|
|
Abdil YILDIRIM |
Ey dünya, çekil yolumdan! |
|
Bütün cazibenle, haşmetinle, nefsime hoş gelen güzelliğinle karşıma geçmiş, beni kendine çağırıyorsun. “Bana gel, bana bak, beni sev” diyorsun. Halbuki, ben ruhlar âleminden yola çıkmış, rahm-i maderden geçerek senin bağrına inmiş, oradan da bir süre oyalandıktan sonra ebed tarafına doğru gidecek olan bir yolcuyum. Sen ise, yolumun üzerindeki bir konaklama yerisin. Bir misafirhanesin. Ama insanları oyalamak için o kadar çok çeşitli ve çok güzel oyuncakların var ki, gafil kalpler bunların gerçek ve ebedî olduğunu düşünerek bütün sevgilerini seni sevmek için kullanıyorlar. Yolculuğun diğer etaplarını unutup, senin yanında ebedî kalacaklarmış gibi yaşıyorlar. Sen de sahte bir sevgi ile onları bağrına basıyorsun.
Geçici güzelliklerinle insanları kandırdığını bilen feraset sahibi insanlar sana “yalan dünya” demişler. Geçici olduğun için de, “fani dünya” diyenler olmuş. Gerçekten de, sen de benin gibi fânisin. Yaşın milyarlara varsa da, bir gün gelecek senin de ömrün tükenecek. Seni ısıtan Güneş, tavanında nurlu bir kandil gibi parlayan Ay ve etrafında ışıldayan diğer yıldızlar ve güneşlerle birlikte birgün sen de yok olacaksın. Yani sen de benim gibi fânisin. Halbuki benim Üstâdım, “Faniyim, fani olanı istemem” diyor. Öyleyse, ben de seni istemiyorum. Ben, bütün duygularımın ebediyen tatmin olacağı ebedî bir âleme yönelmişim. Sahte sevgililerle beni oyalamaya, yolumdan eylemeye çalışma. Ey dünya, çekil yolumdan.
Ne insanlar geldi geçti üzerinden. Firavunları bağrında barındırdın. Senin haşmetli cazibene kapılarak kendilerini tek hâkim güç zannettiler. Gökyüzüne merdiven dayayıp ilâhlık iddiasında bulundular. Ama bir sineğe mağlûp olarak göçüp gittiler.
Ne sultanlar geldi geçti üzerinden. Kendilerini saltanatın cazibesine kaptırıp, misafir olduklarını unuttular. Saltanatlarının ebediyyen devam edeceğini zannettiler. Ama görüldü ki, ne sultanlar ölümsüz, ne de saltanatları ebedî imiş.
Askerlerinin çokluğuna, hazinelerinin zenginliğine, topraklarının genişliğine bakarak, “Acaba bu devlet yıkılır mı?” diye soranlar olduğu gibi “Bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha az gelir” diyenler de oldu. Ama onlar da sonunda bir mezarlık paylarına razı olup göçüp gittiler. Geride türkülere ve ağıtlara yansıyan hüzünlü ezgiler bıraktılar. Benim gibi bir âcizin ise, geride bırakacağı hiçbir şeyi bulunmuyor. Aczimden başka sermayem yoktur.
Ey dünya, ömür sermayem çok az, yapmam gereken lüzumlu işler ise pek çoktur. Bana faydası olmayan, uzun yolculuğumda işime yaramayacak olan ve bana ayakbağı olmaktan başka bir işe yaramayan meşguliyetlerle beni oyalama.
Ey dünya, işim acele, çekil yolumdan.
ELLER ÜSTÜNDE
Hazan mevsiminde solgun bir gülün,
Bakışını gördüm dallar üstünde.
Zaman ırmağında yüzen ömrümün,
Akışını gördüm yıllar üstünde.
Nice sultanların, nice erlerin,
Dünya ikimize dar diyenlerin,
Devirlere hükmeyleyen devlerin,
Çöküşünü gördüm yollar üstünde.
Ne yiğitler verdik kara toprağa,
Kimisi paşaydı, kimisi ağa,
Sessiz gemi ile son yolculuğa,
Çıkışını gördüm, eller üstünde.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Bu millet dağları yerinden söker” |
|
İslâm orduları İran sınırlarına dayandığında Kisra Yezducurd, Çin kralından yardım istemişti. Çin kralı gelen elçiye bir kısım sorular sordu. İlk sorusu şuydu:
“Onlar sözlerinde dururlar mı?”
Buna “Evet” cevabını almıştı.
“Kendilerine helâl kılınanı haram, haram kılınanı da helâl sayıyorlar mı?”
“Hayır?”
“Bu millet haramı helâl, helâlı haram yapmadıkça asla mağlûp olmaz.”
Sonra da Yezducurd’a yazdığı mektupla bir ucu Çin’de, bir ucu Merv’de bir ordu göndermeme hiçbir engel yok. Elçinizin anlattığına bakılırsa bu ordu dağları dahi yerinden söküp atar, beni dahi yerimden oynatırlar.”
Çin kralı Kisraya yapılabilecek en doğru hareketin onlarla anlaşmak olduğunu, onlar dokunmadıkça dokunulmaması gerektiğini tavsiye ediyordu.
Daha dün bizzat kendi ifadeleriyle aşağılık bir hayat yaşayan bu insanlar ne olmuştu da kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına kol kanat sarmış, fetihten fethe koşmuşlardı? O nasıl bir ruhtu ki dünyanın en güçlü devletleri onların önünde dize geliyor, korkup titriyorlardı?
