|
|
Abdurrahman ŞEN |
Niye ki? |
|
Öncelikle Yeni Aktüel Dergisi, 2 hafta önceki sayısında birçok uluslararası görevde bulunan emekli Kurmay Albay İsmail Hakkı Soygeniş ile önemli bir röportaj yapmıştı… Ardından Sabah Gazetesi’nde Emre Aköz, bu söyleşiden alıntılarla, söz konusu söyleşinin can damarını toplumun dikkatine sunmaya çalışıyordu, “Biyografik İstihbarat” başlıklı yazısıyla… Sayın Aköz önce, medyanın sayın başbakanla ilgili noktaya dikkat çekeceğini vurguluyor (ki öyle de oldu) ardından da; “Bence söyleşide başka ilginç noktalar da var” deyip şöyle örnekliyordu: “Meselâ ABD’lilerin başka ülkelerde olup bitenleri ‘kişi düzeyinde’ izlemeleri... Buna ‘biyografik istihbarat’ adı veriliyormuş.
Soygeniş, bunu şöyle örnekliyor: “Bir komutanımız ABD’den döndü. ‘Bu Amerikalılar büyük devlet arkadaşlar’ dedi: ‘Hasbelkader yazdığım bir şiir vardı, sen bunu bul, bestele... İlkokuldaki Amerikalı çocuklar huzurumda söyledi, mest oldum.”
“ABD topçu okulunun başındaki kişi şunu söylemişti: ‘Senin komutanının hangi şarkıyı sevdiğini, patlıcanı nasıl yediğini biliriz.’
“Yeri geldiğinde nasıl davranacağınıza da bakarlar. Bir korgeneralimiz ABD’ye davet edildi, özel olarak. Dedim ki eşime, ‘Bak önemli bir mevkie gelecek bu komutan. Çünkü ABD’li istihbaratını almış terfi edeceğini ve önünün açılacağını hissetmiş.’ ABD’ye gittik. 10–15 gün gezdik. Testten geçiriyor seni ABD’li. Bir tümgeneralin odasına gidiyorsun. Saatinde gelmişsiniz. ‘Başka bir ziyaretçisi var’ dedirterek sizi bekletiyor. 20 dakika geçti. ‘Sekreter hanım, söyler misiniz lütfen!’... Burada şunu deniyor: Hangi durumda ne yapıyor? Taviz veriyor mu? Sert mi?”
Yeni Aktüel Dergisi’ndeki söz konusu söyleşiden yaptığı alıntılardan sonra Sayın Aköz şöyle bir eklemede de bulunuyordu: “Tabiî başka ülkeler de biyografik istihbaratı önemsiyor. Meselâ, İsrailliler, müstakbel Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, Birinci Dünya Savaşı sırasında o topraklarda şehit düşen zabit dedesinin mezarını bulup onararak jest yapmışlardı. Belli ki bu da biyografik istihbarat çalışmasının bir sonucuydu.”
Ehhh. O halde bir ekleme de ben yapayım… Zaman’da çalıştığım günlerde, emekli bir emniyet müdürünün mektubu geldiğini hatırlıyorum… Emniyet müdürü mektubunda; mesleğindeki başarılarından bahsettikten sonra, bu başarıları sonucu ABD’ye bir görevle gittiğini, havaalanından itibaren ABD’de içki ve yemek tercihlerine göre her şeyinin düzenlenmiş olmasından dolayı yaşadığı hayret ve şaşkınlıkla, duyduğu endişeyi paylaşıyordu…
Sibel Can’ın “kaymak” tartışmaları, Kaya’nın Feraye’den çocuğu, selülitten korunma görüntüleri arasında yaz sıcağının da etkisiyle buharlaştı gibi Yeni Aktüel’deki bu dikkat çekici söyleşi… Emre Aköz’ün altını da, üstünü de çizmesine rağmen…
Niye ki?
“ABD Türkiye’de ‘Asker Partisi’ni tutar”mış!
Bu son derece dikkat çekici sözlerin sahibi de 1996–2000 yılları arasında New York Times’ın İstanbul Büro Şefliği’ni yapan Stephen Kinzer’e aitmiş… Yine Yeni Aktüel Dergisi’nde 13–19 Temmuz tarihli sayısında yayınlanan, Mustafa Azizoğlu imzalı söyleşide Kinzer’in “Overthrow” adlı kitabı konuşulmuş. “Darbe” ya da “İktidarı Devirme” anlamına gelen “Overthrow” isimli kitabının yakında İletişim Yayınları tarafından dilimize kazandırılacağının da vurgulandığı söyleşide Kinzer, “…ABD’nin karar verici noktada olduğu, en uç darbeleri ele aldığını…” söylemiş.
“Kinzer’e göre, darbe yapılacak ülkede ilk belirtiler ekonomik alanda görülüyor”muş… Bu görülmeden sonraki seyri de Yeni Aktüel’e anlatan Kinzer, ABD’nin operasyon yaptığı ülke sayısının kitabında ele aldığı 14 ülkeyle sınırlı olup olmadığı sorusuna şu cevabı veriyor: “Kitabımda sadece, ABD’nin karar verici olarak var olduğunu kanıtlayabildiğim operasyonlar var. Bunun dışında Haiti, Portekiz, Kongo, Dominik Cumhuriyeti’ndeki darbeler, Yunanistan’daki Albaylar Cuntası ve tabii Türkiye’deki tüm darbelerle ilgili de birçok söylenti var. Bu darbelerde CIA rolüyle ilgili tartışmalar var. Yeterli bilgi topladığımda bunlarla ilgili yeni bir kitap yazmayı düşünüyorum.”
Daha sonra bir başka soruyu cevaplarken, “Türkiye’nin NATO üyesi olduğundan beri çok dikkatli izlendiğini” de söyleyen Kinzer, bakın devamında neler söylemiş; “ABD, Türk hükümetinin Amerikan yanlısı olmasını garanti etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlıydı. Bu verilerle bakınca ABD, darbeleri yapan askerleri, bu operasyonlar yapıldıktan sonra ABD’nin uyum göstereceğine inanmalarını sağlamış olabilir.”
