Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

Bugüne bayram derler



Konuşmalarımızın çoğunda hep kesinlik ifadesi var. “Yarın gelirim. Haftaya yaparım. Tabi, seni mutlaka ararım” gibi. Hayatla çok büyük anlaşmalar yapmış gibiyiz. Yarına yetişeceğizdir, haftaya mutlaka orada olacağızdır. Olmamamız ve söylediklerimizin yapılmaması için hiçbir sebep yok.

“Hayat çok kısa, bir an kadar” diyoruz, ancak hayatı tam tersi şekilde yaşıyoruz. Sadece konuşmalarımızı süslüyor bu bilinenler. Uzun uzun planlar var hayatımızda, hiç gitmeyecek gibi kuruldukça kuruluyoruz.

Meselâ Cumartesi için hazırlık yapıyordum. Dışarıya çıkıp uğrayacağım arkadaşlarımla biraz sohbet etmeyi düşünüyordum. Malûm; bayram geliyor, hem bayramda ne yapacağımız hakkında lâflamayı düşünürken, birden bir sarsıntı ile ev gidip gelmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. Ayağa kalkıp örtü telâşına düşüp saniyeler içinde dışarı çıkacakken, her türlü telâş sebebiyle anca indim aşağı.

Bütün site sakinleri dışarıda, herkeste bir telâş. Komşunun kızı aceleden örtü almayı unutmuş; dakikalar sonra, “Aaaa, örtüm yok” diyor. Sonra bu trajikomik hâle gülüşmeler başlıyor, neden gülümsendiği kestirilemeyerek. “Çok şükür başımızı örtüp uygun bir şekilde indik” dediğimde, bir hanım, “Canım deprem olsa, onu yapacak zaman kalır mı acaba? Bu yine artçı, salladı durdu; ama depremde saniyeler arası da olup bitiyor her şey.” “Öyle ya! Ecel geldiğinde hazırlık yapmak için zaman olmayacak değil mi?” dedim sessizce.

17 Ağustos depremini görmedim. Ancak 18 Ağustos’ta TV'yi açtığımızda şok olmuştuk, feryat ve figan içinde insanlar perişan bir hâldeydi. Sadece izliyorduk. Neler hissedip yaşadıkları ise bizce meçhuldü. Yıllarca hep dinledik; konuşulanları, yazılanları. Sanırım ilk defa depremi hissettim ki; merkez üssü Balıkesir imiş. Dışarı çıkan insanlar yeniden o günleri konuşuyorlardı. Hatıraları depreşmişti. 17 Ağustos’u hatırlayıp, “Ne gündü! O gün kıyamet koptu sandık?” demekten kendilerini alamıyorlardı.

Düşündüm; bu bir anlık sarsıntı hepimizi dışarı dökmüşken, hâlâ neyin hesabını yapıyoruz hep yarınlarla bilemiyorum. Şu an dışarı çıkacak zamanı vermişti Yaratıcı, lâkin istese onu vermezdi. Kendi gücümüzle mi buradayız? “Bak biz depremle baş ettik” demek, kimin haddine; herkesin gözündeki bu âcizliği görürken.

Biraz daha fazla olsa ve deprem vursaydı şehirleri, ne bayram kalırdı ne Ramazan. Göçüp giderdik bu âlemden yâ da enkazların başında ağlardık. An meselesi yani insanın yaşayacakları. Buna rağmen neyin kavgasını yapıyor, neyin deposunu kuruyoruz hayatımıza? O kadar uğraşıp didinip, bir ev kuruyorsun; sonra bir sarsıntı gelerek hepsini alıp götürüyor. Bütün bunlar insana, “Mülk Allah’ındır. Sizin yaptıklarınız, uğraştıklarınız onun gücü ve kudreti yanında bir toz zerresi kadar. Sizin yaratılmanız nasıl zor gelmediyse, bu dünyadan gitmeniz ondan daha kolay olacak” diyor sanki. Evet yaratılan ve giden her şey…

Kimileri yakınlarını arayıp gidiyor. “Bu gece evde kalamayız” diyor. Sahi gittiğiniz yerlerde Allah’ın hükmü geçerli değil mi? “Haydi çıkın mülkümden” dese, nereye nasıl gideceksiniz?” demek istiyorum; ama susmak evlâ deyip susuyorum.

Bugün bayram. Bu konular bayramın sürur getirmesi gereken havasına uymuyor belki; ama bayramlarda ertelenmiyor yaşanacaklar. Âciz ve zayıfız. Musibetler, hastalıklar, belâlar her an kapımızda. Küçük bir kız, “Şimdi deprem çantasının önemini anladım” diyor. Peki, bugün ölüm gelse, bizim manevî çantamız hazır mı? “Her an gitmeye, yolculuğa hazır olmak...” Bugünlerde aklımı meşgul eden cümle bu. Sahi, ölüm şimdi çalsa kapımızı ve gelse ne yapardık? Sanırım biraz daha zaman isterdik Rabb’imden, yapacak işlerimizin olduğunu söylerdik. Biraz daha ibadet etmek, tövbe etmek, ona lâyık kul olmaya çalışmak için meselâ. O zaman verilse, bunları gerçekten yapar mıydım? Bakıyorum da yaşadığım her gün bana verilmiş bir şans.

