|
|
İsmail BERK |
İç bütünlükten çoklu siyasete |
|
Bir Avrupa yolculuğumuz vardı. Bu günlerde hız kesti sanki. Yoksa bilmediğimiz sebeplerle yolda çeşitli engeller mi var? AB süreci son yarım yüzyılımızın bitmeyen güzergâhı, ancak yolu kesenlerden ve fazladan “esenler”den geçilemiyor.
Birlik ruhu ile coşan, AB gündemi ile depreşen ve “ülkeyi böldürmeyiz” nakaratı ile sloganlaşan belirli kesimler, misyonerlik korkusunu da salıyorlar. Her ne kadar “Dinime dahleden bari müselman olsa” deyimiyle ele alınması gereken Rahşan Hanım gibilerin bu hassasiyeti (!) ayrıca değerlendirmeye muhtaç.
ABD’nin kumandasındaki Ortadoğu projelerinin taşeronu olmak, ya da İsrail’in bombaladığı, yaktığı ve yıktığı harabe ülkeleri “imar edeceğiz” diye çatışma sınırına yerleşmek veya bize biçilmiş kaftanlarla mutlu olmak çocukluğuyla süper ülkelerle birliktelik büyüsüne kapılmak, aslî rol haritamız mı?
Bir sorunun cevabını netleştirmeye çalışmıyorum. Çünkü birden fazla şık var ve her birinin doğruları var.
Ortadoğu mu yoksa Avrupa ülkesi miyiz?
ABD peyki miyiz, yoksa İran-Suriye hattında mıyız?
Demokratik bir ülke mi yoksa üçüncü sınıf yönetim yaklaşımı ile daralmış bir ülke miyiz?
Bu soruları çoğaltabiliriz. Tamamen doğrusu yok şu anda. Sosyal ve siyasî değişmelerin akışkanlığı, gelişen şartlar ve bizim yol almaya çalıştığımız “medenî, kalkınmış, demokratik ve kültürel bağları ile yaşayan bir ülke” tasavvuru, bütün cevapların bileşkesini taşıyan ekonomik, siyasî ve güvenlik boyutunda bağımsızlığını koruyan bir ülke şartlarında mümkün.
Bunu nasıl sağlayacağız? Kılavuz kaptanımız var mı? Resmî görüşler, yenilenmemiş doktrinler ve toplumla çatışan asimetrik değerlerle bütünleşme ve yol almak mümkün mü? Ya da İslâm dünyasının geri kalmışlığı bize model olabilir mi? Ya da batının değer tanımaz, İslâmofobik şartlanmışlığı bize hitap eder mi?
ABD-İsrail-İngiltere tasarımı siyasî modayı kapmak veya onlara yarenlik yapmak, tabiri caizse bizi kurtarır mı? Askerî ağırlığımızla iç politika ve siyasî iradeye posta koyarak, süper güçlerin demokratik çıtasını ne kadar yakalayabiliriz?
Teknoloji üstünlüğünü, ahlâkî normlarını ve birbirini anlamaya dayalı sosyal mukavelesini; anayasal zemine oturtmamış, devlet-millet kaynaşmasını sağlayamamış bir ülkenin uluslar arası arenada ne kadar ağırlığı olabilir?
Himmete muhtaç olanların bizden medet umması karşısında, “kel başa şimşir tarak” durumumuz, bütün çıplaklığıyla sırıtmayacak mı?
İran mı, ABD mi, Avrupa Birliği mi, İslâm Birliği mi yoksa bağlantısızlar mı?
Uluslar arası sözü ve iddiası olan bir Türkiye’nin elbette ki takas lüksü yoktur. Her şıkkın bir ağırlık değeri var ve dinamik siyaset bunların ağırlık merkezine kendi kodlarını ve stratejisini yerleştirerek politikalar üretmeyi gerektirir.
Bu anlamda devlet çatısında birlik var mı? Bu soruya rahatlıkla olumlu cevap veremiyoruz.
