|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cennet kadınları |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Cennet kadınlarının ve hurilerin özelliklerinden ve birbirine göre üstünlük derecelerinden bahseder misiniz?”
Cennette hurilerin göz kamaştıran bir ihtişam içinde olacakları haber verilmiştir. Bir hadiste bildiriliyor ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Ey Cibril! Allah hurileri nasıl yaratıyor, bana bildirir misin?” diye sordu. Hazret-i Cebrail (asm) bildirdi ki: “Allah hurileri anber ve zaferan ağacından yarattı. Onlar güzel köşklerdedir. Onlardan ilki, çok güzel kokan, bembeyaz ve bütün bedeni saran misktendir.”
Abdullah bin Abbas (ra) der ki: “Allah hurileri ayak parmaklarından dizlerine ve göğüslerine kadar çok güzel kokan miskten, göğüslerinden boynuna kadar göz alıcı anberden, boynundan başına kadar beyaz kâfurdan yaratmıştır. Üzerlerinde gelincik çiçekleri gibi kat kat yetmiş bin elbise vardır. Yürüdüklerinde yüzleri güneşin dünyaya parladığı gibi parlar. Her tarafa aydınlık saçar. Elbisesinin şeffaflığından ötürü cildinden kalbine kadar rahatlıkla görülür. Başında çok güzel kokulu miskten yetmiş bin zülüf vardır. Her zülüfün eteklerini toplayan bir hizmetçi vardır. O hizmetçi şöyle der: ‘İşte bu velilerin elbisesidir. Onların yaptıkları güzel amellerinin mükâfatıdır.’”1
Bediüzzaman Hazretlerine göre, hurilerin kat kat elbise giydikleri halde ciltlerinin görülmesinin hikmeti, bu güzelliklerin insanın dünyada ibadet için, Allah’a kulluk ve itaat için seferber ettiği ve haramdan alı koyduğu bütün duygularına ayrı ayrı mükâfat olarak takdir edilmiş olmasıdır. Öyle ki kendini haramdan alı koyan ve helâl ile yetinen her bir duyguya karşılık Cenâb-ı Allah hurilerde Cennet cinsinden bir güzellik yaratmıştır. Ve insanın ibadet eden, isyan etmeyen ve güzel ahlâkı yaşayan duyguları, hurilerin yetmiş kat elbise giydikleri halde ciltlerine kadar dizilmiş güzellikleriyle ve ziynetleriyle gerçek biçimde mükâfatlandırılır. Her bir elbise Cennetin bir ziynetini üzerinde taşıdığından göz kamaştırıcı biçimde güzeldir. Nitekim Kur’ân, “Orada nefislerin iştiha duyacağı ve gözlerin zevk alacağı her şey vardır”2 âyetiyle buna işaret ediyor.3
Böylesine güzellikte ihtişam içinde olan hurilerle dünya kadınlarının üstünlük derecelerine gelince… Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hurilerden bir topluluk Cennette mahlûkatın duymadığı yüksek bir sesle şöyle seslenirler: ‘Biz ebediyiz. Yok olmayız. Yumuşak kadınlarız. Üzülmeyiz. Üzmeyiz. Allah’ın takdirine razıyız. Kızmayız. Bizimle olacak insana ne mutlu!’”
Hazret-i Âişe (ra) der ki: “Huriler bunu söylediklerinde dünyadan Cenneti hak edip gelmiş mü’mine kadınlar şöyle cevap verirler: ‘Biz namaz kıldık; siz kılmadınız. Biz sadaka verdik; siz vermediniz. Bizim başımıza ne belâlar geldi. Biz türlü türlü imtihandan geçtik; siz geçmediniz.’ Huriler susacaklar. Onlar karşısında konuşmayacaklar. Yenik düşecekler.”4
Şüphesiz dünya kadınlarının kocasına katlanmak, çocuklarına katlanmak, şefkatle çocuklarını himaye etmek, haramdan uzak durmak, nice zor şartlarda takvayı yaşamak, Allah’ın emirlerine itaat etmek, yasaklarından kaçınmak, helâlinden ayrılmamak ve nice zorluklardan geçmek gibi bizzat yaşadıkları ve Allah’ın yardımıyla başardıkları imtihanlar vardır. Sabır, itaat, güzel ahlâk, güzel huyluluk, şefkat, merhamet dünya kadınının Cennet ziynetlerindendir. Bu yüzden dünya gibi bir zor geçitten aşıp gelmiş, imanını ve ahlâkını muhafaza etmiş mü’mine kadınların Cennette hurilerden üstün ve güzel olmaları, onların—tâbir caizse—haklarıdır. Nasıl insanoğlunun imtihan dünyasının zorlukları içinde takvası ve Allah’a itaati onu meleklerin üstüne çıkarabiliyorsa, dünya kadınının keza imtihan dünyasının zorlukları içindeki sabrı, itaati ve takvası da dünya kadınını güzellikte, değerde ve makbuliyette hurilerin üstüne çıkarmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (asm): “Cennet ehlinden olan Âdemoğlunun kadınları, hurilerden yetmiş bin derece üstündür” müjdesi bu üstün dereceye işaret etmektedir.
Hayyan bin Cebele diyor ki: “Dünya kadınlarından Cennete girenlerin hurilerden üstün olmaları, dünyanın zor şartlarında Allah’a itaat etmiş olmalarındandır” demiştir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, kişinin eşini güzel ahlâkı sebebiyle sevmesi ve onu haramlardan koruması halinde, eşinin Cennette hurilerden daha güzel, daha ihtişamlı ve daha cazibedar şekilde ve dünyadaki eski hatıraları da canlandıracak biçimde ebedî dost ve sevgili olarak kendisine tekrar verileceğini haber veriyor.5
Dipnotlar:
1- Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, İmam-ı Şarani, 354 2- Zuhruf Sûresi: 71 3- Sözler, s. 813 4- İmam-ı Şarani, 349 5- Sözler, s. 1056
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Nereden nereye? |
|
Vedâ Haccı esnasındaydı. Resûlullah (asm) kurbanını kesmiş, berberine saçını tıraş ettirmişti! O esnada dökülen saçlarını toplayıp teberrüken gözüne süren bir kişi Hz. Ebû Bekir’in dikkatini çekmiş, bu kişinin Hudeybiye Antlaşması esnasında “Bismillahirrahmanirrahim” ve “Muhammedü’r-Resûlullah” yazılmasına karşı çıkan Süheyl bin Amr olduğunu gördüğünde onu hidayete kavuşturan Rabbine şükretmişti.
İşte bu Hudeybiye Antlaşmasının meyvelerinden biriydi. Hz. Ebû Bekir o anda Müslümanların hikmetini kavrayamayıp mağlûbiyet olarak değerlendirdikleri bu antlaşmayı “en büyük zafer” olarak nitelemişti.
Evet, özellikle onun büyük bir zafer ve fetih olduğu üzerinde durmuş, Halid bin Velid, Amr bin Âs gibi ünlüler hep bu dönemde Müslüman olmuşlardı.
O Süheyl bin Amr ki esir düştüğünde Hz. Ömer’in “İzin ver bana ya Resûlallah, bu adamın dişlerini sökeyim. O ki Kureyş’i hitabetiyle savaşa teşvik ediyordu” dediğinde, “Seni sevindirecek bir makama çıkacağını umuyorum ya Ömer” demişti.
Gerçekten Vedâ Haccında Peygamber sevgisiyle onun saçlarını toplayıp gözlerine süren bu insan, Peygamberimizin (asm) vefâtı esnasında da Mekke’de, Hz. Ebû Bekir’in Medine’de yaptığı konuşmayı yapmış, halkı teskin etmişti.