Bugün bayram. Önümüzdeki Ramazan’a ve bayrama yetişemeyebiliriz. Bugünlerde gördüğümüz sevdiklerimizi bir dahaki bayramda göremeyebiliriz. En iyisi, bu bayramı son bayramımız gibi yaşayalım. Son bayramımız olsa, ne yapardık bilinciyle davranalım.

Ölüm kapımıza gelip emaneti istediğinde; biraz daha zaman isteyeceğimize, neden elimizdeki hazır zamanları kullanmayalım?

Bayramın bu yanını da unutmadan, bütün Yeni Asya okuyucularının bayramını tebrik eder, tefekkür dolu bol saatler dilerim.

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bayram sevinci



“İman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olamazsınız.”(1)

Böyle buyuruyor Kâinatın Efendisi (a.s.m.).

Sevginin, saygının, kardeşliğin, dayanışmanın doruk noktaya çıktığı bayram günlerinde bu sevince yediden yetmişe, zengin fakir herkes ortak olur. Ramazan’da verdiğimiz zekâtlar, fitreler fakirlerin de bu günlerden hakkıyla faydalanabilmeleri için büyük bir rol oynamadı mı? Daha öte Allah Resûlü (a.s.m.) bayram günü ümmetine hayır yapmayı tavsiye etmiştir ki, bunun üzerine kadınlar yüzüklerini, halkalarını ve kıymetli eşyalarını atarak bu çağrıya katılmışlar,(2) fakirlerin de bu sevinci paylaşmalarını sağlamışlardır.

Büyükleri, akrabaları ziyaret etmek, dargınlarla barışmak, hediyeleşmek, dostluk ve kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek bu sevince daha da büyük bir sevinç katar.

Ya Lübnan, Filistin, Irak, Çeçenistan, Afganistan, v.s. yerlerde sıkıntı içinde bulunan kardeşlerimiz ne yapacaklar? Onların acıları büyük şüphesiz. Nice yakınlarını kaybetmiş aileler, kan, barut, acı ve ıstırap içinde bayrama girdiler. Bayram sevinçleri kursaklarında kaldı, lokmaları boğazlarında düğümlendi. Ramazan’da hayır kuruluşlarının el uzatmaları, destek vermeleri de onların elemlerini bitirmeye yetmedi. Yine elimiz, gözümüz, kulağımız olan bu kardeşlerimize bu tür destekleri sürdürmeye devam edecek, dualar yapacak, hiçbir şey yapamayacak hâle geldiğimizde de yine duaya sarılacağız. Mü’minler bir vücudun azaları gibi değil mi? Vücudun herhangi bir yerindeki acı ve ıstırabı bütün vücut duyması, yardımına koşması gerekmiyor muydu?

Dünyada bulunuş maksadını unutmayan ruhlar bu ıstırabı yüreklerinin derinliklerinde hisseder, gaflete itici davranışlardan, hele hele bir taraf hayat memat mücadelesi verirken kendini kaybedercesine oyun ve eğlencelere girmekten uzak kalırlar.

Allah Resûlünün (a.s.m.) bayramlarda gaflet sarmaması için ümmetine zikir, fikir ve ibadeti tavsiye ettiğini biliyoruz. Bayram gecelerinde sevabını Allah’tan umarak ibadet eden bir kimsenin kalbinin, kalblerin öldüğü günde diri olacağını müjdelemektedir.(3)

Evet, bayramlarda gaflet istilâ edip meşrû dairenin dışına sapılmaması için, zikrullaha ve şükre büyük teşvikler yapılmıştır. Tâ ki bayramlarda o sevinç ve mutluluk nimetlerine şükredip o nimeti devam ettirip arttırsın. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.

Bu duygular içinde bayram ne anlamlı!

Dipnotlar: 1. Tirmizî, Kıyame: 56; Müsned, 1:165, 167. 2. İbni Mâce, Sıyam: 67. 3. Lem’alar, s. 260.

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Anlaşılması zor saplantılar



İnsanlar çoğunlukla fiil ve hareketlere, faydaları ve zararları cihetinden bakmaktadır. İnsan yaratılış icabı hep faydalı olandan yana olmakta, zararlı olanın da karşısında olmak istemektedir. Ama, bazen de bakarsınız ki, zararlı olduğu kesin olan bir kısım alışkanlıklar bazılarınca, medeniyetin bir parçası olarak kabul edilmekte, onun yasaklanması devletin saygınlığına bir darbe olarak değerlendirmektedirler.

Günümüzde insan sağlığına zararlı olduğu hemen herkes tarafından kabul edilen sigara, dünyanın neredeyse bütün medenî ülkelerinde kullanılması yasaklanmaktadır. Elbette bu takdir edilecek bir davranıştır. Gelgelelim ki, sigaradan çok daha zararlı olan ve insan hayatı üzerinde daha fazla tahribatlara sebep olan alkollü içeceklerle aynı şekilde mücadele edilmemektedir. En azından bu durum ülkemizde daha açık bir şekilde görülmekte, hatta içki yasağı söz konusu olduğu zaman bazıları adeta küplere binmektedir.

İnsanın beynini uyuşturan, beyin hücrelerinin tahrip olmasına sebep olan, karaciğer ve mide başta olmak üzere insanın bir çok organına açık bir şekilde zarar veren, ayrıca insanın sosyal ve aile hayatını önemli ölçüde tehlikelere maruz bırakan alkollü içkilerin sigara kadar kara listeye alınmaması düşündürücü değil midir?

