerde yaşanıp, yaşatılıp tesirli ve devamlı olması dilek ve temennisiyle, bütün dost ve mü’min kardeşlerimin geçmiş bayramlarını tekrar tebrik ediyorum. Kesintisiz, ihlâslı, gayretli, samimî hizmet çizgilerinde Anadolu steplerinde birlikte koşturmayı, omuz omuza bu mukaddes dâvânın çilesini de, nimetini de beraber paylaşmayı ümit ve temenni ediyorum.
Daim hidayet ve istikamette olmak dilek ve temennisiyle.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah rızasını kazanmak |
|
İyi ve güzel işler birer cesetse ihlâs ve rıza-yı İlâhî bir ruhtur. İhlâssız amel ölüdür.
Ameller ihlâs ve rıza-yı İlâhî ile değer kazanır. “İhlas ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Mâdem neticesi rıza-yı İlâhî ve mâyesi ihlastır; o küçük değildir, büyüktür.”1
İnsanlar ne kadar önem ve değer verseler de, Allah, rızası için yapılmayan, desinler diye, çıkar gözetilerek ve gösteriş için yapılan hiçbir ameli kabul etmez.
İhlâsa ise, yapılacak işi sırf Allah için yapmak, Onun rızasını gözetmekle ulaşılır. Bu duyguyla hiçbir iyilik küçük de olsa ihmal edilmemelidir. Hele bu bir görev ise.
İnsanın kendine, aile efradına, konu komşu, akraba ve diğer insanlara karşı bir kısım görevleri vardır. Bunları Allah rızasını gözeterek yapan kimse mutlaka kazanır, yapmayan ise kaybeder, zarar eder, hatta bundan dolayı sorguya çekilir.
Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre, Kıyamet Gününde Cenâb-ı Hak, kuluna, “Ben hastalandım. Beni ziyarete gelmedin?” dediğinde “Kul, ‘Ya Rabbi, Sen âlemlerin Rabbisin. Seni nasıl ziyaret edebilirdim?’” dediğinde, Cenâb-ı Hak, “Bilmiyor musun, Benim falanca kulum hasta olmuştu da, sen onu ziyarete gitmemiştin. Eğer onu ziyarete gitseydin, Beni onun yanında bulurdun (yani Benim rızamı kazanırdın.)”
Kulundan yiyecek istediğini, onun ise vermediğini söyleyince, kul, “Ya Rabbi, ben Sana nasıl yedirebilirdim?” dediğinde, “Bilmiyor musun ki, falan kulum senden yiyecek istemişti de ona yiyecek vermemiştin. Eğer onu doyursaydın, Beni yanında bulurdun (yani rızamı kazanırdın)” buyurur.
Yine Cenâb-ı Hak kuluna seslenir: “Ey insanoğlu, Ben senden su istedim. Sen Bana su vermedin” dediğinde, kul, “Ya Rabbi,” der. “Sen âlemlerin Rabbisin. Ben Sana nasıl su verebilirim?” der. Cenâb-ı Hak da, “Falan kulum senden su istemişti de sen ona su vermemiştin. Bilmiyor musun ki, sen ona su vermiş olsaydın, bunun karşılığını yanında bulurdun (rızama ulaşır, ecrini alırdın)”2 buyurur.
Demek Allah için yapılan her iyilik anlam, değer ve önem kazanıyor, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile oluyor. Onun rızası için yapılmayan amelin ise ne kadar büyük görünse de Allah katında hiçbir önem ve değeri yok. Küçük-büyük demeden Allah için yapılan her iş önemlidir.
Dipnotlar: 1. Lem’alar, s. 159.
2. Müslim, Birr: 43.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Şaka değil, gerçekten imtihandayız! |
|
Herhangi bir resmî işe, üniversiteye girmek veya okulu bitirmek için mini mini imtihanlar için ter döker, kimi zaman, “hayat-memat/ölüm-kalım” meselesi yaparak ölesiye çalışırız. Bazen de imtihanı geçip geçemeyeceğimizin endişesini, heyecanını, korkusunu taşırız.
