|
|
Halil USLU |
DİKKAT, PLÂSTİK İÇİYORUZ! |
|
Asrımızın kolaya veya göze hoş gelen kullandığımız bir çok eşyasında, vücudumuzu tahrip eden maddeler vardır.
Büyük bir vurdumduymazlıkla ve mazide kullandığımız nadide ve sıhhatli mallardan uzaklaşmakla, hastalıklara muhatap olmaktayız. Hastanelerde bu kadar müthiş hastanın artışına vesile olmaktadır. Özellikle plâstik bardak, tabak, çatal, malzemeler ile sıcak içecek-yiyecek tüketimi ciddî olarak terk edilmesi ve Sağlık Bakanlığı’nca üretimine müdahale edilmesi gereken bir konudur. Maliyeti düşürmek ve kâr etmek maksadıyla plâstik bardak ve tabak üretildiğine şahit olmaktayız.
Radyo kimyagerlerinin açıklamasına göre 1; bu tür malzeme ile tüketilen 70-90 derece sıcaklığındaki içecek, içinde bulunduğu polimer (plâstik) malzemeyi ısı etkisi ile çözerek, monomerlerine ayırmaktadır. Bu monomerler ise tehlikeli kanserojen malzemelerdir. Köpük bardaklar ise polimer bir malzemedir. Isı müdahalelerine dayanıklılığı yüksek gibi görülse de gözenekli yapısı dolayısıyla 100 derece sıcak sıvılar bu materyalin çözünmesini sağlayabilir. Bu durumda yine monomerik gruplar sıvıya geçecek ve ağız yoluyla bünyeye toksik madde alımı gerçekleşebilecektir. Faydalı olanı, sıcak su ile ilişkiye en az geçme ihtimali olan kâğıt bardaklardır. Özellikle ABD, İngiltere ve Avrupa’da kâğıt bardak yaygın kullanımdadır. Su ve gazlı içeceklerin bulunduğu plâstik şişeler ve suyun dolumunda kullanılacak kaplar ise, yine Sağlık Bakanlığı’nın iznine tabidir ve murakabe edilmelidir.
İnsanlık âlemi olarak en çok kullanılır hale gelen poşet çayların ülkemizde kullanımı hızla artarken sağlık açısından risklerle doludur. O küçük poşeti oluşturan gözenekli malzemenin polimer lifli yapıya sahip olması, sıcaklığa bağlı değişimleri ve en önemlisi metal zımba kullanılmış olması istenmeyen özelliklerdir. Şayet poşeti oluşturan gözenekli, kâğıt hissi veren malzeme “sentetik elyaf veya polimer” muhtevalı bir maddeden yapıldıysa bu sağlık açısından sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Poşet üzerindeki “metal zımba” ise mineral muhtevalı “asidik” sıcak bir sıvı olan çay içinde, normal sürenin üzerinde beklediği zaman çözünmeyle sonuçlanan kimyasal bir etkiye uğrayarak, vücutta metal birikimi söz konusu olacaktır. Vücutta biriken ağır metal iyonları, karaciğer, beyin ve akciğerde çeşitli sorun ve hastalıklara sebep olabilmektedir.
Zararlı bir ikram da kolonyalı mendillerdir. Tesbitlere göre; içindeki alkolün varlığı, çözücü ve bakteri kırıcı temizleyici malzeme görünse de, dikkat edilmesi gereken kolonyalı mendillerin içerdiği alkoldür. Kullanılması yasak olan metanol yani metil alkol’dür. Bu durumda göz, cilt ve burun içi mukoza ve akciğer dokusunda harabiyetle sonuçlanan sağlık riskleri çok muhtemeldir.
Plâstik dünyası sadece insana değil, çevreye de zararlıdır. Plâstiğin tekrar kimyasal işlemden geçirilerek değerlendirilmesi ve elde edilen hammadenin içerdiği kirlilikler bir handikap olarak görülmektedir. Gıda maddesinin kimyasal yapısı ile en az ilişkiye geçen ambalaj, en sağlıklısıdır.