Geçtiğimiz günlerde her gün memleket mukadderâtı üzerine kalem sallayan bir köşe yazarı, günlük makalesinde “İçki yasağının yaygınlık kazanmaması”nı saygın devlet olmanın şartları içinde saymıştı. Bu sayın yazar gibi düşünen çok kişinin toplumumuzda yaşadığı bir vakıa. Meselâ içki ile ilgili en ufak bir sınırlama söz konusu olduğu zaman kalemleriyle kıyameti koparan bir çok yazar müsveddesi toplumumuzda bulunmaktadır ne yazık ki…

Düşünüyorum ve diyorum ki, acaba sigara da içki gibi İslâm’ın yasakladıklarından olsaydı, bu insanlar bazı mekânlarda sigara içilmesinin yasaklanmasına karşı çıkmazlar mıydı? İnanıyorum ki işin püf noktası burada bulunmaktadır. Yani, “Madem içki içilmesi dinî bir yasaktır ve üstelik İslâm dini tarafından en büyük günahlar içinde zikredilmiştir, o zaman toplumdaki dinî tesiri kırmak ve dincilere cesaret vermemek için içki mutlaka her yerde kullanılmalı ve en küçük bir sınırlama getirilmemelidir. Üstelik içki içmeyi saygın olmanın bir şartı haline getirmeli… Sigaraya gelince, bu alışkanlık hakkında İslâm dininin açık bir hükmü bulunmamaktadır. Bu sebeple sigarayı yasaklamak dinin naslarını doğrulamak anlamına gelmemektedir…” İşte zihniyet budur. Hatta bazıları, içki içmeyi yaygınlaştırmak suretiyle laikliği koruduklarına inanmaktadır.

Şimdi oturmuşuz, neden bir türlü sıkıntılardan kurtulamadığımızı, toplumsal barışı sağlamadığımızı sorgulamaktayız. Hatta bazıları bunu içki masasında sarhoş kafa ile bile yapmaktadır. “Yahu bu dinciler olduğu sürece ilerleyemeyiz. Haydi şerefee…” diye kadeh tokuşturmaktadırlar. Kafaları o kadar dumanlar içinde kaybolmuştur ki, gözleriyle ve çalışamaz durumdaki akıllarıyla ne kadar gülünç bir duruma düştüklerini görememektedirler. “Her şeyi akıl ile halledeceğiz” diyenlerin alkollü içeceklerle beyinlerini uyuşturmalarını ve adeta akıllarını rolantiye almalarını büyük bir ibretle seyretmekteyiz. İşimiz sarhoş kafalara kaldıysa, huzur için daha çok bekleyeceğimiz kesindir. Ama işimizi hiçbir zaman akıldan istifa eden sarhoş kafalılara bırakmayacağız ve onlar şişelere beyinlerini hapsederken, bizler aklın aydınlanması ve kalbin huzura kavuşması ile geleceğimize emin adımlarla ilerleyeceğiz. Rusya başta olmak üzere dünyanın bilhassa Batı ülkelerinde yaygınlaşan içki kullanımının toplumları sarstığını ve işe yaramaz alkolik bir neslin ortaya çıktığını gören yetkililerin, bu konuda bazı tedbirlere başvurma ihtiyacını duyduklarını bilmekteyiz.

Buna karşılık, insanımızın İslâm inancından dolayı alkollü içkilerden uzak kalması toplumumuzun bugün bir çok değeriyle ayakta durmasına sebep olmuştur. Bu durum ne yazık ki bazılarını rahatsız etmekte ve nerede toplum değerlerini tahrip eden bir alışkanlık varsa ona sahip çıkmaktadırlar. Yine iş geliyor “imtihan dünyası” gerçeğine dayanıyor. Bizim burada yapabileceğimiz bir şey yoktur. Zira “Rızasıyla zarara girenlere acınmaz”.

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dosta küsmeye hakkımız var mı?



Bayan okuyucumuz: “Bir kardeş ile şahsî sorunum oldu. Başkaları da bana cephe aldılar. Beni küçük düşürüyorlar. Ben ise istemeyerek sû-i zanna giriyorum. Onun için derslere gitmek istemiyorum. Benim ne yapmam lâzım?”

1- Siz bir imtihanın içine girmişsiniz. Ben sizi tebrik etmek istiyorum. Bu imtihanı; barışı, kardeşliği ve derslere olan yakın mesafenizi bozmadan başardığınız anda, Allah katında siz kazanacaksınız. Bundan emin olun.

2- Kardeşlerimizle şahsî sorunlarımız olabilir. Affederiz ve hakkımızı helâl ederiz; sorun biter. Nitekim nasıl olsa o kişi mü’min kardeşimiz değil mi? Allah için ve hizmetlerimizin selâmeti için affetsek, hakkımızdan vazgeçsek ve bunun için gerekirse kendimizden fedakârlık etsek, Allah nezdinde kazanan biz oluruz. Bununla ilgili olarak Bediüzzaman Hazretlerinin şu sözlerini kulağa küpe yapmakta fayda var: “Kardeşlerimden rica ederim ki; sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle, birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.1

Ayrıca Üstad Bedîüzzaman’a göre, böyle kişisel sorunlarda bütün kabahati mü’min kardeşine yükleyerek onu mahkûm etmemelidir. Çünkü böyle sorunlarda hissesi olan dört merci vardır. Eğer bir kabahat arıyorsak, dört merciin de hissesini vermeliyiz. Bu merciler şunlardır:

I) Kader. Kaderimizde imtihan gereği böyle bir kırılma noktası gözüküyor olabilir. Biz Allah’a sığınarak ve bunu kaderden bilerek, kardeşimizi itham etmeden bu kırılma noktasını aşabiliriz.

