|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Kendisinden önceki kitapları doğrulayıcı olarak sana vahyettiğimiz bu Kitap, hakkın tâ kendisidir. Şüphesiz ki Allah kullarından hakkıyla haberdar, onları hakkıyla görücüdür.
Fâtır Sûresi: 31
|
02.09.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki sabah camiye gidip gelirse Allah her gidip geldikçe ona Cennette bir sofra hazırlar.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3702
|
02.09.2006
|
|
Kadın, güzelliğini yalnız kocasının nazarına tahsis etmeli
İkinci Hikmet
Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refîka-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayattır.
Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refîka-i hayattır; elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede dahi bir refîka-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, muktezâ-yı insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.
Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.
Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refîkasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.
Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.
Veyl o erkeğe ki, sâliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.
Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.
Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar!
Lem’alar, 24. Lem’a, s. 256, Y.A.N.
Lügatçe:
refîka-i hayat: Hayat arkadaşı.
mehâsin: Güzellikler, hüsünler, iyilikler.
muktezâ-yı insaniyet: İnsanlığın gereği.
küfüv: Denklik; evlenecek çiftlerin belirli bakımlardan birbirlerine denk olmaları.
veyl: Vay, yazık, vay haline.
sâliha: İyi, hayırlı, faydalı; iyi işler sahibi.
müttakî: İttika eden, sakınan, haramdan çekinen, takva sahibi.
takvâ: Allah’tan korkma, Allah korkusuyla dinin yasak ettiği şeylerden kaçınma.
fısk: Günah; Allah’a karşı isyan etme.
|
02.09.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
ÂL-İ İMRAN
1. Ey Kur’ân’ı hak ile ve önceki kitapları tasdik edici olarak parça parça indiren, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i ve hakkı bâtıldan ayırd eden hükümleri gönderen! (3)
2. Ey ne yerde, ne gökte hiçbir şey Kendisine gizli kalmayan! (5)
3. Ey rahimlerde bizleri dilediği gibi şekillendiren, Kendisinden başka ilâh olmayan mutlak güç ve hikmet sahibi! (6)
4. Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın! Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın! Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kàdirsin! (26)
5. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın! Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarırsın! Dilediğine de sayısız rızık verirsin! (27)
6. Ey Âdem’i, Nûh’u, İbrahim Âilesi ve İmran Âilesini âlemlere üstün kılan! (33)
7. Ey dilediğini bağışlayan, dilediğine azap eden ve Gafûr ve Rahîm olan! (129)
8. Ey Allah’ı görür gibi ibâdet eden ve iyilikte bulunan muhsinleri seven! (134)
9. Ey mükâfatların en güzeli kendi nezdinde olan! (195)
|
02.09.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Öyle bir rehbere muhtacız ki...
Ey bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’ân-ı Azîmüşşânın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkîkî imân dersleriyle, imân mertebelerinde terakkî ve teâlî ettirsin. Hem, korkak değil, bilâkis Risâle-i Nur Talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttakî ve bununla beraber şahsî rahatlık ve menfaatlerini imân ve İslâmiyetin kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâi ve mücâhid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimâlleri karşısında, tahkîkî imân kuvvetinden gelen bir cesâretle, Kur’ân ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık hâline düşmeyen sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eden, Nur Talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.
Evet, bu asra öyle bir Kur’ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, Risâle-i Nur gibi, akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdânı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın, intibah versin, gafletten kurtarsın, sırât-ı müstakîm olan Kur’ân yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhâlif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibâı ders versin ve ihyâ etmek cehdini uyandırsın.
|
02.09.2006
|
|
Mennân
Allah (c.c.), Mennân’dır. Yani Allah Teâlâ her minneti hak eden, minnet duyulmaya lâyık olan ve kendisine hakîkî minnet duyulandır. Kul, Rabbine duyduğu minneti şükürle ifâde eder. Cenâb-ı Hak da kulunun şükür ve minnetine karşı, kuluna tekrar bol nimet ve bereket ihsan eder. Minnet duyulan başka varlıklar, gerçekte minneti hak etmiş değillerdir. Ezelden ebede kadar yegâne minnet sahibi Cenâb-ı Allah’tır.
Mennân ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Cevşenü’l-Kebîr’de zikri geçen esmâdandır.
Mahlûkatın boydan boya Allah’ın rahmeti içinde yüzdüklerini ve bu karanlıklı dünyanın rahmet tarafından bütünüyle kuşatıldığını ve aydınlatıldığını beyan eden2 Bedîüzzaman, herkesin hayatı ile tattığı hakikî lezzetin, güzelliğin, saadetin ve kemâlin Rahmân, Rahîm ve Mennân olan Cenâb-ı Hakka sayısız minneti gerektirdiğini, rahmetten istifâde eden hadsiz ve sayısız mahlûkatın hayatlarıyla Mennân olan Allah’ı tesbih ettiklerini, Cennet-i Bâkiyede de sayısız canlı varlıkların Allah’ın rahmet, şefkat ve merhametle ikram buyurduğu nîmetlerinin sayısız çeşitlerine mazhar olacaklarını, binâenaleyh her bir can ve yüreğin hadsiz saadet, huzur ve sevinçle Allah’a karşı her zaman her yerde ve her biçimde, sonsuz ve sayısız derecede minnet duyduğunu kaydeder.3
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hakkın yalnızca kulunun günahlarını bağışlaması bile, Kendisine eşsiz derecede minnet duyulması için yeterlidir. Nitekim, Mennân olan Cenâb-ı Hakka ilticâ ederek, sığınarak, kusurlarını itiraf edip tövbe ve istiğfar ederek günahların ağır yüklerinden ve dehşetli tahribatlarından kurtulmak mümkündür.4 Zîrâ Cenâb-ı Hakkın, Kendisine sığınan kullarına merhametle mukabele edeceğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.5
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 232
2- Sözler, s. 16
3- A.g.e., s. 569
4- Lem’alar, s. 181
5- Mesnevî-i Nuriye, s. 113
|
02.09.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Lâfızperestlik
..elfaz mânâya galebe etmekle istihdam ederek, "lâfız, mânâya hizmet etmek" olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lâfızperest mutasallıfların san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makamat’ına gir, gör. O dahiye-i edep nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur. Onun için, o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’-ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.
Tenbih
Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.
Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.
Muhakemat, s. 88, Y.A.N.
|
02.09.2006
|
|
|
|