Özellikle Cumhurbaşkanının hükümetle çatışacağı konuları kamuoyu nezdinde yürütmesi, komutanların siyasî beyanları ve bazı siyasî organizasyonların, muhalifini zedeleme adına geliştirdikleri ilkesiz tutumlar, demokratik birliği ve devlet kurumsalını parçalı göstermektedir.
Bunun sebebi de resmî çerçevesi kendinden menkul zevatın Kemalizm adına konjonktürel konumunu devlet ideolojisi gibi dayatma ve kendi alışkanlıklarından fedakârlık yapmak yerine, milletle çatışacak bir oligarşik zeminden beslenmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bir çok toplumsal uzlaşma arayışının, yeni şartlarda beraberce tutum geliştirme sürecinin işlememesinin sebebi, kör düğüşünün sebebi, tek tip muhakemesizliğinin düşüncelere dayatan akla ziyan refleksleridir.
Vatan sevgisinin tahvile dönüşmediği, dinî değerlerin istismardan uzak olduğu, demokrasinin ortak kabul gördüğü, farklılığın amaç birliğine katkı yaptığı bir insanî kimyayı oluşturmak zorundayız.
Bunun için ülke kaynaklarımızı ve yerli düşüncelerimizi beraberce Avrupa’nın müsbet teknoloji ve demokrasi argümanları ile birleştirmeye ne engel var? Sonra tarihî müşterekliğin ve ortak inancın ekonomik-sosyal paydaşları yapabileceğimiz İslâm ülkeleri ile aynı coğrafyanın kaderini değiştirmeye ne mani var?
Sonrasında ise, karşılıklı yarar ve zararından emin olacağımız başlıklarda ABD ile işbirliğine de sıra gelecektir.
Sahi AB yolculuğunu kaçırtacak ve arızalı bindiğimiz treni durduracak gelişmelere dikkat edelim. İnsanımız ve onu insanca yaşatacak her gelişmeye evet. En az riskli ve değerler zincirine dahil olabileceğimiz halka Avrupa görünüyor.
Önce iç bütünlük, sonra çoklu siyaset.
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hayatî sorularımızın cevabını yalnız din/iman verir |
|
İnsan anlayan, anlatan, idrak eden, sentez yapan, arayan, araştıran bir yapıya sahip. Bundan ötürüdür ki, beyninde binbir soru cirit atar. Eğer, sorularına tatminkâr, yani, aklî/mantıkî, ilmî, kalbî, vicdanî cevaplar bulamazsa, rahat edemez, huzur bulamaz, peşinde koşuşturduğu mutluluğu bulamaz.
Acaba, insan aklıyla, sezgileriyle ve ilimle beyninde zonklayan sorularının cevabını bulamaz mı? Sınırlı olan insan beyni, sınırsız soruları anlama kabiliyetinden yoksundur. Diğer bir ifâdeyle, sınırlı olan bir şey, sınırsızı kuşatamaz, göremez. Hattâ cevâbı olmayacak bir şeyin sorusu da anlamsızdır.1 Aslında ilmin görevi, E. Scrödinger’in ifâdesiyle, “İlmin, insanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevaplarını bulmak, ya da en azından akılları bu konuda rahatlatmaktır.”
Ne var ki bilim, İlâhî kudretin bediî sanat eseri olan kâinat, varlıklar ve hâdiselerin fizikî cephesinden bahsederek, “nasıl” sorusuna cevap arar. Halbuki, insanoğlu, hem kendisinin, hem kâinatın metafizik yönünü de merak edip öğrenme zorunda olduğunun şuurundadır. Öncelikle, “Kim?” ve “Niçin?” sorularının cevaplarının peşindedir.
