|
|
Faruk ÇAKIR |
Duâya zaman kalsın |
|
Oruç ve duâ ayı Ramazan’ı idrak ediyoruz. İnşallah ‘bayram’a da kavuşuruz.
Son yıllardaki bazı uygulamalar, Ramazan ayını ‘eğlence ayı’na çevirip manevî havasından uzaklaştırmayı hedefliyor. Buna—maalesef—bazı belediyeler âlet oluyor.
Mahallî idarelerin halkın hizmetinde olmasının bir gereği olarak ‘çadır’lar kurması elbette çok faydalıdır. Ancak Ramazan ayına mahsus olarak kurulan ‘çadır’ların, ‘eğlence çadırı’na çevrilmesi doğru değildir.
Ramazan çadırlarıyla ilgili tartışma hemen her Ramazan ayında yapılıyor ve uzmanların da bunca ikazına rağmen bazı belediyeler yanlışta ısrar ediyor.
Bazı belediyelerin, “Yaptığımız eğlence programlarını ‘halk’ istiyor, ilgi gösteriyor” demesi de onları haklı çıkarmaz. Çünkü bu davranışlar, Ramazan ayını ‘eğlence ayı’ gibi görmek olur ki asıl hata budur.
Her şeyin ‘iyi’ ve ‘doğru’sunu yapma imkânı vardır. Kurulan ‘çadır’larda Ramazan ayının anlamına uygun faaliyetler yapmak çok mu zor ki, ‘yanlış’larda ısrar edilsin? Her iki şeklin de örneklerini görüyoruz. Bazı belediyeler, hazırladıkları programlarda daha çok kültürel faaliyetlere yer verirken, bazıları da baştan sona ‘eğlence’ye zemin hazırlıyor. Toplumu bilgilendirmeye yönelik faaliyetler her zaman desteklenmeli ve teşvik edilmelidir. Ramazan çadırlarını ‘irfan çadırı’na çeviren belediyeler tebrik edilmeli.
Önemli bir tehlike de, birbirine zıt faaliyetleri aynı anda sergilemek ve hassasiyetlerin törpülenmesidir. Meselâ, kurulan bir ‘Ramazan çadırı’nda bir gece Kur’ân ziyafeti verilip, ertesi gece müstehcen sayılabilecek şarkıların seslendirilmesi bu cümleden sayılabilir. Bu tavırlar ancak, ‘iyilik zannıyla fenalık yapmak’ şeklinde açıklanabilir.
Duâ ayı Ramazan’ı mânâsına uygun şekilde idrak edelim...
*
‘Komşu’muz aç
Hayır ve hasenat yapmak için fırsat olan Ramazan ayının, bu yönüyle de iyi değerlendirilmesi gerekir. İftar sofralarımızda ‘misafir’lerin olması çok önemli.
Hayır ve hasenatın artmasıyla birlikte, gizli bir ‘fukara’lık yaşadığımız da ortaya çıkıyor. Meselâ, iftar yemeği için geceden/sahurdan itibaren kuyruğa girilen ve bir kap yemek için saatlerce beklenen bir ülkede, huzurlu bir iftar açmak mümkün olabilir mi? Bu durum, apartman değilse bile, vatan ‘komşu’muzun aç olduğunu göstermez mi?
Bir yanda “5 yıldızlı iftar sofraları” kurulurken, öte yanda bu görüntüler “Büyük/ Müslüman Türkiye”ye “bize” ve “bana” yakışıyor mu? Haklı olarak dünyanın öte uçlarına yardım götürmeye çalışan bir milletiz. Afrika’da yaşanan açlığı duymaya, çare olmaya çalışıyoruz. Peki, Diyarbakır’daki açlığa hâlâ çare olamayışımız affedilebilir mi?
Belki de haberlere konu olan Diyarbakır’dan daha ‘fakir’ ve ‘muhtaç’ vatandaşlarımız vardır. Madem bu ‘fakir’lik bir şekilde gündeme gelmiş oldu, hepimize büyük bir vazife düşüyor. Ramazan ayını da vesile kılıp, bu ‘aç’lığa, bu çaresizliğe, bu ‘fakir’liğe derman olmalıyız.
“Nasıl”ını Türkiye’yi ‘idare’ edenler düşünsün ve biz de üzerimize düşen vazifeyi yerine getirelim. Resmî ya da sivil bütün yardım kuruluşları el ele vererek; “Müslüman/ Büyük Türkiye”ye yakışmayan bu ‘yara’yı tedavi edelim.
Ancak o zaman huzurla ‘bayram’laşabiliriz.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ramazan orucunun hikmetleri |
|
Demirci’den okuyucumuz: “Ramazanda oruç tutmanın ne gibi hikmetleri vardır?”
İbâdet yapmanın en önemli hikmeti emirdir. Yani Allah’ın emretmiş olmasıdır. Gâyesi de Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bundan başka elbette ibâdetlerin kendi yapısına, özelliğine, türüne ve niteliğine göre kendisine mahsus hikmetleri de vardır.
Risâle-i Nur’da Ramazanda oruç tutmanın hikmetlerine, “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık deliller taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir”1 âyetinin tefsîri olarak özel bir risâlede yer verilmiştir.
Bediüzzaman, Ramazan Risâlesinde, orucun, İslâmiyet’in beş şartının birincilerinden olduğunu ve İslâm şeâirinin en büyüklerinden bulunduğunu bildirmiş; bu ayda oruç tutmanın çok hikmetlerinden başlıcalarını şöyle zikretmiştir:
1) Ramazan’da oruç tutmakla insan Cenâb-ı Hakk’ın terbiye edicilik sıfatını tanır ve bizi Allah’ın büyük bir disiplinle terbiye altına aldığını fark eder.
2) Ramazan’daki oruçla tok açın halini, zengin fakirin halini, üst sınıf alt sınıfın halini anlar. Toplumda her bir sınıf birbirine yardımcı olmaya ve el uzatmaya hazır bir mâneviyât kazanır. Büyüklerin küçüklere, zenginlerin fakirlere, üst sınıfların alt sınıflara eğilmesi ve el uzatması neticesinde ise, sosyal hayatta maddî -mânevî düzen ve âhenk sağlanır, toplum barışı temin edilir, toplum fertleri arasındaki uçurumlar ortadan kalkar.
3) Ramazan’daki oruçla insan kendi dünyasında iç huzur ve saadete kavuşur. Günahlardan arınır ve ruh terbiyesine ulaşır.
4) Ramazan’daki oruçla insan, baş düşmanı olan nefsini terbiye eder, ıslâh eder ve iyi ahlâka yönlendirir.
5) Ramazan’daki oruçla Allah’ın nimetlerine umûmî, anlamlı, kapsamlı ve farklı bir üslupla fiilî bir şekilde şükür yapılmış olur.
6) Ramazan’daki oruçla her zaman faydalanılan günübirlik lezzetler terk edilerek, Kur’ân’ın indirildiği ay olan Ramazan’da Kur’ân’ı indiren yüksek irâdeye, Kur’ân’ın indiriliş sürecine ve bizzat Kur’ân’a, mânevî bir bayram hüviyeti ve sevinci içerisinde saygı duyulur. Kur’ân’a mukabele edilir ve Kur’ân baş tâcı yapılır. Kalpler Kur’ân’ı anlamaya hazır şekilde motive edilir.
7) İnsan dünyaya, âhirete dönük ticâret yapmak ve âhiret hesabına azık toplamak için gelmiştir. Ramazandaki oruçla, geliş amacına ve kâbiliyetlerine uygun olarak çok yüksek kârlar kazanır, çok kazançlı ticâretler yapar, çok gıdâlı azıklar elde eder ve çok verimli ekimler ve hazırlıklar yapar.
8) Ramazan’daki oruçla insan günübirlik sağlık ve sıhhatine yönelik adımlar atmış olur. İnsan midesi istirahata çekilir, hazım kolaylaşır ve insan sabra alışır.
9) Ramazan’daki oruçla nefis Rab değil, kul olduğunu hatırlar, firavunluğu bırakır. Kulluğa ikna olur, kulluktan râzı olur. Rab olarak sadece Rabb’ini bilir. Kendisinin âciz bir kuldan ibâret olduğunu kavrar.
Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak yeryüzünü büyük bir nimet sofrası şeklinde yaratmış ve bütün nimet türlerini hiç kimsenin ummadığı şekilde o sofraya dizmiştir. Canlıları merhametle, şefkatle, eksiksiz biçimde ve bizzat terbiye ettiğini her ihtiyaç sahibine sayısız nimetleriyle göstermiştir. Oysa insan çoğu zaman nimetlerin bu eşsiz dizilişini görmemekte, her saniye vazgeçemediği nimetler için bile gaflet içinde sebeplere takılıp kalmakta ve Allah’ın eşsiz bir şefkatle nimetlendirdiğinin farkında olmamakta, Allah’ın kadir ve kıymetini kavrayamamaktadır.
Ramazan-ı Şerifte ise mü’minler, emir dinlemeye hazır muntazam bir ordu hükmüne geçmektedir. Öyle ki, bütün insanlar, Kâinât Sultanının sofrasına ve ziyâfetine dâvetlidirler.
Düşünün ki: Bu dâvete icâbet eden mü’minler akşama yakın saatlerde, dâvete icâbetin bir gereği olarak sofra başlarına geçmişlerdir. Önlerine mükellef bir sofra açılmıştır. İçinde yok yoktur. Her şey itina ile bir bir dizilmiştir.
Fakat, hiç kimse elini sofraya uzatmıyor. Herkeste sessiz bir itaat, sessiz bir boyun eğiş, sessiz bir emir bekleyişi vardır! Herkes Kâinât Sahibinin “Buyurunuz!” emrini bekliyor gibi bir ibâdet tavrı içindedir. Böylece, Allah’ın görkemli, haşmetli, şefkatli, çok geniş ve çok kapsamlı rahmet eserlerine karşı mü’min, kapsamlı, geniş ve muntazam bir ibâdet disiplini içinde cevap veriyor, mukabele ediyor. Allah’ın yüksek şefkat ve sonsuz merhamet sahibi olduğunu fark ediyor.2
İnsan bu yüksek şerefe ancak oruçla ulaşıyor.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 387, 388
2- Bakara Sûresi: 185
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ramazan ziyafeti |
|
Bir dünya büyüğünün verdiği bir ziyafete insanın nasıl canla başla koştuğunu, orada görünmek istediğini, bununla iftihar ettiğini, övündüğünü biliyoruz.
Peki, ya Ramazan boyunca her iftar vakti hiçbir şeyle kıyas edilemeyecek derecede emsalsiz bir ziyafete katıldığımızın farkında mıyız?
Bir bakanın, başbakanın, cumhurbaşkanının ziyafeti değil, on sekiz bin âlemin sahibi ve şu dünya misafirhanesinde bizleri misafir eden Rabbimizin verdiği bir ziyafet bu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “Mü’minin iki sevinci vardır: Biri iftar vaktinde, biri de Rabbine kavuştuğu anda”1 buyurarak bu gerçeğe dikkat çekerler.
Böylesine bir ziyafete muhatap olma en büyük şeref ve mutluluk bir insan için. Adam yerine konulup değer, şeref ve itibar verip aciz, zayıf, fakir bir kulunu huzuruna kabul ediyor, ona en nefis, leziz nimetlerle dolu bir ziyafet sofrası sunuyor Cenâb-ı Hak. “Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp lezzeti birden yüz derece”2 yapılabiliyor insan. Sözler’de mesele şöyle örneklendiriliyor: “Meselâ, bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmada iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
“Biri, elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz’îdir, hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
“İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Gûya o elma iltifat-ı şâhânenin nümûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.”3
Bu örnek ışığında insanın iftar sofrasında Allah’ın ziyafetine katıldığını, nimet ve ikramlarla karşılandığında duyacağı sevinç ve mutluluğu bir düşünün. Sevinçten uçacak hâle gelmez mi insan?
Bazılarına ne oluyor ki böylesine muhteşem bir ziyafete zevk ve şevkle koşmuyor, koşamıyor, onun bilinciyle hareket edemiyor?
Dipnotlar:
1. İbni Mâce, Sıyam: 1.
2. Mektûbât, s. 230; Sözler, s. 585.
3. Mektûbât, s. 388.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Balyozla iftar |
|
Çok sevdiğim, birçok yönüyle de takdir ettiğim ve kendisine ağabey diye hitap ettiğim değerli bir yakınım var.
Ama ne yazık ki, kendisi bir sigara tiryakisi. Adeta ciğerinin derinliklerine çeker gibi sigara içiyor. Günde ortalama iki–üç paket tüketiyor.
Parmakları, bıyıkları renk değiştirmiş. Hatta ten rengi bile değişmiş.
Hiçbir ikazı kabul etmiyor, hiçbir tavsiyeyi de dinlemiyor.
İradesine hakim olamadığı kesin de, ama en kötüsü bir an evvel ölmek istemesi...
İşte, onun en sevmediğimiz ve hayatından endişe ettiğimiz tarafı bu.
İç dünyasında ne gibi derdi–kederi var, onu da bilmiyoruz. Çünkü, kimseye açılmıyor. Sadece, şunu diyor: "Biliyorum, bu meret öldürecek beni. Ama, zaten ben de bir an evvel ölmek istiyorum."
Şimdi bu sözün ve böyle bir fikrin neresinde bir haklılık payı var? Bunun İslâmî anlayış ve itikatla uzaktan yakından bir alâkası olabilir mi?
* * *
Müzmin sigara tiryakileri, bizim gibi sizin çevrenizde de vardır. Bazılarının üzerinde en ufak bir ikaz dahi aksülamel yapabiliyor. Üstelik, bunlar her yönüyle dehşetli bir zararın içinde olduklarını da biliyor. Hele hele sigara içen bazı hamile kadınlar bile vardır ki, onları görünce artık sözün bittiği noktaya geldiğinizi anlıyorsunuz.
Birçok, dehşetin farkında aslında; ama ne yazık ki, iradeleri zayıflamış.
İşte, şu mübarek Ramazan ayı başında, bu gibi kimselerin halini ister istemez hatırlamak durumunda kaldık.
Bilhassa, bir ilim adamının bu konuyla ilgili yaptığı açıklamayı da okuyunca, adım adım ölüme sürüklenen bu değerli insanların hayali gözlerimin önünde canlanıverdi.
Hem Kanser Derneği yönetiminde üye, hem de Çukurova Üniversitesinde öğretim üyesi olan Prof. Dr. İlhan Tuncer, özellikle "iftarda sigara"nın etkileri hakkında bakın neler söylüyor:
"İftarı sigara ile açmak, kişide balyoz etkisi yapar... Evet, gün boyu nikotin almayan vücuda yapılan nikotin yüklemesi bir nevi 'balyoz' etkisi meydana getirir.
"Çünkü, gün boyu aç kalan vücutta kan şekeri önemli ölçüde düşüyor, bunun üzerine bir de aniden veya hızla verilen nikotin ve diğer zararlı maddeler eklenince, sert bir cisimle vurulmuş gibi baş dönmesine neden oluyor.
"Bu durum, kalp rahatsızlığı olanlarda da kalp krizine kadar varan olumsuz sonuçlara zemin hazırlayabiliyor."
Açıklanan sakıncaların, iftarı sigarayla açanlar gibi, iftardan hemen sonra başlayan ve adeta bütün günün acısını çıkarırcasına peşpeşe sigara içen kimseler için de geçerli olduğunu hatırlatarak bitirelim.
Günün Tarihi
Kars Konferansı
26 Eylül 1921: Kars’ta, Rusya’nın da iştirakiyle Kafkas cumhuriyetleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan) temsilcileri arasında, Ankara hükümeti adına da Kâzım Karabekir Paşanın katıldığı Kars Konferansı görüşmeleri başladı.
Karabekir, bu konferasta baş delege olarak ayrıca başkanlık da yaptı.
Konferans 13 Ekim 1921’de sona erdi. Temsilcilerin müştereken imzalamış olduğu Kars Antlaşmasıyla diplomatik bir zafer daha kazanılmış oldu.
