Adavet ve de muhabbetimiz...
Yoktu müminin rûhunda gerçek anlamda adâvet, hem de düşmanlık... Belki mecâziydi; değişirdi acımak, bir de merhamet etmek sûretine... Hem de ederdi inkılap; dönüşürdü mümâşaâta, onunla hoş geçinmeye... Vardı hatta en azılı bir düşmanıyla bile îmanî ve de kalbî bir kardeşliği her müminin, hisssedilen, hissettiren kendini...
Kim, etse kalbine ve de îmânına müracaat, görür, hem de hissederdi bunu... Kerîmdi çünkü her mümin îman yönüyle; sever, hem de isterdi ikram etmeyi... Yalnız kalbi olmayanlar, bir de îmansızlar müstesna... Düşmanlığımızın azaldığıncaydı muhabbetimiz... Muhabbetimizin mümkün olmadığınca, ona olan kâbiliyetimizin azlığıncaydı adâvete olan yürekliliğimiz...
***
Adâvetimizin kaynağı neydi, muhabbetimizin ne? Bir de adâvete muhabbetimiz, hem de muhabbete adâvetimiz? Muhabbetin kaynağıydı muhabbetimizin kaynağı... Muhabbetsizliğe düşmanlığımız, kinimizdi o adâvetimiz, hem de kindârlığımız...
O menhûs zevk ve lezzetti o düşmanlığa olan muhabbetimiz... Sevgisizliğe, hem de sevilmek istenmeyeydi o düşmanlığa olan muhabbetimiz... Bazen da kıskançlığa olan meylimizdi o muhabbete olan adâvetimiz... Su-i zan hastalığı, taraftarlık nefsine, kendi kusurlarını en az, ya da hiç yok, fazîletini ise pek çok, düşmanınkini, düşman olduğunkini ise tam tersi görmek, hem de göstermek...
Senin damarına dokunmasıydı söylenilen o sözlerin, hem de onun damarına dokunduracak, söz, fiil, hareket ve de davranışlarda bulunmandı onu kötülüğe, yanlış anlamaya, hem de yanlış davranmaya iten... Yarayı kaşıma, ona tuz biber ekme, hissiyâta kapılma, hep kendini haklı görme, haksızlığa hep kendinin uğradığını, hem de uğratıldığını, halbuki kendinin ona karşı hiçbir haksızlık ve de yanlışlık yapmadığını düşünme... Hakkının verilmediğine, aslında her işin, yaptığın her işinin hakkını fazlasıyla yerine getirdiğine, hakkını verdiğine kanaat getirme, kendini ve de yaptıklarını başkalarından dinlememe...
Kendi doğrularının dışında da doğrular olabileceğini, hem de insanların hatasız olmadığını, olamadığını, olamıyacağını, insanların hatalar yaptığını, yapabileceğini, bunun örneklerinin de pek çok olduğunu, olabileceğini, bunları anlayışla karşılamanın gerektiğini, kendinin de aynı duruma düşebileceğini, hem de bunları anlayabilmek için de birazcık bir gayret, belki biraz da bir fedâkârlığın gerektiğini düşünmeme... “Barış mümkün olduğu müddetçe savaşa gerek yoktur” o güzel ve bir o kadar da anlamlı prensibinden gaflet etme...
Her iki tarafın da yanlış yapmış olabileceğini, o insanın da bu gibi yanlışları her zaman isteyerek yapmadığını, belki biraz da o an, içinde bulunduğu şartların onu buna zorlamasıyla olduğunu, nefsinin desîselerine, belki de aldatmalarına kapılmış olmasından, hem de söylenen o sözlerin ve de gösterilen o tavırların onun damarına dokunmuş olabileceğinden kaynaklanmış olabileceğini gözardı etme...
Onun yaptığından pişmanlık hiç duymayacağına, kusûrunu hiç anlamayacağına hükmetme; özrünü, yanlışını anlamayı, anlayabileceğini kabullenmeme, kabullenememe...
Aslında onun bunu başarabilecek bir kabiliyetinin de olmadığını düşünme, inanma, kendini buna inandırmaya zorlama, ona böyle bir centilmen davranışı çok, hem de fazla görme...
Onu asla ve asla affetmiyeceğini, affedemiyeceğini, affetmemesi gerektiğini, hem de onun aslında affa, hem de affedilmeye hiç mi hiç lâyık birisi olmadığını, kesinlikle olamıyacağını düşünme adâvetimizin, hem de kinimizin, bir de düşmanlığımızın devâmına sebeplerdendi...
Belki de küstüğümüzün, küskünlüğümüzün...