Oysa bilim, “nasıl” sorusu ile “eşyanın gerçek mahiyetine” de tam olarak cevap veremez. Meselâ niye bu kâinat var, niye bu yıldızlar var; niye cins cins yaratıklar var? Bilim bu temel “niye”lere” cevap veremez. Bilim bunlarla uğraşmaz. Bilim, “Bu var” der; ondan sonra olgunun “nasılı”nı inceler.2
Bilim, eşyanın zâhirini görür, yüzeyden inceler; derûnuna nüfûz edemez. Sebeplerin bittiği yerde devreye “sezgi-kalb, hads, vicdân” gibi mânevî, rûhî “ölçekler” girer. Zaten yaratılış hikmetine ve mezkûr sorulara, bugüne kadar dinler dışında tatminkâr cevaplar veren başka bir bilgi kaynağı çıkmamıştır. Ferdî bir tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan temel değer kaynağıdır.3
Düz mantığımız bile kuru bir bilginin bütün problemleri çözmeye kifâyet etmeyeceğine işâret eder... Aşkın varlığa inanmadan (inanç) başka hiçbir yolla hakikate nüfûz edilemez. Gazalî’nin ‘kalb gözü’, Pascal’ın ‘kalb mantığı’ ve ‘ince görüşü’, Bergson’un ‘sezgi’ dediği güçler, inanmanın şeffaflaştırdığı, keskinleştirdiği yeni görüş yollarıdır.4
İnsan aklıyla Allah’ı bulabilir. Ancak, “Kâinatın yaradılışının sırrı nedir; sonu ne olacaktır; evvelâ insanı bir kul olarak yaratıp, sonra sayısız ni’metler ihsan eden Kerîm-i Mutlak olan Allah’a nasıl teşekkür ile ibâdet edilecektir; emir ve yasakları nelerdir, itaat veya isyanın neticesinde bizi bekleyen şeyler nelerdir; birbirimize karşı görev, sorumluluk, haklarımız var mıdır; tekrar dirilecek miyiz, dirileceksek nasıl bir muameleye tâbi tutulacağız; nerede barındırılacağız?” gibi son derece hayatî mevzuları bilemez. Dolayısıyla, sonsuza açılan kavramların muammasını ve soruların cevabını, ancak din verir. Ki, bu husus mukaddes kitabımızda, “O, kendi emriyle kullarına, kullarından dilediğine meleklerini vahiyle indirir ve der ki: ‘Benden başka ilâh olmadığını ve Benim emirlerime karşı gelmekten sakınmalarını halka bildirip onları azabımdan sakındırın’”5 şeklinde beyan edilir.
Bilim, müşahede ve tecrübeye dayanır. “İnsan nereden geliyor, nereye gidiyor, dünyada niçin varız, ölümün mânâsı nedir?” gibi insanın her an iç içe olduğu ve devamlı aklını kurcalayan suallerin cevabını aramak, mevcut bilimin sahasına girmez. Çünkü bunlar tecrübe ile anlaşılabilecek konular değildir. Bu suâllerin cevaplarını ancak İslâmiyet verir.6
Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 20-22.; 2- Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Yeni Asya, 15.12.2001.; 3- Prof. Dr. Hayri Bolay-Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Din Eğitimi Raporu, AMİHLÖMV Yay, Ankara, 1995, s. 3.; 4- Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, Ank Ün. Basımevi, 1963, s. 50-51.; 5- Kur’ân, Nahl, 2.; 6- Doç. Dr. Sefa Saygılı, Strese Son, s. 147
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tevhid açısından kelimelerimiz ve ölüm- 1 |
|
Muhammed Ünverdi: “1- Risâle-i Nur’da icat yaratma mânâsında kullanılmış. İcat kelimesini insanlar veya başka varlıklar için kullanmak doğru olur mu? Meselâ ‘Ben yeni bir makine icat ettim’ demek doğru olur mu? Bilindiği gibi, yaratma kelimesi Cenâb-ı Hak’tan başka hiçbir varlığa isnat edilmez. Risâle-i Nur’a göre Allah’ın icad edişini biraz açar mısınız? 2- İnsan ruhunun alınması olayı nasıl gelişiyor? Ve öldükten sonra insan ruhu nerede bekliyor?”