II) Dargınlığa konu olan mü’minin nefis ve şeytanı. Biliyoruz ki, nefis ve şeytan mü’minler arası uhuvveti, kardeşliği, sevgiyi, saygıyı ve muhabbeti bozmak için elinden geleni yapıyor. Bundan dolayı muhatabımıza adavet ederek değil, kırılarak ve küserek değil; acıyarak ve ona dua ederek yaklaşmamız gerekiyor. Çünkü nefis ve şeytanına yenik düşmüştür. Öyleyse bir hisseyi de onun nefis ve şeytanına vermeliyiz.

III) Kendi nefsimiz ve şeytanımız: Bizim başımızın belâsı da kendi nefsimiz ve şeytanımızdır. Bu meselede kendi nefsimizin hataları ve şeytanımızın tuzakları da söz konusu olabilir ve biz bu hataları gözden kaçırmış olabiliriz. Öyleyse bu kırgınlıkta bir hisse de kendi nefsimize vermeli ve kendi hatalarımızı görmeliyiz.

IV) Dargınlığa konu olan mü’min. Mü’mini affetmek ve onu barış duygularıyla kucaklamamız gerekiyor. Çünkü iman hatırı vardır, kardeşlik hatırı vardır. Çünkü bu meselede hissesi dörtte bir kalmıştır. Dörtte bir hissesi var diye, hissenin tamamını mü’mine vermeyi ve ona kırılıp gücenmeyi hiçbir vicdan ve hiçbir insaf kabul etmez. 2

3- Yukarıdaki ölçüleri uygulayarak bize cephe alanların tamâmını affetmemiz ve aslında cephe almadıklarını var saymamız mümkündür.

4- Bizi küçük düşürmeleri üzerine onlara dua etmemiz gerekir. Çünkü Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle, zaten nefsimiz her türlü hakarete ve küçük düşürülmeye liyakatlidir. Mü’min kardeşlerimizin böyle tutumları bizi gururdan ve riyadan kurtarır. Ve bizi nefsimizin terbiyesine sevk eder.

Binaenaleyh, dar dairede olsun, geniş dairede olsun, mü’min kardeşlerimiz arasında barışı, uhuvveti ve kardeşliği başarmaya, yaşamaya ve yaşatmaya mahkûm ve mükellefiz. 3

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Mekke Bildirisi ve Hokkabaz



Ekmeleddin İhsanoğlu’nun mutluluğu telefondan hissediliyordu. Mekke Bildirisi açıklandıktan sonra tebrik mesajlarının ardı arkası kesilmemişti. Birçok önemli devlet ve teşekkül, ”Mekke Belgesi”ne destek verdiğini açıklamıştı.

“Haremi Şerif’in karşısında iki mezhebin temsilcilerini biraya getirip, Irak’ta kardeş kanının durması yönünde karar alıp, açıklama yaptılar” derken, Kabe’nin huzurunda verilen sözü manevi anlamına vurgu yapıyordu.

Peki Iraklılar bunu nasıl karşılamıştı? Irak Şii hareketinin önde gelen isimlerinden Ayetullah Sistani neden yoktu?

“Ayetullah Sistani çok yaşlıydı. Onun gibi çok yaşlı olanların gelmesini beklemiyorduk. Ama onların dışındakilerin tümü geldi. Ve Sistani’den çok kuvvetli bir destek mesajı geldi” dedi. Iraklıların nasıl karşıladığı konusu ise, Irak medyasının çok büyük destek verdiğini ve işgalciye karşı topyekün bir kurtuluş mücadelesi vermek gerekirken, kardeş kanı akıtan Irak’ın iç savaşın pençesinden kurtulabilmesi için Mekke Bildirisine sıkı sıkıya sarılınması gerektiği görüşünün son çare olarak savunulduğunu anlattı.

Irak’ta şii ve sünniler arasındaki mezhep çatışmalarının başka bir deyişle iç savaşın sona ermesi için İslâm Kalkınma Örgütü Ramazan bayramından birkaç gün önce iki mezhebin önemli temsilcilerini Mekke’de bir araya getirerek bir bildiri yayınladı.

Mekke Bildirisi, ”İslâm dünyasına bayram müjdesi” gibi oldu ama çalışmalar daha önce başlamış. “Temmuz ayında girişimlere başladık” dedi Ekmeleddin İhsanoğlu. Defalarca Bağdat’a gidilip, temaslarda bulunulmuş.

Her biri Şiî ve Sünni ulemasının önde gelen isimlerine şu soru sorulmuş: “Biz İslâmda kardeş kanı akıtmanın, mezhep çatışmasına girmenin bir yeri olmadığını biliyorduk. Ancak Şii ve Sünni temsilcileri bir araya getirerek, ‘Siz bu fetvayı nereden alıyorsunuz. Hangi ayete, hangi hadise dayanıyorsunuz?’ dedik. Tabi İslâmda böyle bir şey yoktu.”

