|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ondan sonra Biz onun kavmine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik. Korkunç bir ses onlara yetti. Sönüp gittiler.
Yâsin Sûresi: 28-29
|
03.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Şâhidlik yapmaya çağrıldığında bildiğini söylemeyen kimse yalancı şahitlik yapan kimse gibi olur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3743
|
03.10.2006
|
|
Oruç ve zekâtı terk etmenin getirdiği musibet
..Tekrar biri sordu:
“Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musîbet-i amme ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”
Dedim:
“Mukaddemesi üç mühim erkan-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât. Zîra, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teâlâ bizden istedi; tenbellik ettik. Beş sene, yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrik ile, bir nevî namaz kıldırdı. Hem, senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffareten, beş sene oruç tutturdu. ‘On’dan, ya ‘kırk’tan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi; buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim zekâtı aldı. Amelin karşılığı kendi türünden birşeyle verilir”
Tarihçe-i Hayat, s. 120
***
Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umûmiden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen îman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikar etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harb olmamasının sebebi, “İman edenler müstesna” (Asr Sûresi: 3.) kelime-i kudsiyesinin hakîkatini fevkalade bir sûrette yüz bin insanların kalblerine tahkîki bir tarzda ders veren Risâle-i Nur olduğunu pekçok emarelerle ve şakirtlerinden binler ehl-i hakîkat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Tarihçe-i Hayat, s. 278
Lügatçe:
mukaddeme: Başlangıç.
musîbet-i amme: Umumî musibet.
terettüb: Sıralanmak, netice olarak çıkmak.
erkan-ı İslâmiye: İslamın şartları, rükünleri, direkleri.
salât: Namaz.
savm: Oruç.
buhl: Cimrilik.
müterakim: Birikmiş.
a’mal-i saliha: Salih, iyi, hayırlı ameller.
kaht: Kıtlık, kuraklık.
hasâret: Zarar.
ihtikar: Karaborsacılık.
kelime-i kudsiye: Yüce, kudsî söz.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
03.10.2006
|
|
Oruç, uyurken bile ibadet ettiriyor!
Mehmed Fırıncı anlatıyor:
“Ramazan gelmişti. Üstad Hazretleri bütün Ramazan boyunca hiç yatmadı. Usûlü şöyleydi. Derdi ki: ‘Ramazan’da insan oruçla ibadet halinde olduğundan, uykuda da olsa farz bir ibadeti ifâ etmiş oluyor.’ Her dakikası bire bin verebilen bir ayda ibadetsiz bir zaman boşluğu bırakmak istemiyordu. Onun için iftardan sonra zaten akşamla yatsı arası kendisinin her zaman normal olarak evrad vaktidir. Tâ sahura kadar. İmsak vakti girer girmez hemen sabah namazını kılar, tesbihatı kendisine mahsus ifâdan sonra istirahata çekilirdi. Tâ kuşluğa kadar. Ondan sonra kalkar, gene Nur dersleri ve evrad-u ezkâr ile meşgul olurdu. Benim hayretimi mucip olan bir husus olmuştu. Üstad Hazretlerinin karşısındaki evler yüksekti. Oradan Üstadı görmek için kadın-erkek, çoluk çocuk hepsi toplanırlardı. Üstadı görmek ve ibadetini seyretmek için. Biz de mecburen kapatıyorduk. Sonradan komşulardaki yaşlı hanımlarla konuştuk. Onlar, ‘Niye kapatıyorsunuz? Hocaefendi sabaha kadar evrad-u ezkâra devam ediyor, biz de onunla beraber devam ediyoruz’ dediler. Üstad Hazretleri geceleri çok parlak ışıkta evrad ve ezkâra devam ederdi. Loşluktan hoşlanmadığını görürdüm.”
Son Şahitler, C. 4, s. 344
|
03.10.2006
|
|
Takvim
On gündür azalarımız,
Arınmakta günah kirinden.