Mustafa Azizoğlu imzalı haberde Kinzer, “ABD birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de bazı siyasilere daha fazla destek verdi mi?” sorusuna da şu cevabı vermiş; “ ABD’nin Türkiye’de her zaman desteklediği parti, hep Silahlı Kuvvetler olmuştur. ABD, Türkiye’yi hep ABD’deki iki partili bir sistem gibi görmüştür. Birincisi MHP, DYP, ANAP gibi tüm partilerin toplamı, diğeriyse ordu. Birincisinin ne olacağı belli olmaz, ama ikincinin hep baki kalacağını bilir ABD. Silahlı Kuvvetler her zaman NATO ve ABD yanlısıdır. Bu yüzden ABD her zaman Türk Ordusu’nun kuvvetli olmasını cesaretlendirmiştir.”
Bu önemli, önemli olduğu kadar da dikkat çekici ve sinir bozucu, demokrasi adına, ordumuz adına, dâhilî ve haricî alanlardaki siyasî çıkarlarımız ve millî geleceğimiz adına umut kırıcı olmakla kalmayan, onur da kıran sözlere karşı ciddî bir tepki siz duydunuz mu?
Ben duymadım…
Üstelik ortalık “Kuvayı Milliyeci”den geçilmiyorken…
Niye ki?
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Yarım asırlık hasret |
|
Hisar ve camii...
İstanbul’un fethinin ilk alenî hamlesiydi bunlar.
Temelleri, 1452 Martında birlikte atılmıştı. Fetih ruhunun orada neşv ü nema bulacak olması hasebiyle cami hemen bitirilmiş ve padişahın da aralarında bulunduğu vezir, ulema, paşa, asker, usta, işçi ve ahalîden müteşekkil muazzam bir cemaat tarafından ilk namaz kılınarak ibadete açılmıştı.
Devletin ve milletin kalbi o gün orada birlikte atarak camiyi de âdeta bir kalp hâline getirmişti. O mücessem kalp heyecanla çarptıkça hisarın inşaatı hızlanmış ve dört ay gibi kısa bir zamanda tamamlanmıştı.
Böylece cami ve hisar fetih yürüyüşünün ilk merhalesi olmuştu.
Cami hisarın içinde yer aldığından Hisar Camii, hisara Boğazkesen Kalesi dendiği için Kale Camii, Fatih yaptırdığı için de Fatih Sultan Mehmed Mescidi diye adlandırılmış ve hepsi de değişik vesilelerle kullanılarak yaşatılmıştı.
Fakat o en çok, Sultan II. Mehmed’e ‘Fatihler babası’ mânâsına gelen ‘Ebu’l Feth’ sıfatı verildiği, camiyi de onun yaptırıp vakfettiği için fethi tedai ettirmesinin de tesiriyle Ebu’l Feth Camii adıyla anılmıştı.
Bu itibarla İstanbul’da, İstanbul için yapılan ilk İslâm mabedi idi Ebu’l Feth Camii. Nuranî bir anahtar hususiyetiyle Ayasofya’nın kilidinin açılmasına vesile olmuş ve tarihî vazifesini hakkıyla ifa etmişti.
Fetihten sonra da hisara hayat veren ve onunla hayat bulan cami, bazen mahkûmların ve muhafızların kırgın ruhlarıyla kaynaşmış, bazen Balkan muhacirlerinin mahzun ruhlarıyla dolup taşmıştı.
Ama hiç boş kalmamıştı.
Zaman içinde maruz kaldığı felâketler ve beşerî gaileler yüzünden uğradığı tahribatı, birkaç asırda bir gördüğü tamiratla üzerinden atarak ellili yıllara kadar ayakta kalmayı başarmıştı.
Böylece İstanbul’un en uzun süre ibadet edilen camii vasfını kazanmıştı.
***
Bu vasfını daha yıllarca, asırlarca taşıyacaktı.
Nitekim Fethin Beş Yüzüncü Yılını kutlama faaliyetleri çerçevesinde, diğer çalışmaların yanı sıra Rumeli Hisarı’na da tarihî hüviyeti kazandırılmak istenmiş ve oraya sonradan yapılan ahşap evlerin istimlak edilip yıkılmasına, bir hayli harap olan camininse tamir edilmesine karar verilmişti.
Devlet bu çalışmaya büyük ehemmiyet atfedildiği için hisarın restorasyonunun hatırasına bastırılan mahdut sayıdaki altın, gümüş ve bronz madalyonların bir yüzüne Fatih Sultan Mehmed’in profilden kabartması konmuş, diğer yüzüne ise hisarın genel görüntüsü ile birlikte cami motifi de işlenmişti.
Cumhurbaşkanlığının istediği istikamette restorasyon çalışmalarını yürüten mimarlar, caminin imar edilmesi gerektiğini bildikleri hâlde ahşap evlerle birlikte onu da yıkmaya başlamışlardı.
Hadiseye o esnada muttali olan bazı tarihçiler, sanatkârlar, yazarlar ve o sahanın mütehassısı sayılan insanlar yıkıma şiddetle karşı çıkarak tepkilerini yazdıkları yazılarda dile getirmişlerdi.
Bilhassa tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun öncülüğünde profesör, mimar, yazar, sanatkâr, ilim ve fikir adamlarından müteşekkil ehil bir heyet tarafından neşredilen İstanbul Ansiklopedisinde mesele bütün teferruatı ile işlememişti.
Hatta bununla da iktifa edilmemiş, meselenin ehemmiyeti nazara alınarak hatalı görülen yıkımlar ve yapılması gereken çalışmalar ansiklopedi adına yayınlanan bir notta açıkça dile getirmişti:
“Hisar içindeki ahşap evlerin yıkılması hiç şüphesiz ki doğru olmamıştır; fakat evler şöyle dursun, bu kalenin bir iman sembolü olan Kale Camii ihya edilecek yerde, harabesinin son izleri de yok edilmiştir.
Boğazkesen kalesinde tez elden yapılacak şey, bu kalenin kendi yapı bünyesinde, plânında mevcut olup son tamirine kadar harabesi duran ve son tamirde tamamen kaldırılan orta avlunun göbeğindeki Fatih Sultan Mehmed Mescidinin ihyasıdır.”
