Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Eve dönüş yolu



Dünyayı alt/üst eden hadiseler yaşanırken, ‘gündem dışı’ konuları ‘gündem’e taşımak belki ‘garip’ karşılanabilir, ama her şeye rağmen hayat devam ettiğine göre, ‘gerçekler’i dile getirmek ve tekrarlamakta bir mahzur olmasa gerek.

“İfsat komiteleri”nin kurduğu tuzaklardan biri de ‘kadın’ı ‘iş hayatı’nın içine sürüklemiş olmaktır. ‘Kadın haklarını savunma’ adı altında yapılan faaliyetler, genellikle kadınları yaralayan, inciten ve onların ‘fıtrat’ına aykırı hareketlerdir. ‘Eşitlik’ adına yapılanlardan en çok zarar görenler de maalesef yine kadınlar oluyor…

İstisnaları bir yana bırakırsak, ‘kadın’ın en rahat ettiği yer ‘yuva’sıdır. Aile ve toplum hayatının huzurlu bir şekilde devam edebilmesi büyük ölçüde buna bağlıdır. Ancak son yıllarda ortaya konulan politikalar sebebiyle kadınlar ‘iş hayatına’ atılmış ve ‘huzur’ ararken ‘sıkıntı’larla karşılaşmışlardır.

‘Fıtrat’ı seslendiren beyanlar/gerçekler bazılarını rahatsız etse de vakıa budur. Şükür ki, bu gerçekleri ifade eden ‘yabancı’lar ve hem de ‘hanım’lar da çıkıyor.

Alman ARD televizyon kanalının ünlü haber spikeri Eva Herman bu isimlerden sadece biri. Eva Herman, kadınların erkeklerle rekabete girmesinin toplumu ayakta tutan dinamikleri sarstığı görüşlerine de yer verdiği bir kitap yazmış ve bu durum haliyle ‘ifsat komiteleri’ni rahatsız etmiş. Daha önce de Almanya’nın ciddî siyasî dergilerinden Cicero’ya ‘Özgürleşme, yoksa bir yanılgı mı?’ başlıklı makale yazdığı ifade edilen bayan Herman, yeni kitabında da benzer görüşlerini cesaretle seslendirmiş. Ünlü spiker, görüşlerini şöyle dile getirmiş: “Doğurganlığıyla aileyi ayakta tutacak temel unsur kadındır. Kendi doğal rollerini bırakıp erkeklerle rekabete girişen kadınlar hiçbir alanda tam başarı sağlayamıyor. Kadının bir şeyler öğrenmesi, eğitim görmesi ve evinin dışında görevler üstlenmesi tabiî ki normal, ancak belli bir ölçüyü korumak kaydıyla.” (Zaman, 14 Ağustos 2006)

Herman’a destek veren Alman aktris Uschi Glas da şöyle demiş: “Kadın ve aileye verilen destek arttırılmalı. Normal kadınlar bir koltuğun altına kaç karpuz sığdıracaklarını bilemedikleri için debelenip duruyor.”

“Kadının sosyal hayattaki yeri”nin tartışılması dün de vardı, yarın da devam edecek. Ancak bu tartışmada ‘fıtrat’ın galip geleceğini söyleyebiliriz…

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ateşi kesmeyen BM kararı



BM, İsrail’in bir aylık Lübnan işgali ve katliâmından sonra nihayet ateşkes kararı alabildi. Bombaların, misketlerin ve tahrip gücü yüksek İsrail füzelerinin yerle bir ettiği Lübnan’ın yaşanmaz hale gelmesini seyredercesine gecikerek karar verdi.

İsrail, karara rağmen resmî ateşkes saatine kadar savaşı derinleştirerek sürdürdü. ABD’nin iştirakçisi olduğu, İngiltere’nin destek verdiği bu kirli savaş; ilk aşamada yıkım altında enkaza terk ettiği Lübnan’ı ateşten korumaya yönelik BM kararı alsa da, ne kadar insânî ve barışa katkı yapacağını hep beraber göreceğiz.

Mazlumla zalimi, ölenle öldüreni ve işgal edenle mülteciyi birbirinden ayırt etmeyen ve bunu beyana dökmeyen ateşkes kararını, çürümüş vicdanların yeni bir atraksiyon planı olarak görebiliriz.

34. güne giren savaşın ağır bilânçosu tam bir vahşeti gözler önüne seriyor. Üçte birinin 12 yaşın altındaki

çocuklardan oluştuğu 1200’ye varan sivilin ölümü yanı sıra 4000’e yakın yaralı, kullanılamaz hale gelen 630 kilometre karayolu, 23 benzin istasyonu, 145 köprü, 7000’den fazla ev ve 1000 civarında işyeri imha edilmiş durumda.