Evet, onlar her şeyin dizginleri elinde olan Allah’a bütün gönülleriyle inanmış, bağlanmış, onun emirlerine uymayı hayatlarının gayesi edinmişlerdi. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” sırrınca onlar o güçlü imanlarıyla kâinata meydan okuyabiliyorlardı.
İşte bu ruh, bu inanç devam ettiği müddetçe onlar köşe bucak koşmuşlar, Allah’a boyun büken bu insanlar karşısında her şey boyun bükmüştü.
Bütün mesele bu ruhu her zaman, her devirde canlı tutabilmektir.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Şükür zekâttan geçer |
|
Muhtelif okuyucularımız: “Zekât şükür sayılır mı?”
Mülk Allah’ındır. İnsana emaneten verilen mülk ve servet çok kısa bir süre içinde tekrar geri alınmakta; bu süre zarfında insanoğlu, elindeki mülke karşı tutumu, mesafesi, tasarrufu, hayırda sarfı, insanlara yardım etmesi, Allah yolunda harcaması... vs. gibi hususlarda imtihan edilmektedir. Öyleyse, ne çok mülk insanı şımartmalı; ne de az mülk insanı isyana sürüklemelidir. Her zaman ve her yerde fazla malın âfetinden de, yoksulluğun çaresizliğinden de Allah’a sığınmalıyız. İkisi de musibettir.
Çok mal istenmez mi? Hiç şüphesiz, Allah’tan her hayırlı şey istenir. Yeter ki verenin Allah Teâlâ olduğu bilinsin.
Fakat dünyalar dolusu malımız da olsa, biz fakiriz; Cenâb-ı Allah ise zengindir. Cenâb-ı Allah’ın bize zenginlik vermesini, sadece ama sadece bir imtihan olarak değerlendirmeli; aslında bizim fakir olduğumuzu, lütfedip bize verenin Allah Teâlâ’dan başkasının olmadığını asla ve asla aklımızdan çıkarmamalı; şaşıp yanılıp, “Bunu ben kazandım!” küstahlığına girmemeliyiz. Nice Karunların gelip geçtiğini, hiçbirisine dünya malının fayda vermediğini; kendileri mallarının sadece günahını alıp götürürlerken, o delisi oldukları servetlerinin yeryüzünde yığılıp kaldığını unutabilir miyiz? Bütün malların hakikî vârisinin Allah Teâlâ olduğunu unutabilir miyiz? Cenâb-ı Allah’ın bize mal vermekle, aslında Cennet’i vermeye tâlip olduğunu bildirmek istediğini; çünkü canımız ve mallarımız karşılığında bize Cennet’i vaad ettiğini1; bu malların Cennet’in öncüsü olmaktan başka bir mânâ içermediğini unutabilir miyiz? Cennetin kokusunu taşıyan Allah vergisi malları, nefsimizin Cehennem odunları hâline çevirme teşebbüsü karşısında seyirci kalabilir miyiz? Fani malımızın beka bulması için “zekât” gibi bir yol çizen Kur’ân’a kulağımızı ve gönlümüzü tıkayabilir miyiz?
Cenâb-ı Hak mülkü dilediğine veren, dilediğinden de çekip alandır.2 Mallarımız yardımlaşma, hayırda sarf etme, enaniyetimizi yenme ve Allah için harcayabilme gibi hayırlı amellerimiz ile âdeta Cennet meyvesine dönüşebilecek kabiliyettedir. Zekât bereket kaynağımızdır, Allah’a şükrümüzün ölçüsüdür, sonsuz bir zenginlik ve servet yurdu olan Cennet talebimizin vesilesidir, duâsıdır, niyazıdır. Zekât malın en makbul şükrüdür. Zekât, mutlak zengin olan, Müstağnî-i Alelıtlak olan, Ganiyy-i Muğnî olan Cenâb-ı Hakk’ın bize daha çok vermesini “isteme” vesilemizdir. Allah’ın verdiğini elimizde tutarak, toplayıp sayarak, Allah’tan mal ve servet, mülk ve zenginlik isteyemeyiz. Hiç olmazsa kırkta birini lâyık olan yerlere vermeliyiz ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Cenâb-ı Hak dilerse, en az bire on sevap ve bereketle, malımıza en azından dörtte bir ilâve yapsın, kazancımızı artırsın, malımıza bereket lütfetsin, hayırlı servet ve zenginlik versin.3
İslâmiyet, sosyal hayatın dengelerini zekâtla muhafaza etmek istiyor. Toplum içinde gizli veya açık, akşam sofrasında bir lokma ekmeğe muhtaç olanlar bulunabileceği gibi; hayırlı bir hizmet için cüssesini aşacak ölçüde borca girmiş, hatta borç batağında çaresiz kalmış borçlular da bulunabilir. Okumak isteyen, ama maddî durumu kifayet etmeyen talebeler bulunabileceği gibi; İslâma hizmet etmek isteyen, ilâ-yı kelimetullâh ve manevî cihad yoluna kendisini adamış; hayâsızlık, bilinçsizlik, adavet ve cehalete karşı ilimle, imanla, irfanla ve ahlâkı tebliğle savaş açmış, ama yeterli kitap, araç-gereç, malzeme, donanım, barınak... vs. muhtelif hizmet aracı temini açısından maddeten kifayetsiz durumda bulunan ehl-i himmet ve ehl-i hizmet de bulunabilir.