Cevap Mekke Belgesi olarak doğmuş.

Hem Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kutlamak gerekiyor böylesine faydalı bir teşebbüsten dolayı hem de İslâm Kalkınma Örgütü’nün gerçek görevi işte bu dedikten sonra, hakkını teslim edip, tebrik etmek gerekiyor.

Uzun bir süredir pasifliği nedeniyle eleştiri konusu olan İslâm kalkınma Örgütü Ekmeleddin İhsanoğlu ile canlandı ve her Müslümanın tereddütsüz altına imza atabileceği, Irak’taki iç savaşın durmasına yönelik girişimle gayretlerini taçlandırdı. Tabi bir bildiri ile Irak’ta iç savaşın duracağını kimse beklemesin. Ancak İslâm dünyasının bu tür saygın girişimlere ihtiyacı var.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği değerli bir alim olması açısından Ekmeleddin İhsanoğlu ile ne kadar öğünsek azdır. Aynı şekilde “medeniyetler çatışması” adı altında İslâm dünyasını işgallere, aşağılık muamelelere maruz bırakmayı amaçlayan çabalar karşısında,”medeniyetler buluşması”nın öncülüğünü de yine bu ülkenin yaptığının da altını çizmek gerekiyor.

Medeniyetler buluşmasının eş başkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı... Bu ülkeye bu misyon yakışıyor. Bu nedenle bazı kötü örnekleri sıralayıp, bu tür güzel girişimlerle aynı satırlar arasında yer alma şansını onlara tattırmak istemiyorum.

İşte size insanlık bu mu dedirtecek bir olay.

Ankara Hacettepe Hastanesi’nden.

Evinde iftarını yapmakta olan Murat Gerede, cep telefonuna gelen acil kan anonsu üzerine eşi ve kızını da alarak Hacettepe Hastanesi’nin acil servisine gidiyor. Benim de 3 kez gidip tanımadığım insanlara kan verdiğim bir yer burası. Hatta kan verdiğim insanlardan birisinin, intihar girişiminde bulunan bir genç olduğunu orada öğrenmiştim.

Kendisi tecrübeli bir öğretmen olan Murat Gerede kan vermiş, kızının yaşı küçük olduğu için ondan kan almamışlar. Eşi Şaziye Gerede kan vermek üzere içeri girdiğinde hemşirenin, ”Bu kıyafet ne, bununla buraya gelmeyin” tepkisiyle karşılaşmış.

Burada ne hipokrat yeminini hatırlatmaya, ne hasta haklarından söz etmeye gerek var. Bu tamamen bir insanlık sorunu. Boyanan elektrik trafolarını mescit zannedip, peşine taktığı gazetecilerle baskına giden milletvekilini tanık olmadık mı? Bazı durumlar vardır ki, orada sözün bittiğine inanırım. İşte sözün bittiği yer burası.

Cem Yılmaz son dönemlerde yetişen en kabiliyetli mizah ustalarından. “Her şey Güzel Olacak”tan tutun, ”Gora”ya kadar birçok başarılı filmde bu kabiliyetini konuşturdu. Sadece oyunlarında değil, filmlerde de üstlendiği role hayat veren bir oyuncu Cem Yılmaz.

Usta oyuncunun yeni filmi ise “Hokkabaz”

En iyisi biz yine dünya da diyaloğun, barışın, kardeşliğin temin edilmesi için çaba gösteren Türkiye’yi esas alalım. Bu tür Hungtinton’un Türkiye versiyonları için, ”Eline sağlık Cem Yılmaz iyi ki çektin şu Hokkabaz’ı” diyelim.

Maalesef bizim ülkemizde onlardan da mebzul miktarda var...

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bayram havası devam etsin



İslâm dünyası, bazı sıkıntılarına rağmen Ramazan Bayramını coşkuyla idrak ediyor. Dünyanın dört bir yanında gelen ‘bayram haberleri,’ insana huzur veriyor.

İstanbul İl Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, bayramlarda sevgi, birlik ve paylaşma mesajları verildiğine işaret ederken, İstanbul Valisi Muammer Güler de Süleymaniye’de kılınan bayram namazı sonrası gazetecilere yaptığı açıklamada, bayramların birlik ve beraberliğin yaşatılığı günler olduğunu ifade etmiş.

Bünyadaki bütün camiler ve mescidler, bayram namazını kılmaya koşanlarla dolduruldu. Pek çok yerde izdiham yaşandı ve semaya açılan eller; ‘barış ve huzur’ diledi.

İslâm dünyasının bu sevinci, Papa’yı bile etkilemiş olmalı ki, 16’ıncı Benedikt, Pazar ayininde yaptığı konuşmada İslâm dünyasına barış dileyip selamlar yollamış. (NTV-MSNBC, 23 Ekim 2006)

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de, yayımladığı mesajla ülkedeki Müslümanların Ramazan Bayramını kutlamış. Putin mesajında, kutsal Ramazan Bayramının çok uluslu Rusya halkının zengin manevî mirasının vazgeçilmez bir parçası olduğunu belirtmiş.