Bu yoğun çalışma ve duygusal yoğunluklar, istikbal içindir. İstikbal nedir ve nereye kadardır? Bulunduğumuz ömür dakikalarından ötesi, kabir kapısına dek olan süre istikbaldir. Bu, üniversite bittikten sonra en fazla 40-50 sene. Haydi 60 yıl olsun! Bu eğer istikbal ise; bizi bekleyen sonsuz mutluluk veya azap istikbal değil mi?
Dünyevî istikbal, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçtiğine göre, gerçek ve hiç bitmeyecek sonsuz istikbal bizi dünya imtihanlarından yüz bin kat daha endişelendirmeli, korkutmalı, heyecanlandırmalı veya çalıştırmalı değil mi?
Ama, biz hâlâ, oyunda, oynaştayız. Günümüzü gün ediyor, eğleniyoruz? Cennetle mi müjdelendik ki, neşemizden raksediyoruz? Yoksa, bütün bunlar şaka mı geliyor?
İmtihan; bilgi ve tecrübenin derecesini; bir de verilen sözün yerine getirilip getirilmediğini tespit işlevi görür. İlâhî imtihan, yüce ruhlar ile sefil ruhları birbirinden ayırır. Tıpkı, diploma almak veya işe girmek isteyenlerin ehil olup olmadıklarını tespit için imtihanlardan geçtikleri gibi; din de elmas ile kömür ruhlu insanları birbirinden ayırt eden bir mihenktir.
Elest Bezmi’nde, yani ruhlarımızın yaratılıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına muhatap olduklarında “Evet Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde verdiğimiz söz için imtihan dünyasına gönderildik. Halıkımızı, Rabbimizi tanıyacağımıza, ihsan ettiği sayısız nimetlere teşekkür edeceğimize dair verdiğimiz sözü/misakı yerine getirip getirmeyeceğimizin denenmesidir.
Melek ve hayvandan da üstün olacak ve pek aşağı derecelere düşebilecek duygular, özellikle “hür irâde” ile donatıldığımıza göre, elbette gelişip olgunlaşmamız için sınanarak imtihana tâbi tutulacağız. Dolayısıyla din/iman, hür irâde çerçevesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka1, İlâhî bir teklif, bir tecrübedir.
Dipnot: 1-Şuâlar, s. 498
28.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Anaları âh bir anlayabilsek... |
|
Mehmet Ağar'ın son haftalardaki kararlı çıkışı, birçok çevrede olduğu gibi, bizim Kürt kökenli hemşehrilerimiz arasında da ciddî tartışmalara yol açtı.
Tâbiri câizse, hemşehrilerimiz bu hususta kelimenin tam anlamıyla ikiye ayrılmış durumda.
Ağar'ın meselâ büyük dalgalanmalara sebep olan "Dağda silâhla dolaşacaklarına, gelsin ovada siyaset yapsınlar" ve "Biz evlâdını kaybetmiş analar arasında ayrım yapmayız" tarzındaki sözlerinden dolayı, onun samimiyetine ve ciddiyetine inananlar var, bir de inanmayanlar var.
Bu konuyu yaklaşık üç haftadır aralarında tartışıp duruyorlar.
Bilhassa bayram ziyaretlerinde bu tartışmanın hem şekline, hem de mahiyetine yakînen şahit olduk.
Tartışmanın tarafları, zaman zaman âdeta kavga eder gibi konuşuyordu.
Yer yer sinirlerin alabildiğine gerildiği, hemşehrilik, hatta akrabalık bağlarının bile neredeyse kopma noktasına geldiği durumlar yaşandı.
O gibi durumlarda, öncelikli vazifemiz tarafları yatıştırmak oluyor.