Demek dünün azılı düşmanı, gün geliyor İslâmın bir numaralı müdâfii oluyordu. Kimin ne olacağı belli olmuyor, Allah Resûlünün (asm) sabır ve kararlılığı sonucunda nice azılılar İslâmın şefkâtli sinesine sığınıyor, Resûlullah’ın (asm) en sevdiği insan haline geliyordu.
Evet, o Yüce Resûl (asm) vahşî ve âdetlerine mutaassıp bir çok kavimden nice kötü âdet ve huyları söküp atıp yerine en güzel ahlâkı yerleştiriyor, en medenî milletlere üstad ediyor, hiçbir zora başvurmaksızın gönül rızasıyla yaptırıyor, kalplerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin eğitmeni ve ruhların sultanı oluyordu.
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Nimetullah AKAY |
Zihniyetler çarpışması |
|
Yaratılan her varlık gibi, insan da maddî cihetiyle büyük ve mükemmel bir san'at eseri olarak yaratılmıştır. Bu büyük eserin maksadına uygun bir şekilde kullanılması, bir cihetle o cesedin emanet olarak verildiği ruh sahibinin, tercih hakkını iyiye kullanması ile mümkün olabilmektedir.
Bir fabrika-i İlâhî olarak da vasıflandırılan vücut binamızın mümkün olduğu kadar iyi duygularla bezenmesi gerekir. Oysa bu fabrikayı konulan kurallar çerçevesinde kullanmayan ve yanlış uygulamalarla ifsad eden cüz’î irade sahipleri, insanlığa en büyük düşmanlığı yapmaktadırlar.
Bildiğiniz gibi, bizim de fıtratımıza derc edilen binlerce duygudan birisi de düşmanlık duygusudur. Bu düşmanlık duygusunu çok kullanmamak ve hatta bu duyguya düşmanlık beslemek tavsiye edilen memduh bir haslet olmakla birlikte, elbette bu duygumuzu kullanacağımız yerler de bulunabilmektedir, şeytanların ve zalimlerin cirit attığı bu âlemde.
Yaratılış kanunlarına aykırı hareket eden, dünyayı ve insanlığı fesada verme üzerine mesaisini teksif eden zihniyetlere düşmanlık beslememenin mümkün olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Bazı insanlık bozuntularını, Allah’ın âyetlerine açık bir şekilde savaş açan şeytan yamaklarını görünce, düşmanlık duygusunun da işe yaradığını düşünüyor insan.
İnsanların imtihana tabi oluşu çerçevesinde çevremize baktığımız zaman, tam mânâsıyla bir zihniyet çarpışmasının yaşandığını görebilmekteyiz. Diğer ve bilinen bir ifade ile, iman ile küfür, iyilik ile kötülük mücadelesi insanlık tarihiyle başlamış ve günümüzde had safhaya ulaşmıştır.
Zihniyetleriyle küfür canibinde yerini alan insanlar, Allah’a imanın insanlara kazandıracağı bütün meziyetlere ve güzelliklere açık bir şekilde düşmanlık beslemektedirler. Firavunane ve Nemrudane bir yaklaşıma sahip olan günümüzün bozuk zihniyetli insanlarının elinden gelse, kesinlikle insanların gönül huzuru içinde inançlarını yaşamalarına engel olacaklardır. Çünkü küfür ve günah bataklığı içinde olan insanlar herkesin kendileri gibi olmasını istemektedirler. Onların bu haletini, karanlıkları mekân edinen yarasa kuşlarının ışıktan kaçışına benzetebiliriz.
İnanan insanlar, bir kısım insanların inançsızlık girdabında yaşamalarını hoş görmezlerse dahi, herhangi bir zorlama ve yasaklama içine girmektense, herkesin inandığı gibi yaşamasını ve toplumda hürriyet rüzgârlarının esmesini istemektedirler. Çünkü dinde zorlamanın olmadığı kuralı, Kâinatın Yaratıcısı olan Rabbimizin bir kanunudur.
Baskı ve şiddetle insanlara zorla bir şeyler kabul ettirmenin insanlık fıtratına uygun olmadığını bilen imanlı insanlar, mümkün olduğu kadar insanların gönüllerine hitap etmekte ve inançlarının güzellikleriyle insanları cezb etmeye çalışmaktadırlar.
Halbuki, bilhassa İslâm inancından hazzetmeyen insanların hep baskıdan yana olduklarını ve insanların rahat bir şekilde inançlarını yaşamamaları için yasaklamalara başvurduklarını görmekteyiz. Böyleleri sadece kendileri ve zihniyetleri için serbestlik istemekte, başkaları için baskı uygulama taraftarı olmaktadırlar. Şüphesiz bu durum onların dâvâlarının çürük olduğunu göstermektedir.
Kendi inancı ve zihniyetinden emin olan insanlar hiçbir zaman zorlamalara ve baskılara başvurmamakta, insanların iradelerini hür bir şekilde kullanmalarını istemektedirler. Elbette bunun tersi bir zihniyette bulunan insanların yaklaşımlarını kabul etmek, onların zihniyetlerine dost olmak hiçbir inanan için akıl kârı değildir.
Allah’ın koymuş olduğu kanunlara ve Yüce Resûlünün (asm) hayatında yaşadığı prensiplere aykırı hareket eden ve bununla da yetinmeyip düşmanlık besleyenleri dost bilmek ve onlara müsamaha ile yaklaşmak mümkün değildir. Böyleleri isterse yakın akrabamız, isterse hemşehrimiz, isterse ırkdaşımız olsunlar, onların zihniyetini kabullenmek, taraftarlık göstermek hiçbir inanan insanın sergileyeceği bir davranış tarzı olamaz. Allah’a ve dinine dost olanlar bizim dostumuz, düşman olanlar da bizim düşmanımızdırlar.
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Uzayda keşif çalışmaları |
|
Keşfedilmiş gezegen sayısını belirlemek için Ağustos ayında Prag'ta toplanan Uluslararası Astronomi Birliğinin, gezegen sayısını 12 olarak kabul ve ilân etmesini bekliyorduk. Ancak, durum tersine oldu ve 9 olarak bilinen gezegen sayısı 8'e indirildi. Plüton'un gezegenlikten çıkarılmasıyla, bir sayı daha eksilmiş oldu.
Konuyla ilgili iki ay evvelki yazımızda, Risâle–i Nur'da "on iki seyyare"den bahsedildiğini de ayrıca nazara vermiştik.
Her şeye rağmen, biz halen de aynı kanaatteyiz. Ayrıca, şuna da inanıyoruz ki, astrolojinin ileriki keşfiyatlarında bu 12 seyyarenin tesbit ve kabulü de gerçekleşecektir.
Tıpkı, önceden haberi verilen "aya gidileceği ve ayda hayat olmadığı" gerçeğinin tesbit ve kabulü gibi...
Zira, Üstad Bediüzzaman Hazretleri hadiselere, meselelere "Kur'ân'ın dürbünüyle" bakıyor, öyle yazıyor.
İşte, 24. Söz'ün İkinci Dal'ındaki ifadesi: "Ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre–i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakkî ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhûde, ilmin faydasız gitti." (Sözler, s. 306)
Bu sözler, sadece aya gidileceğini değil, aynı zamanda aydaki durum ve harcanan emeklerin neticesini de haber veriyor.
Demek ki, ilmî keşfiyat, henüz Üstad Bediüzzaman'ın Kur'ân'dan alarak tefsir ve izah ettiği ilmî hakikatler seviyesine henüz ulaşabilmiş değil.
Bununla beraber, astronomların tamamı gezegen sayısını bugün için de 8 olarak kabul etmiyor. Plüton'la beraber, ona benzeyen üç gezegenin daha olduğu tezini savunanlar var.
Dolayısıyla, bugün için ortada kesin, net ve herkesi bağlayacak astrolojik keşfe dayalı bir bilgi yoktur.
Hâsılı, uzayın derinliklerine doğru yapılan keşif çalışmaları devam ediyor. Bize de, bu gelişmelerin lâzım olan kısmını takip etmek düşüyor.