İlim dünyasının tesbitine göre ve özetle çıkış yolu; kullanım alanının her sahasında ve mümkün mertebe kâğıt poşet ve bardak, cam bardak ve camların her nev’îsi ve testiler, toprak ve kalaylı bakır tencereler, kâğıt poşet, sepet ve heybelerdir.
Geçenlerde bir genç bana soruyor “Heybe ne demektir?” diye. Maziden bu şekilde uzaklaştırılmak, maneviyâta yönelen bu emanet vücudumuzda büyük maddî hasarlar husûle getirmektedir. Bu cihetle de büyüklerimizin ve ârif insanların yaşantılarına bakmak mecburiyetindeyiz. O vakit suların da, gıdaların da tatları değişiyor ve leziz bir hâle geliyor. Nerede eğitim?
Dipnotlar: 1- Dr. M.S.Taner, Radyokimyager.
03.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Salâvat-ı Şerife üzerine |
|
İstanbul’dan Akın Akgül: “Salâvat-ı Şerife nasıl getirilir? Önemi ve faziletleri nelerdir? Türkçe açılımını da verebilir misiniz?”
S
evabı ve feyzi aklımıza ve havsalamıza sığmayan sevap ve feyiz kaynaklarımızdan birisi de Peygamber Efendimiz’e (asm) getirdiğimiz salâvatlardır. Bediüzzaman Hazretlerinin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz’in (asm) yüksek makamı, biz günahkâr ümmeti için İlâhî bir sofra hükmündedir. Bize Cenâb-ı Allah’ın dünyada da, ahirette de, mahşerde de lütfettiği bütün ihsanlar, bütün feyizler, bütün nimetler o yüksek sofradan akıyor.
Cenâb-ı Allah ve O’nun sevgili Resûlü Hazret-i Muhammed (asm) bizi o yüksek sofraya dâvet ediyor. İşte bizim Peygamber Efendimiz’e (asm) okuduğumuz salâvatlar, o yüksek sofraya edilen dâvete icabetimizdir.1 Nitekim dâvete icabet edersek, o yüksek sofradan nasibimizi alırız. Bu nasip bizi Allah’ın rızasına ve Cennete ulaştırmaya yeter.
Allah’ın ve meleklerin de salâvat getirdiğini haber veren Kur’ân, salâvat getirmeyi bize de emrediyor: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin” 2
Beşir İbnu Sa’d: “Ey Allah’ın Resulü! Bize Allah Teâlâ Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Şöyle söyleyin: ‘Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kemâ bârekte alâ âl-i İbrahime inneke hamîdun mecîd.” (Meâli: Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in âline rahmet kıl, tıpkı İbrahim’e rahmet kıldığın gibi. Muhammed’i ve Muhammed’in âlini mübarek kıl. Tıpkı İbrahim’in âlini mübarek kıldığın gibi.) 3
Salâvat Peygamber Efendimizin (asm) mübarek ismini işittiğimiz anda kısaca “Aleyhissalatü vesselâm” (Ona salât ve selâm olsun), ya da “Sallallahü Aleyhi Vesellem” (Allahım! Ona salât ve selâm eyle!) ya da “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihî ve sellim.” (Allahım! Efendimiz Muhammede, onun âline ve ashabına salât ve selâm eyle!) cümleleriyle yapılır. Salâvatla ilgili daha başka cümleler de vardır.
Ebû Talha (ra) bildirmiştir ki: “Bir gün Resûlullah (asm), mübarek yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine:
“Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik.
“Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: ‘Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: ‘Sana salâvat okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam ümmetine ikram olarak sana yetmez mi?’” 4
İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salâvat okuyandır.” 5
Hz. İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Yeryüzünde Allah’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını anında bana ulaştırırlar.” 6
Amr İbnu Rabi’a (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Bana salâvat okuyan hiçbir mü’min yoktur ki ona melekler rahmet duâsı etmemiş olsun. Bu, bana salâvat okuduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az, ister çok yapsın!” 7
Ubey İbnu Ka’b (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) gecenin üçte ikisi geçince kalkar ve:
“Ey insanlar! Allah’ı zikredin! Allah’ı zikredin! ‘Sarsıcı’ kesinlikle gelecektir; ‘takipçi’ de onun arkasından gelecektir. Ölüm, içindeki şiddet ve sıkıntılarla gelecek. Öyleyse ahirete hazırlanın!” derdi.