Öte yandan, bu hararetli tartışmaların arasında iki tarafın da ister istemez birleştiği ve mutabık kaldığı bir nokta vardı ki, en radikal gidenin dahi hızını kesiyordu.
O önemli nokta da şudur: Bulunduğumuz hemen her mecliste, ateşli taraflara şunu sorduk: "Arkadaşlar, siz hiç oğlu eline silâh alıp dağa çıktı diye sevinen bir Kürt anasını gördünüz mü? Var mıdır, olabilir mi öyle bir ana? Hatta, böyle bir duruma hemen hepsi de elem–ıztırap çekerek ağlamıyor mu?"
Taraflardan aldığımız cevap tekti: Hiçbir ana oğlunun dağa çıkmasını, çatışmaya girmesini istemiyor...
Hiç kimse de bunun aksini iddia edemedi. (NOT: Tek başına bu realite bile, etnik temele dayalı terör eylemlerinin aslında vicdanlardan çıkmış bir "millî hareket" olmadığını açıkça ispat ediyor. Bir başka açık realite de şudur: Eli silâhlı kızların da hemen tamamına yakını dağa zorla ve aileleri tehdit edilerek götürülmüşlerdir.)
* * *
Anaların durumu hakikaten öyledir. Hiçbir ananın yüreği, evlâdının dağa çıkmasından ve silâhlı çatışmalara girmesinden yana değildir. Kendi çevremizde biz bu açık gerçeğin şahidiyiz.
Bir başka şahitliğimiz de şudur: Aynı analar, kendi evlâdı gibi askerlerin vurulmasını da istemiyor. Onların da ölenlerine için için ağlıyor, cenazelerin arkasından gözyaşları döküyor.
Bizzat, gözlerimle ve kulaklarımla onların şu hazinâne sözlerine şahit olmuşumdur: "Ah yavrum âh! Şu ölen asker de bizim gibi bir ananın, bir babanın evlâdıdır. Onun da yolunu gözleyen yakınları var. Onun da ağlayacak bir eşi yahut nişanlısı var; bacıları, kardeşleri var..."
Evet, yakînen şahit olduğumuz kadarıyla anaların durumu aynen böyle de, babalarınki biraz farklı.
O farklılık da şuradan geliyor: Terör örgütü saflarında çatışarak ölenlerin babaları, devlete, devlet güçlerine karşı zamanla kin ve nefretle doluyor. Meseleyi adeta bir "kan dâvâsı" gibi görüyor.
Eskiden (1984'ten evvel) durum böyle değildi. Babalar da fikren çocuklarının yanında değildi. Hatta, ideolojilerini şiddetle reddediyordu.
Ama, ne zaman ki, silâhlar konuştu, ortalık kan yerine döndü, babaların da tavrı, hasseten duygu ve düşünceleri değişmeye başladı.
Bölgede, terör örgütünün taban bulmasının en önemli sebebi kesinlikle budur. Yoksa, böyle bir örgütün vicdanlarda yer bulmasının imkân ve ihtimali olmazdı.
* * *
Şu an itibariyle, acılı babaların ne düşündüğünü henüz tam olarak kestiremiyoruz.
Ancak, anaların çoğunun çatışmaların bitmesinden ve akan kanın durmasından yana olduğunu tereddütsüz söylemek mümkün. Bu noktada Ağar'ın son çıkışına büyük destek var.
Dağlarda silâhların değil, kuşların öttüğü bir ülke özlemini çeken önemli bir kesim de şudur: Silâhlı çatışmayı reddeden, demokratik mücadeleden yana olan, ancak, terör örgütünün baskısından ve terörün devamından yana olan sinsî odaklardan çekindiği için varlığını tam olarak hissettiremeyen sağduyu sahibi Kürt kökenli aydın kesim.
İşte Mehmet Ağar, analar gibi bu kesimin hissiyatına da tercüman oluyor.