Birinin atacağı çok küçük bir adımla, belki de ufacık, çok küçük bir jestle, hatta bazan sadece küçük bir mimikle, meselâ bir gülümseme ya da tebessüm ile pek çok şeyin, belki de her şeyin düzelebileceğine, barışın ve de sevginin, hatta kaynaşmanın iki taraf ortasında tesis edilebileceğine, eski hâlin iâdesine yetebileceğine olan vurdumduymazlığımız... Üçüncü bir şahsın gerekliliğinin gözardı edilmesi; her iki tarafı anlamada, hem de anlatmada daha başarılı olabileceğinin, hem de aralarını bulabileceğinin, barıştırabileceğinin unutulması...
“Düşmanlığa sebep olan şeylerin muhabbete sebep olacak şeylerin yanında çakıl taşlarının Uhud Dağı’na nispeti gibi gözükmeyecek kadar küçük, hem de ehemmiyetsiz olduğundan gaflet edilmesi...”
Kendinin ondan çok çok üstün olduğunu düşünme, ona değer vermeme, onu kendinden çok çok küçük, hem de düşük, aşağı seviyede ve de hakîr görme... Sana olan bütün iyiliklerini bir anda gözünden, hem de defterinden siliverme...
Bir de, ondan öğrendiklerini; onun sana kazandırdıklarını, öğrettiklerini hemen bir anda unutuverme, onu sağlıklı ve mantıklı ve de tutarlı değerlendirememe...
Kendinin sâbit, onun ise geçici, kendinin asıl, onun ise yedek olduğuna, ona, onun gibi birisine hiçbir zaman ihtiyâcının olmadığına, olmıyacağına, olamıyacağına şartlandırmak kendini...
Halbuki, çoğu zaman “dağ dağa muhtaç imiş” der sevgili anneciğim... Makamların büyüklüğünü adamların büyüklüğünden zannetme, her zaman en büyük makamlarda en büyük adamların oturduğunu, oturabileceğini, oturması gerektiğini, kendinin her zaman en üst makamlara, onun ise daha aşağılara, hatta en aşağılara lâyık olduğunu, hatta oturabilecek bir yerinin olmadığını, oturmaması gerektiğini düşünme, hem de fırsatını buldukça ve de ele geçirdikçe, her ortamda bunu dile getirme...
Onu çok basit, hem de sıradan birisi, senin ise seçilmiş, hem de her bakımdan ondan çok üstün olduğunu, onun asla ve de kesinlikle senin seviyene gelemiyeceğine inanma; onun sana muhatap bile olacak bir seviyede olmadığını düşünme, araya mesafe ve de engeller, hatta adamlar koyma; onun sağının solunun belli olmadığını, hatta bazı zaman biraz da dengesiz olabileceğini, bunlara inandığını söz, hareket, tavır ve de davranışlarınla, hatta mimiklerine varıncaya kadar ifâde etme, ortaya koyma, belli etme kendisine...
Kendini o şekilde motive etme, telkin verme kendine, aşağılara, aşağıda olmaya, onun seviyesinde olabileceğine, bir türlü râzı olmama, olamama, kabul etmeme, edememe...
O anki kargaşanın, hem de kavganın, aslında çok nâzik ve de gergin pek çok durumların toplamının yansımasından ibâret bir tavır ve de tepki olabileceğini, başka bir zaman ve zeminde her iki tarafın da böyle bir tavır ve de tepkiyi kesinlikle vermeyebileceğinden gaflet edilmesi, bu gerçeğin gözardı edilmesi, görmek istenilmemesi...
Onun iyiliklerine, ona gelen iyiliklere, hatta Rahmet-i İlâhiye’nin onun hakkındaki iyiliklerine darılınması, küsülmesi, hatta adâvet, düşmanlık edilmesi; hem de fazîletlerine, hasenelerine, güzelliklerine, güzel sözlerine, doğru işlerine; onları ancak ve ille de belli bir menfaat, hem de karşılık gözeterek yaptığına, onun hiçbir hayırlı iş, amel, davranış ve de tavırda bulunamıyacağına, o istidâdını artık tamâmen kaybetmiş olduğuna hükmetme; her şeyini, yaptığı her işi kötüye yorma, onu sıfırlama, hatta eksileme....
Bundan sonra her ne yaparsa yapsın, senin gözünde ancak şer ve de kötülük hesâbına geçeceğine inanma, buna kendini inandırmak isteme, arzu etme, “İnsan gerçekten çok zâlim, çok câhildir!” (Ahzâb: 72 ) hükm-ü Kur’ânî’sini söz, hem de fiillerinle tasdik etme... İçten içe onun başarısızlığını dileme, başarısız olması için içten içe duâ etme, yanlışı için, yanlış yapması için; tâ ki senin doğru olduğun, onun ise yanlış, hem de haksız, senin ise tamâmen haklı olduğun bir şekilde ortaya çıksın, gözüksün, gözükebilsin, sen de sevinesin, alasın intikamını, hatta zil takıp oynayabilesin çiftetelli, yaşayasın o menhûs ve de kötülenmiş zevkini, hem de lezzetini, yaşayasın, yaşayabilesin o sadizmini... Karşı tarafın iyi olmasını, düzelmesini, düzelebileceğini istememe, ona mühlet, hem de fırsat vermeme hatasını telâfi için, telâfi edebilmesi için...