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben sana çok salât okumak istiyorum. Sana ne kadar salât u selâm okuyayım?” dedim. Resulullah (asm):
“Dilediğin kadar!” buyurdular.
“Dörtte bir (yeter mi)?” dedim.
“Dilediğin kadar! Eğer arttırırsan, bu senin için daha hayırlı!” buyurdular.
“Üçte iki!” dedim.
“Dilediğin kadar! Eğer arttırırsan, bu senin için daha iyi!” buyurdular.
“Duâmın tamamını size salât u selâm okumaya ayırayım mı?” dedim.
“Dileklerinin kabul edilmesi ve günahlarının affedilmesi için böyle yap!” buyurdular. 8
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye: 141, 2- Ahzâb Sûresi: 56, 3- Müslim, Salât 65, (405), Kasru’s-Salât 67,(1,165,166); Tirmizî, Tefsir, Ahzâb,(3218); Ebû Dâvut, Salât 183, (980,981); Nesâî, Sehv 49, (3, 45, 46), 4- Nesâî, Sehv 55, (3, 50, 5- Tirmizî, Salât 357, (484, 6- Nesâî, Sehv 46. (3, 43, 7- Kütüb-ü Sitte: 6261, 8- Tirmizî, Kıyamet 24, (2459
03.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kur’ân ispat eder ve ispatı emreder! |
|
Hakikat mesleğinin dayanağı Kur’ân’dır. Kâinat kitabındaki delillere yönlendiren Kur’ân, insanı kendisine çekmez, “Ey akıl sahipleri ibret alınız”1, “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak!”2 şeklinde yüzlerce âyetle ona yönlendirir.
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba imân ediniz”3 diye emretmesinin sebebi nedir? Şâyet, delile dayalı ispat ile tahkikî imân istenmeseydi, “Ey inananlar, imân ediniz!” hitabı malûmu i’lâm olmaz mıydı?
Kur’ân, bizzat, “O mücrimler hoş görmese de Allah kelimeleriyle hakkı ispat eder”4 fermanıyla ispat yolunu nazara verir. Kur’ân en mükemmel irşad ve dâvet kitabı olduğundan; tebliğin temel çerçevesini, “Mü’min kullarıma şunu söyle ki, kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar”5 şeklinde çizer.
Hz. Mûsâ’ya (as), “İşte bu ikisi, Firavun ve ileri gelenlerine karşı Rabbinden sana iki delil, iki ispattır”6 diye verilen “mû’cize belgesi” konuşturulur. Bunun yanında eşya ve varlık adedince delilleri akıl sofrasına serer:
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bu âyetler Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütfu olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”7
Yine bu çerçevede çiçek, sinek, ağaç, balık, kuş, arı, bitki, dağ-taş, hava-su, ay, güneş, yıldızların harika yapılarıyla Allah’ın ilim, hikmet, kudret, azamet, hallâkıyet gibi sonsuz isim ve sıfatları anlatılır:
“Allah size âyetlerini gösteriyor. Allah’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz.”8
Zaten “âyet”, delil demektir. Kur’ân’ın ibâreleri âyet olduğu gibi, yaratılan her şey kevnî bir “âyet”tir:
“İnsanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”9 “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır.”10 “Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan dane çıkardık. İşte onlar bundan yerler.”11
Kur’ân, âyetlerin çoğunun başında ve bitiminde insanlığı vicdana havale ve aklın istişaresine yönlendiriyor: “Bakmazlar mı?”12, “Bakınız”13, “Onlar hiç düşünmezler mi?”14, “Hâlâ düşünmez misiniz?” 15, “Düşününüz”16, “Farkında değiller”17, “Akıllarını kullanırlar”18, “Akıl etmezler”19, “Biliyorlar”20, “Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!”21 vs...
