Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

Yaz yazıları



Mevsimlere göre yazılar değişir mi?

Evet, her mevsimin karakteristik özelliklerini yansıtan yazıları yok değildir. Hatta mevsim normalleri yazılarda kendini gösterir. Mevsim sakinse, yazılar esintisiz. Mevsim normallerin üstünde sıcaksa, yazılar ter basmış halde boğucu. Mevsim soğuksa, bu durumun yazıların dışında kalması düşünülesi değildir.

Her yazının bir mevsimi mutlaka vardır. Onun için her yazı kendi mevsim şartları içerisinde değerlendirilmelidir.

Yazıda kasırgavari bir gürleme varsa, bu yazıyı ilk baharda mı yazdınız diyemeyiz yazarına. Çiçeklerden, böceklerden, kelebeklerden bahsediyorsa yazı, bunun bir kış yazısı olmadığı anlaşılacaktır.

Bu biraz da şuna benziyor. Televizyon haberleri görüntülerle desteklenir. Her habere uygun bir görüntü girer ekrana. Haber metni ile uygun olmayan bir görüntü karesi hemen izleyicinin dikkatini çeker. Yani yaz sıcağı haberi verilirken, kar görüntüleri olmaz.

Kardan bahsederken de yaz görüntüleri uygun olmaz.

Değil mi?

Köşe yazılarının ‘yaz yazıları’ biraz farklıdır. Her yazar ayrı bir esinti taşır köşesine. Yaz sıcağının derecesini köşelerde hissetmek mümkündür.

Tabiî her yazar neler görüp, neler yaşıyorsa onları köşelerine taşıyacaktır.

Bu gözle gazetemizin yazarlarına bakıldığında, diğer yazarlardan çok daha farklı bir bakış açısı kendini göstermektedir. Bu da normal zaten. Yaz tatiline bizim yüklediğimiz anlam ile bir başkasının yüklediği anlam aynı değil.

Tefekkür okumaları, sıla-i rahim anlamında ziyaretleşmeler ve nefis tamir çalışmaları genel anlamda bizim yazarlarımızın pencerelerine yansıyanlardır.

Her yazar içinde bulunduklarının fotoğraflarını paylaşır okurlarıyla. Tabiî bizi bizim gazete yazarlarımız ilgilendiriyor. Aksi halde başka hangi yazarın nerede, neler yaptığını merak etmeye kalksak, baş ağrıtmak için başka bir işe ihtiyaç kalmaz.

Biz biziz, onlar onlar.

Yaz yazıları sinyalleri gelmeye başladı

Önümüzdeki günlerde yazarlarımızın yaz dönemi boyunca yaşadıklarını izleyeceğiz. Latif beyler, Sefer beyler... neler neler yapmışlar bakalım. İzleyip göreceğiz. Tabiî ‘yaz yazılarıyla’ apayrı bir renk olan Hülya Kartal Hanımefendi epeydir görünmüyor. Yazar-okuyucu hukuku düşünüldüğünde, sessiz sedasız gidişler pek de uygun değil. Bir yazar yazılarıyla sadece kendisiyle konuşuyor değildir. Karşısında muhatap/muhataplar vardır.

Yazar tercihlerinde o muhatabın hukukunu dikkate almak durumundadır.

Belki bu sadece yazardan da kaynaklanmıyordur.

Bizim ekran; bir başka açıdan

Yaz tatilinin bizim pencereden görüntülerini ekranlara biz de yansıtmaya çalışacağız. Gerçi geçen yıl ki film kayıtlarımız halen yönetmen kayıtlarında bekliyor ama... Her filmin bir zamanı var anlaşılan. Bazı kayıtlar gösterime girmeden bekliyor. Vardır bir hikmeti... Nurculuk akrabalığı bambaşka Sıla-i rahimin sadece anne- baba ve yakın akrabaları ziyaret etmek olmadığını anlıyorum. Artık bütün dünyaya yayılmış ve her ülkenin farklı illerinde, bilhassa ülkemizin her ilinde, hemen hemen her ilçesinde ehl-i iman kardeşlerin varlığı, hele hele ehl-i iman nur kardeşlerin varlığı, ulaşılan mekânları daha bir anlamlı kılıyor.

Artık biz bir yerlere gittiğimizde yıldızlı oteller veya daha değişik imkânlardan önce, nur kardeşlerimizle görüşmeyi ve nur medreselerimize uğramayı ve nur kardeşlerle mütevazi bir sohbet etmeyi tercih ediyoruz.

Otellerde, öğretmen evlerinde, polis evlerinde beklediğimiz anlamda sıcak davranışlar bulmak mümkün değildir. Bu mekânlarda, resmî mekânların soğuk esintisi, tanımadık yüzler, resmî bakışlar, istenmedik davranışlar, görüntüler ve daha bir sürü yabani durumlarla karşılaşmak mümkün.

Oysaki bizim medreselerimizdeki nur kardeşlerimizin sevgisi, ilgisi, sohbeti, dertleşmeleri yüz resmi ortamlara tercih edilir. O soğuk, resmî ortamlara aktaracağımız harcamaları kendi mekânlarımızın güzelliği, ihtiyacı için kullansak çok daha muhteşem olacak.