Enkaz altından çıkarılamayan cesetler veya ulaşılamayan noktalar ile henüz kayıtlara geçememiş yıkımlar da işin cabası. “Ortadoğu’nun Paris’i” olarak nitelenen ve 2000 yılından bu yana 18 yıllık savaş yaralarını sarmaya çalışan Lübnan, özellikle Beyrut, eski travmalarına geri döndü.

Altyapısı tamamen çöktü, turizmi ve ekonomik hayatı hepten göçtü. Halk perişan ve çaresiz. Yardım konvoyları bile zalim İsrail tarafından engellendi. Tam bir soykırım yaşandı. Hem de soykırıma maruz kaldıklarını söyleyen fesat İsrailoğullarının yeniden yaşattıkları bir acımasızlıkla.

İlk belirlemelere göre Lübnan’ın mevcut hasarı 6500 milyar dolar. Bunun psikolojik tahribi, işsizlik ve inşâ aşamalarında yaşanacak belirsizlikler ile kaynak temininde karşılaşılacak sıkıntıların izdüşümü ise bir medeniyetin, ülkenin ve insanlığın zihinlerde silinmeyecek bir gadre maruz bırakılmasıdır.

Basınımızın birinci sayfalara taşımakta zorlandığı bu savaş görüntülerini ve tel’in yorumlarını manşetten vermeyi ve canlı tutmayı kararlı bir şekilde yürüten Radikal’i tebrik ediyorum. İslâmî basının hassasiyeti dışında diğer basın kısmen duyarlı kaldı. Yeni Asya farkını söylemeye gerek yok.

“İtham ediyoruz” diyen aydınlar grubunu da kutlamak gerek. İnsanların tahrip gördüğü, örselendiği, ruhunun incitildiği, canına kıyıldığı ve emperyalist güçlerin vurdumduymaz senaryolarına kurban edildiği bir bölgede, sivil organizasyonların tepkilerine çok ihtiyaç var.

Uluslar arası kamuoyu desteği maalesef cılız kalmıştır. İslâm dünyası, rahatını bozacak bir çıkışı hâlâ yakalayamadı. Caydırıcı olan Hizbullah ve arka plan İran ve Suriye’yi hedef alan İsrail’in Lübnanlı çocuklar üzerinden kana susamışlığı ve bir sonraki strateji planlarını devreye sokması, ileriki günlerde bölgenin rahatlamayacağının işaretlerini veriyor.

Ateşkese göre; Hizbullah saldırılarına, İsrail ise “Hücuma yönelik askerî operasyonlarına” son verecek. Lübnan’ın güneyine 15 bin Lübnan askeri konuşlandırılacak. İsrail’in güneyden çekilmesi ile paralel BM geçici barış gücü (UNIFIL) yerleşecek. İşgal altındaki Şebaa çiftlikleri de dahil sınırların çizilmesine dair teklifler geliştirilecek. Milis kuvvetleri, özellikle Hizbullah bu bölgedeki mevzilerini ve gücünü Lübnan askerlerine bırakacak.

İnsaf ve adalet ölçüleri tartışılır bu ateşkes kararını, Lübnan hükümeti kabul etti. Buna rağmen İsrail fırsattan istifade karardan birkaç saat sonra havadan ve karadan sınırları geçip 30 km kuzeydeki Litani şehrini hedef aldı. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Bush’u arayıp, İsrail haklarını koruduğu için teşekkür etti.

Bu şekliyle, barış gücünün İsrail’i korumaya yönelik olduğu, İsrail’in Hizbullah’a saldırıda bulunmasını ve kendine özgü savunma refleksiyle yeni saldırılara geçmesini engellemediği görülmektedir.

Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora, BM kararının ülkesinin çıkarına olduğunu belirtse de, Dışişleri Bakanı Tarık Mitri savaşın biteceğinden endişeli. Mitri, “Bir tarafa ateş kesmeme hakkı veren ateşkes, ateşkes değildir. İsrail’in hücum ile savunma ayırımından emin değiliz” diyor.

Ateşkes bekleyen De Soto bile İsrail’in savunma hakkından dem vuruyor. Binlerce savunmasız ve milyonlarca mülteci konumundaki Lübnanlılardan bîhabermiş gibi söylüyor.

İnsanlık dramının Irak’la başlayıp, Afganistan’la devam eden ve Filistin’de müzminleşip Lübnan’da tekrarlanan sahneleri karşısında; bölgenin sağduyu sesinin demokratik tepki ile savunma gücünü arttırmasını bekleyeceğiz.