Dipnotlar: 1- Rûm, 50. 2- Haşir, 2. 3- Nisâ, 136. 4- Yûnus, 82 5- İsrâ, 53. 6- Kasas, 32. 7- Gaşiye, 3-6, 13. 8- Mü’min, 81. 9- Gaşiye, 17-20. 10- Zâriyât, 20. 11- Yâsîn, 33. 12- Gaşiye, 17. 13- Âl-i İmrân, 137, Nahl, 37, Ankebût, 20. 14- Nisâ, 82, Muhammed, 24. 15- En’âm 80, Secde, 4. 16- Sebe’, 46. 17- Bakara 9. 18- Ra’d, 4. 19- Mâide, 58. 20- Bakara, 75. 21- Haşir, 2.
03.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kardavi ve Brütüs’leri |
|
Kardavi’nin çağdaş Şiî dailiğine ve tehlikelerine temas eden ve hedef alan El Mısrî el Yevm Gazetesine beyanatının yankıları bitmek bilmiyor. Adeta etki ve tepkileri çığ gibi büyüyor.
Kardavi’nin açıklamalarının Sünnî dünyada yansımalarını iki kategoride özetlemek mümkündür. İhvan’ın da içinde bulunduğu (Suriye İhvanı istisna) ve meseleyi siyasî zaviyeden okuyanlar Kardavi’nin açıklamalarını erken ve en azından zamansız buluyorlar. Önceliğin ve uyarıların İsrail’e teksif edilmesini istiyorlar. İkinci grup ise siyaseti arka plana alıyor ve ilkeleri öne koyuyor ve meseleyi akidevî bir zeminde ele alıyor.
Vahid Abdulmecid gibi yazarların temas ettiği gibi, madalyonun iki yüzü var. Meseleye Muhammed Selim Avva, Fehmi Huveydi, Tarık Bişrî gibi siyasî zaviyeden yaklaşanlar İran’ın gücüne güç katıyorlar. Buna mukabil meseleye prensipler veya Şiî-Sünnî zaviyesinden bakanlar da Vahid Abdülmecid’e göre, Şiî Arapları ülkelerine yabancılaştırıyorlar ve dolayısıyla yine dolaylı olarak İran’ın ekmeğine yağ sürmüş oluyorlar. Dolayısıyla meseleye siyasî öncelik vermek de mezhebî öncelik vermek de kimilerine göre risk unsuru taşıyor.
Aslında iki yaklaşımın da bazı endişeleri beslediği doğrudur. Bundan dolayı aslında İran’ın siyasî veya jeostratejik veya jeopolitik emellerine âlet olmak da sonuçta Şiî eğilimleri güçlendirdiği gibi doğrudan Şiî kitleleri tahrik etmek de benzeri sonuçları doğurabilir. Bıçak sırtı bir durum. Dolayısıyla burada tehlike olan Şiîliğin İran’ın tarihî emellerinin aracı olmasıdır. Kimileri tam bu bağlamda tarihi yeniden hortlatmayalım diyorlar. Halbuki, tarihte kalmak ne kadar yanlışsa tarihi unutmak da o kadar tuzaktır.