Şirinlik
Bir sonraki durak hangisi?
Emin Şirin, son genel seçimde AKP İstanbul milletvekili olarak Meclis'e girdi.
Bir süre sonra partisinden istifa ederek bağımsız oldu.
ANAP'ın yeniden parlatılması esnasında bu partiye girdi. Tıpkı önceki durum gibi, tekrar istifa ederek bağımsız oldu.
Geçen hafta da Genç Partiye katılan Emin Şirin hakkında merak edilen tek nokta şudur:
Acaba, bu partiden de ayrılıp bir süre bağımsız kaldıktan sonra bir sonraki durağı hangi parti olacak?
Hâmiş: Aydın Menderes gibi Emin Şirin'e de değerli, kapasiteli bir şahsiyet nazarıyla bakıyoruz. Ancak, siyasî istikrar noktasında hiç güven vermediklerini de belirtmek istiyoruz. Zira, sık sık kulvar değiştirmekle nasıl bir siyasî rota izlediklerine akıl sır erdirilemiyor.
Fazla kilolar
Bir uzman görüşü
Sağlık uzmanı Prof. Dr. Hikmet Müftüoğlu'nun bir yazısında okumuştum. Fazla kilolarından kurtulmak isteyenlere özet olarak şu hatırlatmada bulunuyordu: Fazla kilo almamak için, tâ baştan tedbirli davranmaya çalışın. Aldığınız kiloları, yahut yağları eritmek için, yaptığınız diyetler, gösterdiğiniz çabalar tam sonuç vermeyebilir. Zamanla zayıflayabilir ve fazla kiloları eritebilirsiniz. Ancak, vücudun muhtelif bölgelerinde meydana gelen yağ baloncuklarını eritmek hiç de kolay bir iş değildir. Zira zayıflamak, her zaman için yağları eritmek anlamına gelmiyor.
Günün Tarihi
Serbest Fırka'ya yasak çemberi
3 Ekim 1930: Ağustos ayında kurulan Serbest C. Fırkası, gerek halk ve gerekse aydın kesimden büyük ilgi görmeye başladı. Bu durumu fark eden Mustafa Kemal, Cumhuriyet gazetesine özel beyanat vererek şunları söyledi: “...Milletin umumî temayülü benim şu veya bu zaruret karşısında başvekil (başbakan) olmamı icab ettirirse, bu vazifeyi tevazu ve minnetle ifaya hazırım.”
Bu beyanatın iki yönlü mesajı vardı.
Birincisi: Başbakan İsmet Paşayı sıkıştırmak, hızını frenlemek ve kendi başına buyruk kesilmesini önlemek.
İkincisi: Kurucusu olduğu CHP'ye, dolayısıyla kendisine karşı olan kimseleri belirlemek.
Nitekim, netice aynen öyle oldu. İsmet Paşanın hızı kesildi. Muhalif olarak görülen kişi veya kadrolar kısa sürede siyaseten devre dışı edildi. Bu da gösteriyor ki, Serbest Fırka denemesi, güdümlü bir muhalefet hareketiydi.
Yıllar sonra hatıraları yayınlanan dönemin tanıkları da aynı ortak kanaati paylaştılar ki, Serbest Cumhuriyet Fırkası, kelimenin tam anlamıyla bir "güdümlü muhalefet" mantığı ve hesabıyla hareket ediyordu.
Bundan dolayı da, gafil avlanan çok kimse oldu. Parti başkanı Fethi Okyar hariç, diğer şahıs ve kadroların hemen tamamı çeşitli bahanelerde biçildi.
Menemen'in siyasî faturası
Serbest Fırka 1930’un Ağustos ayında kuruldu. Aynı yılın Kasım ayı ortalarında da kendi kendini feshetti. Toplam dört aylık bir ömrü oldu.
Bu partinin kapatılma gerekçesi olarak da, o günün şartlarında şu hususlar ileri sürüldü: "Ekonomide liberal görüşü benimseyen bu partinin içine, kısa zamanda gerici, mürteci ve gayr–i memnun kimseler sızmıştır."
Esasında, adı Serbest Fırka olan bu siyasî hareketin bir yasak çemberinde faaliyet yaptığı daha ilk günden belliydi.
Bu vahametin farkında olan Yahya Kemal gibi meşhurlar kendilerini uzak tutmaya çalışırken, birçok siyasetçi de gafil davranarak partiye katıldı ve dolayısıyla hedef tahtasına girmiş oldu.
Serbest Fırka mensuplarına yönelik asıl kıyım harekâtı ise, aynı yılın Aralık ayında patlak veren Menemen Hadisesinden sonra başladı. Bu muammalı hadisenin siyasî faturası Serbest Fırkacılara kesildi. Tıpkı, Şeyh Said hadisesinin faturası Terakkiperver C. Fırkası mensuplarına kesildiği gibi...
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
23 yıl önceki Ramazan |
|
Aradan yıllar geçmesine rağmen Bahriye Mektebinde yaşadığım Ramazan ayını unutamıyorum. Zira o sene yaşadığımız Ramazan ayı çok zor şartlar altında geçmişti. Belki de “Elemin zevali lezzettir” kaidesince hoş bir hatıra olarak kalmıştır.
Böyle tatlı dediğime bakıp da yediğimiz yemeklerin baklava börek olduğunu sanmayın sakın. Belki de hiçbir Ramazanda yemediğimiz kadar az şey yedik, bazen bir iki bisküvi, bazen bulabildiğimiz bir iki dilim ekmekle iftarımızı açtık.
Peki, neydi acaba o Ramazan orucuna güzellik katan şey. Bu sorunun cevabını vermek oldukça güç, fakat bilebildiğim kadarını ifade etmeye çalışayım.
Efendim o yıl okulda oruç tutmak yasaklanmıştı. Ben ise yaklaşık 10 yıldır düzenli olarak oruç tutuyordum ve orucumu yemeye de hiç niyetim yoktu. Her ne olursa olsun orucumu tutmaya kararlıydım.
Ramazan’ın başlangıcına birkaç hafta kala beden eğitimi dersinde yüzme testine girmek isteyenlere hak tanınacağı söylendi. Zira oruç tutanların oruçlarını bozmamaları için böyle bir uygulama yapıldığı öğretmenlerimiz tarafından ifade edilmişti. Böyle bir fırsatı değerlendirerek yüzme testine girdim ve oldukça iyi bir puan alarak testi tamamladım. Fakat asıl sevincim beden dersinde oruç tutanlara öncelik tanındığına göre Ramazan ayında yasaklama olmayacağı şeklindeki beklenti idi. Ayrıca okulumuzdaki yüze yakın Libyalı öğrenciye de yasaklama getirmeleri neredeyse imkânsız gibi görünüyordu. Fakat olan oldu ve o sene sadece Türk öğrencilere oruç tutmak yasaklandı.
Biz herhangi bir yasaklama yokmuş gibi Libyalı öğrencilerle birlikte yemeğe girmeye çalıştık, fakat yemek sırasından bizleri neredeyse kovarak çıkardılar. Biz yine de ceza almadığımız için sevinmiştik.
Doğru kantinin yolunu tuttuk, cebimizde ne kadar harçlık varsa bisküvi türü şeyler aldık, Teneffüshanede yaptığımız çay ile birlikte o kadar tatlı bir iftar açtık ki tadı hâlâ damağımda duruyor. Bir müddet sonra Libyalı öğrenciler de yemekten çıkarak yanımıza geldiler. Ellerinde peçetelere sardıkları ekmek-börek türü şeyler vardı. Bizlerin sıradan çıkarılarak yemekhaneye alınmayışı onları da üzmüştü ve her hallerinden belli oluyordu. Buldukları şeyleri birer birer bize dağıtarak kendilerini bir parça avutmuşlardı.