1- Bütün fiiller Allah’a aittir. Allah’a mahsustur. Allah’tandır. Bize ait fiillerin sorumluluğu bizim olmakla birlikte, bizim fiillerimizi yaratan da Allah’tır. Fakat Allah bize bir irade ve bir iş yapabilme gücü verdiği için, sorumluluğunu da omuzumuza yüklediği için, biz eli mahkûm, fiillerimizde O’na mahsus fiilleri kullanıyoruz. Eli mahkûm diyorum; çünkü biz fiilleri gerçek halleriyle kullanamayız. Fiiller gerçek halleriyle Allah’a aittir. Sadece icat etmek fiili değil, görmek, işitmek, yaşamak, konuşmak, yapmak vs. bizim de kullandığımız, fakat aslen Allah’a ait fiillerdendir. Böyle fiiller çoktur. Böyle ortak fiilleri kullanırken şirk düşüncesi içinde olmamak yeterlidir.
İcad eden şüphesiz Cenâb-ı Allah’tır. O’nun her yarattığı şey yeni bir icaddır. Her varlık O’nun eşsiz icadıdır. Dünya O’nun icadıdır, Âhiret O’nun icadıdır. Dünyanın içindeki her şey O’nun icadıdır. Her yeni gün O’nun bir yeni icadıdır. Keza ahiretin icadıyla bizim istikbalimizi ışıklandıran Allah’tır.1
Bediüzzaman’a göre insan bir cüz’î iradeye sahiptir ve bu cüz’î irade icatsızdır. Yani ne iyiliği, ne de kötülüğü icat etmeye kabiliyeti yoktur. Sadece onunla şerlerin ve kötülüklerin faili, yani işleyeni olabilir. Bunun için de kötülüklerin mesuliyeti insana aittir.
Hayır ve iyilik hususlarında ise, insan iradesi ve insan eli gerçek fail değildir. Çünkü zaten nefs-i emmâresi o iyiliğe taraftar değildir. O iyiliği isteyen Allah’ın rahmeti, icad eden de Allah’ın kudretidir. Fakat insan, iman ile, arzu ile, niyet ile o iyiliğe sahip olabilir. Demek Allah icad eder, kul iman eder. Kul iman ile sahip olduktan sonra da o iyilik, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman nimetleri gibi geçmiş hadsiz İlâhî nimetlere bir şükür hükmünde olur. Allah’ın vaadi ile verilecek Cennet ise, Rahman’ın fazlından başka bir şey değildir. Görünüşte bir mükâfattır, hakikatte ise fazıldır.2 Bu durumda insan bir kısım eşyaya icadı olduğu için sahip oluyor değil; Allah’ın fazlı, lütfu, rahmeti ve ikramı sebebiyle sahip sayılıyor.
Tabiat Risâlesinde eşyayı ve maddeyi Allah’ın var kılması olarak ele alan ve eşyanın icadının Allah’a verilmemesi durumunda bir tek şeyin icadının bütün kâinat kadar müşkül olacağını bildiren Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu durumda bir çekirdeğin bir ağaç kadar zorlaşacağını beyan ediyor. İcadın Allah’a verilmesi durumunda ise koca kâinatın bir ağaç kadar, bir ağacın bir çekirdek kadar, koca Cennetin bir bahar kadar, bir baharın da bir çiçek kadar kolayca yaratılacağını açıklıyor.3
Bediüzzaman’a göre kudret, kaderin plânı ve modeli üstünde icad eder.4 Allah’ın iki tarzda icadı vardır:
Birinci tarz icat: Allah eşyayı ihtira ve ibda ile icad eder. Yani hiçten ve yoktan yaratır ve vücut verir. Ona lâzım olan her şeyi de hiçten icad edip eline verir.