Gelen tepkiler üzerine yıkımı durduran mimarlar, kendilerine yapılan bu gibi tavsiyelere uyarak camiyi tamir etmek yerine, meseleyi sürüncemede bırakarak unutturma cihetine gitmişlerdi.
Şayet siyasî ve içtimaî şartlar normal işlese hükümet belki meseleye müdahale eder ve camiyi yeniden yaptırabilirdi. Lâkin aradan geçen zaman içinde bazı dış ve iç mihrakların da tahrikiyle memleket hızla ihtilâl zeminine doğru sürüklendiğinden böyle bir müdahale vuku bulmamıştı.
Altmış ihtilâli olduktan sonra ise yarısına kadar yıkılan minare öylece bırakırken caminin ibadet mahalli antik tiyatro sahnesi hâline getirerek yıkımın mânevî tarafı da tamamlanmıştı.
Ondan sonra kaderine terk edildiğinden pek gündeme gelmeyen Rumeli Hisarı 1970 yılında müze hâline getirilince biraz hareketlenmiş, 1980 ihtilâlini müteakip orada konserler verilmeye başlandıktan sonra ise sık sık konuşulup yazılmaya başlanmıştı.
Ne var ki bu sefer gündeme gelişi, İstanbul’un fethinin önemli bir merhalesi olan Boğazkesen hisarında ve Fatih’in yaptırdığı caminin yerinde fetih şehitlerinin muazzez ruhlarını muazzep eden sefih hâllerin yaşanması, edebe mugayir hareketlerin yapılması değil sanatçıların üstün (!) performansı, kalabalığın ateşli (!) coşkusu, taşkınlığı veya benzeri hadiselerdi.
Gerçi mekânın tarihî ve mânevî hususiyetlerini nazara alan birkaç yazarlar, üç beş yazısında meselenin bu cihetine dikkat çekmişti ama hitap sahaları mahdut olduğundan fazla tesir icra etmemişti.
Aslında hisardaki bu hıyânet hâli hâlâ devam ediyor.
Fakat, muhtemelen o yazılardan biri, meselenin mânevî mesuliyeti mucip taraflarını müdrik olan bazı siyasî ve mahallî idarecilerin nazarlarına ilişmiş olmalı ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kültür Bakanlığı ile işbirliği yaparak Hisar Camii’ni ihya etmeye karar verince tartışma yeniden başladı.
Filhakika, fetih yâdigârı eserlerin ihya edildiğini görmeye hasret kalan milletin bu gibi meseleler karşısındaki hassasiyetini bildiğinden kimse Fatih’in vakfiyesi olan caminin yapılmasına alenen karşı çıkmaya cüret edemiyor.
Lâkin kimi aslına uygun olarak yapılmayacağı endişesini ileri sürerek, kimi de hisarın müze olduğunu, müzede ibadet edilemeyeceğinden cami yapılsa bile ibadete açılamaması gerektiğini iddia ederek bu teşebbüse engel olmaya çalışıyor.
Camiyi ihya ederek milletin vicdanını rahatlatıp ecdadın ruhunu mesrur etmek isteyen müteşebbisler ve onlara destek verenlerse, muterizlere yaptıklarının doğru olduğunu anlatma telâşıyla çırpınıyorlar.
Halbuki Hisar Camii’nin temeli ilk atıldığı şekliyle yerine yapılan sahnenin altında hâlâ duruyor. Son asırlarda tamir gördükten sonraki hâli de tarihî kaynaklarda, gravürlerde, hatıralarda ve resimlerde mevcut.
“İbadete açılırsa, ikinci bir Ayasofya sorunu çıkar. Çünkü müzede ibadet olmaz” iddiası ise ideolojik bir saplantının tezahürü. Zira dünyanın ve memleketimizin pek çok yerinde, içinde ibadet mahalli olan pek çok müze var.
Meselâ, Türkiye’nin en iyi korunan kalelerinden biri olarak bilinen Anamur’daki Mamure kalesinin içindeki tarihî camide asırlardır kalenin ardındaki Bozdoğan köyü sakinleri ibadet etmekte.
Kale müze hâline getirildikten sonra cami tamir ve tefriş edildi ve kadro verilerek ibadete açıldı. Her namaz vaktinde orada ezan okunuyor, köylülerin yanı sıra müzeyi ziyaret edenler de gidip gönül huzuru içinde ibadetlerini ifa ediyorlar.
Hal böyle olunca yapılan hareketten ne devlet zarar görüyor, ne millet inciniyor. Aksine o mâneviyat iklimlerinde buluşup kaynaşan bu aslî unsurlar, devlet - millet bütünlüğünün teminatı hâline geliyor.
Bu hakikati, Ayasofya’yı, müzede ibadet yapılamayacağı iddiasının ördeği olarak gösteren insanlar da biliyorlar ama anudane ısrarları -ihanet kastı yoksa- gaflet hâlinin hat safhaya çıktığını gösteriyor.
Çünkü Ayasofya’nın ibadete kapatılmasının tarihî veya kanunî makul hiç bir gerekçesi yok. Devletin, millet iradesine itibar etmediği zamanlarda alınan talihsiz bir bakanlar kurulu kararıyla oldu bittiye getirilmiş.
Hâlâ kasten ve cebren ibadete kapalı tutuluyor.
Bu itibarla Hisar Camii meselesinde yapılması gereken yegâne hareket, İstanbul Ansiklopedisinin, uzmanlardan müteşekkil kadrosunun takriben 1958 yılında cami yıktırıldığı zaman teklif ettiği tavsiyeyi yerine getirmektir.
Yani ‘Bir iman sembolü olan Fatih Sultan mehmed Mescidini ihya etmektir.’
Onun için bu örnek hareketin müteşebbisleri, muannitlere mukni cevaplar vermeye çalışarak vakit kaybetmek yerine, caminin inşaatına hemen başlamalı, aslına uygun olarak yapmalı ve yıkılışının ellinci yılına tekabül eden 2008 Mayısında ibadete açmalıdırlar.
Böylece yarım asırlık Hisar Camii hasreti bitmelidir.
***
Ondan sonra sıra diğer vuslat fasıllarına gelmelidir.