Zekât mükellefi olarak çevremizi ve Müslümanları tanımakla yükümlüyüz. Mehmet Akif merhumun, “Ya param olsaydı, ya himmetim olmasaydı!” sözüyle veciz bir şekilde ifade ettiği gibi; himmet sahibi ve kendisini İslâm’a hizmet etmeye ve manevî cihada adamış Müslümanların “Paramız olsaydı şunu şöyle yapardık! Şöyle bir hizmet bina ederdik!” sitayişlerini, serzenişlerini, umutlarını ve olumlu hayallerini zekât yükümlüsü olarak duymalıyız, işitmeliyiz; zekâtlarımızla İslâmî ve îmânî hizmetlere yardımcı olmalıyız.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 111
2- Âl-i İmrân Sûresi: 26
3- Mektûbât, s. 264
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hedef; İslâma olan teveccühleri durdurmak |
|
İslâmiyetin inkişaf ve yayılmasını durdurmak için, tarihten bu yana çeşitli hile ve tuzaklar kuruldu. Haçlı seferleri, sadece “silâhlı” bir bölümüdür. Fakat, daha 1208 Haçlı seferleri sonucunda, Raymond de Lulle, Türkleri kılıçla yenmenin mümkün olmadığını, İslâm felsefesini, Arapça’yı öğrenerek, onların arasına girerek, bu İslâmî gelişmeyi durdurmak zorunda olduklarını1 anlatır.
Bir çoğumuzun hatırlayacağı gibi, 1970’lerde, bilhassa batıda yüzlerce meşhur ilim, fikir ehli, sanat erbabı, hattâ politika ve idâreci, Kur’ân’ın şefkat sînesine koşuyordu. Meselâ bunlardan birisi Gabon Cumhurbaşkanı Pierre Bernard Bongu. İslâm’daki nizam ve müsâmahayı öğrendi ve 1973 yılında, Müslüman olduğunu açıkladı. Bu da, Afrika’daki İslâmî hareketin gelişmesine yeni bir hamle olmuştu. 2
Bir diğeri, milyonların sevip hayran olduğu ve şöhretin zirvesinde bir sanatçı iken, dinleri araştırıp o yıllarda Müslüman olan, bir zamanların ünlü Cat Stevens’ı, “Ya dinimi tercih edecektim, ya da kendisi de bir büyü gibi din haline getirilmiş olan müziği”3 diyerek, “hayatını-servetini” İslâm’a adamış Yusuf İslâm oldu. Yine o sıralarda İslâm’la müşerref olup ihtidâ kervanında yer alanlar arasında İspanyol Muhammed Del Pozo el-Endülüsî, Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi İngiliz asıllı Abdülhakim (Timoty John Winter), Danimarkalı Oxford Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yahya Michot ve yüzlerce isim vardı.4
O tarihlerde radyo, gazete, televziyon ve sâir kitle iletişim vasıtalarının teknolojik bir sıçrama göstermesi, milletler ve dinlerarası diyaloğu arttırdı. Diğer taraftan, İslâmiyetin inkişâfına engel olan, papazların ve rûhânî reislerin riyasetleri, tahakkümleri ve Avrupalıların onları körü körüne taklit etmeleri; fikr-i hürriyet ve gerçeği araştırma meyli uyanmasıyla zeval bulmaya başlamıştı.5 Artık papazlar, Müslüman hatipleri, ilim adamlarını kiliselere çağırıp, insanların İslâmiyet hakkında bilgilenmesini istiyor veya kiliselerini “Boş ve loş duracağına, hiç olmazsa ibâdet yapılsın!” diye Müslümanlara teslim ediyor veyahut da kendi elleriyle câmiye çeviriyorlardı.
1970’lerden itibaren Batı’da, özellikle Hindistan’dan gelen dinî akımların rağbet bulması ve Türkiye’de, özellikle 1980’li yıllardan itibaren, bir ‘Batılılar Müslüman oluyor!’ fırtınası esmesiyle ilgili olarak, sosyal bilimciler ve ilâhiyatçılar, din değiştirme ve bilhassa İslâmiyete geçişleri, “psiko-sosyolojik tesirler ve İlâhi kaynak-insan temasına” bağlarlar ve üç ana sebep tespit ederler:
* İnsanların strese karşı bir çözüm için, tabiatüstü güçlere dayanma ihtiyacını hissetmesi. Veya, strese sebep olan şartların önemini kaybetmesi için kendi referans grubunu değiştirmesi.
* Ailenin eğilimleri, okul eğitimi gibi uzun zaman sürecinde duyulan ihtiyaç.
* Kişinin başkalarının bakış açılarını kazanarak, kendisinin tecrübe ettiği olayları farklı şekilde yorumlamasına yol açan diğer insanlarla olan ilişkisi ve onlardan etkilenmesi.
“Türkiye’de, özellikle 1980’li yıllardan itibaren bir ‘Batılılar Müslüman oluyor!’ fırtınası esti.”6
Bu, Kur’ân’la barışık olmayan ve hatta onunla muaraza eden felsefeden beslenen II. Batı’yı ve “ifsat komitelerini” harekete geçirdi. İslâmiyet aleyhinde ne kadar provakatif hareketler varsa tezgâhladılar. Papa 16. Benediktus gibi, zaman zaman düğmeye basıyorlar.
Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri, s. 42.; 2. Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız vd., Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 431.; 3. Zamansız Sözler, s. 243.; 4. Vehbi Vakkasoğlu, İslâm’a Koşanlar, Yeni Asya Yay, s. 103-104.; 5. Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Alm., 1993, s. 34.; 6. Dr. Ali Köse, Neden İslâm’ı Seçiyorlar? (London Ün. Doktora tezi), Diyanet Vak. Yay., Ank., 1996., s. 2, 9.
TAZİYE:
Gazetemiz Yönetim Kurulu eski üyelerinden Dr. Mehmet Kağan’ın kayınpederi H. Abdülkadır Dilber’e Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Keçiören ve sünnet |
|
Ebû Hureyre’nin (r.a.) naklettiğine göre, Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Fıtrat beştir, yahut beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnakları kesmek, koltuk altı kıllarını gidermek ve bıyıkları kısaltmak.” (Sahih-i Müslim)
Peygamberimiz (asm) bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Dört şey var ki, bunlar peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Müsned).
Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yoktur. Bölgelere göre 7 günlükten 13 yaşına kadar değişmektedir. Çocukların büluğa ermeden sünnet ettirilmeleri babalarının bir vazifesidir. Hz. Peygamber (asm), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i doğumlarının yedinci gününde sünnet ettirmiştir.
İlk kez İbrahim (as) sünnet olmuştur. Hz. İbrahim’in Kaddüm köyünde sünnet olduğu rivayet edilir (Buhâri, Enbiyâ, Müslim) İsrailoğulları arasında cârî olan Tevrat’ın hükmü de böyle idi. Hz. İsa’ya (as) kadar böyle devam etmişken sonradan Hıristiyanlar bu âdeti bozmuş ve sünneti bırakmışlardır. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 112). Ayrıca rivayete göre, peygamberlerin bazıları sünnetli olarak dünyaya gelmişlerdir. Bunların sayısı 10-17 kadardır. Bunlar Âdem, Şit, Nuh, İdris, Musa, Salih, Lut, Yusuf, Şuayb, Yunus, Süleyman, Yahya, İsa (aleyhimüsselâm) ile son ve en büyük peygamber Hz. Muhammed’dir (asm). (İmam-ı Suyutî)
7 milyarlık dünya ailesinde yapılan tesbitlerde Müslüman ve sair din mensupların % 34 civarının sünnetli olduğu tesbit edilmiştir. Bunu teyiden, başta ABD’de “Amerikan Ulusal Sünnet Derneği” olmak üzere dünyanın bir çok ülkelerinde bu nevî hayır kurumları kurulmuştur. Her ne kadar yeni Papa dengesiz ve akılsız konuşsa da, Hıristiyanlık dünyası hem sünnet oluyor, hem de İslâma koşuyor. Bunun en bariz örneği iki hafta önce Kanada’nın Toronto şehrinde toplanan Dünya Sağlık Örgütünce (WHO), Afrika’da sayıları milyonlara ulaşan HIV ve AIDS vak'alarının önüne geçmek için insanların sünnet olmasının ve gayr-ı ahlâkî ilişkilere son verilmesinin istenmesidir. Aynı konferansta konuşan eski ABD Başkanı Clinton, “Buradan ayrıldığımızda, hepimiz erkekler üzerinde müthiş bir etki bırakacak, bu sünnet işlemine yeşil ışık yakmaya hazır olmalıyız” diye konuştu. (Basın)
Türkiye’mizde sünnet düğünlerini çeşitli şekillerde başta aileler olmak üzere siyasî partiler, STK’lar, belediyeler toplu olarak yapmaktadırlar. Fakat bazılarında örnek sünnetin dışına çıkılmaktadır. Türkiye’de 2,5 milyon ruhsatlı silah vardır, diğer uzun namlulu silâhlarla 9 milyonu bulmaktadır. Maalesef terör ve trafik kazalarının dışında bu silahlardan yılda 3 bin kişi ölmektedir. Bunların çoğu sünnet ve diğer düğünlerde görülmektedir.
Ankara-Keçiören’de geçtiğimiz hafta sonunda, evlâtları Mahmut Bahadır ve Ahmet Zübeyir’i, Hz. Peygamber’in (asm) tıp dünyasına 14 asır önce getirdiği bu sünnet ile sünnet ettiren, yine Hz. Peygamber’in (asm) istediği mânâda Kur’ân-ı Kerim, duâlar, ilâhiler ve günün mânâ ve ehemmiyeti üzerine konuşmalarla düğününü gerçekleştiren başta Said Bey olmak üzere, bütün Çalışkan ailesini gönülden tebrik ediyorum. Sizlerin bu örnek sünnet düğününüzü bizlerle birlikte melekler de alkışlıyor.
Ankara’daki bu sünnette, bir çok kardeşimizi bir arada görmenin mutluluğunu yaşadık. Üç gün süren Ankara ziyaretimiz çok olumlu geçti. Bütün çalışmalarımız, sünnetin diğer satırlarıydı. Bir sohbetimizde Papa 16. Benediktus’un Almanya’daki esef verici beyanına Risale-i Nur’dan cevaplar okuduk.
Ayrıca A. Özkan Vakfı’nda “Risâle-i Nur’da Kafkas ve Türkistan’daki müjdeler ve Tiflis, Bakü, Ceyhan’daki tezahürleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin Ortadoğu’ya bakışı ve çıkış yolları ve Papa’ya cevaplar” başlıklı sohbette bulunduk. Emeği geçen bütün ağabey ve kardeşlerime binler teşekkürler.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Diyalog ve monolog |
|
Çoğumuz Ezher Üniversitesine bağlı bir Dinlerarası Diyalog Komisyonu yani bir diyalog ünitesi olduğunu bilmeyiz. Ezher uzun yıllardan beri diyaloğu bir mekanizma haline getirmiştir. Biz de ise ya ezbere bir taraftarlık ya da ezbere bir karşı duruş var. İkisi de yanlış. Bizde nedense Uğur Mumcu’nun dediği gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma yanlışına düşüyorlar. İçi bilgiyle doldurulamayan ezberî fikirlerden dolayı da sonu gelmez tartışmalar yapılır.