İmân nuru ile dolan kalb,
Yüz çevirmez Rabbinden.
|
Ferhat ÖĞMEN
03.10.2006
|
|
Nur-u Muhammedî’yi (asm) içinde hissetmek
Oruç tutan insan bilir ki:
Maddî varlığın başlangıcındaki vâveylâ, muhtemelen en nihâî meyvesini vermenin heyecanı ile zuhura gelmenin sonucuydu. Varlığın çekirdeği hükmündeki ilk atom “Âlemlere Rahmet” olacak bir kimliğin bedenine hamile olmanın, onun zerrelerini taşıyor olmanın heyecanı ile sonsuz uzay boşluğunu dolduracak bir patlama ile kabuğunu çatlatmış olmalıdır. İlk zerreyi ve ondan sonraki bütün zerreleri, bu zerrelerin uyum ile bir araya gelmelerinden oluşan ne kadar varlık varsa hepsini anlamlandıracak olan, Hazret-i Muhammed (asm) isimli bedende yer alacak zerreler ve o bütünlükten çıkacak mânâlar olmalıdır. Ondan sonraki süreçte sürekli geliş gidişler ve istikbale dair koşuşturmaca sanki “Acaba biz de onun (asm) zerreleri içinde yer alabilir miyiz?” telâşıydı. Zaman hakikatinin ondan (asm) öncesine denk gelen zerreler bu heyecanla koşuşturmuş ve tahavvül etmiş olmalı. Sonrasında gelen zerreler de hâlâ onu (asm) istikbalde ve ulaşılması gereken zirvede görmenin verdiği algı ve oraya ulaşmanın heyecanı ile koşuşturup halden hale geçerek o zirveye (asm) ve saadet asrına ulaşmanın heyecan ve telâşını yaşıyor olmalılar.
Bu yeni noktanın uzantısında ortaya çıkacak olan kâinatın bir kitap olduğu ve o kitabı anlamlı kılan en parlak cümlenin Hazret-i Muhammed (asm) olduğu sonucudur. Kitap içindeki bütün cümlelere anlam veren ve her noktanın gerisindeki gizli mânâları açığa çıkaran şahsiyet-i Muhammediye (asm) hakikati olmalıdır. Mevcutlar ve Hâlık-ı Kâinat arasındaki bağlantının merkezinde o zat (asm) yer almaktadır. Bu anlamın, Âlemlerin Rabbi tarafından kâinatın olmazsa olmazı konumuna getirilmesinin sebebi olmalıdır. Varlığa mânâ kazandıran bu konum zerrelerle şekillenen âlemlerin de ötesinde farklı mânâ âlemlerine ve her türden âleme ulaşıyor, bütün kevnleri, oluşları kuşatıyor olmalıdır. Âlemlerin Rabbi’nin her ne türden hitabı varsa hepsinin anlamı ve şifresi Muhammedî (asm) gerçeklik içinde gizli gibidir. Bu ilişkiler ağı, zaman ve mekân ötesi varlığın bütününü kuşatan ve kâinata adeta ruh veren bir yapı içinde gerçekleşmektedir. Bu türden ilişkilerin fizik âleme de yabancı olmadığı, yeni fiziğin ölçülerinde de ortaya konmaktadır. Her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir âlem algısında ilk atomun ve son atomun Hazret-i Muhammed (asm) ile bağlantısı daha kolay algılanabilir ve anlaşılır hale gelmiştir. Onun (asm) varlığa nur kattığı hepimizi ve bütün âlemi aydınlığa kavuşturduğu düşünülürse, bu bedenin insan adını almış olması ve onunla (asm) aynı türden oluşumuzun ne büyük bir şeref olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Belki de zerrelerin sürekli kaynaşması onun (asm) zerrelerden yaratılmış olmasının verdiği tarifi imkânsız bir sevinç ve her zerreye şeref veren bu halin hissettirdiği mutluluktan kaynaklanmaktadır. Salâvat ise bu mutluluğun zerrelerle şekillendirilmiş bedenlerden kelimelere dökülmesi ve varlık âlemini kuşatan sonsuz rahmete onu (asm) vesile yapmak anlamına geliyor olmalıdır.