Nitekim birimiz Şark’ta, birimiz Garp’ta olsak da, bu mesafe bizim kardeşlerimizle görüşmemize, muhabbetimize mani teşkil etmemelidir. İlk kez görüştüğümüz nur kardeş, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi yakınlık, samimiyet ve sıcaklık gösteriyor. Doğduğumdan beridir dayımın oğlu olan, teyzemin kızı olan beyefendi veya hanımefendilerle biraraya geldiğimizde, bütün sohbetlerimizin yekûnü on dakikayı geçmiyor. Çünkü dünyalar farklı farklı.

Kan akrabalığı, iman akrabalığı ile aynı değil.

Şöyle düşünüyorum, ehl-i iman bir kardeşimin bana olan yaklaşımı, iman zaafı içerisinde bulunan, aramızda kan bağımız olan bir akrabamızdan çok daha yakın, çok daha ince, çok daha sıcak olabilmektedir.

Yani Allah’tan korkan bir yabancı, Allah’tan korkmayan bir akrabadan daha yakındır diyebiliriz.

O zaman gittiğimiz yerlerdeki nurlarla yaşayan akrabalarımızı ziyaret edelim. Ama diğerlerini de ihmal edelim demiyoruz.

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Risâle-i Nur patenti ve Bediüzzaman damgası



“Patent” demek, kalite demektir. Marka demektir. Güven demektir. Sadelik demektir. Berraklık demektir. Standart demektir.

O “patent” altındaki malı ve ürünü tekrar denemeye kalkmak ise kendine eziyet, akla zarardır. Mantığa ters düşmektir. Muhakemeye ihanettir. Tecrübe ve gerçek hayatı hiçe saymaktır.

Risâle-i Nurlardaki hakikatler ve Bediüzzaman’ın hayatı, yalnız Müslümanlar için değil, bütün insanlık için bu noktadan çok gerçekçi ve sağlam bir “patent,” doğru bir rehber ve yüksek bir standarttır.

Manevî kaynak olarak binden fazla delili arkasına alan Risâle-i Nur Külliyatı; ilim, eğitim, san'at, diplomasi, şahsî, ailevî, sosyal hayat, dâhili ve haricî siyasî denge ve gerçekler gibi her alanda prensiplerini ve hâkimiyetini her geçen gün arttırarak devam ettiriyor.

Yurt içinde ve dışında Risâle-i Nur ve Bediüzzaman konulu ve eksenli yapılan konferans, seminer, sempozyum, panel, vb. yapılan her türlü sosyal ve kültürel faaliyete katılan yerli ve yabancı otoritelerin vardığı sonuç; “Bu eserler ve müellifi eşsizdir, harikadır, mükemmeldir” şeklinde takdir ifadeleridir.

Bu işin künhüne vakıf olmayan insanlar diyebilirler ki; “Bu eserleri okuyanlar ve takip edenler marjinal bir grup ve taraftardır.” Hayır, akl-ı selim sahibi kim olursa olsun objektif ve tarafsız bir nazarla bu eserleri okuduğu zaman görecektir ki, her sahada bu eserler müthiş derecede orijinal ve geçerli fikirler ortaya koymaktadır. Gerçek bir rehber, hakikî bir mürşit, şaşmaz bir rota, ufuk açan bir üstün fikir ve vizyon, çare üreten harika bir yol gösterici konumundadır.

Çünkü bu eserler ve müellifinin hayatta rehber aldığı iki ana temel değer vardır: Birisi Kâinatın Yaratıcısı Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in (asm) sünnet-i seniyyesidir.

Bunun içindir ki, fikirler sağlam, görüşler yüksek, yorumlar isabetli, çözümler her hale göre çok uygun ve tam isabetlidir.

Ulusal ve uluslar arası çapta yapılan kongrelerdeki notların birçoğu kayıtlı doküman olarak eldedir.

Çok ünlü, ünlü olduğu kadar da katıksız Yahudi olan İsrail asıllı Prof. Dr. Yehezkel Landau, 2004 yılında yapılan, bizzat benim de katıldığım, 7. Bediüzzaman Sempozyumu’nda, “Ortadoğudaki savaşın sona erme formülünün Bediüzzaman’ın barışçı fikirleriyle mümkün olacağını” söylemişti.

Yirmi gün önce Isparta’daki bir sohbette dinlediğimiz Bediüzzaman’ın varislerinden, Nurların büyük hizmetkârı değerli Abdullah Yeğin Ağabey, yakında gittiği Avustralya’da polis teşkilâtında görev alan bir Türk gencinin, sade ve halis haline imrenen âmirinin İslâm hakkında var olan birçok şüpheli sorusuna ikna edici cevaplar verdikten sonra, bu gencimizin aynı amiri tarafından emrindeki polislere bu güzellikleri anlatması, İslâmı iyi tanıtması için görevlendirildiğini; Cuma günü gittiği camideki imamın da İngilizce vaazında Yirmi Üçüncü Söz’ü anlatmaya çalıştığını nakletmişti.

Aynı toplantıda Ukrayna’dan gelen Azerbaycan asıllı ehl-i hizmet bir kardeşimiz, bu ülkede lokantada yapılan bir Risâle-i Nur dersini dinleyen askerî güvenlik görevlisinin çok etkilendiğini, içki içmek için geldiği bu mekânda yapılan sohbetten, içkinin vereceği zevkten çok daha fazla mutluluk duyduğunu ve kendilerini makamına dâvet edip bu tür sohbetleri yapmaları gerektiğini söylediğini naklettikten sonra, şehrin valisinin de bu konudan haberdar olmasının ardından Valililik makamında bu tür sohbetlerin yapıldığını ve eldeki eserlerin resmî makamlar tarafından muhtaç olanlara ulaştırılma kampanyasının başlatıldığını anlattı.