Türkiye'nin Doğu sınırını kesinleştiren bu önemli anlaşmanın alt yapısı, esasında bir yıl evvel yapılan Gümrü Antlaşmasıyla hazırlandı.
Şayet Doğu Cephesinde askerî zafer kazanılmayıp Ermenistan ile Gümrü Anlaşması yapılmamış olsaydı, büyük ihtimalle Türkiye'nin Doğu sınırı da şimdiki gibi olamayacaktı.
Gerek komutan ve gerekse diplomat olarak zafer üstüne zafer kazanan Karabekir Paşa, bir süre sonra Ankara'ya geldikten sonra, ne yazık ki kızağa alınarak, adım adım askeriyeden de, politikadan da uzaklaştırılmış oldu.
Karabekir Paşanın tekrar siyasete girmesi ve Meclis başkanı seçilmesi, perişaniyetle geçen uzun senelerin ardından, ancak M. Kemal'in ölümünden sonra, yani 1939 yılından itibaren mümkün olabildi. 1948'de Meclis başkanı iken vefat etti.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Bu Ramazan bana farklı geldi |
|
Şükür olsun ki, on bir ayın sultanına bu yıl da yetiştik. “Bu sene Ramazan biraz sessiz geldi” diye düşünüyordum. Ancak epepdir dışarı çıkmadığımı, şehri şöyle bir gezmediğimi fark ettim. Hem Ramazan’a hazırlık, hem şehre bir bakış diyerek dışarı çıktım. Gördüğüm manzaralar beni epey mutlu etti. Marketler tıklım tıklımdı. İnsanlar Ramazan’a hazırlık yapıyorlar. Her yerde bir hareketlilik, bir heyecan; bayramı karşılayacak gibi bir coşku vardı.
Birkaç eş dostu aradım. Onlar da hazırlık içinde olduklarını, Ramazan için ince temizlik yapıp buzdolaplarını doldurduklarını söylediler. Çünkü Ramazan’da iş ve yemekle çok vakit kaybetmek istemiyorlarmış. Daha çok ibadet etmek için, bu hazırlıklar gerekliymiş. Ailemin, çevrenin, şehrin bu hazırlığı, “Ah o eski Ramazanlar” diyenlere nispet gibi geldi. Ramazan hâlâ aynı heyecanla geliyordu. En güzeli de Ramazan her yıl bir öncekilerde olduğu gibi aynı sevapla geliyordu. Eski ve yeni Ramazanların maneviyatı değişmiyordu, hatta belki artıyordu. Olumsuz olay ve davranışlar hemen göze çarptığı için, bu güzellikler her zaman âşikâr olmuyordu.
“Ramazan sessiz geldi” düşüncemi, “mukabele” için kapımı çalan komşularım ikinci kez değiştirdi. Evini komşuları için açan teyzenin gözlerindeki sevinç yaşları içimi tarifsiz bir duyguyla doldurdu. “Bu yerde kim gelir ki?” derken yirmi beş kişinin içeriyi doldurması da ayrı bir coşkuydu. Ramazan Kur’ân ayıydı ve bunu birçok kişi biliyor ve yaşıyordu.
Ramazan’ın ilk günü duyulan mis kokulu pideler de Ramazan’ın ne kadar hoş kokuyla geldiğini hatırlatıyor. Ramazan dışında o kadar fırının önünden geçer, ekmek kokusu duyarım; ama hiçbir zaman bu kadar lezzet almam. Hatta duymam bile çoğu zaman bu kokuları. Ramazanda ekmeğin kokusu mu değişiyor, yoksa açlık ekmeğin kıymetini mi hatırlatıyor desem, bence ikisi de var. Çünkü pideler kokularıyla Ramazan’ın geldiğini haber veriyor.
Ayrıca Ramazanlarda birbirimizi dâvet ettiğimiz iftarlar heyecanıyla Ramazan’ın kıymetini, lezzetini, önemini hatırlatıyor. Hele de her geçen gün biraz daha azalan komşu ve akraba ilişkilerini görünce, Efendimizin (asm) şu hadisinin ne kadar da önemli olduğunu anlıyorum: “Bir kimse Ramazan ayında bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Cenâb-ı Hak onu cehennem ateşinden azat eder. O oruçlunun sevabı kadar ona sevap verilir. Ashab-ı Kiram dediler ki: ‘Ya Resulallah! Her birimiz bir oruçluya iftar edecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz.’ Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: ‘Bir hurma ile iftar verene de yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilecektir. Bu ayda bir oruçluya su veren kimse, kıyamet günü susuz kalmayacaktır.’”
Ayrıca bu ay değişim ve tövbe ayı. Meselâ annemin üst komşusu epey açık giyimli bir hanımdı. Ramazanın ilk günü başını örtüp kapıyı çalmış ve anneme “Beraber Kur’ân okumak istediğini, bunun mümkün olup olmadığını” sormuş. Epey mutlu olmuş annem. Gözleri yaşlı “Tabiî, seve seve” derken, ağlamamak için kendini zor tutmuş. Bunları anlatırken, hâlâ sesi titriyordu. “Ramazan bu yıl heyecanlarla geldi. Yeni şeyler öğreterek gidecek” diyordu.
Bununla birlikte, Ramazan ayrıca annelerimizin ayı. İftar için sofraların başında beklerken, onlar saatler önce bizler için sıcacık ve her zamankinden daha lezzetli yemekleri sofraya getirirler. “Anne, bunu da mı yaptın?” derken, sevincimiz bir kez daha kıymetlerini anlamamıza vesile oluyor. Zira herkesten önce uyanıp sahur yemeklerini hazırlayarak hazır sofralara oturmamız hepsinden daha hoş olanı. Hele de sahurda kurulmuş yemeğe oturmamız için çağırılırken, yaptığımız nazları hatırladıkça analarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır.
Bu işin tamamen bana kaldığı bu Ramazan’da annem başka bir hâl aldı gözümde. Meğer annemle daha bir lezzetliymiş Ramazan. İlk sahurumda saati kurup gece üç kere geç kalkmayayım diye uyanınca, akşama kadar ne yemek yapsam deyip sonunda yemekleri iftara iki saat kala hazır edip iftarda soğudukları için yeniden ısıtınca, bir kez daha anladım ki Ramazan sultan, anneler de veziriymiş bu ayın. Bunca yıl hiç fark etmediğim sahur yemeklerini hazırladığı için… Hiç telâş etmediğim iftar yemeklerini yaptığı için… Ne diyeyim, annelere ne kadar teşekkür etsek azdır. Zira Ramazan hem şükür ayı, hem nimetlerin kıymetini bilmemize vesile olan bir ay. Hem Kur’ân ayı, hem duâ, hem tövbe ayı. Benim için bu Ramazan, annemin kıymetini bir kez daha anlamama vesile olan bir ay olacak.
Hoşgeldin, iyi ki geldin on bir ayın sultanı Ramazan…
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gerçek zevk, lezzet ve mutluluğun kaynağını bulmak |
|
Melek ve hayvan ortasında, onlardan üstün olabilecek ve pek aşağı derecelere düşebilecek vasıfta yaratıldığımızdan imtihana tabi tutulduk. Sınavın gerçekleşmesi ve gelişmenin sağlanması için de “hür irâde” ile donatıldık.
Şu halde din, bir imtihan, ilâhî teklif bir tecrübedir. Tâ, yüce ruhlar ile, sefil ruhlar biribirinden ayrılsın.1 Tıpkı, diploma almak veya işe girmek isteyenlerin ehil olup olmadıklarını tespit için imtihanlardan geçtikleri gibi. Din, elmas ile kömür rûhlu insanları birbirinden ayırt eden bir ölçü birimi, bir mihenktir.