Aslında o yıla kadar hiç oruç yasaklanmamıştı. Fakat ihtilâl yılları olduğu için olsa gerek her türlü zorbalık meşrû görülüyordu. Hiç kimse yasaklara karşı gelmemeliydi. Hele hele askerî okulda nasıl olurdu da yasaklara karşı çıkılabilirdi?
Fakat biz direnmeye devam ettik. İlginçtir, en küçük sınıf olmamıza rağmen 15-16 arkadaşım ile beraber oruç tutmaya devam ediyorduk. Bu durum hemen hemen herkesi rahatsız etmişti. Marksist görüşlere sempati ile bakan öğretmen ve öğrenciler de bizi destekliyordu. Hatta bazıları sırf inat olsun diye bizimle beraber oruç tutuyorlardı.
Yemekhanedeki aşçı ve askerler de bizim durumumuza çok üzülüyorlardı. Bir akşam yemek ayırmışlar ve bize haber vererek gizlice almamızı söylemişlerdi. Kahvaltı türünden bir şeyler olduğu için kolayca teneffüshaneye götürmüş çayımızla beraber afiyetle yemiştik.
İşte o yıl Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin ne kadar güzel olduğunu çok iyi bir şekilde anladım. Her ne kadar iftar sofrasında bunu her oruçlu kişi anlar ise de bizim okul dışına çıkmamız mümkün olmadığı için kıymetini daha iyi anlayabiliyorduk.
Sonunda sayılı gün çabuk geçti ve bayram geldi. Okul aynı zamanda tatile giriyordu. Sınıfımı ikmale kalmadan geçmiştim. Huzur dolu bir biçimde izne çıktım. Haliyle o yıl yaşadığım Ramazan Bayramı da bir başka güzel olmuştu.
İhtilâl yıllarında dindar olmak gayet tehlikeli bir şeydi. Hak hukuk sadece kâğıt üzerinde kalırdı ve kimsenin umurunda bile değildi. Askerî okullardan yüzlerce öğrenci ayrılmak zorunda bırakılıyordu. Bazen direkt olarak okuldan atılıyordu, bazen de velisine “Bak senin oğlun irticaya karışmış, biz okuldan atacağız ama istersen sen parasını öde ve oğlunu okuldan al” deniliyordu.
Bu öğrencilerin sayısı binleri bulmuştur, yıllar sonra değişik vesilelerle bazılarıyla karşılaştım. Hatta kaptanlık yaptığım gemide ikinci mühendis olarak çalışan arkadaşlarım oldu. Doktora dersleri alırken de askerî okuldan çıkarılan öğrencilerle tanıştım. Yeni bir hayat kurmuşlardı ve eski defterleri, artık kapatmışlardı. Onların yaşadıklarını en iyi yine onlar bilir. Değerlendirmesini siz değerli okuyucularıma bırakıyorum.
Geçmişe bakıp da gurur duyduğum belki de en önemli şey o yılki Ramazan’daki kararlı direnişimizdi. Sonunda yasakçıları dize getirdik ve ertesi yıl oruç tutanlara uygulanan yasak kaldırıldı.
Ertesi yıl oruç tutmak isteyenlerin isimlerinin yazılması istendi. Sayı çok gelmiş olmalı ki tabur komutanımız, derslerin ağırlığı ve askerî eğitimler dolayısı ile bu kadar kişinin oruç tutamayacağını bize tebliğ etti. Fakat bu konuşma tam tersi bir etki doğurdu, daha önce ismini yazdırmayan birçok kişi bu sefer isimlerini yazdırmak istedi ve orucunu tuttu.
O yılki Ramazan ayı da çok güzel geçti. Fakat bir önceki yılın tadını hâlâ unutamadım. Sonraki yıllarda soframız ne kadar zengin olsa da o yıla yetişememişti. Beş on arkadaşın kendi yiyeceğini birbirine dağıtarak paylaşmasının verdiği tat unutulmaz bir şey.
Belki yemekten daha ziyade insana lezzet veren paylaşmak, dostluk ve kardeşliktir, ne dersiniz doğrumudur acaba?
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Büyükanıt’ın konuşması |
|
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Harp Akademileri Komutanlığının 2006-2007 eğitim-öğretim yılı açış konuşmasını üç başlık altında toplarken, bunu “Asker-sivil tartışmaları konusunda bir fırsat olarak” değerlendirdi. Konuşmalarını, “genel güvenlik, geleceği tehdit eden irtica ve terör ile TSK’yı yıpratmaya dönük bilimsellikten uzak eleştiriler” konularına ayırdı.
İrticaya ayırdığı ikinci bölümde, “laiklik tanımının yeniden yapılmasını isteyenler en üst görevde değiller mi?” sorusuyla değişiklik yapacak mercilere hem bir sorumluluk hatırlatması yaptı, hem de görevleri konusunda uyardı. “İrtica tehdidi yok mu?” derken, sorgulayıcı bir yöntemle konuşmayı tercih etti.
Konuşmasının üçüncü bölümünü, TSK’ya yönelik eleştirilere ayırdı. “TSK her zaman eleştirilere açıktır” diyerek başladı. “Ordunun yerini sorgulamaya” yönelik kampanyalardan bahsetti. “TSK’nın konumu” ile ilgili TESEV’in hazırladığı raporun, 22 bölümünden 9’unun Polis Akademisine mensup öğretim üyelerince hazırlandığına işaret etti.
Büyükanıt’ın konuşması ile ilgili detayları yazmaktan ziyade, edindiğim izlenimleri şöyle sıralamak mümkün:
1- Bilgiye, yenilenmeye ve değişimi yönetmeye açık olduklarını, bilimsel yaklaşım beklediklerini ifade etmektedir.
2- “TSK, tenkide açıktır” derken, kendi kalıpları dışındaki yaklaşım ve eleştirileri de iyi niyetli görmeme hassasiyeti ve alınganlığı ile tepki vermektedir.
3- Birinci bölümdeki konuşmaları teorik bir doğru iken, fiiliyatta ne kadar gerçekleştirdiklerini ortaya koyamadı.
4- Siyasî söylemlerde bulunmadıklarını anlatmaya çalışırken, siyasetçilerin bilinen tanımlı beyanlarını eleştirmeyi ve sorgulamayı da ihmal etmedi.
5- Savunmasız kaldıkları izlenimi verdi, kendilerini savundu.
6- TSK ile ilgili değerlendirmelere “AB’nin arkasına gizlenmiş paravanlar” gözüyle baktı Objektivite ve ötekini anlama gözüyle bir değerlendirme yapmadı.
7- Sabitlendiği doğruları üzerinden diğer gelişme ve talepleri okumaya yönelik bir ortaklık çağrısı yapamadı.
8- Basının beklediği kırılmaya fırsat vermedi. Rahatsızlığını üslup kontrolüyle ortaya koydu.
9- Nasıl uzlaşma sağlanabileceği konusunda vizyoner ve yeni bir açılım yoktu.
10- Terörle ilgili uluslar arası gizli destekçilere haklı olarak sitemde bulundu.
11- “Tarih, kültür, dil birliği” vurgusu doğru, ancak tarihe ne kadar bağlı kalındığı, toplum değerlerinin ve inançlarının yaşanması ve korunması konusunda ne kadar demokratik davranıldığı konularında öz eleştiri yaparak tartışmaya katkı yapmalıydı.
12- Hükümetle ordu arasında istenen diyaloğun ve birbirini anlamaya dönük aşamalı uzlaşma ve AB müktesebatının orduya yansıtılması konusunda geçişin karşılıklı iyi yönetilemediği anlaşılmaktadır.
13- Savunma gücü zayıflamadan ordunun demokratik teamüllere bağlı kalması ve bunu kabullenmesi yerine, demokratik taleplerin kendilerine rağmen gerçekleşmeye dönük adımlarını atmasından duydukları rahatsızlığın öne çıktığı görülmektedir.