Papa’nın konuşmasıyla ilgili de önüne gelen ileri geri konuşuyor. Konuşma hangi zeminde yapıldı, niçin yapıldı gibi mülasebet ve münasebetlerine dikkat etmeden yine birileri her zamanki gibi umumiyattan ahkâm kesiyorlar. Yanlış bilgilerden kaynaklanan süreç çığır ve izlek haline gelince de işi bilenler ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar mesajları kaybolmaktadır. Bundan dolayı yapılması gereken bu konularda etrafı erbaasına vakıf uzmanlar yetiştirmek ve işi ehline bırakmak. Yoksa her kafadan bir ses çıkarsa anarşi olur ve hiç bir alanda arpa boyu yol katedemeyiz. 16’ıncı Benedict’in selefi II.’inci John Paul Ezher’i ziyaret etmiş ve bir de taraflar arasında diyalog anlaşması parafe edilmişti. Bu kurumun başına da Fevzi Zafzaf getirilmişti. Ama Papa’nın mahut konuşmasından sonra Ezher bir tavır aldı ve Papa sözleriyle ilgili iltibasa mahal bırakmayan bir sarahatte özür dileyinceye kadar Ezher diyalog faaliyetlerini askıya aldı. Ve Papa 16’ıncı Benedict’in Ezher’i ziyaret etme ve burada tavrını açıklama yönündeki isteğini de geri çevirdi. Anlaşılan Papa ‘yanılmazlık payesine’ sahip olduğundan dolayı bundan öteye gitmeyecektir. Bu itibarla ona son kez bir açık kapı bırakmak faydalı olabilir. Ama bunu karşı taraf zafiyet olarak algılamamalıdır. Dolayısıyla bundan sonra diyalog olacaksa da daha kritik bir zeminde gerçekleşecektir.
Diyalogdan önce karşılıklı saygı temeli vardır. Saygının olmadığı yerde hiçbir münasebet yeşermez. Diyalogdan önce bu saygı temeli onarılmalıdır.
***
Papa’nın konuşmalarından dolayı sadece Müslümanların taşkınlık yaptığı iddiası da doğru değildir. Papa’nın sözleri iki tarafı da kutuplaştırmıştır. Sözgelimi, seçilmeden birkaç ay önce, Müslüman Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu açıklamıştı. O zaman bu sözleri fazla kaale alınmamıştı. Ancak, yerel Almanlarca kötü muameleye maruz kalan ve Münih ve Gasterbeiter civarındaki Türklere yönelik ırkçı saldırılar ikiye katlandı. Papa’nın din zemininden Türklere muhalefeti de dinlerin mensuplarını birbirine karşı kutuplaştırıcı bir tavırdır. Türkiye muhalefeti pekalâ çığ gibi, saman alevi gibi kolayca kıtadaki Türk göçmenlere veya Müslüman göçmenlere muhalefete dönüşebilir. Buna mukabil, Ankara’nın Brüksel’e uzanmasını istemeyen Papa pekala Patrikhane üzerinden İstanbul’a uzanmak istiyor.
Dinin özü samimiyettir. Bu samimiyetsizlik hiç kimseye yakışmazsa da din adamlarına daha fazla yakışmaz. Yine Papa’nın sözlerinin sonucunda Londra’nın kuzeyindeki bir İslam merkezine saldırı girişiminde bulunulmuştur. Maalesef bu Papa’nın akıl almaz tutumlarını görenler selefi kendisini komünizmi yıkmaya adamıştı galiba halefi de hedef olarak kendisini İslamı seçti diyorlar. NATO yetkilisi John Galin Soğuk Savaşın bitiminde: “Şimdi 1400 yıllık asıl meseleye döndük”demişti. Arapça bir şiir vardır: ‘Ey kayaya veya buluta saldıran adam, buluta değil kafana acı’ der.. Veya Arapça diğer bir tabirde ‘La yedurrussaehabe nübahu’l kilab’ denilir. Türkçemizde de ‘açtırma kutuyu, söyletme kötüyü’ derler. Müslümanlar olarak bizler monolog değil, diyalog taraftarıyız. Bu yapıcılığın ve müspet hareketin de bir gereğidir.
***
Bu itibarla, biz monoloğa değil, diyaloğa inanıyoruz. Millet sisteminde tecessüm etmiş bulunan dinî çoğulculuğa ve onun ötesinde Ehli kitap statüsüne kailiz ve bunun sonucu medeniyetler çatışmasına değil uzlaşmasına ve yardımlaşmasına inanıyoruz. Düsturumuz, cidal değil, teavündür. Hakaret bir yana, Peygamberler arasında ayrım yapmıyoruz. Medenilerle aramızda fikri ve hüsn-ü beyanı ve güzel geçimi hakim kılıyoruz. Biliyoruz ki, medenilere galebe ikna yani fikir iledir. Bizim tehacüm ve saygısızlıkla işimiz yoktur. Tecavüz edene de şevk yani tecavüzünün karşılığı vardır. Asiye asa yaraşır. Monoloğu diyaloğa tercih edene biz de aynısıyla mukabele eder; öyle yaparız. Yeniden yolunu düzeltecek olursa biz de aynısıyla karşılık veririz. Kur’an ifadesiyle ‘fein udtum udna/dönerseniz döneriz’ diyalektik kuralı geçerlidir. Kural budur. Güzellik daima çift yanlıdır.
Papa galiba gafını düzeltmek için Vatikan Dışişleri Bakanlığına Dominique Martini’yi getirme kararı aldı. Yerinin eri ve Müslümanlarla ilişkilerde dostluğuyla tanınan birisi. Oysa, Papalık Diyalog Konseyi Başkanı olan Başpiskopos Michael Fittzgerald’ı da Müslümanlarla sıkı fıkı diye Mısır’a sürgüne göndermişti. İnşaallah bu ona bir ders olmuştur. İnşaallah şerden bir hayır doğar ve Katolik Kilisesi ya tasfiye ya da tasaffi sürecine yani ayrım yoluna gider. Galiba Papa’nın sözleri bu süreci tetikledi.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
“Elif” okuduk, “Türklük”ten mi olduk? |
|
AKP hükümetinin ifade özgürlüğü konusunda TCK 301. madde kamburunu aşamadığı aşikâr. Bu maddeyi ihdas etmekle, Serdar Murat’ın tespitiyle AB yolunda “topuğa kurşun” vuruyor.