Zulümle abad olanın yaşayamayacağını biliyoruz. Umalım bu gecikmesin. Derin acının ateşi, BM kararları gibi buharlaşacağa benzemiyor. Soğuğun şiddeti, suyu donduracaktır bir gün.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Samimiyet ve ciddiyet



Önemsenen her iş samimiyet ve ciddiyet ister. Samimiyet ve ciddiyet sahibine güvenilir, inanılır.

Güçlü, büyük, önemli dâvâ ve hakikatlerin ise, o ölçüde samimiyet ve ciddiyete ihtiyacı vardır.

Her söz ve halinde bu özellikleri açıkça görülen Allah Resûlünün (asm), halka hitap ederken gözlerinin kızardığını, sesini yükselttiğini söyleyen Sahabe, onun sanki orduya sabah-akşam karşılaşabileceği bir tehlikeyi haber veriyormuşcasına ciddileştiğini söyler. (Tabakat, 1:376)

Herbiri bir inci ve elmas olan Allah Resûlünün (asm) sözleri, hayatı derleyip toparlayan, çekip çeviren, istikamet kazandıran ne kadar önemli, hayat verici hakikatlerdir. O (asm), bütün ciddiyetiyle sözlerini söyler, can kulağıyla dinleyen sahabeler de onları ruh ve hayatlarına nakşederlerdi. Ve bunlar bir ömür boyu vazgeçilmez hayat prensipleri olurlardı.

Onun bütün samimiyet ve ciddiyetle ele aldığı meseleler hemen akıl, ruh ve kalplerde makes bulur, Ay-vârî onlardan da başkalarına yansırdı. “Yanmayan yakamaz” hakikatinin canlı şahitleri olurlardı. Onun lisanından süzülen, “Kim Allah’la kendi arasındaki hususlarda samimi ve dürüst davranırsa ve bunu sırf Allah rızası için yaparsa, bu onun için dünyada şeref ve ölümden sonra da en muhtaç olacağı bir azık olur” hakikati onları samimiyete, dürüstlüğe ve rıza-i İlâhîye koştururdu.

Onların Allah’la araları iyidir, işlerini düzgün yaparlar ve Allah da onların diğer insanlarla olan işlerini düzeltirdi.

O Yüce Resûl (asm), dâvâsında öylesine samimiydi ki onun lisanından Kur’ân âyetlerini dinleyen cinler “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete sevk eden bir Kur’ân dinledik ve hemen iman ettik” (Cin Sûresi, 1-2) demekten kendilerini alamamışlardı.

Onun Allah’a dayanıp bütün samimiyet ve ciddiyetle sunduğu hakikatler, kısaca hep doğru yola sevk eden ve hayret veren hakikatlerdi!

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dinde aşırılık yoktur -1



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “Câmiü’s-Sağîr’de Peygamber Efendimizin (asm) ‘Dinde aşırı gitmekten sakının. Çünkü sizden öncekiler dinde aşırı gitmekle helâk oldular’1 buyurduğu yazıyor. Bu hadisi açıklar mısınız?”

Dinde orta yol, kolaylık yolu, itidal yolu, güç yetirilebilecek yol emredilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), “Orta yolu size tavsiye ederim. Çünkü her kim çok ince eleyip sık dokumaya kalkarsa din onu yener” buyurmuştur.2

Nitekim “Biz Kur’ân’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik”3 buyuran Kur’ân, diğer bir âyetinde; “Allah size kolaylık diler; zorluk dilemez”4 buyurur. Bedîüzzaman hazretleri de; “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez”5 âyetlerinin sırrınca dinde teklif-i mâlâyutak (kişinin yapamayacağı şeyi ona yükleme) olmadığına dikkat çekiyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bu âyetleri, şu hadisiyle tefsir eder: “Din kolaylıktır. Asla kimsenin dine gücü yetmez. Her şeye güç yetireceğim diyen, mağlup olur. O halde doğru olanı takip edin ve orta yolu elden bırakmayın. Yapabileceğinizi ve devam edebileceğinizi yapın. Müjdeleyin ve imrendirin. Kolaylaştırın. İbadet ve çalışmalarınıza sabahları, öğleden sonraları ve seher vakitleri devam edin. Verimi sağlayın.”6

Dinde aşırı gitmek, hakta sebat etmek demek değildir, takvayı esas tutmak demek değildir, azimet üzere yaşamak demek değildir. Dinde aşırı gitmek, dînin hükümleri arasında denge kurmayarak, daha az öneme sahip emirlerde aşırıya kaçarken, daha çok öneme sahip emirleri ihmal etmek demektir. Yani dengesizliktir. Meselâ nafileler için güç ve takatin ötesinde gayret sarf ederken ve âdeta nafileler için kendini harap ederken,—bu şiddet ve titizlik yüzünden yorgun düşerek—sünnetleri, vacipleri ve hatta farzları ihmal etmek demektir.