Bir başka ehl-i hizmet kardeşimiz bu aybaşında İstanbul’da yapılan “Risâle-i Nur, Bediüzzaman ve Haşir” konulu konferansa katılan, Arap âleminden gelen yirmiye yakın ilim adamının, “Bediüzzaman’ın, yaşayan ve yürüyen bir Kur’ân olduğunu” üstüne basa basa beyan ettiklerini anlattı.

Risâle-i Nurların akla gelebilecek ve bugünün insanının konusu olan her türlü sahada fikir yürüttüğünü, çok harika çözümler ürettiğini beyan ettiklerini söyledi.

Hele birisi var ki bu âlimlerin içerisinde, “Bediüzzaman bütün olumsuzluklar karşısında çaresiz kalmayan, en güzel çözüm üreten, olumsuzlukları müsbete çeviren müthiş bir iradeye sahip!” beyanında bulunuyor. Daha buna benzer binlerce misâl verilebilir.

Yazının başlığıyla ve giriş bölümünde nazarlara vermeye çalıştığımız “patent ve marka” meselesi işte bunun için önemlidir.

İsteseler de, istemeseler de Türkiye’nin ilmî, siyasî, sosyal, askerî, diplomatik, sınaî, kültürel, ticarî hayatında bulunan etkili ve yetkili kişilerin de çoğu; zamanla bu noktaya geleceklerdir. Bunda asla şüphemiz yoktur. Çünkü akıl için yol birdir. Bu denli sağlam ve isabetli “patent ve marka”da omuz omuza nice yıllara diyor, saygılar sunuyorum.

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

AB yolculuğu hız kesmesin



“Muasır medeniyet seviyesi” sayılan Avrupa Birliği üyeliğimizin içerden ve dışardan engellenmeye çalışıldığı herkesin malûmu. Yerli ve yabancı uzmanlar, Türkiye’yi ‘idare’ edenleri ikaz etmeye başladılar. Yapılan ikazlar, AB yolculuğunun yavaşladığı yönünde. Hükümet cenahı ise bir yavaşlama olmadığını beyan ediyor.

Bu yöndeki tartışmalar, Finacial Times gazetesinin bir haberiyle alevlendi. İngiliz The Financial Times gazetesi Brüksel ile Ankara arasında yaşanan karşılıklı anlayışsızlık sebebiyle uyum sürecinde zorlukların başgösterdiğini yazdı. Vincent Bolant imzalı yazıda, Fransa ve Avusturya gibi bazı üye ülkelerin Ankara’nın üyeliğine karşı çıkması sonucu iki tarafın da ‘sürece hız kazandırmak için görüşme yapmaya isteksiz’ olduğu belirtildi. Gazeteye konuşan Ankara’daki bir AB diplomatı ise, hükümet içinde ‘şaşırtıcı derecede bir ilgisizlik’ olduğu yorumunda bulundu.

Ardından, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) International Başkanı Aldo Kaslowski, Financial Times gazetesinde yer alan Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin eleştirilerle ilgili olarak, ‘’Financial Times gazetesinin yazdığı doğru. Bir yavaşlama var. Avrupa’da, Brüksel’de çok daha etkin bir şekilde bulunmamız gerekirken gidilmiyor, heyetler kurulmuyor. Bütün bunlar gerçektir’’ şeklinde konuşmuş. (AA, 30 Ağustos 2006)

AB ile müzakerelerde birkaç ay sonra 2 yılın dolacağını hatırlatan Kaslowski, ‘’İlgisizlik aslında dünün veya bugünün işi değil. Müzakerelerde ilgisizlik ve yavaşlama zaten Aralık ayında başladı. Sanki acelemiz yok gibi bir tavır sergiledik’’ de demiş.

Türkiye’nin reformlarda rehavete kapıldığı konusunda AB tarafında yaygın bir kanaat bulunduğuna değinen İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Başkanı Davut Ökütçü de, şöyle konuşmuş: ‘’Türkiye siyasî kriterlerde yeterli mesafe kat ettiği için müzakerelere başladı ama siyasî kriterlerde yapması gerekenlerin müzakere süresince de güçlü olarak devam etmesi bekleniyordu. Bizim de hükümetten ısrarla beklediğimiz, özellikle İlerleme Raporunu Komisyon kaleme almadan, tamamlamadan önce TBMM’nin Eylül ayında erken bir şekilde toplanarak bu reform paketinin tümünü çıkarmasıdır. Hükümetimizin kararlılığını gösteren bir tavır ve anlayışla bir an önce TBMM’den geçmesini bekliyoruz.’’

Tartışmaya katılan Dışışleri Bakanlığı Sözcüsü ise, Türkiye’nin AB’ye üye olma kararlılığında en ufak bir yavaşlama görmediğini belirtip, “Özellikle içinde bulunduğumuz ayda bu tür çalışmaların somut sonuçlarını göreceksiniz” demiş. (AA, 31 Ağustos 2006)

Türkiye’nin AB üyeliği kararı, daha önce sayısız defa açıklandığı üzere ‘devletin’ almış olduğu bir karardır. Dolayısı ile, bu yolda yürümek ve kurulmak istenen tuzaklara düşmemek gerekir.