Bu madde mutlaka değişmeli. Düşünce özgürlüğü, insanî bir haktır. Muhalif söylem, demokrasinin varlığına delalet eder. Her görüşü kategorize edip, lehte ve aleyhte yorumlarla saldırıya maruz bırakmak, AB yolculuğumuza gölge düşürüyor.
Önce Hrant Dink dâvâsı, akabinde Orhan Pamuk ve en son Elif Şafak dâvâsı... Müdahil avukat ve grup aynı... Mahkeme önünde ve salonunda yaşanan izdiham, saldırgan pozisyonlar, şiddet eğiliminin tezahürü olan tepki biçimi ve televizyona yansıyan görüntüler, gerçekten ürkütücü.
Farz edin ki, yasal bir suç olması halinde, mahkemelerin görevi, oradaki tarafsızlık ve baskıdan uzak bir adalet makamında, tarafların karşılıklı, hukukî zeminde kalmaları vazgeçilmez bir olgudur.
Buna rağmen, ulusal güruhun ve provokasyona açık bu tür dâvâlar, beraberinde gerilimleri, kamplaşmaları ve kutuplaşma ile birlikte nefreti körüklemektedir. Demokrasiye inanmak, farklı fikirlere saygılı olmak ve herkesin hürriyetinin sağlandığı bir hür ortamın darbe aldığı böyle dâvâlar, Türkiye’nin uluslararası imajını karalamaktadır. İyi bir intiba vermemektedir.
Elif Şafak dâvâsı jet hızıyla, beraatla neticelendi. Elbette sevindirici bir gelişme. Ancak merkebi kaybedip sonra bulmanın mutluluğunu(!) yaşamak herhalde sevindirici olmasa gerek.
“Türklüğü aşağılamak” iddiası ile açılan dâvâ, tarifsiz, sübjektif ve ceza tanımının hukukî vasfını siyasî ve ideolojik bir yöne kaydırabilen nitelikte.
Elif Hanım, bizzat böyle bir niyetinin olmadığını, bilakis Türklüğü yücelttiğini ve komşularıyla iyi ilişkileri yansıttığını söylemektedir. Bu kadar alıngan, hakarete uğradığını söyleyen ve Türklüğü kendi tekelinde gören bir anlayışın “aşağılayıcı” dediği bütün unsurları topluma ve muhaliflerine yansıtmasına ne diyeceğiz?
“Türklüğü aşağılama” tabiri bile ırkçılık kokmaktadır. Ayrımcı bir ifadedir. Türkiye’deki diğer ırklara ve etnik alt kümelere yapılan hakaretleri güvence altına alan bir madde var mı? Şahsen böylesi bir güvenceden yana değilim. Medenî ve insan olmanın ırk düzeyinde tasnife ve ayrışmaya vesile olması, koruma ve birlik yerine daha da ayırıcı ve kışkırtıcı bir mahiyet kazanmaktadır.
Türklüğe hakareti kim nasıl algılayacak? Siyasî bloklaşmanın bu kadar keskinleştiği bir ülkede, tevilsiz söz söyleme lüksü var mı? Bu mümkün mü? “Aşağılamak” ifadesinin, Türklük kavramıyla anılmasını bile doğru bulmuyorum.
Üstelik bu ülkenin vatandaşları neden kendilerini aşağılasın? Eleştiri, tavsiye, görüş, kıyas, alternatif düşünce, yanlışlar ve yaşanmışlar söylendiği zaman, her zaman ve zeminde—konu ayırımı yapmaksızın söylüyorum—aşağılanma ve alınganlık gibi yorumlanırsa, bunlara kast edilenin dışında bir mânâ yüklenirse, bundan neden yazar veya düşünce insanı sorumlu tutulsun?
Bediüzzaman, “Mütekellim fehme gelen her mânâdan dolayı, muaheze olunmaz” görüşüyle, doğru anlamlandırmanın, beyan sahibinin hukuku açısından önemli olduğuna işaret eder.
“Türklüğü aşağılamak,” Elif Şafak’ın tabiri ile muğlaklığını koruyor. Beraat etmesi olumlu bir gelişme, ancak bu dâvânın açılmış olması bile demokrasimizin kusurudur. Siyasî basiretin dar ufkudur. Böyle bir madde önümüzde durdukça; bu, kamuoyunu etkileyecek çatışmalara fırsat verecektir.
Meclis, AB’ye uyum yasalarını görüşüyorken, TCK’nın 216. ve 301. maddelerini tashih etmelidir. Yorum ve içtihatla, anlayışın değişmesini beklemek yerine, yasayı değiştirmek daha kolay ve inandırıcı bir niyeti yansıtır.
Rahat olalım. “Elif okuduk ötürü”den dolayı kimsenin Türklüğü zarar görmez. Fikir hürriyetine alışalım. “Elif”ten sonra be, te, se, cim... devam edip gidecek. Haydi Bismillah.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Beraat kararı avutmasın... |
|
Hemen kestirmeden söyleyeyim, Elif Şafak kararı hem olumlu, hem de olumsuz unsurlar içeriyor.
Olumlu çünkü, düşünceyi yasaklayan 301. maddeden dolayı açılan bir dâvâ beraatla sonuçlandı.