Şimon Peres Araplara, ‘Gelin tarihi unutalım ve maziye gömelim’ derken kendileri tarih izi üzerinden binlerce yıl sonra devletlerini kurmuşlardır. Dolayısıyla burada en dakik yaklaşım Muhammed Mehdi Şemseddin gibilerin temsil ettiği yaklaşım idi. Ama Şia içinde bu yaklaşımın sözcüsü kalmadı veya zayıfladı. Bu yaklaşım, Şiileri, Hizb-i İran’dan uzak tutmak olarak tanımlanabilir. Hizb-i İran Şiiliği İran’ın emellerinin hizmetine sokan bir anlayıştır. Sözgelimi, İran Devrimine kadar Irak’lı Şiîler Baas partisinin belkemiğini teşkil ediyorlardı. Sadun Hammadi gibi. Esad’ın da Truva atı olarak kullandığı Suriye Baas’ı gibi. Ama ne zaman İran devrimi kopmuştur ve ardından Şiî kitleler yavaş yavaş aynı zeminde buluştukları Sünnilere yabancılaşmaya başlamışlardır. Şiilik çerçevesinde saflaşmaya başlamışlardır. Bu yabancılaşmanın ikinci kademesi de Hizb-i İran’ın kontrolü altındaki İran’da ikamet eden siyasî Şiî hiziplerin Amerikan tanklarıyla Irak’a dönmeleriyle gerçekleşmiştir. Bilâhare Irak’ta yaşananlar ve ölüm mangaları ve Lübnan’da son olarak Hizbullah’ın Beyrut saldırısı Şiî-Sünnîler arasındaki psikolojik derinliği arttırmıştır. Zaten Kissinger ve Martin Indyk gibiler ABD’nin Irak’ı kontrol edebilmesi için Şiî-Sünnî ihtilâfının körüklemesini ve bilhassa Kissinger, ABD’nin İslâm dünyasının dominant gücünü temsil eden Sünnîliğe karşı İran’ı öne çıkarması gerektiğini tavsiye etmiştir. Çünkü Sünnîlik İslâm âleminin ortak bölenidir.
***
Kardavi’nin açıklamasıya birlikte beliren saflaşmada eski dostları İhvan bile Kardavi’nin Brütüs’ü haline gelmiştir. Mehdi Akif’in yardımcısı Muhammed Habib aynen Vahid Abdulmecid’in tahlilinde söylediği gibi siyasî mülâhazalarla Kardavi’ye karşı çıkmıştır. Bu da Suretani Mutezeddani kitabının yazarı Ebu’l Hasan Nedevi’nin neden Kardavi ile aynı zemini paylaştığını gösterir. Ve yine Nedevî’nin siyaseti öncelememe konusunda İhvan’a nasihatlarını hatırlatır. Kardavi de neden İhvan yerine genel hizmeti öncelediğini anlatırken aynen Nedevî gibi konuşur. İhvan’ın yöntem sapmasına ve doğrudan siyaseti yeğlemesine işaret eder.
Kardavi’nin Brütüs’leri hep siyasî yelpaze içinden çıkarken taraftarları da prensipleri yeğleyenler arasından çıkmıştır. Bu bağlamda, Suud’un parlak davetçilerinden Aiz el Karni ve Selman Avde gibi ‘ılımlı selefiler’ örnek verilebilir. Bununla birlikte, Brütüs’ler münferid kalırken Kardavi’ye kitlesel destek verilmiştir. Müteşeyyi grupların Vatikan’ın İmam-ı Ekber’i diye suçladıkları Muhammed Seyyid Tantavi ‘Şiî-Sünnî kavgası yok’ derken Ezher Âlimler Cephesi tamamen Kardavi’den yana tavır almıştır. Yine Fadlallah’ın Kardavi’yi suçlamasını nakz eder bir biçimde Mısır Vakıflar Bakanı Hamdi Zakzuk da aynen şeyhi gibi konuşmuştur. Yani Şiî dailiği tehlikesini reddetmiştir. Hem Tantavi, hem de Zakzuk liderleri Mübarek’in Arap dünyasında İran cephelerinden bahsettiğini unutmuş görünüyorlar. Son ayrışmada en büyük Brütüs’lerden birisi Kardavi’nin güvenerek yanına ve yakınına aldığı Fehmi Huveydi olmuştur. Şeyhini hedef alan bir yazı kaleme almış: Yanıldın Mevlânâ (olmadı şeyhim). Bunun üzerine Fehmi Huveydi’nin Brütüs’lüğünü hatırlatan yazılar kaleme alınmaya başlanmıştır. Özellikle Hasanzade gibi Hizb-i İran kalemşörlerinin Kardavi’ye Siyonist çocuğu ve Mason evlâdı gibi yakıştırmaları hatırlatılarak ihkak-ı hak adına bu hususlarda Huveydi’nin tek kelâm bile etmediği neredeyse zımnî olarak bu suçlamalara katıldığı nazara verilmiştir. Hatta çok ilginç. Kardavi’yi kral sofralarının konuğu diye küçümseyen kimi Şiî ve müteşeyyiler (Sonradan Şiîleşenler) Katar Şeyhinden Kardavi’yi kovmasını istemişlerdir. Esasen Fehmi Huveydi gibiler kesintili bir biçimde İran devriminden beri teşeyyü dalgasına binmiş, yer yer Hizb-i İran’ın propagandasını yapmaktadır. Sadece Irak’taki ölüm mangalarının ayyuka çıktığı sıralarda işgalciye karşı cihad yerine yatıştırma ve işbirliğini seçen Hizb-i İran’ı zaman zaman eleştirmiştir. Başta Gannuşi de, Fehmi Huveydi çizgisinde olmasına rağmen zamanla Kardavi çizgisiyle bütünleşmiştir.