Yönetici ve siyasetçilerin, ‘bu yolda bir aksama, gecikme ve yavaşlama yok’ demesinin bir anlamı olması, müşahhas neticelerin görülmesine bağlıdır. “Biz sessiz ve derinden çalışıyoruz” anlamına gelecek beyanların bir değeri olmaz. Çünkü bu yolda atılan adımlar sesli atılmalı ve herkes Türkiye’nin nereye gittiğini görmelidir. Aksi halde, bu hedefden vazgeçildiği şeklinde bir imaj oluşur ki bundan da yine en büyük zararı Türkiye görür.

Yapılan kamu oyu yoklamalarında “AB’ye destek aramanın düştüğü” yönündeki neticeler biraz da bu ‘sessizlik’ sebebiyle değil midir? Doğru istikamette ‘sert adım’larla yürümekten çekinmeyelim...

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Sonbaharı yaşarken



Sararan yapraklarıyla, rüzgârıyla, yağmuruyla artık sonbaharı yeniden yaşıyoruz. Geride çok şeyler kaldı, ilerisi ise meçhul. Elimizde kalanlar da yaprakların düşmesi gibi tek tek sararıp, solup ayaklar altına düşüyor. En nihayetinde kışta da toprağa karışıp kaybolacak.

Sonbahar denilirken, belki de biten, tükenen, son kalıntıları da kaybolup giden bahar ya da yaz denilmek istenmiş. Anadolu’da havaların soğuduğu, mahlûkâtın, özellikle bitkilerin hayat enerjilerinin çekilip alındığı, güneşin biraz daha uzaklaştığı mânâlarında “güz” denilmiş. Batılıların bir kısmı sonbahar için düşüş mânâlarında kelimeler kullanırlar. Hem yaprakların düşüşü, hem senenin düşüşü gibi… Belki de yüksekte olan her şeyin, hayallerin, ümitlerin, beklentilerin, gençliğin, güzel günlerin, sağlık ve sıhhatin düşüşü…

Hatırlanacağı üzere Dokuzuncu Söz’de “namazın beş vakte tahsisi” ile ilgili bahiste, bir gündeki namaz vakitleri ile sene, insan ömrü, insanlık ve kâinat ömrü gibi hadiselerle olan benzerliği ve bir saatin çarkları gibi birbiriyle irtibatına dikkat çekilerek vakitlerin ehemmiyeti izah edilir. Bunlardaki büyük nimetlerin yekûnüne karşı yapılan şükür ve ibadetin büyüklüğü hatırlatılır.

Bunca ilerlemeye, keşfe ve icada rağmen zaman hâlâ esrarını koruyor. Biz zamanın içinde miyiz? Yoksa zaman bizim içimizde mi? Ağaçtaki bir yaprağı sarartan kudret, aynı şekilde saç telinden damarlara kadar her şeye etki ederek insanı yaşlandırıyor, gökyüzündeki dev küreleri de çevirerek onların da ömründen gün düşüyor, yıl düşüyor.

Zaman dedik ya… Güneşin ışıkları ve sıcaklığı hiç değişmese ve yerdeki su da azalmasa yaprak yine sararır mı? Şimdiki teknolojinin en güçlü vasıtalarını da yaprağın emrine verseniz, yine de yaprak sararacaktır. Çünkü saatin çarkları aynı zamanda yaprağın içinde, hücrelerde ve daha nice alt birimlerde olanca sessizliğiyle mükemmelen çalışıyor. Saatin tiktakları her canlı için tıpkı bir ömür törpüsü gibi durmaksızın çalışıyor. Eski çağların cahiliye toplumları Âlemlerin Rabbinin şu kâinat mülkünde küçük bir lambası, küçük bir sobası ve takvimcisi hükmündeki güneşe, sırrını çözmekte zorlandığımız vazifeleri, ilmi ve kudreti yükleyerek mabut kabul etmişler, onun sadece bir sebep olduğunu fark edemeyerek küfür ve dalâlet karanlıklarına batmışlardır.

Dokuzuncu Söz’de, sonbahar, asr vaktine yani ikindi vaktine benzetilir. Aslında insan, hayvandan farklı olarak, geleceği tahmin edebilen, ona göre hazırlık yapan bir canlıdır. Tekrar eden periyotlar ve dönemler bir sonrasının habercisidir, ikaz edicisidir, hatta ispat edicisidir. Saniye hareket ediyorsa dakika da mutlaka hareket edecektir. Saatin de geçip gideceği kesindir. Küçüklüğümüzden itibaren, ikindi vaktini idrak ederiz, fakat akşam olduğunda bitmemiş işlerimiz ve geride kalan kayıplarımız için üzülürüz. Neredeyse hiç ders almamış şekilde ertesi güne aynı gaflet ile devam ederiz. Aslında daha da önemlisi gün periyodundan seneyi yani sonbaharı çıkarabilmek, kışın da geleceğinden emin olmaktır. Ondan da önemlisi ömür sonbaharını ve ömür kışını, kabir ve haşri idrak edebilmektir. İnsanın dışındaki mahlûkat genelde en basiti olan günlük periyotta kalır. İç güdü de denilen İlâhî sevk ile kış hazırlığı yapan bazıları nadiren yıllık periyoda çıkabilir. Elbette biz insanların bu mahlûkattan biraz farkı olmalıdır. Akşam hüznü çökmeden, kara kış bastırmadan, kabir karanlığına gömülmeden önce tedbir almak gerekir.