Zîra, İstanbul’un hisarı sadece Boğazkesen’den ibadet değil. İstanbul’da onun dışında, münhasıran İstanbul için yapılan iki hisar daha var. Fetihten önce yapılan Anadolu Hisarı ve fetihten sonra inşa edilen Yedikule Hisarı.
Ne yazık ki onlar da onunla aynı acı akıbeti paylaşıyor.
Yıldırım Beyazıt’ın yaptırdığı, Fatih Sultan Mehmed’in de Boğazkesen Hisarının inşası sırasında genişletip tahkim ettiği Güzelce Hisar yalnız güzelliğini değil, Fatih’in yaptırdığı dış surları, bazı kuleleri ve camiyi de kaybetmiş.
Hisarın ön tarafında yer alan ve İstanbul’un bir zamanlar Cuma namazı kılınabilen tek mesire mescidi, biraz tamir gördüğü için varlığını korumuş ama metruk bir hâlde. O da kendine uzanacak himmet ellerini ve içinde ibadet ederek hayat verecek mâneviyât erlerini beklemekte.
Fatih’in, İstanbul’u fethettikten sonra yaptırdığı Yedikule hisarının başına gelenler de onlardan pek farklı değil. İçinde devletin hazinleri ve değerli belgeleri saklandığı için on yedinci yüzyıla kadar itina ile korunan Yedikule de son asırlarda kaderine terk edilmiş ve harabe hâline gelmiş.
Ellili yılların sonlarına doğru orası da tarihi vasfına kavuşturulmak istenmiş. Bu maksatla restore edilip müze yapılırken Ebu’l Feth Camii yıkılmış, yeri konser platformu hâline getirilmiş. Seksen ihtilâlinden sonra onun da yıkık minaresinin gölgesinde halk konserleri verilmeye başlanmış.
Onun için Yedikule Hisarı da yarım asırdır kalbi mesabesindeki camiine hasret.
Rumeli Hisarı Camii’ne uzanması beklenen hamiyetkâr eller en kısa zamanda Güzelce Hisar’a, Yedikule hisarına ve Fatih’in diğer yâdigârlarına da uzandığı takdirde hepsi vuslata erecektir.
Bu hamle, İstanbul’un Ayasofya’ya kavuşması için de mühim bir merhale olacaktır.
Tıpkı fetih sırasında olduğu gibi.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Üzerimize vazife değil’ |
|
İç politika mülâhazaları nedeniyle Lübnan’a asker gönderme tartışmaları keskinleşti. Halbuki ben meselede keskinliğe neden olacak bir unsur göremiyoruz. Asker göndermek için kriterlerinizi belirlersiniz uyarsa gönderir, uymazsa göndermezsiniz. Bu mesele amiyane tabirle atla deve değil. Güvencelere dayanarak asker gönderirsiniz, ama güvencelere ters gelişmeler yaşanırsa Hindistan gibi askerlerinizi Barış Gücünden çekersiniz. Size orada durmaya kimse zorlayamaz ve zorla tutamaz. Öyleyse bu kavga ve toz duman neden? İsrail de Lübnan da eşit ağırlıklı olarak barış gücünü ve bu meyanda Türk askerini istiyorlar. O doğrultuda hükümet insiyatif geliştirmeye çalışıyor.
Hükümetin tehalükle davranmasının veya Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in deyimiyle ‘Maşallah karar çıkmadan talip olduk’ tavrının arkasında hükümetin elbette siyasî bazı mülâhazaları veya açıkça söyleyelim rant beklentisi var. R.T. Erdoğan’ın bu Lübnan desteğini cumhurbaşkanlığı maratonunda ABD desteğine tahvil etmek için kullanmak istediği söyleniyor. Mümkündür. Aynı şeyler 1952’de Kore’ye asker sevki sırasında da yaşandı. Siyasilerin siyasî rantının olması ülkenin menfaati olmadığı mânâsına gelmiyor. Dolayısıyla hükümetin iç politik mülâhazalarla davranışına çekince koyabilirsiniz, ama ülke menfaati öyle gerektirdiği için destekleyebilirsiniz de. Muhalefet de kayıtsız şartsız asker talebini reddederek aslında meseleyi iç politik mülahazalara alet veya kurban etmiyor mu? Hükümet bu meselede hasbî değilse muhalefet hiç değil! Bu mânâda Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in çıkışı çok tutarlı görünmüyor. Gider ayak sanki yeni cumhurbaşkanı adaylarına çelme atma arzusu seziliyor gibi. Zira tavrında çok açık tutarsızlıklar var. Bu istemezükçü tavrını devletin ali menfaatleri ile bağdaştırmak mümkün değil. “Türkiye’nin başka ülkelerin çıkarlarını koruma gibi bir yükümlülüğü yok” derken hem doğru, hem de yanlış söylüyor. Elbette bu ifadesiyle İsrail’i kastediyorsa kısmen haklı olduğu söylenebilir. Bu talep İsrail’den geldiği oranda ahlâkî zeminini kaybederken, Lübnan’dan geldiği oranda da ahlâkî bir zemin kazanmaktadır. Onun ötesinde Cumhurbaşkanına sormak lâzım: Afganistan’a, Kosova ve Bosna’ya asker gönderilirken neredeydiniz? O vakitler de bu şekilde ulu orta mülâhazalar serdettiniz mi? Dolayısıyla Cumhurbaşkanının bu meselede itirazı ve bazı gazetelere göre restleşmesi tutarlı bir zeminde seyretmiyor.