03.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Türkiye değişiyor: Liderler camide! |
|
Siyasî parti liderlerinin Ramazan Bayramı vesilesiyle yayınladıkları mesajlar, Türkiye’nin değiştiğini gösteriyor.
Elbette sıkıntılar var, ama bu değişimin müsbet yönde olduğunu da ifade etmek lâzım. Türkiye’deki değişime yabancı kalmayan çoğu parti lideri, normal zamanlarda da camiye gidiyor; fakat bazı liderler var ki, her fırsatta camiden uzak durmaya çalıştığı halde sıra bayramlara gelince onlar da caminin yolunu tutuyor. Sadece bayramlarda camiyi hatırlayan liderlere ‘Niçin camiye gittiniz?’ demiyoruz. Camiye gitmeleri sebebiyle onları kutluyor ve her imkân ve fırsatta camiye dâvet ediyoruz.
Pek çok hareketi, dinî temele dayanıyor diye reddeden bu siyasî parti liderleri acaba bayram namazı için gittikleri camide ne düşünüyorlar? Onların sırf bayram namazı için de olsa camiye gitmeleri hangi temele dayanıyor?
Meselâ, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Ramazan Bayramı namazı için gittiği cami çıkışında -siyasî mesajları bir yana- güzel dinî mesajlar verdi. “Güzel dinimizin mesajlarını doğru anlamak ve anlatmak lâzım” şeklinde beyanlarda bulundu ki mütedeyyin insanların bu tesbitlere itiraz etmesi mümkün değildir.
İslâm dini zaten baştan sona “güzel” bir dindir. Bazı insanlar bu güzelliği bilmediği için düşmanlık yapmaya çalışıyor. Hiç iyiliğe, güzelliğe düşmanlık edilir mi?
Siyasî parti liderlerinin camiye gitmesi Türkiye’nin değiştiğini gösteriyor dedik. Doğrudur, çünkü geçmiş yıllarda bir siyasetçinin camiye gitmesi ‘olay’ olurdu. Çünkü kamuoyu yanlış yönde bilgilendirilmiş ve sanki siyasetçilerin camiye gitmesiyle irticanın hortalayacağı kanaati yayılmıştı. Nitekim geçmiş yılların gazete manşetlerine bakanlar bu türdeki yayınları görebilirler. Vatandaş, Türkiye’deki bu müsbet değişimden dolayı memnundur. Bayram vesilesiyle bizi arayan, ömründe CHP’ye oy vermediğini ve vermeyeceğini ifade bir okuyucumuz, CHP Genel Başkanı Baykal’ın cami çıkışı yaptığı konuşmayı beğendiğini ifade etti. “Camiye gitmek, bayram namazı kılmak Baykal’ı değiştirmiş, sakinleştirmiş, yüzüne nur geldiğini gördüm. Keşke her zaman camiye gitse ve sakinleşse. Camiye gitmenin korkunç bir şey olmadığını görse ve camiye gidenleri anlamaya çalışsa” diye temennide bulundu.