Peygamber Efendimiz (asm) geceleri mübarek ayakları şişesiye kadar ibadet yapar, namaz kılardı; tamam. Söz gelişi bir defasında Hazret-i Âişe (ra): “Ya Resûlallah! Neden bu kadar kendini yıpratıyorsun? Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmamış mı?” diye sorduğunda Allah Resûlü (asm): “Allah’a daha çok şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermişlerdi.

Fakat Peygamber Efendimiz (asm) bu ibadeti tahammül sınırları içinde yapıyordu ve hiçbir zaman Onun (asm) bu gece ibadeti sabah namazını–hâşâ—ihmal etmesine de, ailesini ve ev halkını ihmal etmesine de, insanları ihmal etmesine de neden olmazdı. İşte takva da tam burada başlıyordu.

Şimdi bu sünneti ihya edeceğim diye gece nafile namaz kılmaya ağırlık veren birisi, bu yüzden yorgun düşer ve sabah namazını ihmal ederse, eşini ve çocuklarını ihmal ederse, misafirlerini ihmal ederse, sağlığını ihmal ederse dinde aşırı davranmış olur ve sünnet üzere olmuş olmaz.

* Hazret-i Enes (ra) anlatıyor: Peygamber Efendimiz (asm) mescide girdiğinde, iki direk arasında gerilmiş bir ip gördü.

“Bu ip nedir?” diye sordu. Ashab-ı Kiram:

“O ip, Zeynep bint-i Cahş’ındır. Yorulduğu zaman ona tutunur” dediler.

Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm):

“Onu çözünüz. Namazı zevkle kılınız. Yorulduğunuz zaman da yatıp uyuyunuz” buyurdu.7

* Hazret-i Âişe (ra) anlatmıştır: Yanımda sohbet ettiğim bir kadın vardı. Resûlullah (asm) odama girince;

“Bu kimdir?” buyurdu. Ben:

“Falan kadındır” dedim ve kadının namazlarından bahsetmeye başladım. Nihâyet Resûl-i Ekrem (asm):

“Yeter!” dedi. “Güç yetirebildiğiniz kadar yapın. Allah’a and olsun ki, Cenâb-ı Hak sevap vermekten usanmaz; nihayet siz yapmaktan usanırsınız.”8

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/1582; 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/2706; 3- Tâhâ Sûresi, 20/2; 4- Bakara Sûresi, 2/185; 5- Bakınız: Bakara Sûresi, 2/286; Talak Sûresi, 65/7; En’am Sûresi, 6/152; A’râf Sûresi, 7/42; Mü’minûn Sûresi, 23/62; 6- Nesâî, Îmân, 28; 7- Nevevî, R. Sâlihîn, 146; 8- Nevevî, R. Sâlihîn, 142.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalbin asıl fonksiyonu



Yaratılan her varlığın, her uzvun, hattâ her hücrenin bir asıl, bir çok tâlî gaye, fonksiyon ve işlevleri vardır. Meselâ, sosyoloji, evin inşâ edilmesinin ana gayesini, “emniyet içinde barınmak” şeklinde açıklar. Bunun yanında, evde başka işler de yaparız: Misafir kabul eder, toplantılar yapar, bir bölümünü iş yerine çevirip herhangi bir şey üretebiliriz.

Elbette yaratılışın zirvesine çıkarılan insanın yaratılıp dünyaya gönderilişinin pekçok gayeleri, hikmetleri, sebepleri olmalıdır. Asıl ve en büyük gayesi üç şıkta incelenir: Allah’a iman, marifetullah (Allah’ı bilmek) ve muhabbetullah (Allah’ı sevmek).1

Allah’a iman: Allah’ın varlık ve birliğini aklî, naklî, ilmî, duygusal, kalbî, vicdânî delillere dayanarak anlama ve kabul etme. Mârifetullah ise, Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla bilme, tanıma, eşyanın hakikatini anlamaya çalışmaktır. Mârifet: Bilginin, Kur’ân’ın açtığı ufuk ve sistem içinde idraki; yüce Yaratıcı’nın hikmetleri çerçevesinde anlaşılıp mütâlaa edilmesi; eserden müessire; fiilden fâile, sanattan sanatkâra, Allah’ın isim ve sıfatlarının tanınıp anlaşılmasıdır.