Allah (c.c.) ve melekleri ona salâvat getiriyorlar. Biz de bütün zerrelerimizle ve kâinatı kuşatan bütün zerreler adına ona (asm) salâvat getirmeliyiz. Çünkü o (asm) kâinat kitabının âyetü’l-kübrâsıdır. Hazret-i Muhammed’in (asm) nuru, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer bu kâinata bir ağaç nazarı ile bakılsa, o zatın (asm) nuru, bu ağacın hem çekirdeği, hem de en güzel meyvesi olur. Dünya hayat sahibi bir varlık kabul edilse, ruhu, nur-u Muhammedî olur. Ramazan hali ile Hazret-i Muhammed’i (asm) ruhunda çok daha belirgin hisseder. O açlık içinde getirilen salâvat ile onun (asm) nurunu içinde hissetmenin tadı bir başkadır.
|
Hakan YALMAN
03.10.2006
|
|
SORULARLA ORUÇ
* Ramazan orucu için niyet nasıl yapılır?
Oruç için niyet, kişinin oruç tutacağını bilmesi ve oruç tutmaya karar vermesinden ibarettir. Oruç için sahura kalkılması, oruç için sahurda bir bardak su içilmesi veya oruç için sahurda bir lokma bir şeyler yenilmesi de niyet yerine geçer.
Ayrıca dil ile de niyet edilebilir. Dil ile niyet edileceği zaman şöyle denir: “Niyet ettim Allah rızası için yarınki Ramazan orucunu tutmaya.”
* Ramazan orucu için her gün ayrı niyet etmeli miyiz?
Ramazan-ı Şerifte her gün için ayrıca niyet edilmelidir. Çünkü her günün orucu müstakil bir ibadettir. Ramazan’ın başında bir defa toplu niyet edilip artık niyet edilmemesi doğru değildir, yeterli değildir. Çünkü her gün bir ayrı ibadet günüdür. Her günün tecellileri de farklı olmaktadır. Bir gün sıhhatli iken, bir diğer gün hasta olabilmekteyiz. Bir başka gün yolculuğa çıkmak zorunda kalabilmekteyiz. Bu durumda baştaki toplu niyetimiz bizi sıkıntıya sokacaktır.
* Ramazan orucu için bir günün niyetini ne zaman yapmalıyız?
Niyet sahur vakti yapılabileceği gibi, o günün en geç kuşluk vaktine kadar da yapılabilmektedir. Ancak bu vakitten sonraya niyet bırakılmaz. En geç kaba kuşluk vakti niyet yapmak için de, o ana kadar orucu bozacak davranışlardan uzak bulunmak lâzımdır. Yoksa niyet geçersiz olur. Oruca niyet etmenin en erken vakti, bir gün önceki gün batımında başlar. Niyet için en hayırlı ve efdal vakit ise sahur vaktidir.
|
Süleyman KÖSMENE
03.10.2006
|
|
Eylül
Bir çoklarının aksine sonbaharı ve kışı sevenlerdenim. Her Eylül ayı, havaların serinlemesi, düzenli bir hayatın başlangıcı, tatillerin bitişini hatırlattığı için midir, yoksa başka bir sebebten midir bilemiyorum, kendimi daha iyi hissediyorum.
Tenbelliğin bittiği, okulların açıldığı, işin gücün rayına oturduğu aydır Eylül.
Hele bu yıl daha bir sevimli geldi. Çünkü beraberinde Ramazan ayı da vardı. Oruç ayını Eylül’ün son haftasında karşıladık. Bir yanda okul telâşı, bir yanda yazın bitip kışa hazırlık çalışmaları, turşular, tarhanalar, kesmeler, erişteler derken ayların sultanı Ramazanın gelişi ile özellikle hanımlar bu ayı biraz daha yoğun yaşadılar.
Ömür denilen ağacın son demlerini hatırlarım bu ayda.
Koştur, çabala, didin, diren derken nasıl geçtiğini anlamadığımız kos koca bir ömrün sararan yaprakları gibidir Eylül.
Öyle hızlı geçti ki bu ay, geçen kızıma ‘Ekim’in mi, yoksa Eylül’ün mü sonundayız?’ diye sormuşum.
“Eh be anne, isimlerimizi karıştırıyorsun tamam da, ayları nasıl karıştırdın?” diye sordu kızım.
Aslında ayların adı değil karışan, zamanın karıştığını düşünüyorum. Geceler gündüze, sabahlar akşama, kışlar yaza öylesine benzedi ki, ben Eylül’ü Ekim’le karıştırmışım çok mu?
Ne ayın doğuşunu fark ediyoruz, ne kışın gelişini doyasıya yaşıyoruz.