İşte, vatandaşın siyasetçiden beklediği tavır bu: İnançlarına saygı. Türkiye’de siyaset yapanların bu saygısı göstermesi gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Bu saygıyı gösteren her zaman ‘duâ’ alır. Gerekli saygıyı göstermeyen ise ne ‘duâ’ ne de ‘destek’ alır.
Ramazan Bayramı vesilesiyle siyasete ve Türkiye’ye gelen sakin havanın devam etmesi en büyük dileğimiz. Bakın, dünya ekonomik buhranla kavrulurken Türkiye’de yine sakin bir atmosfer hakim. Bunda bayram havasının etkisi olsa gerek.
Bir defa daha hatırlatmak isteriz ki, milletimiz siyasetçisini de, bürokratını da yanında, camide görmek istiyor. Oy versin ya da vermesin bunu arzuluyor. Bu arzu ve isteği görmezden gelen siyasetçi her zaman kaybetmeye mahkûmdur.
Tabiî ki çok önemli bir konu da, siyasetçi camiye gitse de camiye siyaseti sokmamalıdır! Oraya giden herkes sırf ibadet kastıyla ve niyetiyle gitmelidir. Aksi niyetlerle camiye gidenler en başta cami cemaatine zarar verir.
Ayırımsız herkes camiye ‘kul’ olarak gidecek, ibadetini yapacak ve yine ‘kul’ olarak oradan ayrılacak. Bunu temin edebildiğimiz ölçüde problemlerimizi de aşabileceğiz.
Camiden ve cemaatten hiç kimse ürkmesin, korkmasın. Korkulması gerekenler varsa onlar camiye uzaktan bakanlar olabilir...
Müsbet yöndeki değişim ve gelişimin bayramdan sonra da devam etmesi duâsıyla...
03.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
IKE’nin açığa çıkardığı hakikat |
|
Allah´a ve O'nun Peygamberler vasıtasıyla insanlığın saadeti için telkin ettiği kurallara isyanın cezası, ekseriyetle felâketlerle verilmiş.
Bu bakış açısıyla Kur´ân´ı Kerîmi okuduğumuzda, isyankârlarla Rabbimiz arasındaki diyalogların mahiyetini daha iyi anlıyoruz. Tarihin ilk hadiselerinden olan meleklerle Hz. Adem Babamız arasındaki imtihandan Kur´ân´ın istikbale yönelik verdiği haberlere kadar, anlatılan her kıssanın bir yönüyle de direkt bize ders verdiğine inanıyoruz.
Kur´ân´da Sebe kavmiyle ilgili bir kıssa var:
“And olsun ki, Sebe kavmi için, yurtlarında Allah´ın kudret ve rahmetine bir delil olmak üzere, sağdan ve soldan onları kuşatan bahçeler vardı. Onlara denildi ki: Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. İşte size hoş bir belde; Rabbiniz ise çok bağışlayıcıdır.