İkinci tarz icat: Allah eşyayı inşa ve sanat ile icad eder. Yani hikmetini ve çok isimlerinin cilvelerini göstermek gibi çok ince hikmetler için, kâinatın önceden yarattığı zerrelerinden ve unsurundan bir kısım varlıkları inşa ediyor. Her emrine tabi olan zerreleri ve maddeleri onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 12
2- Lem’âlar, 87, 88
3- Lem’alar, 193
4- Lem’alar, s. 195
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Yol’suzluk çok kötü |
|
Geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu yıl da iznimizi memleketimizde geçirdik. Tatil denince akla ‘deniz ve kum’un gelmesi, insanları sahillerine sevketse de, biz Rize/Çayeli’ndeki köyümüzü tercih ettik. Şehirler, Ağustos sıcağında kavrulurken, şükürler olsun ki bizler; rüzgârlı köy ve yaylalarda ‘serin’ günler geçirdik.
Şehirlerimiz, büyük oranda ‘köy’lerden göç eden insanlarla büyüdüğü için, yakın gelecekte şehir hayatı yerine ‘köy’lerin tercih edileceğini söylemek mümkün. Bilhassa emekli olanlar için en rahat yerin ‘köy’ olduğu ortada. Tatillerini geçirmek için ‘köy’ü tercih edenleri dinleyince, bu tercihin git gide artacağını ve bir anlamda ‘moda’ haline geleceğini görmek mümkün.
Köylerin ve yaylaların yeniden tercih edillmesi ve turizm hareketlerinin buralara yönlendirilebilmesi en başta ‘yol’ların standartlara uygun hale gelmesine bağlı. Aslında köylüler, yaşadıkları yerlerin ‘turist akınına’ uğramasına pek de gönüllü değiller. Onlara göre, böyle bir hareket ‘köy’lerin de şehirler gibi yaşanmaz hale gelmesine sebep olabilir...
Köylülerimiz itirazlarında haksız sayılmasalar da yolların mutlak surette kullanılabilir olması gerekiyor. Sadece yol yapmak yetmiyor, bu yolların bakım ve onarımı da çok önemli. Bazı köy yollarında araba sürmek neredeyse imkânsız. Yayla yolları ise, zaten ‘unutulmuş.’ Bu şartlarda köy ve yaylalarımızın ‘turizm merkezleri’ haline gelmesini beklemek mümkün değil.
Köy ve yayla yollarını bir yana bırakırsak, bölge olarak Karadeniz’in gelişmesine ve dünya ile entegre olmasına büyük hizmet etmesi beklenen “Karadeniz Sahil Yolu”nda da sıkıntılar yaşanıyor. Tamamlanıp hizmete açılan bölümler, elbette ‘otoban’dan farksız ve sebep olanlar takdir ediliyor. Ancak yolun yapımının planlanandan çok uzun sürmesi milleti bıktırmış durumda.
Karadeniz Sahil Yolu’nun devam eden kısımlarındaki ‘yön levhaları’ da çok yetersiz. Çok sık kazaların olmaması, bölgede çalışan şoförlerin kabiliyetinden olsa gerek. Sık sık şerit değiştirilmesi, çok keskin yön değişikliklerinde gerekli levhaların bulunmaması büyük problemlere sebep oluyor. Yolları tam bilmeyen ve gece seyahat edenlerin kaza yapma ihtimali çok yüksek.
Bir örnek vermek gerekirse, Giresun/Görele girişindeki levhalar şoförleri şaşırtıyor. Yolları bilen bazı araçlar sahil yolunda giderken, çoğunluk şehir merkezine yönlendiriliyor. Yol tercihi yaparken, kaza yapma ihtimali çok yüksek.
Tamir ve bakımı yapılan bazı yollarda da can sıkıcı manzaralar yaşanıyor. Meselâ, Samsun istikametinden Çerkeş’e girişte çok kısa da olsa, otomobillerin altının vurmaması mümkün değil. Ağır tonajlı araçların yolda açtığı teker izleri ve yükseltiler, alçak arabaların baş düşmanı. İstense, böyle kısa aralıklı arızalar bir günde ortadan kaldırılabilir; ama işlerin takip edilmediği anlaşılıyor.
‘Yol’ların düzelmesi için ilk ve belki de tek şart, “Türkiye’yi idare edenler”in zaman zaman kara yoluyla seyahat etmeleridir. Her hareketlerinde ‘hava yolu’nu tercih eden vekillerimiz, ‘kara yolu’nda neler yaşandığını nereden bilecek?