***
Bununla birlikte,’ yiğidi öldür hakkını ver’ fehvasınca Cumhurbaşkanı, ABD’nin PKK ile Türkiye arasında görev yapacak özel koordinatör atamasına itirazında yerden göğe kadar haklıdır. Birincisi bu tasarrufta, Türkiye ile PKK’yı aynı kefeye koymak var. İkincisi kim oluyorda ABD koordinatör atıyor ve hariçten gazel okuyor? Türkiye ismi de belirlenen General Raltson’ı kesinlikle muhatap almamalıdır. ABD’den beklenen bellidir. Kuzey Irak’ta gözetimi altındaki bölgede terör yuvalarına gözyummasını gözden geçirmesidir. Onu yapacağı yerde gözümüze baka bakan koordinatör atayarak PKK’yı meşrulaştırıyor? IRA ile İngiltere arasında atadığı koordinatör gibi bir koordinatör atıyor. Bu görev ABD’ye bol gelir. İkinci olarak, Irak’ın sözde Cumhurbaşkanı Talabani’yi muhatap almamasıdır. Bu da bir dik duruştur ve sürdürülmesi gerekir. Talabani bu günlere hep yumuşak duruşlar sayesinde geldi. Aksi davranışlar bölge için ihaneti ve ihanetleri ödüllendirmek olur. Talabani’yi ödüllendirmek devlet ciddiyetiyle de bağdaşmaz.
***
Bu iç siyasî odaklı tartışmaların ötesinde şartları oluşursa Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesinde fayda var. Gelecekte bölgede oluşacak rezervleri adına bunu yapmalıdır. Türkiye Ortadoğu’yu çok ihmal etti. Telâfi için bazı adımlar atılsa da hala çok cılız. Mısır askerî akademileriyle subay mübadelesi yapılıyor. Bazı askerleriniz orada Arapça, Mısırlılar da Türkiye’de Türkçe öğreniyor. Geç kalmış bir adım. İngiltere ve ABD ve bizzat Bush halkının ve askerlerinin Arapça öğrenmesini teşvik ediyor. Adamlar bölgenin kültürünü öğrenerek burada kalıcı olmak istiyorlar. ABD’nin bölgede ve bölgeye asker göndermekte menfaati var da sayın Cumhurbaşkanına göre Türkiye’nin niye yok? Evet Türkiye’nin asker göndermesi için müteharrik-i bizzat hareket etmesi lüzumuna ve şartına ben de kail olanlardanım Bunun dışında, isterükçülük kadar istemezükçülük de yerine göre körü körüne mızıkçılıktır. Bu tabloda olduğu gibi.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kendini tanıma serüveni |
|
Bazen insan durgunlaşır. “Durgun hal ne kadar sürer?” derseniz, zamana, şartlara ve etkinin çapına göre değişir denebilir.
Kendimizi tanımak, bizim serüvenimizdir. Bitmeyen bir yolculuk serüveni...
Kâinatla buluşup; çevremizin güzelliklerini yeşille mavinin buluştuğu kuşakta seyrederken, büyüleyici manzaralar bizi hasretin, hüznün buluştuğu yalnızlık içinde tefekküre ve kendimizi okumaya dâvet eder.
Her manzara, bize kendi manzaramızı hatırlatır. Kâinatı okudukça, kendimizi okumanın kapısı açılır. Seyretmek ufkumuzu açar. Yaşamak bizi büyütür, yetiştirir. Yetiştiren rehber ve yönlendiren desteklerimizle beraber, kendimizle helâlleşme atmosferi ve huzur bulma şevki artar.
Ruh dünyamız sakinleştiğinde, durgun sular gibi potansiyelini ve enerjisini gemleyip arttıran bir baraj gölü halinde enerji santraline akacak hız ve üretime hazırlık yapıyor anlamı taşıyabilir.
Kendimize şahitlik ettiğimiz sakin ve durgun anlarımız, aynı zamanda dinginleşmenin enerji toplayan ve kendini de toplayıp çeki düzen veren sağlıklı fikirlerin günlüğü de olabilir.
Ayçiçeği gibi güneşe bakıp, gölgesini arkasına alan ve kendini açan bitkilerin çekirdeklerini olgunlaştırma dönemi, kıvamını bulduğunda ayçiçeğin boynu bükük dolgun sonucuna varır.
Boynumuz dolu buğday taneleri gibi kendini gövdenin ayrılma/kırılma çizgisinde de bükebilir. Dik, kuru ve başaksız veya içi boş bir buğday sapı anlamsızlığında da tutabilir.
Yaklaşımlarımız, tıpkı ayçiçeği veya buğday başağında olduğu şekliyle bizi farklı dönemlere, duruşlara, kırılmalara veya olgunlaşmalara taşır.
Anlamaya, hafiflemeye, ruha sükûnet vermeye ve kendimizi tanımaya devam ettikçe, bizi tanıyanları anlamakla tamamlayıcı görevlerimizi de ikmal ederiz.
Beklenmedik asabiyet haline maruz kalabiliriz. Sabırla fren mesafesini ayarlamak ve bir kazaya sebebiyet vermeyecek güvenli bir yol seyrinde olmak da sürücü sorumluluğundadır. Kaza anı, dikkatsizlik anıdır. Kaza; dağınık bir anın toparlanamayan davranış düzensizliğidir. Ya da kontrolü kaybetme telâşıdır.
Sık yaşadığımız kazalar ise, iletişim kazalarıdır. Sonuç ne olursa olsun, önlememiz gereken ve çözmemiz icap eden bir sorumluluğumuz var. “Ben haklıyım” demek yeterli değildir. Kazaya sebebiyet vermesek bile, kaza önleyici ek tedbirlere başvurabiliriz. Her şey “Geç kaldın” diyorsa ve kaza kaçınılmaz bir hal almışsa, yeniden sağduyunun galip sesi ve vicdanî terennümün huzur talebi ile duâmıza sığınarak kendimizi hafifletebiliriz.
Asıl olan kaza yapmamaktır. İç uyumsuzluğumuz, içerde patlayan bombalarımızın etkisini dış kazalara taşır. Uykusuzluk, yorgunluk, kazaların davetçisidir. Bomba, içerde patladığında dış etkisi dışarıya yansır. Aracın mekanik yapısı veya sistemindeki bir arıza, isteğiniz dışında kazaya sebebiyet verir. Kaza bizzat bizim sürücü hatamız gibi görünmese de, hatalı aracımızın sürücüsü olmamızla bir ilgisi olduğu muhakkak.
Kendimizi tanımaya çıktığımızda, karşılaştığımız ve bize gösterilen iyi görüntülerimize kanıp, diğerlerinden hoşlanmamak, yüzleşmemek ve gerekçelere sığınıp nefsin masumiyetine delil toplamak, tanıma serüvenimizi kesintiye uğratır.