Putin’in mesajının bir kısmı şöyle: “Eminim ki siz İslâmın manevi ve ruhani değerlerini gelecekte de korumaya devam ederek, dinler arası diyaloğun gelişmesi, insanlar arasında barış ve işbirliğinin gelişmesi için gerekli yatırımı yapacaksınız.” (AA, 23 Ekim 2006)

Azerbaycan’da da bayram coşkusu yaşanmış. Önceki bayramlara göre daha büyük bir kalabalığın katıldığı Bakü Şehitlik Camiindeki bayram namazı sırasında, çevre yolundaki araç trafiğinde sıkışıklık meydana gelmiş. Öyle ki, cami ve bahçesindeki yerin darlığı nedeniyle, bayram namazı iki kez kılınmış.

İngiltere’de de polise, Ramazan ayı boyunca Müslümanlara yumuşak yaklaşması ve mümkün olduğu kadar gözaltı ve tutuklama işlemi yapmaktan kaçınması talimatı verildiği ifade ediliyor.

‘Savaş’ların yaşandığı bölgelerde de bayram vesilesi ile barış ve huzur duaları edilmiş.Irak’ın Basra kentinde bayram namazı öncesi konuşan Şeyh Etman Muhammed, Müslümanların birlik olması için çağrıda bulunarak, “Biz ırak’taki bu kanlı savaşı durdurmak zorundayız. Herkes barışın yolunu takip etmeli ve barışı sağlamalıdır. Müslümanlar için merhamet çok önemlidir. Barış için Hz. Muhammed’in yolunu takip etmeli, sadece dürüstlük, barış ve İslamiyet için çabalamalıyız” demiş. Benzer çağrının Filistin Başbakanı Haniye tarafından yapıldığını da hatırlayalım...

Yunanistan’da binlerce Müslüman, cami olmayan Atina’da Olympic Stadyum’da bayram namazı kılmış. Atina Müslümanlar Birliği tarafından organize edilen bayram namazına 9 bin Müslüman katılmış. Bize göre dünyanın diğer ucu Avustralya’da da bayram namazı izdihamı yaşanmış. Bayram namazının arkasından ilahiler ve dualar okunmuş.

Ramazan mesajlarından en dikkat çekici olanlardan biri de Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai’ye ait olanıydı. Karzai, İslâm dünyasını “Afganistan’ın çığlığını duymaya ve terörizmden kurtulmak için yardım etmeye” çağırmış. (AA, 23 Ekim 2006)

Ramazan ayının ilk haftasını Afganistan’da geçirmiş olmamız sebebiyle özellikle dikkatimi çeken mesajda Karzai, İslâm dünyasını ‘barış için’ harekete geçmeye çağırıyor.

“Yabancılardan, Afganistan’ın düşmanlarının emrinde olanlardan ve kendi ülkelerine, halkına, çocuklarına karşı operasyonlar düzenleyenlerden, bu kötü güçten kurtulmalarını istiyorum” diyen Karzai, “Son aylarda Afgan halkı acılarla karşı karşıya. Her gün bombalı saldırılar düzenleniyor. Dini liderlerimiz, eğitimcilerimiz öldürülüyor. Ailelerimiz acı çekiyor” demiş.

Irak’taki ‘iç savaş’ı sona erdirmek için Şii ve Sünni alimleri/ ileri gelenleri bir araya getirip ‘barış’ sözü alan İKÖ, Afganistan için de devreye giremez mi? Masumların canının yanmaması için bu çağıya kulak vermek lazım. Irak’ta atılan adımın bir benzeri Afganistan’da niçin atılmasın?

Duamız, ‘bayram havası’nın kesintisiz devam etmesi...

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hacı Bayram ruhu



Oruç ağzıyla arefe günü, sabahın erken saatlerinde başlayan farklı bir Ankara izlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. İçimi ferahlatan günde sabah sessizliğine eşlik eden hastane durağından sonra Hacı Bayram Camiine yöneldim. Ortalarda kimsenin fazla gözükmediği sükûnet halinin teşvikiyle mânevî ortamın hem hal eden süruru vardı üstümde.

Hacı Bayram’a doğru giderken, kendimi iyi hissetmenin ve etrafı okuyacak bir merak saikinin içindeydim. Günlük hayatın telaşından sıyrılmış bir haleti ruhiyenin avantajını kullanmak istiyordum.

Akşam, sahurun feyizli zamanı ve sabah namazından sonra kalmış bir sakinlik vardı. Camide çok az ziyaretçi bulunuyordu. İlk dikkatimi çeken, türbenin yanında beyaz bir levhaya yazılmış metindi. Ogüst tapınağına ait olduğu yazıyordu. İslâmiyet öncesi tarihi kalıntı ve abideler, müze içinde sergileniyordu. Caminin sol kıble tarafında büyük bir anıt ve yanında harabe duran kitabeler vardı. İlk defa bu denli dikkatimi çekmişti.

Türbe henüz ziyarete açılmamıştı. Dışarıdan fatihamızı okuyup duamızı yaptık. Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kısa bir özgeçmişi ziyaretçiler için konulmuş. Kalabalığın olmadığı bir zamanda orada olmanın keyfi ve zevkiyle dikkatlice mütalaa imkânım oldu.

1352-1430 yılları arasında yaşamış ve asıl ismi Numan olan Anadolu bozkırının maneviyat büyüğü Hacı Bayram hazretlerinin, o günlerde kurduğu manevi iklimi ve feyzi bugüne kadar devam etmektedir. İnsanın kendisini tanımasına ait şu dörtlüğü, her zaman uyarıcı ve manidardır:

“Bilmek istersen seni,/ Can içinde ara canı,

Geç canından bu anı,/ Sen seni bil sen seni.”