Maddî yönümüz, organlarımız her an havaya, her vakit suya, her zaman ve her gün gıdaya, her hafta ışığa muhtaç olduğu gibi; rûh cephemiz de Kur’ân’da zikredilen bütün mânevî gıdalara (imân-ibâdet esaslarına) muhtaç.2 Şu halde din/iman nedir? Din; Hayatın hayatı, hem nûru, hem esası, direği, aslı,3
Milliyetin hayatı ve rûhu”,4
Mutluluğun ışığı,
Vicdânın selâmeti, âmiri ve teşvikçisidir.5
Vahye dayanan; hayatın bütün safhalarını kaplayan, hem dünya hem de âhiret/sonsuz hayatın mutluluğunu temin eden din, aynı zamanda hakîkatlerin de manzûmesidir. Kültür, hukuk, mimarî, müzik, sanat, hattâ felsefe, ilim ve teknolojinin de kaynağı dindir. Peygamberlerin gösterdiği mu’cizeler ve her bir peygamberin bir san'atta öncü, pîr olması bunu gösterir.
Akıl sahibi herkes bilir: Çirkin, kötü, menfi haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî, tabiî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.6 Bir atasözünde, bu hakikati belirtmek için “Şeriatın kestiği parmak acımaz” denir. Çünkü, İslâmiyet tarafsız bakar, yüksekten görür ve değerlendirir.
Başta vicdân olmak üzere sâir duyu ve duyguları, ancak o istikamete sokabilir. İmân ise, akıl-kalb ve vicdanlarda bir yasakçı bırakır. Bu açıdan bakıldığında da ahlâkı güzelleştirmenin iksirinin din/iman olduğu görülür.
Olumsuz duygular ancak peygemberlerin getirdiği din vasıtasıyla müsbete kanalize ile, Fâtiha Sûresinde belirtilen “sırat-ı mustakîm” (dos doğru yol) üzere gider. Eğer din/iman olmazsa, dünya cehenneme döner.
Kalbi işlettiren merhamet ve saygıdır. Hürmet ve merhamet insan kalbinden çıksa, akıl ve zekâ, o insanları gâyet dehşetli gaddar canavara dönüştürdüğü, tarih ve günümüzdeki meşhur zalimlerle sabittir.
Tarihi ve günümüzü psiko-sosyal kriterlere vurduğumuzda, akıllı insanların, olumsuz davranışlar sergilediklerini, sıkıntı, mutsuzluk içinde olduklarını ve intihara teşebbüs ettiklerini görürüz. Bunun sebebi, aklın, fıtratın/yapının, dolayısıyla akıl, kalp, vicdan gibi duyguların tatmin olmamasıdır. Çünkü, yapımız, iman ve ibadet esasları üzerine dizayn edilmiştir. Hayatın lezzeti ve zevki, hayatı iman ile hayatlandırmaktan; Yaratıcının emirleriyle süslemekten ve günahlardan çekinmekle muhafaza etmekten geçer.7 Gerçek zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç ve mutluluk yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesindedir.8 Aslında bu gerçek ilmen de ispatlanmış; tecrübe edilmiş ve dünyaya duyurulmuştur:
Witten-Herdecke Üniversitesinden Tıp doktoru ve Doçent Arndt Büssing çoğu Müslümanın ağır bir hastalığa yakalanma durumunda, hayatın anlamını hatırlarken, Almanların çoğunun bu durumda ağır hastalığın hayatlarında kopukluğa sebep olan rahatsız edici büyük bir talihsizlik olduğu düşüncesine kapıldığını söyledi. Witten-Herdecke bilim adamlarının soru kataloğuyla yaptıkları araştırmada, iyi bir ruhsal ve psikolojik iç durumun, pozitif bakış açısının stresi önlemede ve vucut sağlığında olumlu etkileri olduğunu gözlemledi.
“Sonuçta konu tedaviyi sağlayacak gücü uyandırmayla ilgilidir ki o her hastanın içinde vardır” diyen Doç. Dr. Arndt Büssing, yaptıkları araştırma sonuçlarının gelecekte ağır ve kronik hastaların hayat kalitelerinin yükseltilmesinde işe yaramasını ümit ediyor.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 498.; 2- Mesnevi-î Nûriye, s. 108.; 3- Sözler, s. 658.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 69.; 5- Münâzârât, s. 54.; 6- Münâzârât, s. 45.; 7. Sözler 146.; 8. A.g.e., s. 150.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Daha dün oyuncaklarını bırakıp, bugün okul yoluna saldığınız, sırtına kitapları, aklına bilgileri yüklemeye kalktığınız o küçücük çocuk… Evinde öğrendikleriyle, okulda öğrendikleri arasına kalın setler çektiğiniz, kimi fikirlerin ve soruların sakıncalı, kimi tarihlerin muamma olduğunu bellettiğiniz o küçücük çocuk…
O küçücük beden, küçücük ayaklar, küçücük eller… Neyin doğru, neyin yanlış; neye ve kime göre doğru, neye ve kime göre yanlış olduğunu anlama yaşlarında… Dayanacak yer arayacak ve çok çabuk düşebilecek yaşlarda…
Ona bu kocaman dünyada yalnız olmadığını da öğretebilecek misiniz? Kafasındaki o bir sürü “neden” sorularına cevap bulabilecek misiniz? Korkmaması gerektiğini, çünkü bütün iyiliklerin kaynağı olan, her şeyden ve herkesten güçlü bir yaratıcısı olduğunu, onu tüm kötülüklerden koruyacağını anlatabilecek misiniz?
Yoksa o küçük ayaklar, ömrü boyunca, anlayamadığı ve yıllar geçtikçe de anlamaya bile çalışmayacağı bir şekilde evinden okuluna veya işine gidip gelmeye devam mı edecek?
O gözler önce meraklı, sonra alışmış bir umursamazlıkla önce seyretmeye sonra sadece bakmaya mı başlayacak?
O eller bugün kalem tutarken, yarın belki silâh, belki bir silâh gibi kullanılan bir kalem mi tutacak?
O küçücük surat şöyle içten, şöyle huzurla gülümseyebilecek mi?
Evindeki gerçeklerle, okulunda, işinde, devletinde, “özel” televizyonunda söylenenlerin farklılığı, yalanlar yönünde mi eğim kazanacak?
Sırtında taşıdığı kitaplar, yıllar geçtikçe faydasız bilgi hamallığına mı dönüşecek?
Aklına yüklenen bilgiler, hayatın anlamına dair soruların üstünü örtmeye mi yarayacak?
Onu bu eğitim nasıl eğecek, nasıl yontacak, nasıl şekil verecek?
Yıllar sonra nerede göreceğiz, hangi köşe başında, hangi mihengi noktasında, hangi önemli mevkide; bu kadar küçük olmayacak, peki bu kadar masum kalabilecek mi?
Bu okul yoluna iyi bakın, geleceğiniz orada olabilir…
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Mehter vuruyor tarihin aksetmede yâdı!. |
|
Gönülden Dile
“Çalınsın ceng-i harbîler,
döğülsün kûs-i şâdîler
Nida etsin münâdîler
bugün edip ıtrâyı. ’’
Enderunlu Vâsıf
Her dinlediğimizde içimizde fırtınalar koparan, hani neredeyse kalkıp cenge gitme hissi veren mehterden bahsedelim dilerseniz.
Mehter sözcüğü, ‘mihter’den gelmekte olup, Farsça kökenlidir. Anlam itibarıyla ‘en ulu, en büyük’ gibi bir karşılığı olmakla, bir çok İslâm ülkesinde yüceltici bir değer de ifade etmektedir. Türk Askerî Musıkisi, tarihimizin başından beri cephelerde, saraylarda kullanılmıştır. Nevbet vurma, bağımsızlığın işareti olup ayakta dinlenirdi. Mehterleri yöneten musıkişinaslara Mehterbaşı Ağa denirdi. Bunlar mehterin yetişmesi ve icrasından sorumluydu. Saray mehterlerini diğerlerinden ayırmak için “hassa” sözcüğü kullanılırdı. Mehterler saz miktarına göre 7, 8, 9, 10, 12 kat olarak ayrılırdı. Beş namaz vakti nevbetlerinde, 77 adet enstrüman nevbet vurur, savaş zamanı bu sayı iki katına çıkarılırdı. Mehter adaylarına musıki eğitimi, Enderun’da verilirdi. Bir de mehter esnafı vardır ki bunlar çarşı esnafından teşekkül eden, padişahın seferlerine katılan kişilerdi.