Yolcu handa misafirdir. Han, yolcunun ikametgâhı değildir. Bugün biz, yarın başkası. Öyleyse yolcu gibi azığımızın, geçici duraklarımızın ve varacağımız yerin hazırlığında olmak, şu anın kendini tanıma yolculuğuna ciddî katkı sağlar.
Dün, ne yediğimiz önemli. Şu an, karnımız toksa, yarın ne yiyeceğimiz ve neye hizmet edeceğimiz önemli. Yarın, geleceğin şu anki misafiri ise, planlarımız şu anı yarına döşeyen doğru taşlardan oluşmalıdır.
Döşediğimiz yol, geçeceğimiz yoldur. Varacağımız yol da buradan geçecektir. Sonrakileri de düşünerek, duayı hak eden bir emeği toprakta daimileştirelim.
Berzah yolcuları; bu pazarı düşünerek ve dinleyerek huzurlaşmaya adaydırlar.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Maniler hariçte değil, dahilde |
|
Bizi nurânî hizmetlerimizden, uhrevî vazifelerimizden, yapmakla mükellef olduğumuz ibadetlerimizden, taatlerimizden alıkoyan o kadar çok maniler, engeller var ki bunları saymakla bitiremeyiz.
Diğer bir ifadeyle bizi dünyaya çağıran, bize ebedî âhiret yurdunu unutturan öyle çok sebepler, öyle câzip ve celbedici metalar var ki, bunlardan yakamızı sıyırıp aslî vazifelerimizi unutmadan, hedefimize doğru yol alabilmek, hiç de kolay değil.
Yolumuzda öyle tuzaklar, öyle keskin virajlar, öyle yol kesiciler var ki, bunları fark edebilmek, bütün bu tehlikelerden kazasız, zayiâtsız sâlimen sıyrılıp maksud-u menzilimize varabilmek herkesin kârı değil.
Çoğu zaman bizi aldatan, bizi şaşırtan manileri, engelleri teşhis ve tesbit etmede yanılıyoruz, yanlış yapıyoruz.
Elimizi, kolumuzu bağlayan, bizi gaflete veya atalete götüren sâikleri, sebepleri hep dışarıda arama yanlışına giriyoruz.
Halbuki düşman içimizde. En acımasız, en etkili mânialar, engelleyiciler kendi içimizde: Nefsimiz ve şeytanımız... Bizi dünyaya çağıran, bize uhrevî hayatımızı unutturan en acımasız, en tehlikeli düşmanlar bunlar.
Çoğu zaman zararlı manileri, engelleri, bize yabancı olan mekânlarda, belki de bize muhalif olan insanların içinde arama garabetine düşeriz. Ama bizi yolumuzdan alıkoyan insanların çoğunlukla çok yakınımızda, her gün haşir-neşir olduğumuz insanlar olduğunu düşünmek belki de işimize gelmez.
Bizi dünya ile sıkı sıkıya bağlayan; yapmakla mükellef olduğumuz kudsî hizmetlerimizden alıkoyan insanların bazan çok yakın bir dostumuz, bazan yakın bir akrabamız, bazan anne-babamız, bazan evlâd-ü iyâlimiz, bazan eşimiz olabileceğini hiç düşündük mü acaba?
Hülâsa maniler, engeller çoğu zaman içimizde veya çok yakınımızda. Onu öyle çok uzaklarda aramaya gerek yok.
Bir dâvâsı olanların, bir hizmeti gaye edinenlerin böyle dahilî manilere karşı da çok daha dikkatli ve duyarlı olması gerekir diye düşünüyorum.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Niçin iman etmek zorundayız? |
|
İmanın tanımı, çeşitleri, gücü ve nasıl güçlendirilebileceği meselelerine geçmeden önce niçin iman etmemiz gerektiğini belgeleriyle ele almalı. Ne yaptığını, ne yapması gerektiğini anlayan, anlatan şuurlu varlıklar olarak ruh/duygu ve psiko-fizyolojik yapımızı incelediğimizde iman etmeye mecbur olduğumuza dair pek çok gerekçe bulabiliriz. Bununla birlikte sebeplerini birkaç maddede toplayabiliriz:
* Yaratılışımız, yani, ruh ve duygularımızın iman esaslarına göre dizayn edilmesi;
* İmtihan, yani iman edip etmeyeceğimizin sınanması, denenmesi,
* Son derece aciz-zayıf, güçsüz bir varlık olmamız;
* Sayısız ihtiyaçlarımız,
* Hayatî sorularımızın cevabını yalnız din/imanın veriyor olması,
* Gerçek mutluluk ve huzurun yalnızca imanla mümkün olması.
Bunların açılımına geçmeden önce; her insanın karşı karşıya ve içinde bulunduğu durumların ancak iman ile tedavi edilebileceğini de maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz. İnsanda:
* Gayet güçlü bir sonsuzluk aşkı,
* Kuvvetli bir varlık sevgisi,
* Dünya hayatına karşı güçlü bir iştiyak var.
Hiç şüphesiz, bunları dünya şartlarında ve maddî açıdan yerine getirmemiz ve kendimizi tatmin etmemiz imkânsız. Ancak, bu psiko-biyo-fizyo-sosyolojik yapımızı ve ihtiyaçlarımızı iman ile düzene koyabilir, tatmin edebilir ve yerli yerine oturtabiliriz.
Mikroptan zehire, kayalardan madenlere, bitkilerden unsurlara hayvanlardan kürelere kadar tüm varlıkların bir ana yaratılış sebebi, pek çok tali gayesi (vazifesi), hikmeti vardır. Öyle ise, şu muhteşem kâinatın bir özeti, minyatürü ve antika varlık olan insanın da bu hikmet ve sistemin dışında kalması düşünülemez.
Aksi halde yaratılışı abes olur. Kendimizi ve hayatı sorguladığımızda, “Acaba yaratılışımızın ana gayesi, en büyük hikmeti nedir?” diye kendi kendimize sorarız. Ve şöyle bir mantık silsilesi takip ederiz:
Bir makine, cihaz ve mimarî yapının keşfedilip yapılmasının bir ana, birkaç tali gayesi olduğunu hepimiz biliriz. Bir de şuna eminiz: Bunların yapılış sebebini ve nasıl kullanılacağını en iyi bilen ustası, san'atkârıdır. Öyle değil mi?