İçimizdeki gerçek ‘ben’e ulaşmanın ve orada kayıtlı fıtrat kodlarımıza ulaşmanın gerekliliğine atıf yapan bu dörtlük, hepimizin hayat kılavuzu niteliğindedir. Hacı Bayram-ı Veli adına yapılan camii vefatından üç yıl önce inşa edilmiş. Tamamen tuğladan yapılmış dörtgen yapının iki şerefeli bir minaresi var. Bitişiğinde ise Hacı Bayram türbesi bulunuyor.

Türbede mezarına ait sandukçanın solunda bir, sağında iki ve ayak kısmında ise beş tane ayrı sandukça daha bulunuyor. Bunların kime ait olduğu bilinmiyor. Yakın mensupları olduğu söyleniyor.

Caminin sağında ise zaviye ve kısmen de mezarlık bulunuyormuş. Bir kısmı Tacettin Camii mezarlığına nakledilmiş. 1970’li yıllarda caminin genişletilmesi aşamalarında yapılan bu çalışmalarla birlikte üç katlı yeni bölüm ilave edilmiş.

Bu arada Hacı Bayram Camiinin kuzeyden aşağıya olan giriş yerinde dört küçük çile odası (Çilehane) bulunmaktadır. Bu odalardan biri Hacı Bayram-ı Veli’ye, biri Eşref oğlu Rumi’ye ve diğeri ise Akşemseddin Hazretlerine ait.

Bu tespitimle birlikte çile odalarını görmek istediğimde, bunun çok kolay olmadığını öğrendim. Sadece Ramazan ayının son on gününde öğle-ikindi arası erkeklere ve ikindi sonrası ise kadınların ziyaret edebileceği söylendi. Onun dışında kapalı olduğu ifade edildi.

Biz de Ramazanın son günü arefenin bereketiyle görme imkânını elde ettik. “İki dakikalık” bir ziyaret hızında. Caminin zemininden yarım kat inildikten sonra küçük bir kapıdan eğilerek geçiliyor aşağı kademeye. Bir sofa yeri açılıyor önümüze. Sağda bir oda görülüyor. Sofanın orta yerinden dar, tek kişinin geçebileceği, normal insan boyundan kısa ve eğilerek yürüdüğümüz bir koridorda ilerlediğimizde; solda üç, koridorun sonunda ise bir oda var.

Odalar, bir faninin rahat uzanabileceği büyüklükte değil. Oldukça küçük ve tecrit edilmiş bir şekilde yapılmış. İnsanı her türlü dünyevi bağlardan koparan bir uzlet halini veriyor. Kendinize ait oluyorsunuz. Çevrenizden ve üzerinizdeki harici tesirlerden kurtuluyorsunuz. Yalnız gireceğiniz kabri hatırlıyorsunuz. Maddi vasıtalardan ve onun çağrıştırdığı lezzetlerden arınmış bir haleti ruhiyenin hakim olduğu atmosfer sizi sarıyor.

Sofa kısmında, girişte bir zincir halkası göze çarpıyor. Halka boyunluk olarak uyarıcı amacıyla kullanılıyormuş. Zikir ve riyazet halinde uyku bastığında, boyun hareketi ile birlikte zincir ses çıkarıyor ve böylece ehli zühd uyarılmış oluyor, dikkatini toplaması sağlanıyor. Halkaların büyüklüğünden anlıyorum ki, takanlar da diri insanlar. Ayrıca bir geyik boynuzu dikkatimizi çekti. Onun dışında sade ve arınmış bir ortam var.

Yine sofa kısmında bir levha asılı. Hat sanatının inceliklerine havi yazının yanına iliştirilmiş Türkçe notta; “Edep bir taç imiş nuru Hüda’dan / Giy ol tacı emin ol her beladan,

Ahlak iledir nizam-ı alem./ ..........” şeklinde öğretici dizeler var. Bu mesaj, çilehaneye gelene beklenen bir hayat ölçüsü veriyor. Zira açıkça zikredilmiş.

Sınırlı zamanın yoğun duyguları ve dikkat kesildiğim ruh haliyle en seri duam şu oldu:

“Ya Rabbi! O günlerin çilesine bizi bahtiyarlardan eyle.”

Onların yüksek ruhlarının ve enfüsî dairede yaşadıkları feyzin, sabrın ve çilenin sadakasını, günümüze, onların niyetine paralel bir muvaffakiyete tebdil etmesini istemek gelmişti içimden. Bunu, yukarıdaki cümle şeklinde telaffuz ettim.

“Bir başka Ankara” yazılarına yarın devam edelim.

24.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ahrar–Demokrat çizginin yüz yıllık serüveni (1)



Ahrar ve demokrat tâbirlerini günümüzde "hürriyetçi demokrasi" şeklinde birleştirmek mümkün.

Ahrar, aynı zamanda Yeni Osmanlılar'ın (Jön Türkler) Eylül 1908'de kurdukları siyasî partinin ismidir.