Mehter’de kullanılan sazlar ise şunlardır: Zurna, nefir, derviş boruları gibi nefesli sazlar, kös, nakkare, tablbaz, def, davul, zil, çevgan gibi vurmalı sazlar.
1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ile birlikte mehterhane de kapatılmıştır.
Muzıka-i Humayun
Mehterhane’nin 1826’da kapatılmasının ardından Sultan II. Mahmud batıdan müzik adamları getirme yoluna gitti. Bu amaçla İstanbul’da 1827'de hem Batı, hem de Türk Müziği eğitimi verecek Muzıka-yı Humayun kuruldu. İlk hocası olan Manguel'den sonra 1828'de İtalya'dan Giuseppe Donizetti davet edilir. Mahmudiye ve Mecidiye marşlarını besteledi. 28 yıl boyunca görev yapan Donizetti’ye Paşalık ünvanı da verilmiştir.
Sarayda eski gelenekler yerini yapay bir Avrupa havasına terk etmektedir artık. Erkek öğretmenlerin ders verdiği haremdeki öğrenciler artık örtünmeyi de bırakmaktaydılar. Türk Musıkisi de artık kaderine terk edilmişti. Donizetti Paşa’nın ölümünden sonra Necip Paşa göreve getirilmiş, son dönemde İstiklâl Marşımızın bestekarı olan Zeki Üngör’ün yanı sıra pek çok yabancı müzik adamı da görev yapmıştır. Cumhuriyetin ilânından sonra da sanatkârlar Cumhurbaşkanlığı kadrosuna alınmış ve Cumhurbaşkanlığı Orkestrası ve Bandosu olarak ikiye ayrılmıştır.
Mehter müziğinin icrası nasıl yapılır?
Program yapılırken, daire şeklinde dizilen grubun ortasında Mehterbaşı Ağa durur. İçoğlan başçavuşu ‘Vakt-i sururu safa, Mehterbaşı hey... hey... ’’ diye bağırırken nakkarezenler sofyan usûlünde üç tempo tutar. Mehterbaşı Ağa, ’merhaba ey mehteran ‘der sağ elini göğsüne koyarak takımı selâmlar, onlarda selâma aynı şekilde karşılık vererek “Merhaba mehterbaşı ağa” der. Mehterbaşı ağa’nın ‘hasdur’ komutunu vermesinin ardından “haydi ya Allah” der ve fasıla geçilirdi. Fasıllardan sonra şu şekilde gülbank çekilir “Allah Allah Celil ü Cebbar, Muinü’s-Settar Hâlıku’l-Leyl vennehar. Layezal Zülcelal birdir Allah. Anın birliğine Resulü Enbiya Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Muhammed Mustafa. Âli evlad-ı Resulü müçteba imdad-ı ruhaniyetine. Pirian mürşidin aşıkin kuragerin visalin hamele-i Kur’an güzeştegan ehli iman ervahına, avn-i inayetine hilafetü’l islâm es Sultan ibni sultan bilcümle İslâmın necat ve saadet ve selametine pirler erenler üçler yediler kırklar göçenler devranına Hu diyelim. Huuu.” Bundan sonra bütün mehter takımı şiddetle zilleri davulları vurarak dokuz kere Hu çeker. Ardından kös üç defa vurur. Barış zamanında okunan bu gülbankın dışında savaşa gidilirken okunan gülbank daha farklıdır.
Bundan sonra takımdan güzel sesli biri “Nasrun minallahi ve fethun karib vebeşşiri’l mü’minin” âyetlerini okur. Üç defa Allah diyecek kadar beklendikten sonra hep bir ağızdan ‘Allah’ deyip susarlar. Gülbank devam eder, “eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, ciğeri püryan, meydanı şehadette Allah yoluna revan, gazayı şühedaya Cemali Hakk görünür ayan, gazabımız düşmana ziyan.” Takım hep bir ağızdan ‘yekdir Allah, yekdir Allah ‘ diye bağırdıktan sonra mehterbaşının ‘illallah’ demesiyle program sona erer.
Mehterin o güzel coşkusunu yaşamak isteyenler için bazı il ve ilçe belediyelerinin bünyesinde kurulan mehter takımlarının konserleri izlenmeye değer. Ancak yıllardan beri yapılan bu konserleri, İstanbul Taksim’deki Askeri Müze’de—yanlış hatırlamıyorsam—Salı günleri hariç hafta içi ve sonu öğleden sonra 15:00 de izleyebilirsiniz.
Avrupalı Mehteran için ne düşünüyordu?
İtalyan rahibi Toderini “Bayramlarda donanmalarda ve benzeri neşeli günlerde Mehter Takımlarının çalışı gerçekten tantanalı ve muhteşem bir görünüm alır” der. 18. yüzyılda mehter teşkilâtının aynısı Avusturya’da da kurulmuştur. Gluck tarafından tiyatroya uyarlanmış, Türk Zilleri’ni operasında kullanmıştır. Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operası da bu dönemde bestelenmiştir. Mehter modası o kadar yayılmıştır ki Avusturya ve Lehistan’a, Osmanlı İmparatorluğu tarafından bir Mehter takımı dahi hediye edilmiştir. Rusya askerî müzik sahasında incelemede bulunmak üzere bir uzman gönderirken Prusya da I. Frederik zamanında bu musıkiyle tanışmıştır.
Geçmiş zaman olur ki..
Evliya Çelebi nin naklettiğine göre; Viyana’ya elçi olarak gönderilen Kara Mehmed Paşa’yı karşılamaya gelen Avusturya devlet görevlisi ve tercümanla şiddetli tartışmalar olur. Görevli, “Sultanım, Çesar Hazretleri azametiyle şöyle buyurdular ki” deyince Paşa hiddetlenir “Vallahi mel’un ve bîdin, bir daha senin ağzından ‘azamet ile şöyle buyurdu böyle buyurdu’ sözlerini duymayayım, yoksa seni hançer kabzasıyla paralarım. Azamet Allah’a mahsustur.” Görevli suspus olur. Bu defa tercüman “Sultanım, Çesarın size çok selâmı var. Kalemize girerken sancaklarını açmasınlar, mehterhanede çalmasın, benim mehterim Paşa’nın önü sıra çalsın” deyince Kara Mehmed Paşa büsbütün köpürür. “Bak a kâfirler! Benim bu şekilde bir haftadır oturmamın aslı neticesi bu mu çıktı?” Kızarak bütün beraberindekilerle birlikte mehterleri çalarak şehre girer.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Bir alana, bin bedava |
|
Böyle bir alış veriş merkezi olsa. Ne alırsanız alın, yanında on tane, yüz tane de, bazen de bin tane bedava verilse... Herhalde herkes işi gücü bırakır, böyle bir mağazada bir şeyler almak için kuyruğa girer. Belki saatlerce kuyrukta beklemeyi de hiç çekinmeden göze alır. Mağaza sahibine de minnettarlıklarını ifade eder.
“Şimdi, böyle bir alış veriş merkezi olur mu?” diye aklımıza gelebilir. Evet, böyle bir alış veriş merkezi var ve ihtiyacımız olan ne varsa bu mağazada bulunmaktadır. Kâinat çarşısındaki dünya mağazasında, kâinatın sahibi bir alana binlerce hediye dağıtmaktadır. İçinde bulunduğumuz üç aylarda bu hediyeler on binlere, Kadir Gecesi gibi özel gecelerde ise, otuz binlere ulaşıyor.
Cenâb-ı Hak lütuf ve kereminden, bizlere her gün 24 altın değerinde 24 saatlik ömür sermayesi veriyor. (Gördüğünüz gibi sermaye de bizim değil, bize verilmiş.) “Bununla ahiretiniz için alış veriş yapın, tâ ki orada perişan olmayasınız” diyor. Yaptığımız alış verişlerde de 0’nun rızasına uygun hareket ettiğimiz takdirde bir saate karşı on, yüz, bin saatlik sevablar, yani ahiret erzakı veriyor. Ramazan kampanyalarında bu hediye sevaplar otuz binlere ulaşıyor.