Sonbahar aslında çok önemlidir. Dönem olarak birbirinin misâli olan ikindi vakti, işlerin sona yaklaşmasına, derlenip toplanma ve eksiklerin tamamlanma zamanına bakar. Devletler ve siyasetçiler yapacakları hayır ya da şer işler için fazla zaman kalmadığını düşünerek planlarını gözden geçirip bir an önce uygulamaya koyarlar. Planlar kimileri için başarı, kimileri için de hüsranla sonuçlanır. Ama kış hüsranla geçse de elbette yeni bir bahar var, dünya yeniden kurulacak, ağaçlar yeniden yeşillenecek… Şüphesiz büyük dairedeki işler bu kadar hızla ve dikkatle devam ederken küçük dairedeki işler de sahipsiz kalmamalı. İnsan olarak ikindi vaktinde nasıl günü gereği şekilde değerlendirmeye çalışıyor isek, senenin sonbaharını da, ömrün sonbaharını da aynı gayretle değerlendirmeliyiz.

Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, Peygamberimizin (asm) dünyaya geliş vakti insanlık tarihine göre, bir güne nispeten ikindi vaktine tekabül etmektedir. Zamanımızın da âhirzaman olduğu dikkate alınırsa, biz hem insanlığın hem de ümmetin sonbaharını yaşıyoruz, kıyamet yakın, en fazla dikkat edenler biz olmalıyız, bize kadar gelen emanetin hakkını vermeliyiz.

Kur’ân, Asr Sûresi’nde “Asra yemin olsun” der. Asr, ikindi vakti, asır, yüzyıl, çağ ve zaman gibi mânâlara gelmektedir. Müfessirlere göre bunların tamamı da kastedilmiş olabilir. Demek ki Cenâb-ı Hak hassas ve dakik bir saat olan zaman ve mekânı kudret elinde tuttuğunu ikaz ederek insanlıktan adımlarını dikkatli atmasını, sayılı saniyelerini, zamanını ve ömür sermayesini iyi değerlendirmesini istemektedir. İnsanlığın genelde zamanını iyi değerlendiremediği için hüsranda, zararda ve ziyanda olduğuna dikkat çekerek, sadece “iman ve sâlih amel” sahiplerinin kurtulabileceğini beyan etmektedir.

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İmanın ıstılâhî tanımlarına muhteşem yaklaşımlar



Sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi’ne bir intisap, yani inanmak, güvenmek, dayanmak olan imanın ıstılâhî anlamları çok boyutludur. Dolayısıyla tüm tanımlar, kâinatla da ilgili olan bu hakikatin etrafında halelenir.

* Yaradılışın en büyük gayesi, en yüksek neticesi olan imân; Yüce Yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki münâsebetleri fark ve tesis ettirir.

* İman, yüksek derecede, doğru ve pozitif/müsbet düşünce biçimidir. Rûhumuzu tekâmül ettirmek; kabiliyetlerimizi geliştirmek; şuûrlanmak, duygularımıza istikamet vermek; sâir varlık kardeşlerimiz ve kâinatla olan münâsebetlerimizi dengelemek ancak imânla mümkün.

* Derin bir basîret/bakış, ferâset olan iman, her şeyi; öncesi, sonu, dışı, içi, sağı-solu, altı-üstü, geçmişi-geleceği gibi tüm boyutlarıyla görmektir. Diğer bir ifâdeyle, her şeyi olduğu gibi görüp, tanıyıp, algılamak ve kabul etmektir. Yâni, bütün mevcudatı, kendini ve varlık içindeki duruşunu doğru algılayıp tesbit ettikten sonra yerli yerine oturtmaktır. Dolayısıyla imân; Allah’ın tekvinî denen tabiat ve teşriî diye isimlendirilen şeriat, yani, maddî-mânevî kanunlarının hayatımıza aksetmesi; davranışlarımızla örtüşmesidir.

* İmân bir nurdur ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet (yakınlık, kaynaşma), bir emniyet peyda olur ve her şeyle tanışma tesis eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye (rûhî/duygusal enerji, güç) meydana gelir ki, insan, o kuvvetle her felâkete, her hâdiseye karşı direnç gösterebilir. Ve öyle bir genişlik verir ki, insan onunla geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

* Keza imân; pozitif bakış, olumlu davranış biçimidir; hayata doğru istikamet, yön vermektir. İmân, hastalık, sıkıntı, karamsarlık, problem ve felâketlere karşı olumlu yaklaşabilme, onlardan ders alabilme, hatta onları dermana, refaha, ümide, sevaba çevirebilme melekesi/becerisidir.

* İmân, doğru düşünme biçimidir. Doğru algılar ve isabetli düşünürsek bilgi üretimini de pekalâ artırırız. Cehâlet yok olursa, beynimiz değişir ve gelişir. Beynimiz değişirse, duygularımız değişir; genişler. Duygularımız mecrâını bulursa hareket kabiliyetimiz artar. Hareket harareti, yâni enerjiyi getirir. Enerji, eşittir verimli iş, artı üretim, çarpı başarı; bu da, maddî-mânevî ilerleme, yükselme, gelişme demektir.

* İmân; hem nurdur/ışık, hem kuvvettir/enerjidir. Hakikî imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.1

* İmân, bütün mükemmelliklerin madeni ve esası/temelidir.2

* İman; mârifetullah, Allah’ı bilmeye en geniş ve ışıklı fen; bütün gerçek ilimlerin esası, madeni ve rûhu; mükemmelliklerin Kâbesi’dir.3

* İmân tevekküldür, yaşama irâdesi sergilemektir. Karınca ve bitkiler dahil bütün varlıkların hayatına saygı göstermektir.