Günün Tarihi
Son Meclisin son seçimi
28 Ekim 1919: 1911'de kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkasının lideri Miralay Sadık Bey (1860–1943), on gün sonra yapılacak olan mebus seçimlerine parti olarak katılmayacaklarını Sadâret (Başbakanlık) makamına şu yazılı metinle bildirdi: "Anadolu'daki Kuva–yı Milliye hareketi İttihatçılıkla alâkalı olduğundan, onun yanında değil, karşısındayız. Bu sebeple, yapılacak milletvekili seçimlerine iştirak etmeyi de düşünmüyoruz."
Bu esnada İstanbul İtilaf devletlerinin işgali altındaydı. İtilaf Fırkası da onlara yakın duruyordu. Bu sebeple özellikle Anadolu'dan büyük tepki alıyordu. Anadolu'dan mebus çıkarma şansı zaten hiç yoktu.
Osmanlı'da son seçim
Milletvekili seçimleri 7 Kasım günü yapıldı. Padişah veya hükümet yanlısı olarak seçilenlerin sayısı çok azdı.
Meclisin mutlak çoğunluğunu, Rumeli ve Anadolu'da kurulan Müdafaa–yi Hukuk Cemiyetlerinin desteklediği "Millî Hareket"in taraftarları teşkil ediyordu.
Osmanlı'nın bu son Meclis–i Mebusanı 12 Ocak 1920 günü açıldı ve ilk oturumunu gerçekleştirdi.
17 Şubat'ta ise, Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan Misâk–ı Millî kararını aynen kabul etti.
16 Mart günü, İngiliz kuvvetlerinin İstanbul'u kanlı bir baskın düzenleyerek fiilen ve alenen işgal etmesi üzerine, zaten Kuva–yı Milliyeci olan mebusların pekçoğu bir yolunu bularak Anadolu'ya geçti. Halk, onları büyük bir tezahüratla karşıladı.
Ankara'da kurulan ilk meclis de, işte bu mebuslardan müteşekkil idi.
18 Mart'ta çalışmalarına ara veren son Osmanlı Meclisi, son Padişah Vahdeddin'in 11 Nisan 1920'de yayınladığı bir irade ile temelli kapatılmış oldu.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Cumhuriyetin dört ayağı |
|
Cumhuriyetimizin 83. yıldönümüne de açık alınla çıkmış bulunuyoruz. Her yıl 29 Ekim’de olduğu gibi, bu yıl da cumhuriyetimiz tüm yurtta, dış temsilciliklerimizde ve KKTC’de törenlerle kutlanmaktadır. Yapılan konuşmalarda verilen mesajlar genellikle aynı sözlerin tekrarı şeklinde olduğundan, cumhur üzerinde fazla bir etkisi olmamaktadır. Kendilerini cumhuriyetin teminatı olarak görenler, yaptıkları konuşmalarda bazılarını sert bir şekilde uyarırlar, bunların sözcülüğünü yapan medya organları da “Falan kişi çok sert konuştu” şeklinde başlıklar atarak yine bazılarına gözdağı vermek isterler. Yani Cumhuriyet kutlamaları bir bayram sevinci ve coşkusu yerine, sanki bir hesaplaşma vesilesi olarak görülür.
Sert mesajların hemen tamamı ise, cumhuriyetin laiklik ilkesini koruma amaçlıdır. Sanki birileri ellerinde uzun menzilli silahlarla pusuya yatmış, laikliği ortadan kaldırmak için fırsat kolluyorlar. Cumhuriyet bekçileri de bunlara fırsat vermemek için tetikte bekliyorlar. Milli bir bayramın bu kadar gergin bir ortamda kutlanması, cumhurun cumhuriyet coşkusuna gölge düşürmektedir.