İnsan menfaatini sever. Alış veriş yaparken, en iyi malı en ucuz fiata almak ister. Ucuz mal satan dükkânların önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi kabul eder. Sabah namazında camiden çıkan yaşlı insanların, ucuz ekmek satan belediye büfeleri önünde uzun süre kuyrukta beklediklerine şahit oluyoruz.
Demek ki en az bedel ödemek sûretiyle en fazla mal almak için insanlar bir çok zahmetlere katlanıyorlar. Zira orada menfaatleri söz konusudur.
Dünya işlerinde “bir koyup üç almak, üç koyup beş almak” gibi amaçlarla girişilen işlerde, insan çok defa umduğunu bulamaz. Hatta koyduğu sermayeyi bile geri alamayanlar vardır. Ama kâinat çarşısındaki dünya mağazasının sahibi, bütün insanlara vaadde bulunuyor. “Bir sevap işleyene bin vereceğim, hatta binler sevap yazacağım” diyor. O’nun vaadinden dönmesi söz konusu olmadığına göre, vaad ettiğini mutlaka verecektir. Özellikle üç aylar gibi, ve üç ayların içindeki Ber’at ve Kadir Gecesi gibi özel gün ve gecelerde, bire otuz bine kadar sevap veriyor. Yani bir gecelik ibadet karşılığında seksen yıl ibadet yapmış gibi bir ömür sermayesi veriyor. Böyle bir fırsatı kaçırmak, akıl kârı değildir. Dünya menfaati söz konusu olduğunda bir koyup üç almayı akıllılık kabul edenler, ebedî hayat sermayesi için bir koyup binler almak gibi bir fırsatı değerlendirmiyorlar da, burada akıl ve izandan söz etmek mümkün değilidir.
İşte Ramazan-ı Şerif gibi bir fırsat daha ayağımıza geldi. “Fırsatlar bulutlar gibidir, çabuk geçer.” Böyle bir bulutun her damlasında binler rahmet yağarken bundan istifade etmeyenler, fırsat kaçtıktan sonra çok pişman olacaklardır. Ama son pişmanlık fayda vermeyecektir.
Biri bine değişmem
Hak’kın cemalini görme hissini,
Ne bu cana, ne cânana değişmem.
Bekâ âleminin bir meyvesini,
Fâni olan bin cihana değişmem.
Tûba yaprağının bir gölgesini
Saraylara, şehirlere değişmem.
Kevser ırmağının bir zerresini,
Irmaklara, nehirlere değişmem.
Neyleyim cihanın saadetini,
Bir taneyi bir harmana değişmem,
O nur ikliminin bir saatini
Bin asırlık bir zamana değişmem
Bekâya meyletmiş Mevlâm gönlümü,
Bir bâkiyi bin fenâya değişmem.
Ebediyyen solmayacak bir gülü,
Bir mevsimlik bin bahara değişmem.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâm ve kılıç |
|
Papa beşinci defadır sözlerini tashih ediyor, ama sözlerinin tashih edilecek tarafı da yok. “Geçmiş geçmişte kaldı, artık, ileriye bakalım” diyor, ama gözlerimiz ve dünyanın gözleri bundan böyle onun üzerinde. En iyisi mi, Papa sözlerinden ziyade kaynağını yani kendisini tashih etsin.
Papa Ramazan’ın başında İslam ülkeleri büyükelçilerine davet vererek bir kez daha İslam’a saygılı olduğu mesajını verdi. Papa’nın yazlık konutu olan Castel Gandolfo’da gerçekleşen toplantıya İslam ülkelerinin Vatikan’daki büyükelçilerinin yanı sıra İtalya’daki Müslüman din adamları ve Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı Kardinal Paul Poupard da katıldı. Toplantıda Türkiye, İran ve Papa’nın sözlerine tepki olarak Vatikan Büyükelçisi’ni geri çeken Fas’ın diplomatik temsilcilerinin de yer aldığı ifade edildi. Papa’nın temel düşünceleri ile İslam arasında büyük bir zıddiyet var. Bu da hakarete varmadıkça karşılıklı olarak katlanılabilir bir durumdur.
Almanya’da yaptığı konuşmada Bizans İmparatoru’nun sözlerinden alıntı yapan Papa 16. Benedict, “Muhammed, vaaz ettiği inancı kılıçla yayma emrinden başka nasıl bir yenilik getirmiştir; sadece şer ve insanlık dışı şeyler” ifadesini kullanmıştı. 16. Benedict Regensburg’da yapmış olduğu tarihî konuşmasında aslında kendisine göre teslisi yeniden tanımlamıştır. Teslisin bu son versiyonu da ayrıca yanlıştır. Bu yeni teslis versiyonunda Allah, akıl ve adem-i şiddet var. Ancak İslamiyetin hiçbir rüknü Papa’nın bu yeni salus veya teslisiyle uyuşmuyor. En azından onun zaviyesinden. Öncelikli olarak Papa, İslam’ın özünü ve tabiatını ilahi tabiata uygun bulmuyor. İlahi tabiatla İslam’ın tabiatının zıt olmasını İslam dininin ‘şiddeti benimseyen’ tabiatına bağlıyor. Ve İslam’ı sadece bir nakil dini olarak görüyor ve akılla İslamı bağdaştırmıyor. Bu hususta Fransız yazar ve düşünür Renan’ın tezlerini bir iki asır sonra aynen tekrarlamış oluyor.
***
Gerçekten de İslam bir şiddet dini midir? Veya hangi ölçüde şiddete müsade etmektedir? Bunlar tartışılıyor. Bu hususta müsteşrikler de hemfikir değil. Thomas Arnold gibi kimileri İslam’ın barışçı bir şekilde yayıldığını ifade ederken, kimileri de onu nakzetmeye çalışmaktadır. Bu, hangi gözle veya hangi zaviyeden baktığınıza bağlı. Empatiyle alakalı bir durum.
Bediüzzaman’ın Avrupalılar ikidir demesi gibi, aslında İslamiyet araştırmacılarını veya müsteşrikleri de kabaca iki kategoriye ayırabiliriz. Birisinin siyah dediğine diğeri beyaz diyor. Sözgelimi, herhangi bir oryantalistin İslamiyete nakise ve eksiklik izafe etmesine mukabil tam karşısında bir diğeri de o konuda İslamiyetin sahasını tebrie etmekte ve aklamaktadır. Prof. Adil Huri’den yaptığı alıntılarda, Papa, ilk surelerden olan(!) Bakara’da ‘Dinde zorlama yoktur’ ayeti yer aldığı halde daha sonraki dönemlerde Hz. Muhammed güçlendiğinde diyalogun ve sözün yerine kılıca sarıldığını söylemiştir. Burada iç içe birçok yanlış var. Bunlardan birincisi, mushaf tertibinde Bakara Suresi ilk surelerden birisi olsa da nüzül tertibinde müneccemen (aralıklarla) inen vahyin en son parçalarından veya surelerinden birisidir. Dolayısıyla Papa mushaftaki sıralamasına bakarak bunun aynı zamanda zamani bir sıralama yani nüzül sıralaması olduğunu zannetmiştir. Fena yanılmış. Bakara Suresi en son inen surelerden birisidir ve mevzularına bakıldığında savaş ve devlet icraatlarıyla ilgili detayların olduğu görülecektir. Papa’nın zannının hilafına Bakara Medeni surelerden birisidir ve Beni Nadir gazvesinden sonra inmiştir. Dolayısıyla,’ Müslümanlar zayıfken diyaloga güçlüyken de kılıca sarıldılar’ önermesi tarihî veriler ve gerçeklere ters düşmektedir. Aksine, İslam güçlü bir konumdan hitabediyor ve dinde zorlama olmadığını beyan ediyor. Sanki Papa bu ayete işaretle kendince: “Müslümanlar Peygamberlerinin izinden giderek zayıfken diyaloga yanaşıyorlar, ama güçlenirlerse kılıca sarılıyorlar. Takiyye yapıyorlar. Bunlara güven olmaz, aldanmayalım” demek istemiş olabilir.