Olumsuz çünkü, 301.maddenin kaldırılması yönündeki talepler, bu kararla birlikte halının altına süpürülebilir.
“Baba ve Piç” romanında konuştuğu hayalî şahsiyetlerin hayalî diyalogları nedeniyle Elif Şafak hakkında “Türklüğe hakaret”ten dâvâ açılmıştı.
Elif Şafak gibi dünya çapındaki bir aydınımız için açılan dâvâ hak ettiği şekilde dünya gündemine oturdu. Türkiye bir kez daha düşünceyi yasaklayan hatta hayalden bile korkan, aydınlarını yargılayan bir ülke konumuna düştü.
Ancak dâvânın beraatla sonuçlanmasıyla birlikte, düşünceyi yasaklayan yasalarla yönetilmesine rağmen “Türkiye’de düşünce suçu beraat etti” dedirtecek bir karar çıktı.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, “301. madde konusunda bir içtihat oluşsun, açılan her dâvâ için yasayı değiştiremeyiz” şeklindeki beklentisi bir anlamda karşılanmış oldu. Ancak hukuk tarihine dönüp baktığımız, içtihat oluşması için bir 80 yıla ihtiyacımız olduğu kesin. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un o konuda çok önemli bir tespiti var. Daha önce 301. maddenin karşılığı olan 159. madde İtalyan Ceza Hukukundan alındığı günden bu yana uygulanmış, değişen konjonktüre göre uygulama alanı bulmuş, ancak bu konuda bir içtihat oluşmamış.
Bizde yargı ne yazık ki, “İçtihatlara göre değil, konjonktüre göre karar veriyor” görüntüsü veriyor.
Eğer Elif Şafak ünlü bir yazar olmasa, eğer olay Türkiye-AB ilişkilerini etkileyecek bir boyuta ulaşmasa mahkemeden jet hızıyla beraat kararı çıkacak mıydı? Buna rahatlıkla evet demek mümkün mü?
Konjonktüre göre, sanığın ünlü ya da ünlü olmamasına bağlı olarak değişen kararlar.
BBC dahi Elif Şafak’ın beraat kararını, “İstanbul’daki mahkeme, AB’nin baskısı altındaydı” yorumunu ekleyerek duyurdu. Mahkeme konjonktürden elbette ki etkilenmiş olabilir. Ancak suçun oluşmadığı kanaatine varıp, düşünce yasağını doğru bulmayan aydınlık bir hukukçu kafası bu kararı neden vermiş olmasın ki...
301. madde sadece AB ile ilişkilerimizi etkilemiyor. Aynı zamanda Türkiye’nin dünyadaki pek parlak olmayan imajına da olumsuz yönde etki yapıyor. Kürt sorunundan, devam eden terörden ve başörtüsü yasağından dolayı sicilimiz pek parlak değil.
Buna bir de dünyada çok ses getiren, aydınların yargılanması eklendiği zaman kapkara bir Türkiye görüntüsü ortaya çıkıyor. Bu boyanın üstüne hangi cilayı sürsen bir türlü parlamıyor.
Bunlar işin bir boyutu. Ama asıl gerginlikler üreten bu madde, yargına zarar veriyor. “Düşünceyi yargılayan, yasakçı bir adlî sistem ve sanıkların konumlarına göre karar veren mahkemeler” şeklindeki bir görüntü Türk adaletinin üstünde bir leke olarak duruyor.
AB’ye giden Türkiye’nin mahkemelerinin üzerinden bazı zihinlerde engizisyon mahkemeleri çağrışımı uyandıran bu görüntüyü kaldırmamız lâzım.
Dışişleri Bakanlığı ve AB Genel Sekreterliği’nin, “301 kaldırılmalı” şeklinde görüş bildirmesine karşın hükümet de öyle bir irade sezilmiyor. Seçimlerde milliyetçi oylara oynamanın verdiği etkiyle siyasî iktidar bundan uzak duruyor. Ancak Başbakan Erdoğan’ın, “iktidar ile muhalefet uzlaşmalı, oturup konuşulmalı” şeklinde bir değerlendirmesi oldu dün.
301. madde konusu hükümetin seçim takvimine bırakılmayacak kadar önemli. 301. maddenin değişmesi konusunda artık aydınların mahkeme salonlarından çıkıp, heyetler oluşturarak işin takipçisi olmaları gerekiyor.
Sadece Elif Şafak beraat etti. Bu kararla birlikte düşünce yasak olmadan çıkmadı.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine mi 28 Şubat? |
|
Hayli zamandır medyadaki “irtica” haberlerinde gözlenen artış, İsmail Ağa cinayetinin ardından daha “sistematik” bir şekilde yeni bir mecraya yönelmiş gibi görünüyor.
Bu aşamada yine münferit hedeflere nokta atışları yapılmakla beraber, 28 Şubat’ta olduğu gibi cemaat ve tarikatlara yönelik toplu taarruzlar için de düğmeye basılmışa benziyor.
Nokta atışlarının son tipik örnekleri “Tesettürlüler bikinililere saldırdı” veya “Filanca yerde öğrencilere irticaî cep telefonu mesajları atan öğretmen” gibi haberlerde görüldü.
İkinci şıkkın sıcak örneği ise, İsmail Ağa cinayetinin hemen ardından bu cemaate yöneltilen çok yönlü ve çok boyutlu saldırılar.
Sezilen ve hissedilen o ki, eğer bu saldırılarla istenen netice alınırsa, akabinde sıradaki diğer hedef dövülmeye başlanacak.
Ve bu taarruz dalgası, listede yer alan hedeflerin tamamı vurulup ortalık “irtica”dan tümüyle temizleninceye kadar devam ettirilecek.
