Hüve Nüktesi ile ilgili bir nükte -1-
Risâle-i Nur’un bazı ifadelerine zaman zaman sataşıldığı, bazı kişilerin kimi cümlelere iliştiği olmuştur. Hakikaten de anlatım kusuru imiş gibi görülen bazı cümleler Risâle-i Nurlarda göze çarpmaktadır. Bu tarz cümlelerin bir kısmı, belki bir tashih hatası sonucu bozuk gibi durmaktadır. Üstadın tashihinden geçmiş Osmanlı alfabesiyle basılı takım halinde bir Külliyat’ın, Risâle-i Nur Enstitüsünde ve internet sayfasında bulunması zarureti vardır. Tâ ki ilgilenen kişiler, anında orijinal nüshalara ulaşabilsin ve tashih/okuma hatalarından kaynaklanıp anlatım kusuruna sebep olan hataları ilgili mercilere ulaştırsın.
Bir zamandır Risâle-i Nurları bu gözle okumaya çalışıyorum. Tashih hatası olduğu çok açık olan yerleri ilgili birimlere ulaştırıyorum, onların gereği yapılıyordur. Fakat anlatım kusuru gibi görünen kimi cümleler var ki, aslında tashih hatası olduğu halde, Osmanlı alfabesiyle basılı nüshaya bakmadan onun tashih hatası olduğu anlaşılamıyor ve resmen bir anlatım kusuru imiş gibi duruyor.
Meselâ 11. Şuâ Meyve Risâlesi Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası’nda geçen şu paragrafa bakalım (Aynı metin Asa-yı Musa’da da var):
“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risâle-i Nur risâleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bi’l-âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risâlenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye unvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Ara sıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.”
Ziyâ kelimesi bu metine yakışmıyordu, zayi’ olmasındı? Herhalde bir basım hatası vardı. Zayi’ yerine ziyâ basılmış olmalı, diye düşündüm.
Baktığım Latin harfleriyle basılı nüshalarda (Meyve Risâlesi Doğuş LTD Şirketi Matbaası Ankara 1958 baskısı, Şuâlar Çeltüt Matbaası 1960 İstanbul baskısı, Şuâlar Y. Asya Neşriyat 1994 Almanya baskısı, Asa-yı Musa Y. Asya Neşriyat 1994 İstanbul baskısı, Asa-yı Musa Yeni Asya Neşriyat 2001 İstanbul baskısı, Yeni İndeksli Asa-yı Musa 2005 İstanbul baskısı gibi) kelimenin yazımının hep “ziyâ” şeklinde olduğunu gördüm. 2005 baskısı Asa-yı Musa’da da şapkasız ziya şeklinde yazılıydı. Demek zâyi’ değilmiş.
“Ziyâ” kelimesi “ışık” anlamına bu metine yakışmamakta ve dolayısıyla bir anlatım kusuru teşkil etmekteydi. Çünkü ilk plânda müracaat edilecek Latin harfleriyle basılı lügatlarda (Abdullah Yeğin Yeni Lügat, Risâle-i Nur Enstitüsü’nün hazırladığı Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ferit Develioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat) “ziyâ” kelimesi, sonu hemze ile yazılmış ve kelimeye “ışık, aydınlık” mânâsı verilmiştir.
“Herhalde sür'atle istinsah edilirken bir hata olmuştu. Peki nasıl olursa metin düzelir ve anlatım kusuru taşımaz?” diye günlerce kafa yordum:
“…benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim…”
Kitaplarımın ziyâları ve (kitaplarımın) ağlamaları…
Kitapların ağlamasından duyulan ıztırap ifade ediliyorsa, ağlayan kitaplarsa, teşhis san'atı olur ve güzel de olur. Bu sefer “kitaplarımın ziyaları” ifadesini nereye koyacağız? Bu teessüf verici haletle, “kitaplarımın ziyâları” ifadesini nasıl bir arada düşüneceğiz?
Kitapların “ziyadar” olduğu ve bu ziyadar kitapların ağladığı ifade ediliyorsa, bu kez cümle başka türlü kurulmalıydı. Yok, ağlayanlar kitap değil de “canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim” diye ifade edilen Nur talebeleriyse, cümle yine başka türlü kurulmalıydı.
“Ağlamalarından teessüflerini çektiğim” dediği ağlayanlar eğer kitaplarsa, cümle şöyle kurulabilirdi:
“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risâle-i Nur Risâleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar ve ziyâdar kitaplarımın ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki…”
“Ağlamalarından teessüflerini çektiğim” dediği ağlayanlar nur talebeleriyse eğer, cümle şöyle kurulmalıydı:
“Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyâları ve iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahidâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki…”
Bu son şekil daha uygun geldi. Herhalde böyle olmalıydı. Ah, aslı olsa da, tashihten geçmiş şekliyle karşılaştırsam… Lâkin cümlenin kuruluşunu alt üst etmek zorunda kalmıştım. Canım, bu kadar da tashih hatası olmazdı ya, resmen farklı bir cümle kurulmuş oldu, ögeler yer değişti. Kafama göre hatasız bir cümle kurmuştum, ama içim rahat değildi.
Düşüncelerine değer verdiğim bir iki dosta okudum aynı paragrafı. Onlar da, ziyâ sözünün bu cümledeki haliyle oturmadığını söylediler. Hatta benim ilk düşündüğüm gibi “O kelime, ziyâ değil de zayi’ olmasın sakın” dediler. Fakat hiçbir nüshada “zayi’” diye geçmiyordu.