***
Papa bu noktada İslama sataşmasına rağmen asıl takiyyeyi kendisi yapmıştır. Palaeologos’tan güncel bir konuda alıntı yaparak iki yanlışı birden irtikap etmiştir. Birincisi, söylemek istediklerini doğrudan söylemek yerine II. Palaeologos’un arkasına sığınmayı ve gizlenmeyi tercih etmiştir. Bu tarz, sarahata ve samimiyete yakışmaz. Takiyye olsa olsa budur. İkincisi de, ‘söylediklerine şahsen katılmıyorum’ diyerek sadece kendisini değil II. Palaeologos’u da ortada bırakmıştır. Müslümanlar zayıfken diyalogu, güçlü iken kılıcı yeğlerler dediği gibi kendisi hem imparatorun arkasına sığınmış, hem de daha sonra görüşleri beni temsil etmiyor demiştir. Kendimize ve birbirimize karşı daha samimi olursak elbette daha fazla yol kat edeceğiz. Papanın bu yanlışlardan kurtulması için ilk önce dogmalardan kurtulması gerekiyor.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
301'de samimiyet testi |
|
312. maddenin değiştirilmesi konusu gündeme geldiğinde, AKP’den bir yetkili, “312 Ankara’nın posta kodu değil” demişti. Adalet Bakanı Cemil Çiçek de 301. madde sorulduğunda, “301. madde kapı numarası değil” karşılığını verdi.
İktidara, sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir 312. madde mağduru olduğu ve Erdoğan’ın yargılanma sürecinde hem de haklı olarak, “Bir şiir okudu diye insan cezalandırılır mı?” isyanının dile getirildiğini hatırlatmak isterim.
Bir başka hatırlatılacak nokta daha var. Adalet Bakanı Cemil Çiçek de Fazilet Partisinin kapatılması sürecinde Anayasa Mahkemesinde parti adına savunma yapan isimlerden birisiydi.
Devir değişti. Dünün mazlûmları bugün iktidar oldu. Şimdi kendilerine karşı ileri sürülen gerekçelere onlar sığınıyorlar.
Siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştıran düzenleme Meclise geldiğinde, en büyük muhalefeti dönemin Refah Partisi yapmıştı. En çok onların ihtiyacı oldu.
Bizde sadece mahkemeler değil, siyasî iktidarlar da konjonktüre ya da o gün bulundukları pozisyona göre karar veriyorlar.
Mağdur olunca farklı, mağrur olunca farklı...
İğneyi iktidara batırırken, çuvaldızı da kendimize batıralım.
Günceli takip etmek, kimi zaman handikapımız oluyor. Öyle ki, güncele mahkûm edilemeyecek kadar önemli hadiselerin ucunu bir süre bırakıyor, etrafı erbaası ile tartışılmasına imkân sağlamıyoruz. 301. madde bunların başında geliyor. Elif Şafak’ın beraat etmesiyle birlikte 301. madde de gündemimizden düştü. Öyle ki, Başbakan Erdoğan’ın, “Muhalefetle mutabakat sağlarsak, düşünülebilir” şeklinde kıyısından köşesinden kapı araladığı 301. madde konusunda CHP hemen, “Dokunulmazlıklarla birlikte getirsinler” teklifini sundu.
İlkinde başbakanın yaklaşımı yeterince samimi değil. CHP’ye rağmen çıkardığınız onca yasa var ve CHP bunlar için kimi zaman komisyonları bastı, kimi zaman genel kurulu boykot etti, çoğu kez de iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. Sanki bu ülkede yasa ilk kez çıkıyor.
Çok bilinen bir fıkra, ama Nasrettin Hoca komşusuna ipi vermek istemiyormuş. Komşusu ip istemeye gelince “Yok. İpe un serdim” demiş. “Yahu” demiş komşu, “Hoca ipe un serilir mi?” Hoca cevap vermiş, “İpi vermek istemezsen, öyle serilir ki...” CHP’nin tavrı, ipe un sermekten başka bir şey değil. Seçim sürecine girilmişken, milliyetçi oylar yükselişe geçmişken, hangi siyasî iktidar “Türklüğü tahkir ve tezyif” gibi bir maddede düzenleme yapmaya kalkışır.
Yürekli ve samimî demokrat olan bir iktidar buna kalkışır. 159. madde değiştirildiği için milliyetçi oylar yükselmiyor, ülkenin şehitlerine, “Askerlik yan gelip yatma yeri değil” yaklaşımını reva gören bir üslupsuzluk sebebiyle milliyetçi oylar yükseliyor. O milliyetçi oyları temsil ettiği iddiasındaki parti değil miydi, Öcalan’ı idamdan kurtaran iktidarın ortağı...
Adalet Bakanı Cemil Çiçek bugün 301. madde konusunda etraflı açıklamalar yapacak. Hrand Dink dâvâsı hakkında Yargıtay 9. Ceza Davası ile Yargıtay Genel Kurulunun gerekçeleri ve Yargıtay Başkanı Osman Şirin Kurul Üyesi Muvaffak Tatar’ın yazdıkları karşı oy yazısında dikkat çektikleri noktaları Çiçek’in dikkatine sunmak istiyorum.
Hem 9. Dairenin bozma gerekçesinde, hem karşı oy yazısı yazanlar, “Türklüğü aşağılamak” gibi tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ilgilendiren bir konuda bir derneğin müdahil olarak kabul edilemeyeceğini belirtiyor. Kemal Kerinçsiz’in müdahil olma durumu. Elif Şafak dâvâsında da aynı durum var.
Bir başka nokta, karar vermekte zorlanan, bilirkişiye müracaat eden yerel mahkemenin, kararında bilirkişinin mütalâasına itibar etmemesi.
İki önemli tesbit, “AİHM, tıpkı Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ya da herhangi bir Türk mahkemesi gibi, bizim mahkemelerimizden biridir. Ona yapılan bir başvuru, yabancı bir mahkemeye değil, bizim içimizdeki bir mahkemeye yapılan bir başvuru gibidir.”
Belki bu yüzden Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, “Bu karar AİHM’den döner” diyor.
Yine Sami Selçuk’un, “Yargıcın bağımsızlığı, kendi karşısında da bağımsızlığıdır” kuralından hareketle, “Bir mahkeme, aslında yansız olsa dahi, bu görüntüyü vermediği takdirde, A.İ. Hakları Mahkemesinin kararlarına göre, yansızlığını yitirmekte ve adil yargılanma hakkını çiğnemiş olmaktadır” şeklindeki uyarısı. “Latife Hanım” isimli kitabı askeri kantinlerde satılan İpek Çalışlar, kimseye haber vermeden ifade vermek üzere gittiği mahkemede Kemal Kerinçsiz ile karşılaşıp, adliye koridorlarına kadar uzanan sert bir tartışmaya girmişti.
Örnekleri, Hrand Dink dâvâsında AİHM’in verdiği Handyside/İngiltere, Sunday Times/İngiltere, Ligens/Avusturya, Oberschick/Avusturya, İncal/Türkiye, Türkiye Birleşik Komünist Partisi, Thoma/Lüksemburg, Dalban/Romanya, Feldek/Slovakya, Grigoriades/Yunanistan gibi kararlar hatırlatılıyor.
Evet, 301 bir kapı numarası değil, ama kapının arkasına süpürülecek kadar basit bir olay da değil…
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
“Pekin”li'den mektup var |
|
Sizinle, “Pekin”li bir turistin Türkiye hakkındaki mektubunu paylaşmak istiyorum:
“Bu yazının yazıldığı saatten itibaren, ülke yoğun bir dinî atmosfere girdi. Ramazan diye anılan bir aya hazırlık olsun diye başta hava yolları ve marketler olmak üzere indirimli satışlara başlandı.
Daha önce her birine rekât denilen 13 tane ile kıldıkları namaz, bu ayla birlikte tam 33’e çıkarıldı. Üstelik bay, bayan yetmiyormuş gibi ailecek çocuklarını bile camiye götürüyorlar. Herkes duâ ediyor. Birbirlerine “Selamün aleyküm” diyorlar.
Ayrıca bütün camilerde sabah, öğlen ve ikindiden sonra “mukabele” dedikleri Kur’ân’ı topluca takip edip, dinleme işine de başladılar. Herkes birbirine en iyi duygularla mukabele ediyor ve muhabbetle huşu içinde dağılıyorlar.