Son günlerde bazı gazetelerde çıkan “cemaat ve tarikat haritaları” ve yazı dizileri, bu yönde derin mahfillerde yapılan hazırlıkların işareti gibi.
Bu yayınların içeriğinin, geçmişte defalarca yapıldığı gibi, kısmen doğru bilgilere yer vermekle birlikte, büyük ölçüde çarpıtmalara dayanan maksatlı istihbarat raporlarından ibaret olduğu, ilk bakışta kolayca anlaşılıyor.
Ülke gündeminin uzunca bir aradan sonra yeniden teröre kaydırılması ve bununla bağlantılı olarak TMK’nın çıkarılması, hayra alâmet değildi. Ardından, gizli anayasada “terörle eşdeğer iç tehdit” olarak nitelenen irticanın da gündeme getirilmesi zaten bekleniyordu.
Nitekim süreç bu tahmin ve beklentileri doğrular tarzda şekilleniyor. Bir taraftan terör gündemde tutulurken, “ustaca” manevralarla irtica dosyaları da birer birer açılmakta.
Bu işaretlere bakarak, Türkiye’nin yeni bir 28 Şubat sürecine daha sürüklenmek istendiğini ifade etmek herhalde yanlış olmaz.
Hatırlanacağı gibi, onuncu yılını doldurmak üzere olduğumuz 28 Şubat süreci, Erbakan’ın başbakan olduğu dönemde başlamıştı. Şimdi ise uzun seneler birlikte siyaset yaptığı Erbakan’la yolunu ayırdığını ilân ederek yeni bir partiyle sahneye çıkan Erdoğan iktidarda.
AKP lideri “değiştiğini” mütemadiyen tekrarlayarak bugünlere geldi. Ama kendisine hâlâ şüpheyle bakmayı sürdüren statüko muhafızı karşıtlarını ikna edebildiği söylenemez.
Erdoğan, bu mihrakları “huylandırmamak” için, iktidarını borçlu olduğu kitlelerin 28 Şubat kaynaklı mağduriyetlerini telâfi yolunda hiçbir adım atmamak dahil, her türlü tavizi vermesine rağmen bu durumu değiştiremedi.
Ve gelinen noktada, Erdoğan’ın bu tavrını “zaaf” olarak algıladıkları açıkça belli olan güçler, bu durumdan aldıkları ilâve cür’et ve cesaretle, AKP iktidarını beşinci yılında daha da sıkboğaz etmenin işaretlerini vermekteler.
Bu işaretlerden anlaşılan o ki, “final süreci”nde AKP, “irtica ile mücadele” konseptine uygun şekilde, cemaat ve tarikatların üzerine gitmeye zorlanacak. “Değiştiysen gerekeni yap, yoksa biz icabına bakarız” denilerek...
Ufukta yine sıkıntılı günler var.
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Beraate arbede |
|
Yazar Elif Şafak dâvâsına ilk tepkiler ekranlara aktı.
CNN Türk’ten izlediğimiz kadarıyla karara tepki gösterenler mahkeme önünde tepkisini ortaya koydu.
Birçok yerli ve yabancı haber ajansı bu habere odaklanmıştı.
Yazar Şafak, doğum yaptığı hastanede Reuters’a yaptığı açıklamada şunları söylüyordu:
“Şahsî boyutta sonuçtan mutluyum. 301 orada olduğu ve bunun gibi doğru veya yanlış yorumlandığı sürece birçok dâvâ açılacaktır. Bu sonuncu dâvâ değil.”
Kuşkusuz bu “beraat” kararı, yurt dışında da yankı bulacak. BBC, mahkeme kararını duyururken “İstanbul’daki mahkeme, AB’nin baskısı altındaydı” yorumunu yaptı.
Elif Şafak’ın Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında Ermenilere yönelik kitlesel katliamlar konusunda, kitaptaki karakterlerinin yaptıkları değerlendirmeler nedeniyle suçlamalarla karşı karşıya kaldığını belirten BBC, Türkiye’nin, öldürmelerin “soykırım” oluşturduğunu reddettiğini kaydetti.
Hülasa, “düşünen” insandan zarar gelmez. Asıl “düşünmeyen,” “okumayan” insandan korkulmalı.
OSMANLI BELGESELİ
Osmanlı Belgeselinin tanıtımı için Dolmabahçe’deydik.
Bütün hanedan oradaydı. Dikkatimi çeken, sarışın ve mavi gözlü üç küçük Osmanlı torununun kendi aralarında oynamasıydı. Büyüklerin sahte gülümsemelerin-den uzak, fıtrî halleriyle çocukluğunu yaşı-yorlardı.
18 dakikalık bu bölümde, hanedanın acı dolu dramları bir nebze anlatılmış...
Olsun... Bu bile bir adımdır. Osmanlı hanedanı bizim tarih kitaplarında yanlış tanıtıldı. Yeni müfredatı bilmiyorum, ama şimdiki nesil henüz neyin ne olduğundan habersiz...
Onlara bu belgesel vasıtasıyla ulaşılabilir.
KOMİK-ATAK
“Komikatak” (Hilal TV) programı her geçen hafta kendini geliştiriyor. Mizah ve sohbet programı, Recep Demirkaynak’ın esprileriyle renkleniyor.
Recep Demirkaynak gerçekten kabiliyetli programcı. Televizyon bazan “gizli star”larını oluşturuyor.
Ancak, Demirkaynak’ı diğer “şovmen”lerden ayıran çok önemli bir eksiği(!) var. “Belden aşağı espri” yapmıyor. Seyircilerin yüzüne telefon kapatmıyor, hakaret etmiyor!
22.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|