* İslâmın öngördüğü imân, nefsin arzu ve istekleri yerine Hüdâ’yı esas alır. Allah’a îman eden, emirlerine uyan, nehiylerinden sakınan, duygularını geliştiren ve rûhunu tekâmül ettiren/olgunlaştıran; kendisiyle, duygularıyla barışık, hemcinslerinin kendisinden emin olduğu kâmil insandır.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 284.;

2. Şuâlar, s. 111.; 3-Muhakemât, s. 120

02.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Abdil YILDIRIM

Birlik ve beraberlik



Devletin yüksek kademelerindeki nöbet değişimi için yapılan devir teslim törenleri, her zaman ülke gündemini uzun süre işgal eder. Başka ülkelerde de bu gibi devir teslim törenleri yapılmaktadır, ama çok defa bundan kamuoyunun haberi bile olmaz. Bizde ise, her vazife değişimi sanki bir milat gibi kabul edilerek, her seferinde yeni bir dönemin başladığı ifade edilir. Gidenler eski mesajlarını daha kuvvetli ifadelerle vurgularken, gelenler yeni ve sert mesajlarla vazifeye başlarlar. Bu mesajların en bildik cümlesi, “Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz şu günlerde...” diye başlar. “Cumhuriyeti yıkmak isteyenlere fırsat veril-meyecektir” diyerek devam eder. Ondan sonra da bir takım temennîlerle son bulur.

Bu milletin birlik ve beraberlik konusunda hiç bir sıkıntısı yoktur. Her ortamda ve her durumda bu birliktelik kendiliğinden en güzel bir şekil-de sağlanmaktadır. Bir deprem anında, milletin her ferdi aynı acıyı yüreğinde hissetmekte, bütün imkânlarını depremzede ile paylaşmaya çalışmaktadır. Bir terör eylemi karşısında, kaybolan her hayat diğer insanların hayatından da bir şeyleri alıp götürmektedir. Sevinçler ve acılar paylaşılırken, dil, din, mezhep ve etnik köken farkı gözetilmeden herkes için aynı hassasiyet göste-rilmektedir.

Milletçe onur duyduğumuz mutlu günlerde aynı birliktelik tabiî mecrasında sağlanmaktadır. Uluslararası spor karşılaşmalarında millî takımlarımız başarılı olduğu zaman, başı açığı da, başı kapalısı da, şalvarlısı da, ütülü pantolonlusu da, bayrağını kapıp sokaklara dökülmektedir. Millî sevincimiz millet tarafından coşku ile paylaşılmaktadır. Dinî ve millî bayramlarımız da ortak bir sevinç ve coşku içinde kutlanmaktadır. Bir felâket anında ise, tek vücut olarak yaralarını sarmak için herkes elinden gelen fedakârlığı yapmaktadır. Bu necip millet, “kederde ve kıvançta bir ve beraber olmak” misyonunu en güzel şekil-de yerine getirmektedir.

Birileri, giyim-kuşam farklılıklarını bir bölücülük ve cumhuriyete baş kaldırı sembolü olarak görüp bu insanları toplumsal hayatın dışına iterken, halk arasında her hangi bir ayrımcılık görülmemektedir. Başı kapalı bayanlar, başı açık arkadaşları ile sokakta kol kola yürümekte, baş başa verip ders çalışmakta ve birlikte sosyal faaliyetlerde bulunmaktadırlar.

Aralarında en ufak bir sürtüşme ve ayrışma söz konusu değildir. Farklı düşünce, görüş ve kıyafetler içinde olanlar, sanki birilerine inat son derece uyum içinde, birlik ve beraberlik tabloları çizmektedirler. Yapılan kamuoyu araştırmalarında da, halkın yüzde yetmişinin başörtüsü gibi bir kıyafet tercihine saygılı olduğu görülmektedir.

İnsanımızın birbirini sevmesine, haklarına saygı göstermesine, farklılıklarını kabul edip hoşgörü ile karşılamasına, her zamankinden daha çok muhtaç değiliz. Kederde ve kıvançta, musibette ve nimette, düğünlerde ve bayramlarda da her zamankinden fazla beraberliğe ihtiyacımız yok. Okulda, camide, cenazede, törende, resepsiyonda, sokakta, statda, kamusal ve özel alanlarda da her zamankinden daha çok birlik ve beraberlik ihtiyacı içinde değiliz. Zira her zaman bu ihtiyaç millet tarafından en güzel şekilde karşılanmaktadır.

Şu anda sahip olduğumuz birliktelik bize yeter. Yeter ki, birileri sun’î sebeplerle ve gereksiz hassasiyetlerle bir evham ve endişe ortamı meydana getirmesinler.

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İmam-ı Azam Ebû Hanife (ra)



İsim belirtmeyen okuyucumuz: “İmam-ı Azam’ı tanıtır mısınız?”

İmam-ı Azam Ebû Hanife, yaklaşık 1239 yıl evvel; hicrî 150 yılı Şaban ayında; milâdî olaraksa 767 yılının bir Mayıs sabahında, Abbasî Halifelerinden Halife Mansur’un siyasî hışmına uğrayarak Abbasî hapishanelerinin birinde zehirlenen ve bir yıldız gibi dünyadan kayıp, âlem-i bekaya irtihal eden bir Fıkıh otoritesidir. Hanefî Mezhebi Kurucusudur.