Cami etrafında toplanan ve topluca namaza durup, dağılışta bile küçük gruplar halinde konuşan kalabalık, toplantı ve yürüyüş kanunu olmasına rağmen izin almadan bir ay boyunca sürekli bunu tekrarlayacaklar.
Akşamları ezanla yemeğe oturuyorlar. Bütün evler, lokantalar, lüks oteller ve tesisler aynı “irticai faaliyeti” aynı saatlerde gruplar halinde icra ediyorlar. “Bismillah” deyip iftarlarını, hurma ile açıyorlar. Sonra akşam namazı dedikleri toplu ibadete geçiyorlar. Otellerin belli oda ve katları ona göre düzenleniyor. Üstelik namazı herkes ayakkabısını çıkararak kılıyor.
Bir kesim de müthiş rahatsız oluyor bunlardan ve bunları “irtica gösterileri” diye nitelendiriyor. Bazı gazeteler ve televizyonlar ilk defa keşfettikleri (!), affedersiniz gördükleri (!), pardon duydukları bu akıl almaz (!) tehlike (!) ve tuhaflık (!) karşısında “çağdaş yaşam mücadelesi” veriyorlar.
Bir de sabaha doğru kalkıyorlar, yemek yiyorlar. Doyasıya enerji depoluyorlar. Gece 03.00’den itibaren hangi semtte olursanız olun sokaklarda bir gezinti yaptığınızda binaların çoğunlukla ışıklarının yandığı görülüyor.
“Acaba ne tür bir plan yapılıyor? Nasıl bir korku ile karşı karşıya bulunuyoruz?” demekten, insan kendini alamıyor.
Parası olmayanlara bu ayda zenginler yardım ediyor. Böylece milyarlarca ekonomik değer kayıt dışı bir şekilde irticaya gidiyor. Vergisi, KDV’si ödenmeden. Mal beyanlarında görülmeyen bu örgütsel! harcamalar, çok yaygın ve kendisine Müslüman diyen herkes seferberliğe girmiş gibi kesenin ağzını açıyor ve malî destek veriyor.
Sonra öğreniyorum ki, bu ülkenin yüzde yüze yakını Müslümanmış. Hem de Kur’âna inanıyorlarmış. Namaz kılıyorlarmış. Başlarını örtüyorlarmış. Zekât veriyorlarmış. Konu komşuyu gözetiyorlarmış.
Gün boyu yeme içmeden kesiliyorlar. Konuşmalarından davranışlarına, ziyaretlerinden ikramlarına kadar olağanüstü bir gayretle çalışıyorlar. Çok kararlılar. Dediklerine göre, 1500 yıldır böyleymiş. Kendileri de 1000 yıldır bu inancı yaşamakla övünüyorlar.
Küsler barışıyor, kavga ve cinayetler bu ayda azalıyor. Trafik bile yumuşak bir seyir izliyor. Herkes birbirine ve yakınlarına daha samîmî ve şefkatli davranıyor.
Akşamdan sabahlara, iftarla başlayıp sahura kadar tam bir şenlik, aydınlık, duâ ve ibadetle sohbet içinde birbirlerine dini içerikli konuşmalar yaparak örgütlerini büyütüyorlar.
Bunlar yetmiyormuş gibi geceleri mahyalarla şehri süslüyorlar. Türbe ziyaretlerine gidiyorlar. Camiler tıklım tıklım doluyor. “Şeriat” dedikleri İslâmın emirleri yerine getiriliyor.
Mahallelerde dahi kadınlar evlerde kendi aralarında ayrıca Kur’ân hatimleri indiriyorlar. Din bilginleri bütün camilerde dini propaganda yapıyorlar. Gençler ve çocuklar da bu gelişmelerden etkileniyor.
Özetle, her tarafta “Allah” yankılanıyor. Ortam dinî havaya bürünmüş. Bir de ayın sonunda bütün bu gayretleri, bayramla kutlayacaklar. Herkes bu özel günlere, bir ay boyunca hazırlanıyor.
Bir kesim, bu olanlardan çok rahatsız. Bir özellikleri daha var ki; hem bilmiyorlar, hem de saldırarak mutsuzluklarını arttırırken, bu ayın kutsal olduğuna inananlar hoşgörü ve sabırla iyi davranıyor bu insanlara.”
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ortak payda |
|
Bir Ramazan ayı daha yine sessiz sedasız bir şekilde gerçek gündemin ilk sırasındaki yerini aldı. 29 gün boyunca hayatımızı Ramazan’ın getirdiği düzene göre yaşayacağız. Ki, bir çırpıda üçüncü gününe geldik bile...
Ramazan’da büyük bir çoğunluk oruç tuttuğu için, günlük hayatının akışını sahur-iftar ekseninde tanzim ediyor. Dinin sair emirlerini ve diğer ibadetleri yerine getirmekte ihmali olanlar dahi oruçtan uzak duramıyor.
Orucun manevî cazibesi, akşama kadar aç ve susuz kalmanın meşakkatini çektiriyor.
Akşamların vazgeçilmez ritüeli ise, camilerde kılınan teravih namazları. Farz namazlarda camiye gitme alışkanlığı olmayan birçok kişi teravih coşkusuyla camiye koşuyor.
İşin çok ilginç taraflarından biri, bilhassa oruç ve teravihin, siyasî düşünce, ideoloji ve yorum farklılıklarını elimine eden ortak paydalar oluşturmaları.
Burada, toplumu herşeye rağmen ayakta tutan derunî ve manevî sırlardan birinin ipucu kendisini göstermekte.
Öyle ki, bunun dikkat çekici yansımalarından birini, medyada da görmek mümkün.
“İrtica” iddialarını gündemden düşürmeyen ve son günlerde yine düğmeye basılmışçasına, adeta Türkiye’nin tekrar bir 28 Şubat iklimine sokulmak istendiğini düşündürecek tarzda provokatif yayınlara ağırlık vermeye başlayan medya organları dahi Ramazan’a kayıtsız ve ilgisiz kalamıyor; televizyon kanalları iftar ve sahur programları, gazeteler Ramazan sayfaları veya köşeleri yayınlıyorlar.
Gerçi bu yayınlar çoğunda “yama” gibi duruyor ve yer yer sair yayınlarıyla derin çelişkiler de oluşturuyor; ama hangi mülâhaza ile olursa olsun, içeriklerinde Ramazan’a da yer verme ihtiyacı duymaları önemli bir olay.
Hele bu memlekette vaktiyle gazetelerde dinden bahseden yazı dizilerinin resmî devlet talimatlarıyla yasaklandığı hatırlanırsa...
Gelinen noktaya bu cihetiyle baktığımızda, Ramazan’ın temsil ettiği mânâlarda, farkına bile varmadan bizi birbirimize bağlayan, şuuraltımıza işlemiş irtibat noktalarını keşfetmemizin hiç de zor olmadığını görebiliriz.
Bu keşfin açtığı yolda derinleşerek iz sürmeye devam edebilirsek, laiklik adına sergilenen bazı hassasiyetlerin illâ din karşıtı bir düşünceyi yansıtmıyor olabileceğini; kimi samimî itirazların dine değil, dinle bağdaşması imkânsız taassup görüntülerine yöneldiğini; ama şeklî görüntülere takılarak irtica suçlamalarında bulunmanın da yanlış olduğunu fark edebilir ve böylece birbirimizi daha iyi anlayıp tanıyarak gereksiz sürtüşmelere artık bir son vermenin yolunu açabiliriz.
“Laikçi” ve “dinci” bağnazlığın karşı karşıya gelmesinden kaynaklanan gerilimlere karşı Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan şey, empati ve sağduyu eksenli böyle bir kucaklaşma.
Ramazan’ın getirdiği dinginlik ve huzur iklimi bize bu noktada da eşsiz fırsatlar sunuyor. Bu fırsatların, belki de bunları sabote etmeyi amaçlayan “Ramazan’a ayarlı provokasyonlar”la heba edilmesine artık izin vermeyelim.
Ramazan ortak paydasında tarihî bir kucaklaşmanın ilk adımını atarak yola devam edelim.
26.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|