Allah’ın (cc) Zâtı’nı değil; ancak isim ve sıfatlarının tecellîlerini, yani yansımalarını müşahede edebiliriz. Tecellîleri de, kâinat, eşya, rûh ve bedenimizde tezahür etmekte, yansımakta, görünmektedir. Bütün fen ve sosyal ilimler de mârifetullahtan çıkar. Çünkü, herbir ilim, her fen, Esmâ-i Hüsnâ’dan (Allah’ın en güzel isim ve sıfatlarından) birisine dayanır.

Bir sanatkârı; tek eserini görmekle, “Tanıyorum” diyebilir miyiz? Sanatının incelikleri, sâir konulara vukûfiyeti, ilmî dirayeti, maddî-mânevî gücü, ne kadar zamanda hangi işleri ne kadar dakik, estetik yapabildiği gibi detaylı bilgiler, onu tanıma, mârifet derecemizi gösterir.

Elbette kâinattın sanatkârı, kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.2 Eğer, sonsuz Kadir-i Mutlak, bütün isim ve sıfatlarıyla tanınmazsa, o marifet nakıstır, iman zayıftır.

Padişah, iktidar, hükümet ve yöneticiyi dirayet, kabiliyet, güç, merhamet ve sâir özellikleriyle ne kadar tanırsak, o oranda da kabul ederiz. Ne nisbette kabul edersek; emir, kanun ve düzene o kadar itaat eder, yasakladıklarından da o ölçüde sakınırız. Dolayısıyla, mârifetullahda aldığımız mesafe; dayanak noktasının sağlamlığını; bu da rûh ve beden dengesiyle uyumunu sağlar.

Mârifetullah, aynı zamanda hayat ilmidir. Allah’ın tabiata koyduğu kanunları öğrenirsek; kâinatın çarkları ve hâdiseleri arasında ezilmekten de kurtuluruz.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 218.,

2- Mesnevî-i Nuriye, 102.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Liselerde zaman kaybı



Bu yıl lise son sınıfta okuyanlar, "3 yıllık sistem"in son mezunları olacak. Bu okullarımız—istisnalar dışında—seneye hiç mezun veremeyecek. Çünkü, geçen sene 4 yıla çıkarılmış olan liselerden ilk mezuniyet vakıası, ancak 2009 yılında mümkün olacak.

Böylelikle, 2008 yılı itibariyle kısmen önlenen üniversite kapılarındaki yığılma, bir sene sonra tekrar eski haline dönmüş olacak.

Dolayısıyla, liseleri dört yıla çıkarmanın, bu geçici rahatlamanın dışında ciddiye alınacak başkaca bir faydasının olmadığını söylemek mümkün.

Öte yandan, bu yeni uygulamanın zararı ise, saymakla bitmeyecek kadar çok.

Evvelâ, ortada ürkütücü boyutta bir zaman kaybı yaşanacak ki, insan bunun nasıl bir yekûn teşkil ettiğini dahi düşünmek istemiyor. Sayıları milyonları aşan genç nüfusun her bir ferdi için, bir bakıma boşa harcanan bir yıllık zamanını düşünün ve ona göre kaba taslak bir hesap çıkarın.

"Bir nevi boşa harcanan" diyoruz; zira, bunlar meslekî değil, "düz lise"ler...

Meslek liseleri için, bir yıllık sürenin büyük önemi var, değeri var. Meslekte, sanatta bir pekişme söz konusu olabilir. Dolayısıyla, bunlar 3 yıl yerine 5 yıl da olsa, yine gam değil. Hiç olmazsa, mezuniyetten sonra iş bulma, meslek sahibi olma imkânı artar.

Ancak, düz liseler için durum farklı. 3 yıl veya 5 yıl sürmesi, netice itibariyle fazla bir şey değiştirmez. Çünkü, öncelikli hedef, üniversiteye giriştir. Bu okullarda eğitim süresinin 4 yıla çıkartılması, üniversiteye girişi sadece bir yıllık geciktirmiş olur, o kadar. Yani, pratikte zaman kaybından başka bir şeye yaramıyor.

Ha, teorik planda bu dört yıllık müfredatın da birtakım faydaları düşünülmüş olabilir. Ancak, hadiseye yaşanan hayatın açık penceresinden bakıldığında, gerçeğin hiç de teorik plandaki gibi olmadığı ve öyle görünmediği anlaşılıyor.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, öncelikli sıkıntı ve hatta israf, yaşanan zaman kaybıdır. Diğer dezavantajları ise, şu şekilde sıralamak mümkün:

Aileler, artan okul masraflarına takat getiremiyor. Bilhassa özel okullar, kolejler, pekçok aile için artık hayal ötesi haline gelmiş durumda.