14- Kurumsal alışkanlıkların ve resmî söylemlerin muhafızı olma hassasiyetinin verdiği psikolojik bir kırılmayı gözlemlemek mümkün. Konuşmada geniş bir yelpazeye sitem ve eleştiri vardı. Bu, tepkisi artan bir çatışmanın ipuçları veya saygınlık kavramının uzlaşmaya dönüşmemesi halinde yıpratıcı bir hale gidişin riskini beraberinde getiren bir yaklaşımdır.
15- İlgi bekleyen bir tepki, uzlaşmada zorlanan bir yapı, çare üretme ve alternatif bulmaya yönelik bir çabanın varlığı gibi de algılanabilir.
Basının dediği olmadı, deprem de yaşanmadı. Konuşma, kendini ifade demokrasisi içinde yorumlanabilirse de, kendi sınırına çekilme ve isteklerini siyasî iradeye doğru sunma konusunda alternatifli politikalara ve önerilere göre hükümete anlatmalarını benimsemeleri, en doğru yol olsa gerek.
Devlet organları, kendi içinde demokratik çıtayı yükseltecek şekilde ve toplumun talepleri ile paralel gündem ve değişiklikleri konuşmayı ve düzenleme yapmayı başarmalıdır.
Olumlu baktığımızda, iç baskı sistemlerinin fazla etkili olamadığını, bir kısım medyanın Allah’ın her gününe bir demeç bulma siparişlerinin akim kaldığını, şevkle demokratikleşme adımlarının daha fazla atılması gerektiği anlaşılmaktadır. Kurumların rencide olma alınganlığı da dikkate alınarak, açık ve usûle uygun bir demokratik dönüşümün sistemleşme çabalarının dirayet, tecrübe ve olgunluk içinde bir kararlılıkla sürdürülmesi kaçınılmazdır.
Polemiklerin türbülansında AB sürecini hızlandırmak ve kurumların kendine çeki düzen vermeleriyle birlikte yüzleşmenin sıcaklığı ve zorluğu bir müddet daha yaşanacağa benziyor.
Neticede müzakere yapmayı öğreneceğiz. Kalıp dayatmadan, kalıpları da kırmadan kalıplardan çıkmaya çalışacağız. Daha rahat ve geniş platformlara açılacağız.
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Hikmet dolan, hizmet dokur |
|
Ziyarette ziyafet yaşadım… Görüşmeyeli günler olmuştu… Hikmet konuşur, biz dinlerdik… Yine öyle oldu öğle öncesi ziyarette…
Konuşma esnasında hizmet ehli bir dost telefonla aradı, selâm söyledi… Selâm sohbeti ulvîleştirdi… Üstaddan bir anekdot anlattı Ali Ağabey…
Başka bir beldeye gidildiğinde hizmet niyetiyle gitmeyi tavsiye edermiş Üstad… Bir selâm götürmeyi bile hizmet sayarmış… Ola ki yolda öldünüz, hizmet yolunda ölmüş oluyorsunuz, şehitsiniz.
“Allah yolunda ölenlere ölü demeyiniz, bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkına varmazsınız” âyeti buna delil değil mi? Hizmette küçük küçük değildir… Niyetin derinliği ve ruhu esastır…
Bir kelâm, bir selâm çok büyük kapıları açan bir anahtar olabilir. Kapının büyüklüğüne bakıp anahtarı küçük sayamazsınız, saydığınızda kapılar yüzünüze kapanır.
Nereye, ne diye gidiyoruz? Sürüklenerek mi gidiyoruz, yoksa küçük adımlarımıza büyük anlamlar yükleyerek mi yürüyoruz? Normal gündelik işlerimizi hizmetle ilintilendirebiliyor muyuz? Değilse birilerinin rüzgârıyla savrulmaya başlamışızdır.
Sorgulama sürecini yoğun geçirmemiz gereken günlerdeyiz… Bu günler hevâ ile hebâ edilecek günler değil… Ziyaretleri hikmet ve hizmet konuşarak ziyafete dönüştürmek büyük bir hizmettir.
Kelâmlarımız kendimize olduğu kadar, karşımızdakine de bir şeyler hatırlatmalı… “Kendine iyi bak” diyene “Allah’a emanet ol” diyebiliriz meselâ… İçimize hikmet dolmuşsa hayatımız hizmettir… Selâmımız da, kelâmımız da… Yürüyüşümüz de, bakışımız da… Kâinat hizmet alanı…
Ali Çakmak Ağabey Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş, duâsını almış bir hizmet âbidesi… Nur ziyafeti verir ziyarete gelenlere… Nazarları Nurlara çevirir... Küçük bir hatırası büyük bir hizmet hatırlattı… Paylaşmak hizmet parlaması olur inşaallah.
Nur Risâlelerini de günde birkaç defa ziyaret edebilen herkese selâm.
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Ramazan’a sımsıkı sarılmak... |
|
Bir haftayı geride bırakıp ikinci haftasına girmiş bulunmaktayız bu mübarek ayın. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da koşar gibi gidecek anlaşılan. Ramazan’da yaşananlar da güzel anılar olarak eklenecek mazimize. Yaptığımız ibadetler, hayırlar, okunan Kur’ân’lar da sevap defterlerimize yazılacak inşallah.
“Çok şükür, bu yıl da Ramazan’a yetiştik” sözlerini bir hafta boyunca çok duydum. Ama en çok yaşlı teyzelerin ağzında bu kelime. O kadar mutlular ki, bu yıl da oruç tutuyor olmaktan. Mukabelelere katılıp Kur’ân dinlemekten. Haklılar, zira onlar hastalanmaya daha müsait olduklarından oruç tutamayabilirler. Hemen hepsi ayaklarından şikâyetçi oldukları için, Kur’ân dinlemeye gelemeyebilirler. Bunun farkındalar ve sürekli şükrediyorlar: “Elhamdülillah bu yıl da yetiştik Ramazan’a.”
Mukabele okunan eve giderken, bir de bakıyorum yaşlı teyzeler önceden gelip yerlerini almışlar bile. Hatta inceden dokundurmadan geçirmiyorlar oturacağımız yerlere. “Bunlar da genç olacak canım. Haliyle, anca geliyorlar. Kızmayalım değil mi?” Gülüşüyoruz… Hele içlerinde bir Fatma Teyze var ki, onu gördükçe Ramazan ne güzel bir aymış, diyorum. Çünkü Fatma Teyze nur yüzlü, elinden tespihini düşürmeyen, ağzında mırıl mırıl duâsı olan bir teyzecik. Her gün bitirilen cüzün ardından “Çok şükür Allah’ım, bugün de oruç tutmayı, kelâmını dinlemeyi nasip ettin” diyor. Durup onu seyrediyorum. Şükredişi hayran bırakıyor beni. Neredeyse, her nefes alışına şükredecek ki, haklı…
Geçenlerde yanına oturdum. Ramazana dair biraz sohbet ettik. Bir ara okuduğum birkaç yazıdan aklımda kalan zamane soru geldi. “Nasıl geçiyor Fatma Teyzem Ramazan’ın?” dedim; ama keşke demeseydim. Hafif kızdı, kaşları çatık: “Bu nasıl soru kızım, tabiî ki güzel geçiyor. Hem de ne güzel! Ben O’ndan razıyım. İnşallah O da bizden razıdır. Her gününü içim burkularak uğurluyorum, acaba ahirette O da memnuniyetle karşılar mı ki bizi?” “İnşallah Fatma Teyzem,” derken; ben de duygulandım. Bu ne kadar manevî bir bakış, bu ne kadar lezzetli bir Ramazan yaşamaktı!