“Fakat onlar şükürden yüz çevirdiler. Biz de onların üzerine şiddetli bir sel gönderdik ve bahçelerini, içinde acı meyveli ağaçlar, meyvesiz bitkiler, biraz da sedir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
“Nankörlükleri yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız?” Sebe (34/15-17)
Bu hadisenin Sebe kavmiyle sınırlı olmadığını daha sonraki zamanlar göstermiş. İsyan ve nankörlükte insanlar cezaya istihkak kesbettiklerinde, Rabbimizin orduları harekete geçmiş. İnsanları ilgilendiren büyük orduları (Hava/rüzgâr, Güneş/ateş, Su ve Toprak) olduğu gibi daha alt tabakalarda da yıldızlardan sivrisinek ve atom parçacıklarına kadar askerlerinin varlığını yine Kur´ân´daki âyetlerden anlıyoruz. Tarihin kaydedebildiği büyük felâketlere (sel, deprem, tufan ve gökten ateşin yağması gibi) Allah´a isyan ve nankörlük adesesinden baktığımızda, helâket olarak görünen o celâlli hadiselerin hakikatte birer “temizlik harekâtı” olduğunu da anlayacağız. Allah´ı inkâr, Ona isyan ve dünyanın takati üzerindeki kötü işlerin kirlettiği coğrafyaların bazan su ile, bazan toprak, bazan rüzgâr ve bazan da ateşle Rabbimizce temizlendiğini kimsecikler inkâr edemez. Yukardaki dört unsurun temizleyici özelliğini zaten herkes kabul ediyor. Bu dört unsurun Allah´ın kudretini temsil eden ordular olduğunu da yine Kur´ân´dan öğreniyoruz:
“Onlar önlerinden ve arkalarından kendilerini kuşatan gökyüzüne ve yeryüzüne bakmazlar mı? Dilesek onları yerin dibine geçirir yahut üzerlerine gökten bir parça düşürürüz. Şüphesiz ki bunda, hakka yönelen her bir kul için deliller vardır.” Sebe (34/9)
Allah´ın, imtihan için yerkürede gezdirdiği insanların, yine Rabbinin ordularınca altı yönden de sarıldığını bilememeleri, belki de en büyük cehaletleridir.
Amerika´da tekniği gasbeden saldırgan dinsizler, bilhassa karadan ve denizden gelen felâketlerin asıl sebebini gizlemek için kasırgalara tufan ve hortumlara çeşitli isimler takarak, o fevkalâde büyük hadiseyi basit göstermeye çalışıyorlar: El-Nino, Rita, Patrick ve IKE… Şu isimlerle o büyük mû'cizelerin üzerini örterek tabiat putunu muhafazaya çalışanlara Rabbimizin müsaadesi de imtihan gereği sınırlı.
Zındıkanın hazırladığı senaryoyu bahane ederek fakir ve mazlûm milletleri yeniden sömüren hırsızları, Allah´ın askerleri münavebe ile yıllardır dövüyor. Amerikan idaresinin bu hırsız ve teröristlerle işbirliği yapmasının cezasını zavallı Amerikan halkı çekiyor. ABD´nin 11 Eylül´den bu yana işgal ettiği coğrafyalardaki maddî kayıplarını ve ilâveten Allah´ın ordularınca verilen zararların toplamını, dünyanın bütün petrolleri de telâfi edemez. Peki, neden Teksas? Hem üretim ve hem de yağmalanan petrollerin depolanma merkezleri orası çünkü…
Rabbimizin tarih boyunca şiddetle cezalandırdığı diğer bir grup ise zulüm ve fuhuş çemberinde isyan edenlerdir. Bilhassa Hz. Lut’un (a.s.) kavminin işlediği fiile gelen cezalar hem imhal edilmiyor ve hem de o pis fiillerle kirletilen coğrafyalar hemencecik temizlettiriliyor.
Tarihin Sodom, Pompei ve Gomore olarak şöhretlendirdiği şehirlerdeki insan ve mülk zayiatını, dinsizlerin üzerlerine attığı sebepler şalından dolayı insanlık kalın harflerle defterine yazamıyor. Amerika´yı vuran ordular, Nuh Tufanına denk tsunami ve dehşetli depremler, netice itibarıyla elbette ki o tarihî şehirleri çok geçer.
IKE ve diğer arkadaşlarının Amerika sahillerinde yaptığı temizliğin mahiyetini tamamen bilemiyoruz, ama eşcinsellerin şehri olan Boliver Yarımadasındaki Gilchist şehrinin, tıpkı tsunamice Tayland kıyılarındaki fuhuş adalarında yapıldığı gibi temizlendiğini gazetelerdeki satır aralarından öğreniyoruz. Rabbimiz bir taraftan IKE ve arkadaşlarına temizlik yaptırıyor, diğer tarftan da Kur’ân’ın mû'cizeliğini tekrar ortaya koyuyor.
03.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|