Anayasamızın 2. Maddesi devletimizin şeklini şu şekilde tanımlar: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Burada Cumhuriyetimizin dört ayak üstünde durduğu ifade edilmektedir. Bunların hepsi de çok önemli esaslardır. Birini birinden daha üstün görmek, üç tanesini önemsiz görüp bir tanesini korumak için seferber olmak doğru değildir. Laik cumhuriyet ne kadar önemli ise, demokratik cumhuriyet de o kadar önemlidir. Sosyal devlet ne kadar gerekli ise, hukuk devleti de o kadar gereklidir. Fakat kendilerini cumhuriyet bekçisi olarak görenler, sadece laiklik ilkesi üzerinde önemle durmakta, diğer ilkelerden hiç söz etmemektedirler. Sanki sosyal devlet çok mükemmel tesis edilmiş, demokrasimizin hiç bir eksiği yok, hukuk devleti tıkır tıkır işliyor da sadece laiklik konusunda bir tehlike varmış gibi hemen her kesim kendisini laikliği korumakla görevli bilmektedir.
Bir siyasî parti için sistemin demokratik yapısı ve çağdaş demokrasi çok önemlidir. Cumhuriyetin yıldönümünde siyasî partilerin demokrasiye vurgu yaparak daha demokratik bir cumhuriyet talep etmeleri beklenir. Çünkü siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ama ülkenin değişmez ana muhalefet partisi olan bir siyasî kuruluşun tek derdi laikliktir. Demokrasi gibi bir talepleri ve beklentileri yoktur. Halbu ki, bir siyasî partiden beklenen, cumhuriyete bir bütün olarak sahip çıkmasıdır. Laikliği savunup demokrasi ve diğer ilkeleri göz ardı etmek, samimiyetsizliğin ifadesidir. İşçi sendikalarına ve sivil toplum örgütlerine bakıyoruz, onların da bir çoğu laikliği dillerinden düşürmezken sosyal devlet ilkesini hiç ağızlarına almıyorlar. Halbu ki bu kuruluşların en önemli görevleri, sosyal devlet taleplerini dillendirmek olmalıdır. İşsizlik, gelir dağılımındaki dengesizlik, eğitimde ve istihdamda fırsat eşitsizliği gibi konulara ağırlık verip bunların düzeltilmesi için gayret gösterecekleri yerde, onlar da her fırsatta laikliğin bekçiliğine soyunuyorlar.
Hukuk devleti ilkesi de, herkesi ilgilendirmekle beraber on çok mahkemeleri ve yargı mensuplarını ilgilendirmektedir. Sanki hukuk devleti konusunda hiç bir eksiğimiz yokmuş gibi, hukukçularımızın da birinci önceliği laiklik konusudur. Her yıl AİHM tarafından verilen milyonlarca avroluk para cezalarının nedenleri üzerinde hiç durmazlar. Geciken adalet, yığılan dosyalar, mahkeme salonlarının fizikî durumu, teknik donanım eksikliği, yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi gibi konularda hiç bir sıkıntı yok gibi, cumhuriyetin yıldönümlerinde yargı mensupları bu konulara hiç değinmezler. Onların cumhuriyet bayramı mesajları da laiklik yüklüdür. Cumhuriyetin başka ilkesi yokmuş gibi, herkes laiklik konusu üzerinde durmaktadır.
Gerçek cumhuriyetçiler, cumhuriyetin dört ayağının da sağlam olmasını isterler. Üç ayağı ihmal edip tek ayağa önem vermekle cumhuriyetçi olunmaz. Topal bir cumhuriyetle muâsır medeniyet seviyesine çıkmak mümkün değildir.
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mehir meselesi |
|
Dursun Uçar: “Mehir hakkında bilgi verebilir misiniz? Kadına verilecek mehir bedeli nasıl hesaplanır, neye göre verilir?
Mehir, nikâh akti sebebiyle erkeğin karısına ödediği veya ödemeyi taahhüt ettiği nikâh bedelidir. Nikâhı yapılan kadın için mehir bir hak; nikâh eden erkek için ise bunu ödemek farzdır.