Sadece önlerine gelen ‘bilgi notları’yla Türkiye’yi yönetmeye kalkmak, bir yönetici ve siyasetçinin yapacağı en büyük yanlışlıktır. Vekillerimize sesleniyoruz: “Yol”suzluğu sona erdirmek için, lütfen ara sıra da olsa ‘kara yolu’yla seyahat ediniz!
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Beşiktaşlı gitti, Fenerli geldi |
|
Beşiktaşlı Özkök gitti, Fenerli Büyükanıt geldi.
2007’de, Fenerbahçe’nin yüzüncü yılında bir de Çankaya’ya Fenerbahçeli cumhurbaşkanı çıktı mı? Yer-gök sarı lacivert demektir.
Keşke her şey bu denli sportif olabilse de, biz de değişimin devre arası ile ilgilenebilsek.
Ama asıl başka tarafları önemli.
Merak edilen, “Kodumu oturtmadığı” için bazı diktatör kafalılarca eleştirilen Özkök giderken, Büyükanıt’ın “kodumu oturtan” bir başkan olup olmayacağı...
YAŞ’tan önce, tüm teamülleri yok sayarak Büyükanıt’ı Genelkurmay Başkanlığı’na atayan hükümete teşekkür bile etmeyerek, paşa ilk oturtmasını yaptı aslında.
Peki sırada ne var?
Genelkurmay Başkanlığı’nda olduğu gibi, Kara Kuvvetleri’ndeki devir teslim de bu açıdan bakınca mesaj yüklüydü.
Bunları tek tek incelemekte fayda var.
Kara Kuvvetleri Komutanlığını devreden Orgeneral Büyükanıt ile devralan Orgeneral Başbuğ’un konuşmaları birbirini tamamlar mahiyetteydi. Böylece TSK cephesinde orkestranın uyumunu ortaya koydular.
Büyükanıt da, Başbuğ da Başbakana ve Meclis Başkanına teşekkür etmeyerek, araya mesafe koydular. Yeni dönemde asker-sivil ilişkisinin farklı olacağını hissettirdiler. Törenin ardından neden teşekkür etmedikleri sorulduğunda, bunu geçiştirmeleri de bilinçli bir tercihin olduğunu gösteriyor.
Orgeneral Özkök’ün demokrat bir kişiliğe sahip olduğu, hükümetle ilişkilerinden, kodumu oturtan olarak hareket etmediği eleştirileri Genelkurmay karargâhında ne denli etkili olmuş ki, iki komutan ilk günden iktidara tavır alma gereğini hissettiler.
Genelkurmay Başkanlığı’nın devir teslim töreninde ise, Özkök Paşa son güne kadar, kendisine yöneltilen ya da ima edilen eleştirilere cevap verme gereği duymadı. Çok kuvvetli bir terörle mücadele ve 21. yüzyılın tehditleri ve orduların analizini yaptı. Türkiye’nin bölge dengesindeki yerini düşünen bir beyinden beklenen ustalıkla yaptı: “Türkiye bölgede muazzam bir ülkedir.”
Kara Kuvvetleri’deki resepsiyonda, kendisine tuhaf bir tavırla, azarlar gibi cevap veren Cumhurbaşkanı Sezer’i onore ederken, görev yaptığı dönemde çalıştığı Meclis Başkanları’na ve Başbakanlara teşekkür ederek, bir kez daha farkını fark ettirdi.
Büyükanıt Paşa’nın da çok tarihî bir tesbiti vardı. “TSK’nın iç siyasetle ilgisi yok” dedi Büyükanıt Paşa, ardından ordunun göbeğine kadar siyasete battığı, padişahları devirip hükümetler kurayım derken iktidarı parçaladığı İttihat Terakki yıllarını hatırlattı ve genç subaylara Sultan Abdulaziz’in hal edilmesi, Balkan savaşları, Abdulhamit’in devrilmesi, İttihat Terakki yönetimi, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı devirlerini içine alan “Türkün trajedisi”ni okumalarını tavsiye etti.