Ertesi gün Fatma Teyze üzgündü. “Hafif üzgün gördüm seni bugün” dedim. Durdu, gözlerini sildi: “Hiç sorma kızım”. Elimi tuttu: “Ben Ramazan ayını çok severim. Çocukken annem sahura kaldırmadı diye ağlar, sahursuz oruç tutardım. Bu hâlimi görünce, annem kıyamaz sahura kaldırırdı. Gözümü herkesten önce açardım. Olur ya, sahurda annem unutur beni diye. Adımı çağırmasını beklerdim. ‘Fatma’ der demez, hemen ayaktaydım. Kaç yaşından beri oruç tuttuğumu hatırlamam bile. Geçen yıl Ramazan’ın son gününde çok duâ ettim, ‘Rabb’im bir kere daha nasip et Ramazan’ı’ diyerek… Çok şükür, bu yıl da yetiştim. Elimden gelse, gece gündüz namaz kılar, Kur’ân okurum; ama yaşlılık, yapabildiğimi yapıyorum. Fakat bunu bile çok görüyorlar” dediğinde, şaşkınlıkla, “Hayırdır teyzem” dedim. Durdu, namaz örtüm dediği beyaz örtüsünü düzeltti. “Oğlum İstanbul’da oturuyor. Dün telefon açtı. Parası çok onun. Bana tutturdu: ‘Ana, sen oruç tutma; ben parasını buradan veririm’ dedi. Çok kızdım: ‘Ne diyon sen oğul! Ne parası, ben tutarım orucumu. Çok şükür elim ayağım tutuyor. Nasıl tutmam Ramazanı? Sen ver fakirlere paranı.’ Kaç kere aradı. Sonra çektim fişi, aramasın diye. Öz evlâdım bu güzel ayın sevabını bana çok görüyor. Allah kimin canını önce alır, bilinmez; ama ben ölüme daha yakınım. Bu sebeple benim bu mübarek aylara çok ihtiyacım var” dediğinde, “Haklısın Fatma Teyze, sen tutabilirim diyorsan tut. Ama oğluna da kızma, seni düşünmüştür yine” diyorum; ama nafile, kızmış bir kere. Ramazan orucuna nasıl karışırlar Fatma Teyzemin.
Gözlerinin içi ışıl ışıldı hâlâ, kıpkırmızı yanakları vardı. Ona baktıkça, sarılıp yanaklarını sıkasım geliyordu; ama yıllar gençliğini almıştı. Geride bükülmüş bir bel, kırışmış bir yüz, titreyen eller, bir de bükemediği dizlerini bırakmıştı. Buna rağmen, hiç şikâyet etmeden şükredip orucunu tutuyor, yavaş yürüyerek, yarım saatte vardığı mukabele yerine gelip gidiyordu. Böylece kurtuluş vesilesi yapmak üzere Ramazan’a sımsıkı sarılmanın hazzını yaşıyordu.
Sonra aklıma takıldı: Çalışıyorum diye oruç tutmayanlar… Bugün sahura kalkamadım tutmayayım bari, diyenler… Bebek bekliyorum olmaz, kuvvetsiz kalırım diye erteleyenler olunca çevremde…
Hey gidi Fatma Teyzem hey! Ölüm zahiren sana daha yakın; ama çocuklar, gençler de ölüyor. Ölüm hepimize bir nefes kadar yakın ama…
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Yeni yasama yılı |
|
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, 5. Yasama Yılının açılışı dolayısıyla TBMM Genel Kurulundaki konuşmasını dinledik TRT’den. Bir çok haber kanalı da TRT’den alıntı yaparak, “canlı” verdi seyircilerine.
Şok sözler söylemedi. Beklenen senfoniyi tekrarladı Sezer.
“Yargı bağımsızlığı,” “laiklik ilkesi,” “Türk ulusu kavramı,” ve “irtica” konusunu dile getirdi.
Laiklik:
“Türkiye Cumhuriyetini oluşturan tüm değerlerin temel taşı...”
İrtica:
“İrtica, devletin temel niteliklerini değiştirme hedefinden sapmadı... İrticaî tehdide karşı savaşımın kilit taşı laikliktir.”
Sezer “İrtica tehlikesi büyüyor”u Mecliste söylüyor, dikkat buyurun.
Peki, Sezer Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden millete ne mesaj verdi?
Hiç.
O halde:
TBMM’nin 5. Yasama Yılı hayırlı uğurlu olsun!
BEKLENEN KONUŞMA!
Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, “beklenen” konuşmasını gerçekleştirdi.
Harp Akademilerine hitaben yaptığı konuşmanın ikinci bölümünde “irtica” konusuna “ değindi.”
Dedi ki:
“Cumhuriyetin temel nitelikleri ağır saldırı altında değil mi? Toplumsal yapımızı bozarak insanları çağdışı bir görüntüye sokmak isteyenler yok mu? Eğer bunlar ‘var’dır diyorsanız, irtica tehdidi vardır.” (TRT 2)
Yıllardır mevhum bir “irtica” birinci tehdit.
Peki çare?
AV VE OMBUDSMAN
Medyada “irtica avı” sürüyor.
RTÜK, ‘irticaî yayın’ iddiasıyla İstanbul’da yayın yapan 5 radyo kanalını yakın takibe almış.
Habere göre, güya:
“Bu radyolardan RTÜK’ün başını en çok ağrıtan, ‘Lalegül FM.’ Bu radyo için son 1 yılda 5 şikâyet başvurusunda bulunuldu, 3 kez ‘uyarı cezası’ verildi. Dolunay FM, Burak FM ile Süleymancılar’a yakın olduğu ileri sürülen Gözyaşı FM ile Nurcular’a yakın olduğu belirtilen Akra FM de RTÜK’ün mercek altına aldığı radyolar arasında bulunuyor...”muş.
Diyalogları da vermiş, gazete sütunlarından. Bir kere her zamanki gibi verilen bilgiler tashihe muhtaç. Akra FM’in Nurcularla, Gözyaşı FM’in de Süleymancılarla bir ilgisi yok. Farklı hizmet gruplarına ait yayın yapan radyolar. İleri sürülen iddiaların doğrululu da su götürür. Ancak ismi geçen radyo istasyonları özellikle bu günlerde çok dikkat etmeli. Mümkün mertebe birilerine “malzeme” vermek yerine daima “itidal”i esas tutmalı.
Bu arada, RTÜK, televizyon kanallarında ve radyo istasyonlarında “izleyici temsilcisi” yani, diğer adıyla “ombudsman” uygulaması başlattı.
“İzleyici temsilcisi” bölgesel -yerel televizyonlar ile radyolarda görev alacak.
Aynı zamanda “yüksek öğrenim” görmüş, yayıncılıkta en az 7 yıl fiilen çalışma yapmış kişilerden seçilecek ve bu temsilci, izleyici şikâyetlerini cevaplandıracak.
Hayırlı uğurlu olur inşallah.
İRTİCACI COLALAR
Cola firmaları Ramazanda “irtica” dinlemiyor.
Bakıyorsunuz bir cola firması, “mehter takımı”nı kullanıyor. Bir başkası da, “iftar” konulu bir malzemeyi seçmiş. Bir hamburger firmasının da malzemesi de “yeniçeri.”
Amerikan etiketli bu firmalar, “yerel” dili kullanmasını iyi biliyor. “Folklorik” özellikleri öne çıkarıyor.
Ne “irtica,” ne de “Osmanlı”lar geliyor!
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Papa: Yanılmaz, yanıltır |
|
Güya aklî zeminden veya çizgisinden İslâmı eleştiren Papa 16’ncı Benedict aslında yanılmazlık ve dogma konusunda tam da aklın karşısında yer almaktadır. Yanılmazlık doktrini çeşitli evrelerden geçmiş ve 1870 tarihinde bir dogma olarak kabul edilmiştir. 1962-1965 tarihleri arasında yapılan İkinci Vatikan Konsili toplantılarında mesele bir kez daha gündeme gelmiş. İçeriden Papa’nın yanılmazlık dogmasına itiraz edenler çıkmış. Bunlardan birisi olan bir nevi aforoza uğrayan Katolik ilahiyatçılardan Hans Küng, bu meseleye itiraz etmiş, ama sözü dinlenmemiştir. Bu yüzden de ileriki süreçte bir çok badire ile karşı karşıya kalmıştır.