Bütün kapıları yüzüne kapama, insâfı elden bırakma, vicdânına müracaat etmeme, onun seslerine, bir de sözlerine bütün bütün sağır olma, onlara hiç kulak vermeme, onları hiç dinlememe, mantığına danışmama, demagojiye sapma, muhâkemeyi büsbütün kaybetme...
Başkalarının onun ve de senin hakkında söylediklerine kulak tıkama, yapıcı tavırlarına, aranızı bulmak istemelerine karşı, sana âit olduğunu düşündüğün bütün kapıları kapama, onları dışlama, nasîhat, tavsiye ve de önerilerine bütün bütün kulak tıkama, sağır olma...
Buranın dünya olduğunu, her şeyin geçici ve bîkarar olduğunu, bitebileceğini, kimsenin olduğu yerde ve de makamında sâbit, hem de dâimî olmadığını, olamıyacağını, gidebileceğini, eninde sonunda herkesin gideceğini hatırlamak istememe, gözünü onlara karşı kapama, bunları düşünmek istemekten kendini “özellikle” alıkoyma...
Onu hatırlatacak her şeyi terk etme, hatta onlardan nefret etme, onun dostlarına da düşmanın gözüyle bakma; aslında onun dostluğundan değil de, asıl ve özellikle sana olan düşmanlıklarından onun yanında olduklarına hükmetme, her ikinizinde dostu olanlara şüpheli, ajan ve de takiyyeci gözüyle bakma; onların seninle sadece hoş geçindiğine, aslında gerçek anlamda seni sevmediğine, yalakalık içinde sana hoş görünmek istediğine hükmetme; aynı anda hem senin, hem de onun dostu olabileceğine, hem seni, hem de onu sevebileceğine imkân ve de ihtimal vermeme, verememe, inanamama, inanmayı istememe, şartlandırmak buna kendini...
Dünyâyı kendine tamâmen, ona da kısmen zehir etme, edebilme... Ondan kaçar olma, onunla yüzyüze gelmekten kaçınma, bundan son derece rahatsızlık duyma...
Onun bile senin hakkında hiç bir zaman aklından geçirmeyeceği, düşünmiyeceği, düşünemiyeceği şeyleri ona mâletme...
Sana gelen bütün kötülüklerde, aslında her zaman muhakkak ve kesinkes onun bir parmağının olduğunu, olabileceğini, olması gerektiğini düşünme, arzu etme; herhâlde bir çeşit paranoyamız...
Her insanda delilikten bir parça mı vardı? Kimbilir! Bediüzzaman İçtimâî Reçeteler’in birinci cildinde: “Aslında bütün insanlar delidir; fakat hevânın fehvâsınca, ölçüsünce delilikler farklılaşmış, başka başka olmuştur.” (67, Şuâlar 303) meâlinde bir Arabi ibârede bulunmuştu... Aslında, onun çok kötü bir insan olduğunu, baştan beri onu yanlış tanıdığını, hem de tanıttığını, artık şimdide, şu an için, bundan çok da büyük bir pişmanlık duyduğunu, bu yüzden kendine çok da kızdığını, her vesîle ile ve de buldukça fırsatını, her zaman ve de zemin, hem de ortamda dile getirme...
Asla geri kalmama onu kötülemekten, onu kötülükle özdeşleştirmekten, hatta İblîs’e, Şeytân’a benzetmekten... Kendinin her zaman haklı ve de isâbetli olamıyacağını, hakkın, ve de doğrunun bazan karşı tarafta olabileceğini, bunu kendine az, ona ise çok görmemek gerektiğini...
Affın, bağışın da büyük bir meziyet olduğunu, affetmenin de büyüklüğün şânından olduğunu, hem de insana öyle çok fazla bir şey kaybettirmeyeceğini, kaybettirmediğini; yaşının küçük olmasının da buna mâni olmadığını, olmıyacağını, olmaması gerektiğini; bazan yaşça küçük insanların, kendisinden yaşça büyük insanları affetmesinin de sözkonusu olabileceğini, olabildiğini, bu davranışın onu küçültmediğini, aksine ona değer kazandırdığını, daha da büyülttüğünü düşünme, düşünebilme, ve de düşündürebilmenin çabasıydı sevgimiz, hem de muhabbetimiz...
|
Orhan Ali YILMAZ
24.10.2006
|