Çocuğunun bir an evvel okulunu bitirip hayata atılmasını veya üniversiteye girmesini dört gözle bekleyen aileler, böylelikle bellerini büken okul masraflarına bir tam yıl daha katlanmak zorunda.

Üç yıllık liseyi bitirip de üniversiteye giremeyenler, zorlamalı da olsa, bir işe girmeye veya bir mesleğe tutunmaya çalışıyordu. Mezuniyetlerinin bir yıl daha gecikmesiyle, bu cihetten de ciddî bir sıkıntının yaşanacağı muhakkaktır. Zira, yaş ilerledikçe, yeni bir işe veya yeni bir mesleğe yönelmek de zorlaşıyor, insana ağır gelmeye başlıyor.

İşte bu durumda, maalesef tehlikeli bir sosyal vak'a ile karşı karşıya gelme ihtimali kuvvet kazanıyor: Dört yıllık liseden mezun olduğu halde üniversiteye giremeyen—ki, zaten kontenjan sınırı var—ve bir iş/meslek sahibi de olamayan gençlik kesimi, muzır çetelerin, karanlık odakların boy hedefi veya potansiyel sermayesi haline gelebilir.

Bu durumda yapılacak veya yapılması gereken şudur: Tıpkı, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, öğrencilerim, ilköğretim devresinden sonra zevkine, hevesine, kabiliyetine uygun mesleklere, branşlara yönlendirilmesi, başarıda puanlama sistemine geçilmesi ve üniversiteye giriş engelinin de tümüyle ortadan kaldırılması, en ideal yöntem olsa gerektir.

Teşekkür

Köyümüz ilk kez bir bakan gördü

Tek muhtarlığa bağlı yedi mahalleli Yedibölük, doğup büyüdüğümüz köyün sonraki ismi. Eski ismi Müşritan. Batman'ın Kozluk ilçesine bağlı bir dağ köyü. İlçeye uzaklığı 15 kilometre, vilâyet merkezine uzaklığı ise 75 kilometredir.

Taze haber aldık ki, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, geçtiğimiz Pazar günü köyümüzü ziyaret etmiş.

Bakan Çelik'in köyümüze geliş sebebi, bir taziye ziyareti. Aslen köylümüz olan Van Millî Eğitim Müdürü'nün trafik kazasında vefat eden ağabeyi Bahattin Yıldız'ın taziyesi için köyümüze gelen Bakan Çelik, ayrıca bizim de oradan mezun olduğumuz köy okulunu da ziyaret ederek, bazı incelemelerde bulunmuş.

Bakan Bey, bir bakmış ki kırk yıllık okul binasının hali harap. Kapılar, pencereler kırılmış, dökülmüş durumda. Tuvaletlerde ise, kapı diye birşey kalmamış...

Gördüğü manzaradan çok etkilenen Bakan Çelik, hemen onarım talimatını vermiş ve eklemiş: "Aynı durumda olan Batman'daki köy okulları için, bütçeden 500 bin YTL'lik bir ödenek gönderiyorum. Bu parayla derhal onarıma başlayın ve yeni eğitim–öğretim sezonundan evvel bitirmeye çalışın."

Tebrikler, teşekkürler Sayın Bakan: Özellikle başsağlığı ziyareti sebebiyle köyümüze geldiğiniz için; ardından, köyümüz okuluna yardım sözü verdiğiniz ve bu sayede benzer durumdaki diğer köy okulları için de onarım talimatını verdiğiniz için...

Hüseyin Çelik'in ziyaretiyle, köyümüz/köylümüz, ilk defa bir bakanla müşerref oldu. Bu da, bizim için memnuniyet verici bir gelişme.

Bakanın ziyaretinden sonra, bazı köylülerimizle görüştük. Müessif kaza sebebiyle, elbette ki ziyadesiyle üzülmüşler; ancak, Bakan Beyin taziye ziyaretinden ve köyün okuluna olan ilgisinden dolayı çok da memnun olmuşlar. Bizim vasıtamızla, onlar da tebrik ve teşekkürlerini bildiriyorlar.

NOT: Bu arada, taziyede bulunmak için telefon numarası isteyen çok sayıda okuyucumuz oldu. Hemen ifade edelim, Telekom tarafından köydeki "taziye evi"ne direkt bağlanan bir telefon hattı kuruldu. Numarası da şudur: 0488–433 20 08

Günün Tarihi

Asırlara hükmeden mürşid: Hacı Bektâş-ı Velî

16 Ağustos 1171: Bir rivâyete göre, Hacı Bektâş-ı Velînin vefâtı. (Kırşehir’de Anma Günü)

Doğum ve ölüm tarihi ile vefât şekli hakkında farklı kayıtlar ve rivâyetler bulunan bu veli zât, Bektâşî Tarîkatının kurucusu olarak bilinir. (Bir rivâyete göre, vefat tarihi 1338'dir.)