Vatikan’ın tarihî seyri içinde yanılmazlık ve dogmanın yeriyle ilgili Murat Belge Radikal’de şunları yazdı: “İsmet Berkan da Papa’nın ‘yanılmazlık’ öğretisine atıfla, ‘Onlar özür dilemez, ancak üzülürler’ diyor. Evet, kilisenin böyle bir ‘dogma’sı da oldu. Ama sahiden ilginç ve ironiktir: herhangi bir konudan çok ‘İtalya’nın Birliği’ konusunda tavır almak ve taraf olmak konumunda kalan IX. Pius’tur bu ‘dogma’yı onaylatan. Şüphesiz çok eskiden beri ve biraz da kişiliğe göre, Papalar hiç yanılmaz gibi konuşmaya alışmışlardır. Bir Papa’nın sözünü (tabiî çok zaman aynı anda icraatını) bir başka Papa’nın ‘geri alması’ bile, onu incitmeyecek ve daha önemlisi cemaat üzerinde, kurumun yanlış yaptığı izlenimini çıkarmayacak incelikler içinde gerçekleşirdi. Başta İtalyanlar IX. Pius’un İtalya’nın siyasî birliğinin kurulmasından yana olduğunu düşünmüş, o da onlara böyle düşünmeleri için bol bol malzeme vermişti. Ama İtalya’nın siyasî birliği ile Papa’nın dünyevî iktidarının bağdaşmadığı anlaşılınca, Papa topraklarının derdine düştü. Sonuna kadar da—yani ölümüne kadar—sarayından çıkmayarak, somut durumu protesto etti. Bugün İtalya ile Vatikan arasındaki devam eden anlaşmayı gerçekleştiren kişi, Mussolini’dir! Hoş olan, ‘Papa’nın Yanılmazlığı’nı ‘dogma’ haline getiren IX. Pius’un bunu başarmasından epey kısa bir süre sonra onca savaş verdiği İtalya Birliğinin de kurulmuş olmasıdır. Tarih, çok zaman ciddî, kimi zaman hatta fazlasıyla trajik bir figürdür. Her neyse, bu ‘dogma’ artık resmen geçerli değil. Herkesin pek bir sevdiği anlaşılan Polonyalı Papa’mızdan bu yana, Vatikan oldukça muhafazakâr ellere teslim edilmiş oldu. Bu eller, doğal olarak, resmen ilga edilmiş olsa da, ‘yanılmazlık’ inancını ayakta tutmaktan yana olacaklardır…”
***
Peki söylendiği gibi İslâmda da benzeri dogmalar var mıdır? Bu hususta Zaman’dan Ali Ünal ‘Dogma, dogmatiklik ve nass’ başlığı taşıyan yazısında (25.09.2006) şunları yazmış: “Bir Müslüman olarak insanı Papa’nın sözleri kadar üzen husus, dinimizi gerektiği gibi bilemeyişimiz, ona hâlâ başka pencerelerden bakmamız ve ne yazık ki bu pencereleri de yeterince tanıyamayışımız. Bu bakış açısının sebep olduğu hatalardan biri, meselâ İslâmı da kısmen de olsa dogmatik görmemiz. Dogma, bir kişi veya kurum tarafından konulan ve o kişi veya kurumun sahip bulunduğu mevki, makam ve statü sebebiyle mutlak doğruluğuna inanılan kaide demektir. Dogma sorgulanmaz, aklın, ilmin ve mantığın terazisinde tartılmaz. Doğruluğu ve doğruluğunu kabul, tamamen sübjektiftir. Bu açıdan, meselâ Papalık kurumundan kaide niteliğinde sâdır olan her söz dogmadır. Mevcut İnciller dahil Kitab-ı Mukaddes’te teslis başta olmak üzere Hıristiyanlığın ana inanç esaslarını doğrulayacak, destekleyecek açık bir ifade bulunmadığı için zamanla Kitap yerine Kilise’nin ne dediği önemli hale gelmiş, öyle ki, “Kitab-ı Mukaddes’i anlatmak, yaymak şüpheye yol açar. Kitab-ı Mukaddes’e yakın duran, Katolik inancına ve Katolik Kilisesi’ne uzak olur” anlayışı gelişmiştir. Bu sebeple, diğer papaların, hattâ bizzat kendisinin daha önceden vazettiği esaslarla çelişse bile, herhangi bir Papa’nın herhangi bir zamanda söylediği bir söz mutlak doğru kabul edilir. Meselâ, önceki Papa, 2000 yıllık Hıristiyan inancının tersine olarak, Hz. İsa’yı (as) Yahudilerin öldürmediğini söylemiştir ve artık bu, bir başka Papa başka beyanda bulununcaya kadar doğrudur, yani bir dogmadır.
İkinci olarak nass, asla dogma demek değildir; nass, o anlamda kullanıldığı olsa bile, kaide de değildir. Nass, mânâsı açık, beyan buyrulduğu yerde zahiriyle başka beyana ihtiyaç olmadan anlaşılan Kur’ânî ifadedir. Nassın altında zâhir, üstünde müfesser ve muhkem nitelikli Kur’ânî ifadeler vardır. Maalesef, kavramlarımıza yabancıyız. Daha önce imam-hatiplerde bile okutulan bu konular, ‘dogmalara karşı’ cumhurbaşkanının çok sevdiği YÖK’ün en dogmatik kararlarıyla artık ilgili okullarda bile okutulamaz hale geldi...”
***
Papa öyle bir konumdan konuşmuştur ki kendisini bağlamıştır. Sıkışmış vaziyettedir. Ne ileriye ne de geriye gidebiliyor. Masum ve yanılmaz olan Papa nasıl özür diler? Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu durumda faraza o yanlış yapsa da özür dilemek başkalarına düşer. Yanılmayan, ama yanıltan Papa 16’ncı Benedict Hazreti Meryem’le alâkalı bir kitap yazmış. Siyon’un kızı. Gerçekten de Hazreti Meryem Papa’nın bahsettiği gibi Siyon’un kızı mıdır? Yoksa burada da kudsî kavramları kudsiyetinden arındırıyor mu? Benazır Doğu’nun kızı, Ümmü Gülsüm Doğu’nun yıldızı ise Meryem de öyledir!
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Burada kalacak mı? |
|
Meclisteki resepsiyonda, “Tüm gözler sizin konuşmanıza çevrildi” denildiğinde, “Kabahat bende değil. Soruldu, ben de o zaman konuşacağım dedim” karşılığını vermişti Büyükanıt Paşa.
Konuşmasına ilişkin ipuçları istendiğinde ise, “Filmin sonunu bilirseniz, sinemaya gitmenize gerek yoktur” demişti.
Ve nihayet o an geldi çattı.
Önce Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ konuştu. Onu Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu takip etti. Sıra hiyerarşinin en tepesindeki isimde, Genelkurbay Başkanı Yaşar Büyükanıt Paşa’daydı.
Ancak bu araya aynı fikir silsilesinin bir halkası olarak Cumhurbaşkanı Sezer’in konuşmasını eklemek gerekiyor.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Karahanoğlu’nun Türkçe ezandan büyük bir özlemle söz edip “onun kaldırılmasını irticaya taviz” olarak gösteren düşünce ile Cumhurbaşkanı Sezer’in “laikliği korumak için özgürlüklerin sınırlandırılabileceği” teklifi birbirini tamamlayan bir zihniyetin yapıtaşlarını oluşturmuyor mu?