Asıl adı Numan bin Sabit olan İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri (ra), hicretin 80. yılında (Milâdî 699’da) Kûfe’de zengin ve muttakî bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Daha doğmadan evvel Hazret-i Ali’nin (ra) duâsına mazhar oldu. Küçük yaştan itibaren kendisini ulema arasında bulan Ebû Hanife (ra), Enes bin Malik (ra) gibi birkaç sahabe ile görüşme imkânı buldu ve hadis rivayet etti. Gençliğinde ilimle beraber bir süre ticaretle de uğraştı; ancak daha sonra kendisini tamamen Fıkıh ilmine verdi. Dört bine yakın âlimden hadis dinledi. Fıkıh ilminde Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer ve Abdullah ibn-i Mes’ud’un re’y ve içtihad metodlarından etkilendi ve bu kol üzerine fıkıh sistemini kurdu. Hocası Hammâd bin Süleyman’ın (ra) dizleri dibinde 28 yıl Fıkıh ilminde yoğruldu. Hocası vefat ettiğinde artık fıkıh ilminde ehliyet ve içtihat sahibi olduğundan talebe arkadaşlarının ve halkın ısrarı üzerine, kırk yaşlarında, ders halkasının başına geçti.

İmam-ı Azam’ın (ra) ders halkası eşsiz bir fıkıh akademisi gibi çalıştı. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, İran, Yemen ve muhtelif bölgelerden gelen talebelerle ders halkası doldu taştı. Karşılıklı soru-cevap tarzında ders işlerler; derslerinde en müşkül mes’elelere bile İslâm’ın temel kaynaklarından çözümler bulurlardı. Ders halkasında beş yüz bini aşkın mes’ele üzerinde çözümler üretildiği rivayet edilir. Talebeleri arasından pek çok İslâm Hukukçusu yetişti. Bunların en meşhurlarından İmam-ı Ebû Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Züfer, İslâm Fıkhının tedvin ve tasnifi için büyük gayret sarf ettiler ve Hanefî Mezhebinin olgunlaşmasında eşsiz hizmetlerde bulundular.

İmam-ı Azam, Fıkıh ilmiyle beraber Tefsir, Hadis, Kelâm ve diğer İslâmî ilimler bakımından da zirvedeydi. Münâzara yoluyla sapık fırkalarla mücadele etti. Mu’tezilîler, Haricîler, Kaderiler, Şiîler ve İnkârcılarla birçok münâzaralara katıldı ve mâğlup etti.

Bedîüzzaman Hazretlerinin (ra), Sahabelerden ve Mehdî’den sonra en efdal dört İmam arasında saydığı İmam-ı Azam Ebû Hanife 1, vakarı, tevazuu, takvası ve ilmi ile temayüz etmişti. Hediye kabul etmezdi. Bir gün Halife Mansur’un kendisine on bin dirhem hediye göndereceğini söylediler; buna razı olmadı. Hediyenin geleceği gün kimse ile görüşmedi. Halifenin adamı hediyeyi bir beze sararak evinin köşesine koymuştu. Ebû Hanife (ra) vefatı öncesinde oğluna yazdığı vasiyette, o bez içindeki hediyenin Halifenin adamına iade edilmesini istedi.

Halife Mansur kendisini baş kadılığa tayin etmek istedi ve bunda ısrar etti. Ancak Ebû Hanife baş kadılığın siyasî bir makam olduğu ve bunun da ilmî çalışmalara engel olacağı endişesiyle kabul etmedi. Halife kendisine niçin baş kadılığı kabul etmediğini sorduğunda ise:

“Ben baş kadılığa salâhiyetli değilim! Senin de bu vazifeyi bana vermen doğru olmaz!” dedi. Halife tekrar: “Neden?” diye sordu.

İmam-ı Azam (ra):

“Eğer doğru bir adam isem bu vazife bana yaramaz! Eğer yalancı isem, yalancılar kadı olamaz!” dedi.2

Ancak Halife Mansur emrinde ısrarlıydı. İmam-ı Azam’ın nüfuzunun siyasî olduğunu zannetmiş, bunu kırmak için pasif bir göreve çekmek istemişti. Ancak Büyük İmam bu görevi reddedince zor kullanmaya başlamıştı. Hiçbir zorlamayla da yılmayan ve hiçbir dünyevî makam ve mevkiyi kabul etmeyen İmam-ı Azam Ebû Hanife’yi, ne yazık ki Abbasî Halifesi daha sonra, ömrünü verdiği o ilim merkezinden ayırdı, hapse attırdı ve kırbaçlatmaya başladı. Hapiste zehirlendiği de rivayet edilir. Nihayet sağlığı bozulunca hapisten çıkardı; ancak Büyük İmam artık fazla yaşamadı ve fıkıh ilminin tedvin ve tasnif çalışmalarını talebelerine emanet ederek, yetmiş yaşında hayata gözlerini yumdu. Şimdi; bin yılı aşkın süredir İslâm Fıkhına yaptığı hizmet ile onun adı dillerden, gönüllerden ve duâlardan düşmezken; ona zulmedenler kabirde azap çekiyorlar!

Allah ondan razı olsun! Rahmetullâhi Aleyh! Âmin.