Bunun üzerine, metindeki paragrafın kendimce düzelttiğim son şeklini o dostlara gösterdim. Onlar da istihsan ettiler. Ama cümle kuruluşunun bu ölçüde değiştirilerek ancak düzeldiği böylesine bozuk bir ifadenin, Risâle-i Nurlarda olabileceği düşüncesi beni müthiş rahatsız ediyordu.
Başka bir şey olmalıydı ama ne?
Günlerce durup dinlenip aynı paragrafla ilgili çalışmalarımı gözden geçirdim.
14-21 Temmuz tarihleri arasında, Barla Yeni Asya Sosyal tesislerindeydik. Kendi programından iki gün önce gelmiş olan Kutlular Ağabeyle de sohbet etme fırsatı oldu. Asa-yı Musa’dan ilgili paragrafı kendisine okudum. O da bir aksaklık olduğunu ifade etti. Ziyâ sözü oraya yakışmıyordu. “Tashih hatasıdır, bak bakalım kitabın arkasındaki sözlüğe, başka mânâsı var mıymış?” dedi.
“Canım ziyâ kelimesinin nesine bakacaksın ki. Ben Abdullah Yeğin’in Yeni Lügat’ına da, Develioğlu’nun iki yumruğum kalınlığındaki Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat’ına da baktım. Kelime Türkçe ziyâ şeklinde yazılmış, tıpkı risâlelerde olduğu gibi, Osmanlıcası da Dat-Ya-Elif-Hemze ile gösterilmiş. Mânâsı da ‘ışık, aydınlık’ diye verilmiş.”
Tabiî bunları içimden söylüyorum. Bu arada da Kutlular Ağabey “bak” dediği için, kerhen kitabın (1994, Y.A.Neşriyat, Asa-yı Musa) arkasındaki sözlüğe bakıyorum. Orada iki farklı yazımla verilmiş, iki farklı ziya olduğunu görüyorum. Biri ziya’ (zayi olma, kaybolma), diğeri de metindeki gibi ziyâ (ışık, aydınlık). Demek metindeki tashih hatası imiş gerçekten. “Zayi olma” anlamına gelen bir ziya’ kelimesi de varmış demek. Kutlular Ağabeye “Kelimenin sonundaki kesme işaretini metine basmamışlar. Yanlış yazılmış metine” diyorum. “Biz bu tashih hatalarıyla yıllardır baş edemedik” diyor ve ekliyor “Aferin, işte böyle müdakkik olmak, dikkatle okumak lâzım.”
İşin kötüsü, insanın müracaat için ilk aklına gelebilecek her üç sözlükte de sadece ziyâ vardı, ziya’ yoktu. Bunun üzerine eve dönünce Osmanlıca Kamus-ı Türkî ve Ahtar-ı Kebîr adlı lügatlara baktım. Bu Osmanlıca basım sözlüklerde kelimenin hem sonu ayın harfiyle (dat-ya-elif-ayın) biten şekli vardı, hem de sonu hemze ile (dat-ya-elif-hemze) biten biçimi mevcuttu.
Beni aylarca uğraştıran metinde, anlatım kusuru yokmuş meğer. Ama işin tuhafı, yıllardır bu kelime “ziyâ” diye basılmış. Ziyâ da ışık demek. Kim sözlüğe bakma gereği duyar ki? Kaldı ki baksan ne yazar? Hangi sözlüğe baksan Ziya kelimesi, ışık, aydınlık diye mânâlandırılmış.
Daha sonra İndeksli yeni 2005 İstanbul basımı Yeni Asya Neşriyat’ın Şuâlar’ı elime geçti. Bu kitapta ise kelimenin şapkasız ve “ı” ile zıya diye yazıldığını ve lügatinde de “kaybolma, zayi oluş, zarar görme” şeklinde anlamlandırıldığını görünce, bu kez lügatlarda zıya maddesini aradım. Bu kez her üç lügatta da zıyâ’ (dat-ya-elif-ayın) yazımıyla kelimeyi buldum. Demek doğru yazımı “ı” ile zıyâ’ imiş. Fakat 1958’den bu yana hiçbir risâlede zıya’ şeklinde geçmiyor. Hep tashih hatası var. Sadece 2005 basımı Şuâlar’da kelime doğru yazılmış. İşin garibi Yeni Asya Neşriyat 2005 basımı indeksli yeni Asa-yı Musa’da da aynı kelime gene hatalı olarak “i” ile ziya şeklinde geçiyor.
Bu olay, anlatım kusuru gibi görüp de bilgisayarıma not aldığım cümlelere hem yenilerini ilâve etme hususunda bana gayret verdi, hem de kusur gibi görünen cümlelere bilmem kaç yüzüncü defa dönmem gerektiğini. Böyle bir çalışma yapmamış olsaydım, 1958 Baskılı Meyve Risâlesinden tut, 2005 basımı Asa-yı Musa’ya kadar pek çok risâlede bu kelimenin hatalı basıldığını fark etmeyecektim. Bu durum, hatalı gibi duran cümleler üzerinde tekrar be tekrar kafa patlatmak gerektiği hususunda bana kanaat verdi. Böyle, bilmem kaçıncı tekrar ve uğraşma sonunda fark ettiğim, Hüve Nüktesindeki kusur gibi görünen bir cümle hakkında düşüncelerimizi de yarınki yazımıza bırakalım.
|