Bu yaz Iğdır sıcak mı sıcaktı. Gittiğim arkadaşın evlerinin içi buz gibi. Sokaklar cayır cayır yandı ama, mağazası olan bayan esnafların dükkânları da serin mi serin.
Havalar soğudu sayılır. Ama kimin umurunda, evler kalorifer denilen nimet ile sıcacık. Giysiler kalın. Her yere arabayla gidiliyor. Karmış, soğukmuş kimi ilgilendirir ki.
Amma Eylül öyle mi ya.
Geceleri hafif üşütür, gündüzleri sıcacık ısıtır. Tezgâhlarda hem kışlık, hem yazdan kalma sebze ve meyveler görmek mümkün.
Hiçbir yerde ne klima çalışıyor, ne de kalorifer yanmakta.
Yani kısacası tadını çıkara çıkara Eylül’ü yaşıyoruz.
Sabah ince giyinen, öğleden sonra şemsiyesini açmak durumunda kalıyor. Mevsimine göre yaşamak ve Eylül’ün tadını çıkartmak için fazladan bir çabaya ve masrafa gerek yok.
Kuşların avareliğine bakıp da aldanmak olmaz. Pazara çıkan her sırlı nimet gibi, Eylül’ün kendine has şiirselliğiyle yaşanıyor zaman.
Üstüne üstlük bir de Ramazan gelmiş. Doyulur mu Eylül’ün tadına.
İlk kez oruç ayında gece ile gündüz birbirine bu kadar yakın.
İlk kez geceden karşılıyorum sabahı.
Yatsımı kılıp hazırladığım kahvaltı masasının ardından kılınıyor sabah namazları.
Sabah namazından sonra yapılan kahvaltının aksine, oruç zamanı bu böyle.
Gece günle buluşuyor, tokluk açlıkla kucaklaşıyor.
Aç kalmak için niyet eden bedenler, güne mideleri boş ama gönülleri dolu dolu başlamanın sevinciyle bir sonbahar mevsimini belki de en az benim kadar mutlu yaşıyor.
Eylül’e dair çok şarkılar dinledim.
Konusu Eylül olan çok şiirler okudum ve de yazdım.
Ama ömür defterime yazdığım en müstesna Eylüllerden biri bu Eylül.
Düşünün…
Bir daha başka bir Eylül’ü böylesine bereketli ve nurlu yaşama şansımız olabilir mi?
Ecel vakti gelinceye kadar kaç kişinin hayatında oruçlu Eylül fırsatı olacak acaba?
Eylül bu yıl hakikaten güzel.
Ben zaten Eylül’leri çok seviyordum.
Sevmeyenler için bu fırsat önemli bir sebeb.
Eminim siz de şimdi çok seviyorsunuzdur.
|
Hülya YAKUT
03.10.2006
|
|
Dörtlük
Hikmetle yaratılmış, bu muhteşem kâinat.
Her yerinde hükmeder, bir mükemmel saltanat.
Hiç kimse, hiçbir yerde, asla kusur bulamaz.
Ezelden tâ ebede, geçerli bu hakikat.
|
Abdülkadir MENEK
03.10.2006
|
|
Takvim
Bu ilk on günü rahmettir
Hem ortası mağfirettir
Ramazan bu berekettir
Müslümanlar anlar bunu
|
Celal YALÇIN
03.10.2006
|
|
Düşünen sorumludur!i
Çoğu kez başkasının hayatıyla ilgilenmekten hoşlanırız. Kimbilir, belki de bu bir kaçış; hayatın insana yüklediği sorumluluklardan bir kaçış…
Düşünme ile sorumluluk arasında ilişki var
İnsanın karışma, düzenleme ve düzeltme şansı bulunmayan nice işleri vardı ki, belki de onlara karışsaydı daha da karıştırırdı! Sözgelimi, lezzetlere eğilimli bir varlıktır insan... Buna günümüzde “Hazcılık” diyorlar ya, bunlar şimdilerde insanların peşinden koştuğu lezzetler… Oysa insan bilseydi ki, bu hazları elde etmek kısmete bağlıdır. O zaman, hazları elde etmek için uğraşsa da kalbine sokmaması gerektiğini, hatta mümkünse terk etmeye çalışması lâzım geldiğini ancak anlardı!