Genç subayları kışkırtmak değil, komutan olmak, onlara yol göstermekten, tarihin ibretli sayfalarını açıp önlerine koymaktan geçer.
Birilerinin ağzında çiğnene çiğnene sakız olduğu için, değerini kaybeden, Sevr sendromuna da bir parantez açtı Büyükanıt Paşa.
“Sevr türü bir şeyi mümkün görmüyorum” diyerek tavrını ortaya koydu.
Peki Genelkurmay’daki nöbet değişimi ile birlikte yeni bir dönem mi açılıyor?
Üslûp farklılığının olacağı, ilişkilerin mesafeli yürüyeceği bir döneme girdiğimiz belli.
Özellikle komutanlar bu görüntüyü vermek istiyor. Peki bu demokrasinin sonu mu? Kesinlikle hayır. Herkes kendi sorumluluğunu bildiği müddetçe, neden olsun? Neden militarist bir havaya girilsin? Önemli olan Büyükanıt Paşa başta olmak üzere, komuta kademesinin altındaki “genç subaylara” hakim olmasıdır. Demokrasi, işte o zaman güvence altında olur.
Ordu başka kurumlara benzemiyor. 1977’de ihtilâl yapacağı endişesiyle Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun emekliye sevk edilip, Ege Ordu Komutanı olan Kenan Evren, teamüller çiğnenmek suretiyle onun yerine getirildi. Asıl ihtilâli o yaptı.
O devirler de, o komutanlar da artık geride kaldı.
Büyükanıt’ın, işsiz ve iktidarsız kalan bazı eski politikacıların, TSK’nın ve kendisinin sırtından siyaset yapma heveslerine fırsat vereceğini zannetmiyorum. Ankara’daki uzun karargâh hizmetleri sırasında, ordunun bu tür ihtiraslara alet edilmesinin TSK’ya ne tür zararlar verdiğinin sayısız örneklerini yaşadığını düşünüyorum.
Büyükanıt, siyasete bulaşan İttihatçı subayların sebep olduğu felâketi hatırlatan bir Genelkurmay Başkanı olduğunu bir yere not etmekte fayda var.
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kur’ân’ı kapat, kadınları aç! |
|
Sözümüze, yine konumuzla ilgili bir haber değerlendirmesiyle başlayalım. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) asıllı, Avustralya vatandaşı olan 16 yaşındaki Ayten Ahmet’in ‘Miss Teen Australia’ adlı güzellik yarışmasına katılması, ülkedeki Müslüman alimlerin tepkisini çekmiş. Anne Zehra Ahmet, tepkilerin Melbourne kentinde yayınlanan Herald Sun gazetesindeki haberin ardından oluştuğuna dikkat çekmekte. Herald Sun’da çıkan haberde, ulemadan Şeyh Muhammed Omran ve Yaser Süleyman, Müslüman bir genç kız olan Ayten’in güzellik yarışmasına katılmasını yorumlamıştı.
20 yaş altı genç kızların kabul edildiği ‘Miss Teen Australia’ adlı yarışmaya katılan Ayten Ahmet, Melbourne’un Federasyon Meydanı’nda yapılan Victoria eyaleti seçmelerinde ilk 26 finalistin içinde yer aldı. Eyaleti gazetelerinden olan Herald Sun, bir Müslüman genç kızın güzellik yarışmasına girmesini, daha önce de medyada boy gösteren Şeyh Muhammed Omran ve Yaser Süleyman’a yorumlattı. Yaser Süleyman adlı imam, “Dinimiz, Allah vergisi olan güzelliğin sadece kadının kocası tarafından paylaşılmasını emreder. Güzelliğin ticari amaçla, kazanç sağlamak için ya da ün kazanmak için kullanılması uygun değildir, ama Müslümanlar birbirinin polisliğini de yapmamalıdır. Kişisel tercihler, kul ile Allah arasındadır” diye yorumda bulunurken, 11 Eylül ile ilgili açıklamaları nedeniyle oldukça tepki gören Melbourne’lu din adamı Şeyh Muhammed Omran ise Ayten Ahmet’in bu tür bir yarışmaya katılmasının mensubu olduğu İslâm dinine ve Kur’ân öğretilerine aykırı olduğunu belirtti.