Mehir olarak verilecek mal ister belirlensin, ister belirlenmesin, kocanın onu vermesi gerekir. Hattâ, taraflar mehir verilmemesi konusunda anlaşsalar bile, erkek az veya çok kadının mehrini vermekle mükelleftir. Çünkü mehir Allah’ın emridir.
Kur’ân şöyle buyurur: “Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.”1 Peygamber Efendimiz (asm) bütün evliliklerde mehrin mutlaka verilmesini emretmiştir.
Mehrin en azı, tarafların belirleyeceği bir miktardır. En çoğuna ise sınır konmamıştır. Kur’ân buyurur ki: “Hanımınızı boşayıp başka biriyle evlenmek isterseniz, evvelki hanımınıza yükler dolusu mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın.”2
Mehir nikâhın bir unsuru veya şartı değil, bir bağış veya bir hediye değil, nikâh akdine rızâ gösteren kadının hakkıdır. Nikâh esnasında bu hak hiç mevzubahis edilmese dahi kadın bu hakkını alır. Bu hak, nikâh esnasında verilebileceği gibi, kocanın bir borcu olarak bilâhare de verilebilir. Koca bu borcunu mutlaka vermelidir. Koca vermeyip, kadın da hakkını helâl etmediği takdirde, koca kul hakkı yemiş olur.
Mehir belirlenmiş olup olmama durumuna göre iki türlüdür:
1- Mehr-i Müsemma. 2- Mehr-i Misil
1- Mehr-i Müsemma: Nikâh akdi sırasında belirlenmiş olan mehirdir.
Âmir bin Rabî (ra) bildirmiştir: Fezâre oğullarından bir kadın, mehir olarak bir çift ayakkabı karşılığında evlendi. Resûlullah (asm) kadına:
“Nefsinin karşılığı ve hakkın olduğu halde bir çift ayakkabıya râzı oldun mu?” buyurdu.
Kadın:
“Evet!” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (asm) bu evliliğe izin verdi.3
2- Mehr-i Misil: Mehrin miktarı nikâh akdi esnasında belirlenmemişse, kadın dengi olan kadınların aldığı mehir kadar mehir almaya hak kazanır. Buna ortalama mehir veya rayiç mehir de denebilir. Eğer nikâh esnasında her hangi bir miktar üzerinde anlaşmaya varılmamışsa kadın mehr-i misil alır.
Mehir peşin veya veresiye olma durumuna göre iki türlüdür:
1- Mehr-i Muaccel (peşin mehir) 2- Mehr-i Müeccel (Veresiye mehir)
1- Mehr-i Muaccel: Nikâh esnasında peşinen verilen mehirdir. Mümkünse hiç olmazsa mehrin bir kısmını nikâh esnasında peşin vermek daha faziletlidir.
2- Mehr-i Müeccel: Nikâh esnasında verilmeyip sonraya bırakılan mehre mehr-i müeccel, yani veresiye mehir denir. Mehr-i müeccel için bir ödeme plânı belirlenmişse, bu plân çerçevesinde zamanı geldiğinde ödenmelidir. Eğer bir ödeme plânı yapılmamışsa boşanma anında veya eşlerden birinin ölmesi durumunda mehrin ödenmesi farz olur. Mehir boşanmaya kadar ödenmediğinde, boşanma tazminatı olarak mutlaka ödenmelidir. Kadının hakkı olan bu tazminatı ödemeden kadından ayrılmak, kocanın kadına yapacağı en büyük zulüm ve haksızlıktır.
Günümüzde boşanan kadınlara mahkemelerce boşanma tazminatı olarak belirlenen nafaka, toplam olarak eğer mehr-i misil miktarına ulaşıyorsa, şüphesiz mehir niyetiyle verilebilir. Böylece Kur’ân’ın mehir ile ilgili emri yerine getirilmiş, kul hakkı çiğnenmemiş olur.
Dipnotlar:
1- Nisâ Sûresi: 4
2- Nisâ Sûresi: 20
3- Tirmizî, Nikâh, 21
28.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|