Madem bu hayatta ve bu güzel dünyada birer misafiriz; buradan da ait olduğumuz yurda gideceğiz, siz hiç misafirin kaldığı yerdeki eşyaları sahiplenmesini hoş karşılar mısınız? Kendisine ait olmayan şeylere kalbini ve aklını bağlamasını normal bir davranış olarak görür müsünüz? Mademki bulunduğumuz bu diyarı terk edeceğiz; aziz olarak terk etmek varken, rezil olarak terk etmek mükemmellik yolcusu olan insana yakışır mı hiç?
Düşünün bir kere; hani şu sonu ölümlü olan hayatımızı bir düşünün! Her alıp verdiğimiz nefesle yaşadığımızın çoğu kez farkına varamadığımız hayatımızla ne kadar bilinçli ilgiliyiz dersiniz?
Düşünün bir kere; hani şu yok olmakla var olmak arasında gidip gelen; diğer varlıklar arasında “insan” olarak adlandırdığımız kimliğimizi ne zamandır unutmuyor muyuz?
Düşünün bir kere; hani şu sınırlı olan; ne ileri ve ne de geriye sarılabilen ömrümüzü. Yarınını bilemediğimiz için elimizden bir şey gelmeyen; ne zaman son bulacağını bilemediğimiz için de her an bizi tedirgin eden hayatımızı düşünün! Belirsizliklerden dolayı düştüğümüz endişe elemi, gelecek karartısından doğan hüznümüz bizi perişan ederken; sahiden de bunları düşündüğümüzde dert etmeye değmediğini de fark ederiz hemen. Yüklendiğimizde kaldıramadığımız uzun emellerimizi, eleme dönüşmeden sırtımızdan attığımızda öylesine rahatlarız ki, denemeye değer!
Düşünün bir kere; hani şu geçici olarak başımıza musallat edilen belâlar var ya şu belâlar! Nasıl olsa geçer diye düşünerek üstesinden geleceğimiz musibetler, aslında sürecin faydalı birer parçası; geçince bizi mutlu etsinler diye ikram edilen belâlar onlar. Paniğe gerek yok!
Teklif: Üzerine vazife olan şeyleri en güzel şekilde yap, gerisine karışma ve karıştırma! Mutlu ol, hayatın keyfini çıkar!
|
B. Sait ÇİFTÇİ
03.10.2006
|
|
O (asm) bir muallimdi
Yüce Allah tevhid delilleri ile kıyamet ve haşri ispat eden âyetlerini ders veren vahiylerini göndererek mü’minleri eğitmeye devam ediyordu. Çünkü dinin esası devamlı eğitimdi. Geçmiş peygamberlerin ibret dolu tevhid mücadelelerinden örnekler vererek mü’minleri hem tesellî ediyor, hem de motive ediyordu.
Sahabeler Darü’l-Erkam’da toplanarak okuyor, öğreniyor, ezberliyor ve namazlarda tekrar ediyorlardı.
Din bir eğitim müessesesi olarak doğdu. “Oku!” emriyle başladı. Allah, okumaları için “kitap” gönderdi. Bu eğitimin üç basamağı vardı.
1. Okumak
2. Anlamaya çalışmak
3. Tatbikata geçmek.
Peygamberimiz (asm) Darü’l-Erkam’da bir eğitim merkezi açmış “muallim olarak gönderildiğini” beyan buyurarak gece gündüz sahabelerini eğitime tâbi tutuyordu. Bediüzzaman’ın tabiriyle “Muallim-i ukûl” (Akılların muallimi) idi o (asm).
Bu arada vahiy peş peşe gelmeye devam ediyordu. Peygamberimiz (asm) sırasıyla “iman eğitimi”, “ibadet eğitimi” ve “ahlâk eğitimi” veriyordu. Sabır, fedakârlık, feragat, mücadele duygularını geliştiriyor; cesaret, azim ve merak duygularını pekiştiriyordu. Böylece iman, teslim ve tevekkülle mükemmel eğitim veriliyor, kabiliyetler inkişaf ediyor ve ruhlar tekâmül ediyordu.
|
M. Ali KAYA
03.10.2006
|
|
|
|