O tarihte İstanbul'da bulunan Üstad Bediüzzaman, kendisinin ve talebelerinin İttihatçılara karşı "Ahrarlara nokta–i istinat" olduklarını beyan ediyor. (Emirdağ Lahikası, sayfa: 271)

Aynı desteği o tarihten otuz beş sene sonra bu kez Demokratlar için gösterdiklerini ifade eden Üstad Bediüzzaman, bu iki siyasî hareket arasında misyon bazında bir irtibat kuruyor ve Demokratları eski Ahrarların devamı ve takipçileri olarak tarif ediyor. (Bkz: Age, aynı sayfa; Beyanat ve Tenvirler, sayfa 202)

Münazarat isimli eserinde ise, hürrriyet ve meşrûtiyet hareketi ile, bu harekete ciddî katkıları bulunan Ahrar Fırkasının samimî hizmetlerinden bahseden Bediüzzaman, "ekser ahrarın mutekid Müslümanlar" olduğunu dikkat nazarlarına hatırlatma ihtiyacını duyuyor. (Age, s. 125)

Aynı eserin 83. sayfasında, samimî hürriyet ve meşrûtiyet sevdâlısı olarak gördüğü Ahrar Fırkası mensuplarının ciddî bir iktidar hazırlığı içinde olduğunu belirten Üstad Bediüzzaman, bu gayretlerin patlatılan mürettep "31 Mart Vak'ası"yla suya düşürüldüğünü ifade ediyor ve bunun "Câ-yı dikkat bir nokta-i siyah" olduğunu özellikle nazara veriyor.

Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu aksiliklere rağmen, hürriyet ve meşrûtiyetin lüzumunu, ehemmiyetini avama da, havasa da anlatmaya devam eder.

Şarktaki aşiret mensuplarının "Şu tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?" şeklindeki suâlerini şu şekilde cevaplıyor Bediüzzaman Said Nursî: "Ancak, on kısmından bir kısmı size gelmiş. ...Siz eğer tembel kalıp da yolunu yapmazsanız, ...yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz." (Münazarat, s, 29)

İşte, o "yüz sene" de geldi, çattı.

Üstad Bediüzzaman, 1907 senesinin sonlarında İstanbul'a geldi; 1908'de ise hürriyet ve meşrûtiyetin ilânında aktif vazife aldı. Gidişata bakarak da tarih verdi: "Yüz sene sonra" diyerek...

(Devamı var)

Bayramlık

"Niyet ettim 'şeker bayramı' namazına..."

Yazının başlığı, bir anormalliğin ironik lisanla ifadesidir.

Bu konu, imam efendinin cemaate "Vacip olan Ramazan Bayramı namazına niyet" için yaptığı hatırlatma esnasında hatırıma geldi.

Bilirsiniz, mübarek Ramazan Bayramına ısrarla "şeker bayramı" diyenler var. Oysa bunlar:

1) Ramazan ayına "şeker ayı" demezler; diyemezler.

2) Ramazan'da fitre verirken, buna "şeker fitresi" demezler, diyemezler.

3) Bayram namazını kılarken de "...şeker bayramına niyeti" demezler, diyemezler.

Ama gelin görün ki, bayramın ismini ille de "şeker bayramı" diye söyleyip dururlar. Sizce de bu işte bir anormallik yok mu?

Günün Tarihi

Darwin'in "tabiatperest" çıkışı

24 Ekim 1859: Meşhûr İngiliz teorisyeni Charles R. Darwin’in büyük sükse meydana getiren “Türlerin Kökeni” isimli kitabı piyasaya çıktı. İlk baskıda 1250 adet basıldı.

Aradan yüz elli yıl kadar bir zaman geçtiği halde, bu kitapta ortaya attığı teorileri ispatlanamayan Darwin, İngiliz ilim çevrelerince de artık ciddiye alınmıyor. Zira, bu teorilerin hiçbiri "ilmî kànun" kategorisine girmedi ve girmiyor.

Ancak, yine de Darwin''i (1809–1882) fazlasıyla önemseyen ve teorilerini ciddiye alan "maymun iştahlı" insanlar var. Özellikle de Türkiye'de.

Darwin'in "tabiî seleksiyon", bir başka ifadeyle "doğal ayıklama" teorisine dayanan ve kısaca "Türlerin Kökeni" ismini alan bu kitabında, canlı türlerin hırsa ve bilhassa "kuvvete dayalı" olarak varlıklarını devam ettirdikleri, zayıf olanlarınsa neslinin tükendiği iddia ediliyor.

Mamutları, dinozorları güldüren bu teoriye, daha çok ateistlerle tabiatperestler perestij ettiler. Şahsiyetli ilim adamları ile şuurlu iman sahipleri ise, bu teoriyi çürütmek için epeyce bir mesai sarfettiler.

Darwinizmin temel taşlarını parçalayan en kuvvetli ilmî delilleri Nur Risâlelerinde bulmak mümkün. Burada, bunlardan yüzlercesinden sadece bir–iki tanesine kısaca yer verelim.

* Haşir Risâlesinin İkinci ve Beşinci Sûretinden: "...Bu gidişâta, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor, kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. ...Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder, kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. ...Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var; hem, pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır.

"...Bak, bu işler içinde, görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü, her musîbetzedenin imdadına koşturuyor, her suâle ve matlûba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hâceti, en ednâ bir raiyyetten görse, şefkatle kazâ ediyor. Bir çobanın bir koyununun bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor."

* İktisat Risâlesinin Yedinci Nüktesinden: "...Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.

"Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.

"Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir."

24.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004