Bir üst makam bize bir görev verip uzak diyarlara gönderdiğinde düşünürüz: Bizi kim gönderdi, niye gönderdi; nasıl hareket etmemizi istedi? Bu harika ruh, duygu, duyu, organ ve cihazlarla donatmasının sebebi nedir? Akıl, kalp, vicdan gibi duygular neden verilmiştir?
Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme ve sevme, vicdan gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelinde yaratılıp dizayn edildiğine göre; insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet; verdiği sayısız nimetlere karşı teşekkür olduğu anlaşılır. Ki, “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım”1 şeklinde yaratılışımızın ana gayesini beyan eder.
Dipnot: 1. Kur’ân, Zâriyat, 56.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'ın mucizeliği üzerine |
|
Ferhat Altay: “1) Doğru inanca ulaşabilmek için Kur’ân-ı Kerim’den nasıl istifade ederiz? 2) Kur’ân-ı Kerim’in mucize oluşu nedir? 3) Kur’ân-ı Kerim’in ilimlerden bahsetmesinin sebebi nedir? 4) Davranışların imana etkisi nedir? 5) Kur’ân-ı Kerim’in anlamını dondurmak mümkün müdür? 6) Kur’ân-ı Kerim’de hak ve özgürlükler nelerdir? 7) Kur’ân-ı Kerim’i yorumlamanın temel ilkeleri nedir?”
1) Doğru inanca ulaşabilmek için Kur’ân-ı Kerim’i okumamız birinci plânda şart. Kur’ân-ı Kerim’i Allah kelâmı bilerek, Allah’ın âyetlerinin bire bir kendisini yönlendirmek için indiğini düşünerek, yarın mahşerde Allah’ın hesabının bu kitaptaki bilgiler ve uyarılar çerçevesinde gerçekleşeceğini kabul ederek ve Allah’a döneceğini bilerek, Allah’a dönüş yolunda neler yapması gerektiğini öğrenmek ve Allah’ın emirlerini yerine getirmek azmiyle ve yasaklarından kaçınmak niyetiyle okumalıdır. Kur’ân-ı Kerim’i Risâle-i Nur’un yorumlarıyla okumak, fikir ve inanç fitnelerine karşı istikamette kalmamız ve istikamet içinde doğru inanca ulaşmamız açısından önemlidir.
2) Kur’ân-ı Kerim söz ve öz itibariyle, söz ve mânâ itibariyle, kelime kalıplarından cümle kurgusuna gösterdiği söz söyleme sanatındaki üstünlüğü ve eşsizliğiyle; dünyadan ahirete verdiği haberlerden emir ve yasaklarına kadar her yönüyle mucizedir, eşsizdir, benzersizdir. Allah’ın, “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz. Allah’tan gayri yardımcılarınızı da çağırın.”1 çağrısı günümüze kadar hiçbir münkir tarafından cevaplanmış değildir. Günümüze kadar Kur’ân’ın hiçbir âyetine denk bir söz söylenmemiştir. Söylenememiştir. Buna kimse güç yetirememiştir. Hiçbir hükmü çürütülmemiştir. Çürütülememiştir. Hiçbir haberi yalanlanmamıştır. Yalanlanamamıştır. Hiçbir emrinin veya yasağının isabetsiz olduğu görülmemiştir. Görülememiştir. İnansın inanmasın, Kur’ân, bütün beşer tarafından en büyük kitap bilinmiştir. Böyle bilinmek hakkı da. Bütün gerçekler Kur’ân’dan beslenmiştir. Bütün doğrular Kur’ân tarafından kucaklanmıştır. Bütün iyileri Kur’ân kucaklamıştır. Bütün ilimler Kur’ân’ın işareti içindedir. Günümüzdeki bütün teknolojik gelişmeler Kur’ân’ın âyetlerinden beslenmiştir. Bütün hakikatlerin kaynağı ve madeni Kur’ân’dır.
3) Kur’ân-ı Kerim ilimlerden bahseder, ilimleri teşvik eder, ilimlere değer yükler. Çünkü Kur’ân sahibi Alîm’dir, Hakîm’dir, Allâm’dır, Allâmü’l-Guyub’tur, Âlimü’l-Gaybi ve’ş-Şehadettir. Kur’ân Sahibi ilim sahibidir, hikmet sahibidir, gaybı Bilendir, Gaybın ve şehadetin âlimidir. Bütün bilimler Allah’ın ilim sıfatından müştaktırlar, yani bütün bilimlerin kaynağı Allah’ın ilim ve hikmet sıfatlarıdır, Alîm ismi ve Hakîm ismidir.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”2; “Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan gereğince korkarlar”3 buyuran Yüce Allah, nihayet Kur’ân’ın ilimle donatıldığını şöyle haber veriyor: “Gerçekten onlara inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”4
4) İman davranışlarımızı yönlendirdiği gibi, davranışlarımız da imanımızın ifadesi olur her zaman. Bütün davranışlarımız imanımızı yansıtır, inancımızı aksettirir. İnandığımızı yaşarız. İnandığımızı yaşamadığımızda, zamanla yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Bu ise bizim için tehlikelidir. Yanlış davranışlarımız bizi doğru inançtan uzaklaştırabilir. Doğru davranışlarımız da inancımızı korumamızda elimizden tutar.
Çünkü Bediüzzaman Hazretlerine göre davranış, duânın fiilî olanıdır. Madem her davranış bir sonuca götürüyor. Ve madem her sonuç Allah’ın elindedir, Allah’ın takdirindedir. Öyleyse her davranış bir duâdır. Doğru davranışlarımız, doğru inancımızın muhafazası ve artması için Allah katında bir duâ mahiyeti taşır bu yüzden. Öyleyse doğru davranışlarımız, Kur’ân’ın ifadesiyle salih amellerimiz hem doğru inançlarımızdan beslenir, hem de doğru inançlarımızı takviye eder. Nasıl yaşıyorsanız öyle inanırsınız, nasıl inanıyorsanız öyle yaşarsınız sözü de bunu desteklemektedir.