Tartışmalara eyalette bulunan birçok imam da katılırken, Avustralya İslâm Dernekleri Federasyonu (AFIC) sözcüsü Haset Sali ise, Ayten’in tercihine saygı gösterilmesini istedi. Sali, “Bu şahsi bir karardır, Avustralya özgür bir ülkedir. Bunun makul bir yarışma olduğunu düşünüyorum” diye görüş belirtti. Yarışmayı Ayten Ahmet’in kazanması halinde ise ülkede ilginç bir durumda ortaya çıkacak. Miss World 2006 Güzellik Yarışmasında ülkeyi temsil edecek 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Sabrina Houssami adlı Hint-Arap melezi Müslüman genç kızdan sonra, Ayten Ahmet de ülkeyi diğer bir güzellik yarışmasında temsil edecek ikinci Müslüman kökenli kişi olacak. Posta gazetesine göre, yarışmayı düzenleyenler eleştirileri kınarken ‘İmamlar kendilerine başka bir uğraş bulsunlar’ demişler.
***
Ahirzamanın dehşet fitnelerinden birisi kadının açılıp saçılmasıdır. Bu açılma veya teşhir Özkök’ün dediği gibi bütün inanç manzumeleriyle çelişmektedir. Sadece İslâmiyetle değil Musevilikle ve Hıristiyanlıkla ve fazilete inanan bütün inançlarla da. Bu akımın gelişebilmesi de Kur’ân-ı Kerim’in kapatılmasına bağlıdır. Kur’ân kapatıldıkça kadın açılacaktır. Özkök’ün tespiti de bu yöndedir. Bu hususta Güneri Civaoğlu Abdullah Cevdet’in ağzından Fransızca ‘Kur’ân’ı kapat kadınları aç’ mânâsına gelen şu cümleyi aktarıyor: “Fermer le Coran. Ouvrir les femmes...” Müslüman toplumun gelişmesi için İtalya’dan damızlık erkek ithalini teklif eden Abdullah Cevdet, “Osmanlı’yı nasıl Avrupalı yapacağız? Müslüman halkın ilerleyebilmesi için ne yapılmalı?” sorularına Avrupalı fikir adamlarından cevaplar aramaktaymış.
Bu iş için Cenevre’de bir anket bile düzenletmiştir. Ve bir Fransız edebiyatçı da Cevdet’e, sözkonusu “Kur’ân’ı kapayın, kadınları açın” tavsiyesinde bulunmuş. Abdullah Cevdet ise şöyle demiş: “Hem Kur’ân’ı, hem kadınları açmak lazım.” Abdullah Cevdet yekten Kur’ân-ı Kerim’i kapatalım deme cesaretini gösteremediği için bu defa onun öğretilerini istediği istikamete savurabilmek için tevil silahına sarılır. Tatviü’n nas denilen ve nassın ve dini metinlerin esnetilerek yüklenmeyeceği ve kaldıramayacağı manaları ona yükleyerek hedeflerine ulaşmak isterler. Bu mânâda Peygamberimizin Hazreti Ali’ye: “Ben inzali için savaştım sen ise tevili için savaşacaksın’ dediği rivayet edilir.
***
Abdullah Cevdet’in çığırını maalesef şimdi Ertuğrul Özkök ve benzerleri devralmış görünüyor ve onların cümlelerinde yaşıyor. Ama Özkök Cevdet gibi kıvırmadan kadınların teşhiri ile dini inançların çatıştığını gizlemiyor. Daha önce Nijerya gibi ülkeleri ayağa kaldıran ve Avusturalya’da yapılan güzellik yarışması gibi yarışmalar Cevdet ve Özkök’ün anlayışlarının realize ve tahkik edilmesidir.
30.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|