Doğum yeri Horasan’ın Nişabur şehridir. Osmanlı Beyliğinin kuruluşu yıllarında yaşadı. Asıl ismi Muhammed bin İbrahim Atâ olup, lâkabı Hacı Bektâş’tır. Seyyidler neslindendir; soyu Hazret-i Ali’ye dayanmaktadır. Makâlât isimli Arapça bir eserin sahibidir. Türbesinin bulunduğu Kırşehir’e bağlı kasabaya Hacıbektaş ismi verilmiştir.

Hacı Bektâş-ı Velî, bir rivâyete göre henüz genç yaşta olan Osman Gazi ile de görüşüp sohbet etti. Yeniçeri askerî teşkilâtı kurulması için duâda bulundu. Onlara İslâm terbiyesinden ayrılmamaları için nasihat etti. Böylece, ordunun mânevî pîri oldu. Asırlarca Osmanlı ordusunun pîri, üstadı ve mânevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, yeniçerilerin, sulh ve savaş zamanlarında tâlim, terbiye ve kahramanlıklarına kuvvetli bir dayanak teşkil etti.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Doğumuyla birlikte iktidara taşınan bir parti...



Kuruluşunun altıncı ayında iktidar olma şansını elde eden AKP, Anayasayı değiştirecek çapta bir ezici çoğunluğu elde etmesine rağmen, bu fırsatı iyi değerlendirebildi mi?

En büyük başarısı kendisini tek başına iktidara taşıyan kriz şartlarından ülkeyi çıkarması oldu. Ekonomik ve siyasî krizden söz edilmiyor bugün. Peki bunu tek başına AKP kadroları mı sağladı? Hayır. Millet AKP’ye siyasî iktidarların sihirli değneği olacak bir sayıda Meclis çoğunluğu teslim etti.

Küçük çaplı dalgalanmalara ve askerle kavgaya tutuşturma çabalarına rağmen istikrara zarar verecek davranışlardan uzak durdu AKP iktidarı.

Hem de öyle ki, işi cumhuriyet tarihinde vaki olmayan teamüller icat ederek, YAŞ toplantısı öncesinde Genelkurmay Başkanı atamaya kadar vardırdı.

Ekonomik ve siyasî istikrarsızlığın ağır faturalarını ödemiş bir ülke olarak iktidarın, kendini her iki istikrarın korunmasından sorumlu görmesi yerinde bir davranıştı.

Bu açıdan kaybolan yılların telafisi oldu. Hasta yatağından yönetilen bir ülkeden, bölgenin dinamik güçlerinden biri haline geldi Türkiye.

Son cümlenin Başbakan’ın icraatın içinden konuşmalarını andırdığının farkındayım. Zaten seçerek kullandım onu. Başbakan Tayyip Erdoğan da artık bilmeli ki, halk geçmişte değil, bugün de yaşıyor. Kriz dönemine ilişkin kıyaslamalar, artık bir anlam ifade etmemeye, hatta sıkmaya bile başladı.

Kitlelerde metal yorgunluğuna benzer bir AKP yorgunluğu hissedilmeye başlandı. Bir alternatif arayışı hissettiriyor kendini.

Karnesinde başarılı icraatlar da olsa, AKP, bir süredir duble yollardan sorumlu bir iktidar görüntüsü çizmekten öteye geçemiyor. Kitlelere heyecan veren ve umut dağıtan görüntüsünden çıkıp, iktidar hantallığına bürünüyor.

Bir isyan havasında bıkmışlık ya da 3 Kasım seçimleri öncesindeki gibi ızdırap seviyesinde bir alternatif arayışı yok, ama kitlelerin kafasında küçük arayışlar için arzular uyanmaya başladı.

AKP’ye karşı alternatif oluşturacak bir lider ya da siyasî hareket henüz oluşmadı, 3 Kasım öncesi AKP’yi iktidara taşıyan şartlar henüz oluşmadı, ancak çiftçiler de ve memurda iktidara güvensizlik artıyor, arayışlar başladı. Buğday fiyatları yerinde sayarken, canlı hayvan birkaç yıl öncesinin fiyatlarının gerisine düşerken, mazottaki artış çiftçiyi, resmî enflasyon rakamlarına göre yapılan maaş artışları da memuru AKP’ye karşı harekete geçiriyor.