Belki Sezer’in bu teklifinden habersizdi, ancak laiklik için demokrasi ve hürriyetlerin asgariye indirilebileceği teklifi Başbakan’a Georgetown Üniversitesinde, katıldığı ve Türkiye vizyonunun konuşulduğu toplantıda da soruldu. Sınırlar ötesinde de olsa Türkiye’nin vizyonu bu mu olmalı?
Bir katılımcıdan gelen soru şu: “Ordu her zaman laik devletin koruyucusu olmuştur. Radikal İslâmcı yaklaşımlar sebebiyle daha az demokratik, daha asker kontrolünde yaklaşımlar konusunda ne diyeceksiniz?”
Erdoğan, “Bunu herhalde başka bir ülke için soruyorsunuz... Her şeyden önce Türkiye bu süreci yaşayan bir ülke değildir” diyor, ama ne trajiktir ki, o görüşü ülkenin cumhurbaşkanı seslendiriyorsa, orası hangi Patagonya diye işi saflığa vurmanın anlamı var mı?
Başbakan, “Türkiye’de bir siyasî irade, sivil irade işbaşındadır. Bu sivil iradenin ve anayasada bütün kurumların tanımları yapılmıştır. Bu tanımlar neyse herkes bu tanıma uygun olarak hareket etmek durumundadır. TSK da bu tanıma uygun olarak hareket etmek durumundadır. Bunun dışına çıkamaz” karşılığını verdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanının ABD gezisinde dahi peşini bırakmayan bu konu, bir dalga gibi yayılıyor. 12 Mart müdahalesinin Başbakanı Nihat Erim’in, özgürlüklerin üzerine bir şal örtülmesi teklifi öyle anlaşılıyor ki, birileri için yeniden ilham kaynağı olmuş.
Bir noktadan düğmeye basılmış gibi, aynı teklifi gündeme getiriyorlar.
Bu çok hayra alâmet bir durum değil. Belki girilmesi için zorlandığımız yeni bir sürecin ipuçları bunlar.
Büyükanıt Paşa, “Üç bölüm halinde konuşacağım” diyerek başladığı konuşmasında asker-sivil ilişkisini tartışmaya açan Avrupa Birliğini ve isim vererek Kretschmer’i hedef aldı.
“Laikliği yeniden tanımlayalım diyenler çıkmadı mı? Bu insanlar devletin en tepesinde değil mi?” sözleriyle Meclis Başkanı Arınç’ı hedef aldı. Büyükanıt Paşa ile konuştuğunu, gerginliğe fırsat verilmeyeceğini söyleyen Başbakan Erdoğan’ın, “İrtica tehdidi yok” sözlerine de, “Türkiye’de irtica tehdidi vardır” diye karşılık verdi.
Ancak ordunun asıl rahatsız olduğu noktayı, AB çevrelerinden gelen ve son olarak TESEV’in Almanak’ının yayınlanması münasebetiyle düzenlenen törende yaptığı konuşma ile Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye temsilcisi Kretschmer olduğu ortaya çıktı.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Karahanoğlu’nun, Deniz Harp Okulu’nda düzenlenen törende yaptığı konuşmada, AB konusunda sarf ettiği, “Bu süreçte bilinmesi gerekir ki Türk Silâhlı Kuvvetleri, AB idealleri ve AB uyum süreci uğruna, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin anayasayla belirlenmiş temel değerlerinden asla sarf-ı nazar edemez, edilmesine de aşındırılmasına da müsamaha gösteremez” sözlerini de buna eklemek gerekiyor. Bunlar AB’nin talepleri ve eleştirileri karşısında komuta kademesinin ne düşündüğünü çok net bir şekilde anlatıyor.
Geçmişte yaşadıklarımıza bakarak değerlendirdiğimizde Cumhurbaşkanı’nın, komutanların en üst seviyeden bu tür açıklamalarda bulunmaları ister istemez bir gerginlik meydana getirecek. Ancak asıl önemli olan, bu burada duracak mı, yoksa devamı gelecek mi?
Tabiî bunları tartışırken bir de dönüp sormamız gerekiyor. Geçmişte bu kavgaları çok yaptık da ne oldu? Ülkemiz ne kazandı?
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Filmin başı |
|
Genelkurmay Başkanı, Meclisin açılış resepsiyonunda, gazetecileri “Müsaade etmiyorum, soru soramazsınız” diyerek tersleyen eşinin sıkı ablukası altında yine de bazı sorulara cevap verme imkânı bulabilmiş.
Bunlardan biri, Başbakanın ABD’ye giderken uçağına aldığı bazı gazete yöneticilerine “Yaşar Paşaya, gerginlik çıkaracak açıklamalardan kaçınılması gerektiğini söyledim. Böyle açıklamalar piyasayı etkiliyor. Ben konuşurum, ekonomi batsın demek olmaz. Yaşar Paşa da bu konularda hassas” dediği hatırlatıldıktan sonra, Paşanın Harp Akademilerinde yapacağı konuşmayı değiştirip değiştirmeyeceği sualine verdiği “Filmin sonunu söylersem sinemaya gelmezsiniz” cevabı.
Sinemaya gidenler filmin sonunu gördüler. Sürpriz yoktu. Yaşar Paşa da Erdoğan’ın “yok” dediği “irtica tehdidi” için “var” dedi.
Demek ki, Komutanın piyasalardan yana bir gerilim endişesi yok.
Ayrıca, Büyükanıt bunu ilk defa söylüyor da değil. Görevi Özkök’ten devralırken yaptığı konuşmada da irtica ve bölücülüğü tehdit olarak nitelememiş miydi?
Daha öncesine gidersek, söz konusu değerlendirmenin, Başbakanın onayıyla yürürlüğe giren gizli anayasada da yer aldığını hatırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın bugün “İrtica tehdidi yok, bu konu gündemden düşmeli” demesinin bir anlamı yok. Bu görüşünü gizli anayasaya son şekli verilirken dile getirmeli ve etkin kılabilmeliydi.
“Filmin sonu” bahsine devam edersek:
Aslında filmin sonunda değil, başındayız.
Ve daha ilk sahnelerden itibaren, 28 Şubat’ta gördüğümüz eski bir filmin, ona tıpa tıp benzeyen yeni bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzu hemen fark edebiliyoruz.
O sürecin odak noktasında, sonradan sürece adını veren 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı yer alıyordu. Medya yine günler öncesinden o toplantıya odaklanmış ve sonrasında mâlûm gelişmeler yaşanmıştı.
Şimdi ise—AB reformlarıyla bir miktar tırpan yediği için olsa gerek—MGK’nın yerine, Genelkurmay Başkanının dün yaptığı Harp Akademileri konuşması konulmuş durumda.
Yeni sürece bundan hareketle 2 Ekim süreci denilecek mi, bunu zamanla göreceğiz.
Tabiî, Sezer’in bir gün önce yaptığı Meclisi açış konuşmasının “öncü takviye kuvvet” muamelesi gördüğü de gözden kaçmamalı.
Sezer’in, 3 Kasım seçiminden sonra aynı Meclisin açılışına gitmemiş olduğu da unutulmamalı. Milletin yaptığı seçime tepkisini o zaman o şekilde vermiş olan Sezer, şimdi, veda konuşmasıyla AKP’ye “son darbe”yi vuruyor.
Bir kısım AKP’li vekiller ise Sezer’in her cümlesini çılgınca alkışlayarak, “Dinledik, gönencimiz arttı, son kez alkışlarla uğurluyoruz” diyerek akıllarınca dalgalarını geçiyorlar.
Sezer’in konuşması hakkında bilgi almak için ABD’den arayan Başbakana konuşmayı “dikkatli ve dengeli bir metin” olarak niteleyen, alkışçılardan Bakan Mehmet Ali Şahin ise “İçişleri Bakanıyla konuşacağım, sokakta sarık ve cübbeyle dolaşanlar için gereğini yapsın” diyor.
Film başladı. Bakalım sonu nasıl gelecek?
03.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|