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 271

2- Gazâlî, İhyâ, c. 1, s.74

02.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Memuruna “cimri” ülke



Türkiye’nin gündeminde Lübnan’a asker gönderme meselesi olduğu için, 15 Ağustos tarihinde başlayan hükümetle memur konfederasyonları arasında yapılan memur maaşlarına zam görüşmeleri hak ettiği yeri alamadı. İki milyon memuru, o maaşla yaşayacak ailesi ve akrabalarını, dükkânında memurun yolunu gözleyen esnafı ve işçiyi ilgilendiren toplu görüşmeler, Kamu İşveren Kurulu ile memur konfederasyonları arasında anlaşmazlıkla sonuçlandı.

Kamu İşveren Kurulu ile memur sendikaları arasında 4 yıldır yapılan toplu görüşmelerin bu yıl beşincisi tekrarlandı. Gece geç saatlere kadar süren 6. toplantıda “Kamu İşveren Kurulu’nun masaya kabul edilebilir bir teklif getirmemesi” gerekçesiyle Memur-Sen ve Kamu-Sen görüşmeleri terk ederken, mücadelelerin hukukî yolla sürdürme kararı aldılar.

Şimdi, Yüksek Hakem Kurulu Başkanı ve 4 üniversite öğretim üyesinden oluşan “Uzlaştırma Kurulu” devreye girecek. Kurul, 5 gün süreyle yapacağı çalışmaların ardından hazırlayacağı raporu Bakanlar Kurulu’na iletecek. Uzlaşma Kurulu’nun alacağı karar “bağlayıcı bir nitelik taşımadığı” için, memur maaşlarına yapılacak zamma ilişkin son kararı yine Bakanlar Kurulu verecek.

Burada garip olan şeylerden birisi de, daha toplu görüşmeler başlamadan birkaç gün önce Maliye Bakanlığı’nın, 3 yıllık program kapsamında 2007-2008-2009 zam oranlarını açıklaması olmuştu. Madem zam oranları belirlendi, ne diye toplantı yapıldı, anlamak mümkün değil…

Konuyla ilgili tek suçlunun, bir türlü birleşemeyen, taleplerini bir araya getirip hükümetin karşısına güçlü bir şekilde çıkamayan sendikalar olmadığını söyleyebiliriz. Sendikalar hükümetin karşısında tek vücut olsalar da, görüşmelerin sonucu yine hükümette bitiyor. Yani hükümet isterse veriyor, istemezse vermiyor. Bu durumun değişmesi için ise, “toplu görüşmeler”in “toplu sözleşme” olarak değişmesi gerekiyor.

Başta kavgalı-gürültülü başlayan görüşmelerden sonra memurlar Bakanlar Kurulu’nun vereceği “zam” kararını bekliyor.

* * *

Burada bu görüşmenin seyrini anlatmaktan ziyade, memurları yakından ilgilendiren bir araştırmadan bahsetmek istiyorum.

Yapılan bir araştırmaya göre, Türkiye’nin memuruna “en cimri” ülke olduğu ortaya çıktı. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonunun (KESK) yaptığı araştırmaya göre, Türkiye Avrupa Birliği’nde kamu çalışanlarına millî gelirinden en az pay ayıran ülke konumunda bulunuyor. 25 Avrupa Birliği ülkesinde kamu çalışanlarının GSMH’den aldığı pay 2005 yılında yüzde 10.84 olarak hesaplanırken, Türkiye’de ise bu oran yüzde 6.5’te kalıyor. Araştırmaya göre, Danimarka kamu çalışanlarına millî gelirden en büyük pay ayıran ülke konumunda bulunuyor. Danimarka kamu çalışanlarına yüzde 17.36’yla Türkiye’nin 2.67 katı fazla pay veriyor. Danimarka’yı yüzde 16.06’yla İsveç yüzde 14.9’la Kıbrıs Rum Kesimi, yüzde 14.84’le Malta, yüzde 14.53’le Portekiz, yüzde 13.84’le Finlandiya 13.84’le yüzde 13.42’yle de Fransa izliyor.

* * *

Bu arada, hükümetle memurlar arasındaki görüşmeler sürerken, Türk-İş’te Ağustos ayında açlık sınırının 574 YTL 3 YKr, yoksulluk sınırının ise bin 869 YTL 81 YKr’ye yükseldiğini açıkladı. Dört kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için aylık zorunlu gıda harcaması tutarının, bu ay bir önceki aya göre 0,12 oranında artarak, 573 YTL 33 YKr’den, 574 YTL 3 YKr’ye çıktığı vurgulandı. Gıda harcaması tutarındaki 8 aylık artışın yüzde 5.72 olarak gerçekleştiği belirtilen araştırmada, geçen yılın aynı döneminde ise, bu oranın yüzde 1,19 olduğu da açıklandı. Araştırmada, gıda harcamasında son 12 aydaki artışın yüzde 10,38, yıllık ortalama artışın ise yüzde 7,30 olduğuna dikkat çekildi.

Memurlarının büyük çoğunluğunun 700 milyon lira maaş aldığı düşünüldüğünde, bu rakamların çok şey ifade ettiği ortaya çıkıyor.

Kamu çalışanlarının GSMH’dan paydan aldığı paylar ile açlık sınırından kurtulduğu vakit bu görüşmelerde “anlaşma” sağlanabilir. Yoksa grev hakkı olmayan, görüşmeler yapılmasına rağmen, son sözü hükümetin söylediği bir sistemde bu anlaşmazlıklar sürüp gidecektir.

02.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004