2007 yılında yapılacak olan seçimlerde çok farklı şartlarla yüz yüze kalacak Türkiye. Belki bir dönem daha istikrarı koruma açısından AKP’yi tercih edecek halkımız. Ancak bu alternatif arayışlarının başladığı ve 1999 seçimlerinde Ecevit’i, 2002 seçimlerinde ise AKP’yi iktidara taşıyan rüzgârın bir iki ay içerisinde oluştuğu gerçeğini görmemize engel değil.

Ne denli gerçek, ya da pembe olursa olsun, Erdoğan’da artık tabloları bir kenara bırakıp, alternatif arayışlarını ciddiye almak durumunda.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Fiyasko



İsrail’in Filistin’e ve ardından Lübnan’a saldırma gerekçesi, birkaç askerinin kaçırılmış olmasıydı. Yaklaşık iki ay süren saldırılarında neredeyse taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadı ve ancak şimdi diyor ki: “Kaçırılan askerlerimize karşı elimizdeki tutuklular için pazarlık masasına oturabiliriz.”

Bunu baştan söyleseydi de, olup bitenlerle hiçbir alâkası olmayan onca masum insan sebepsiz yere vahşice katledilmese ve yılların emeğiyle inşa edilen şehirler, binalar, köprüler, altyapı tesisleri tahrip edilmeseydi!

İsrail Lübnan’a saldırıları başlatırken hedefini Hizbullah’ı çökertmek olarak ilân etmişti.

Ama gelinen nokta İsrail açısından tam bir fiyasko. Haftalarca devam ettirdiği hava bombardımanında istediği sonucu alamazken, akabinde başlattığı kara harekâtında kelimenin tam anlamıyla çuvalladı ve hem asker, hem teçhizat noktasında ağır kayıplar verdi.

Böylece, efsanevî “yenilmezlik” karizmasını fena halde çizdirmiş oldu.

Hizbullah’ı çökertme bahanesiyle gerçekleştirdiği bebek ve sivil katliamları ise İsrail’i insanlığın hür vicdanında bir defa daha mahkûm ettirdi. Zarar içinde zarar...

Şimon Peres, ateşkes öngören BM Güvenlik Konseyi kararı için “Memnunuz, istediğimizi aldık” dese de, gerçek bilanço bu.

Hal böyle olunca, bu mağlûbiyeti ve kayıpları kamufle etmek için İsrail’in yeni taktiklere başvurması, söz gelişi Güney Lübnan’a yerleştirilmesi söz konusu olan “barış gücü”nü yine ABD marifetiyle kendi çıkarları istikametinde yönlendirip kullanmaya çalışması, ondan beklenen bir tavır olsa gerek.

Aynı şekilde, yakıp yıktığı Lübnan’ın yeniden imar ve inşası sürecinde, Musevî sermayesiyle işgören uluslararası şirket ve bankaların parsayı kapması da şaşırtıcı olmamalı.

İşgali takiben Irak’ta yaşanmakta olan süreç bu yönüyle Lübnan’da da tekrarlanabilir.

Dolayısıyla, son saldırılardan kazançlı çıkan/ çıkacak tek kesimin yine silâh tüccarları ve irtibatlı rant çeteleri olduğu ifade edilebilir.

Aslında bu bir fâsit daire. Eskiden beri hep söylenmez mi: Kapitalist-emperyalist sistem ne zaman darboğaza girse, dünyanın bir yerinde savaş çıkararak silâh ticaretini ve savaş sonrası imar-inşa sektörünü canlandırmak suretiyle krizi aşma gibi bir yöntem uygular.

Ortadoğu bu iş için en uygun yerlerden biri, hattâ birincisi. Bakalım bu karanlık çark daha ne vakte kadar dönmeye devam edecek?

Hissedilen o ki, burada da yolun sonu yakın. Zira her bir saldırı ve provokasyon, yol açtığı zincirleme reaksiyonlarla, tertipçilerini biraz daha zora sokuyor. Öyle ki, yürekleri paralayan bebek katliamı görüntüleriyle aynı gün çıkarılan “10 İngiliz yolcu uçağı havada patlatılacaktı” haberi bile “katliamı örtbas” amaçlı bir tezgâh olarak kuşkuyla karşılandı.

Öte yandan, saldırılar BOP adı altında bölgeyi yeniden dizayn etme planlarına da büyük zarar verdi. BOP’a zaten şüpheyle bakılıyordu, bu olaylar işin tuzu biberi oldu, son saldırılarında da İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemeyi sürdüren ABD zaten çökmüş olan projeyi hayata geçirme şansını tamamen yitirdi.

16.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004