Diğer sorularınızın cevaplarıyla yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar: 1-Bakara Suresi: 23, 2-Zümer Suresi: 9, 3-Fatır Suresi: 28, 4-Araf Suresi: 52.
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Gül Filistinli ailelerle de “gizli” görüşmüş müdür? |
|
Türkiye, Lübnan’a asker gönderme konusunda alacağı kararı netleştirmeye çalışırken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, nabız yoklamak amacıyla Lübnan, İsrail, Filistin ve Suriye’ye gitti. Burada yaptığı temaslar gazetelerde yer alırken, “gizli bir görüşme” birkaç gün sonra ortaya çıktı.
İlk duyduğumuzda tek taraflı bir girişimde bulunulduğu için çok şaşırdığımız, inanamadığımız, doğrulatmaya çalıştığımız haber, yetkili ağızlarca da teyit edildi. Öfke mi duymalıydık, sırf bir insanî girişim olarak mı değerlendirmeliydik, yoksa hallerine acımalı mıydık, kestiremedik.
* * *
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İsrail ziyaretinde Hizbullah ve HAMAS tarafından kaçırılan üç İsrailli askerin aileleriyle gizli bir görüşme gerçekleştirmişti.
Görüşme sırasında Gül’ün asker yakınlarına, “Sevdiklerinizden haber alabilmeniz için elimden geleni yapacağım” sözünü verdiği de ifade ediliyordu. Görüşmede, ailelerin yaşadıkları acıları aktardığı ve askerlerin sağlık durumlarına ilişkin haber alamadıkları için isyan içerisinde oldukları aktarılıyordu. Bir asker yakınının Gül’e, “Çok ümitsiziz. Uzun süredir onlardan tek bir haber alamıyoruz. Ne mektup, ne fotoğraf, ne bir video… Yaşıyorlar mı, sağlık durumları iyi mi bilmiyoruz” dedikleri de haberde yer alıyordu.
“Duygusal anların yaşandığı” da söylenilen görüşmede, Gül’ün aileleri dinledikten sonra acılarını anlayışla karşıladığını söylediği belirtilen haber medyada “Bakan Gül’den İsrail jesti” diye yer aldı.
Bakan Gül de bu görüşmeyi Suriye dönüşünde gazetecilerin sorusu üzerine doğruladı. Kaçırılan İsrailli askerlerin aileleriyle kaldığı otelde görüştüğünü söyleyen Gül, “Otelde görüşme talebinde bulundular. Onlarla otelde görüştüm. Ama attığım her adımla ilgili bilgi verecek halim de yok. Ama doğrudur, görüştüm onlarla” açıklamasını yaptı.
İsrailli yetkililer de bu görüşmeden “memnun” olduklarını şu sözlerle dile getirdiler: “Bu büyük, ama çok büyük bir jest. İnsanî bir konuda Bakan Gül çok büyük hassasiyet göstermiştir. Elinden geleni yapma sözü de ailelerde büyük mutluluk meydana getirdi. Türk hükümeti her zaman bu konuda yardımsever oldu…”
Görüşmenin basında yer almasından sonra Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, “Görüşmenin gizli olmasını isteyen İsrail tarafıydı. Ama bunu medyaya duyuran da İsrail oldu” şeklinde bir açıklama gereği duydular.
* * *
Sormak lâzım; İsrail’e ne zaman güvenildi, ne zaman sözünde durdu ki, bu konuda da dursun? Çıkarları olduğunda gözlerinin hiçbir şeyi görmediği öğrenilemedi mi? Şu ana kadar hangi anlaşmaya uydular ki?
Gül’ün bu teması belki ilk bakıldığında insanî bir görüşme gibi gelebilir. Ancak, bu tek taraflı görüşme Lübnan’daki ve Filistin’deki diğer aileler gözümüzün önüne geldiğinde hiç de masum bir görüşme gibi gelmedi…
Bazı AKP’li milletvekilleri bile buna tepki gösterdi. Meselâ Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay, Gül’ün ziyaretini, “Bunu çift yönlü yapmak gerekir. Orada bir mücadele var. Bu mücadelede birisi devlet, birisi de grup. Hizbullah, Lübnan’da hükümet ortağı ve seçimlere giren bir partidir. İktidarı tanıdığımıza göre, Hizbullah ile ilgili bir şey varsa o da ziyaret edilebilir. Hapishanedeki mahkûmlar ziyaret edilebilirdi. Bu talep reddedilirse, sıkıntı olabilirdi. Ancak insanî davranışın öbür boyutunu yapmak mükemmel bir hareket olurdu” şeklinde yorumladı.
Unutmamak gerekir ki, İsrail ordusu aralarında Filistin Parlamentosu Başkanı Abdül Aziz Duaik ve Başbakan Yardımcısı Nasır El Şair’in de bulunduğu sekiz bakan ile 30’dan fazla Filistinli milletvekili ve çok sayıda Filistinli yetkilinin de bulunduğu 64 kişiyi gözaltında tutuyor.
* * *
İnsan soramadan edemiyor; Abdullah Gül, kaçırılan Meclis Başkanının, bakanların ve milletvekillerinin, İsrail cezaevlerinde bulunan 10 binden fazla insanın aileleri ile niye görüşmedi? Niçin onların dertleri ile ilgilenip, “elinden geleni yapma” sözü vermedi?
Lübnan’a gittiğinde ölen binlerce insanın ailelerini, 10 günlük annesinin kucağında ölen çocukların aileleri ile niye görüşmedi?
İsrail’in zulmüne uğramış Lübnanlı ve Filistinli ailelerin Abdullah Gül’den jest beklemeleri en tabiî hakları değil mi?
Ümit ediyoruz ki, Bakan Gül, Filistinli ve Lübnanlı ailelerle “gizli kalmak şartıyla” görüşmüş olsun. Yine ümit ediyoruz ki, önümüzdeki günlerde “resmî olmayan” bu görüşmelerde kamuoyuna yansır da, Filistinli ve Lübnanlı ailelerinde kalpleri bir nebze olsun ferahlar… Yoksa oradaki insanların vicdanları sızlayacak, büyük hayal kırıklığı yaşayacaklar…
27.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|