|
|
Davut ŞAHİN |
Özüre gölge düşmesin |
|
Hürriyet gazetesi Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök’ün açıklamaların ardından Konya Numune Hastahanesi’nde görevli kadın doktorlar tazminat dâvâsı açma kararı aldı.
Kime?
Usta, soruşturmacı, gazeteci Uğur Dündar’a.
Hem de tam 300 bin YTL’lik...
Konya Gazeteciler Cemiyetinde basın toplantısı düzenleyen iki hanım doktorun avukatı:
‘’Özür neleri tamir eder? Özür dilemek bir erdemdir, ama sadece özür dilemek yeter mi, yetmez mi? 2 kadın müvekkilim, çocuklarının günlerce ‘Anne sen doktorsan neden o filmi çekmedin’ gibi sorularına maruz kaldılar. İnsanlar, müvekkillerime günlerce görevini yapmayan insan olarak baktılar. Bunlara sebebiyet verdikten sonra yapılan özür açıklamaları, her şeyi çözmüyor’’ diyor.
Özür sorunu halletmiyor elbette.
Ama bir “ilk” olması sebebiyle önemsenmeli.
Şu var ki, cumhuriyet kurulduktan sonra, inançlarında hassas olan insanlara karşı inanılmaz kampanya ve hakaret kampanyaları yapıldı. Halen devam ediyor.
Sırtını devlete yaslayan “egemen medya” bu konuda öylesine cüretkâr hatalar yaptı ki, affedilecek gibi değil.
Özkök’ün özrü evet bir “ilk”... Ama şu da unutulmamalı ki, insanlardan özür dilerken “başına kakarcasına” yapmamalı. Çünkü bu tavır, “özür”e gölge düşürür.
DEMOKRASİDEN YANA OLMAK
Yassıada tartışmaları gündemin hep özel bölümünü işgal edecek gibi görünüyor.
Nazlı Ilıcak’ın hazırladığı Sözün Özü’nde Hatırla Sevgili dizisindeki bazı sahneler tartışıldı.
Prof. Toktamış Ateş, ateşli bir 27 Mayıs savunucusu... Doğrusu 27 Mayıs’ı adam gibi savunan iki elin parmakları kadar kalmamış... Ateş’in o yüzden mevcudiyeti önemli(!). Darbeyi seven bir profesörün talebelerine Demokrat Parti ve 27 Mayıs zulmü ile ilgili anlatacak çok şeyi olmalı.
“Hatırla Sevgili”nin senaristlerinden biri “demokrasi”den yana olduğunu söylüyor bu dizide.
Diziyi izleyenler bilir ki, evet dizi darbe yanlısı değil. Demokrat da değil.
Ama adamakıllı CHP’li...
GÖRÜNTÜLÜ YAYININ ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ
Fikir gazetelerinin korkulu rüyası, fotoğraf altı haberdi.
Foto-haberler yaygınlaştı. Tabloid gazeteler veya bulvar türü gazeteler yok sattı bir dönem.
Şimdi gazetelerin korkulu rüyası internet.
İnternet haber siteleri öyle veya ilgi görüyor.
Kuşkusuz “Youtube” bilmeden bir gelenek başlattı: Görüntülü haber!
CNN ve El Cezire görüntülü haberlere öncelik vermeye başladı. Fransa’nın CNN’i önce internetten yayına geçti. Hürriyet, Milliyet, Habertürk internet siteleri de video ağırlıklı haberlere ağırlık vermeye başladı. Hatta tv’den reklâmlarını bile veriyorlar.
Hatta, video paylaşım siteleri, artık sadece Hollywood’un değil, uluslar arası düzeyde yayın yapan iddialı ve ciddî haber kanallarının da korkulu rüyası haline geldi.
Dikkat ediyoruz, ciddî haber kanalları bile, internete düşmüş video görüntüleri artık haber bültenlerine taşıyor.
TÜRK SİNEMASI
Türk sineması yüzde 48’lik bir büyüme göstermiş.
Sevindirici bir gelişme.
Ama Yönetmen Sinan Çetin aynı kanaatte değil.
Diyor ki.“Seyirciye saygı duymazsanız, seyirci size bir çakar!”
Sebebini açıklıyor: “Kalite düşüyor, gişeye yönelik işler yapılıyor. Bu, seyirciyi küstürebilir.”
Osman Sınav da aynı görüşte:
“Kaliteli filmler artmazsa Türk Sineması tepki çeker. Nitekim tepki başladı. Seyirci Amerikan filmlerine yöneliyor. Kaliteli filmlerin sayısı artmazsa 60’lı yılların sonundaki tepki yeniden gerçekleşebilir.”
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İkinci dönem? |
|
Meclis Başkanı Arınç, geçtiğimiz günlerde bir araya geldiği gazetecilerle sohbetinde sözü anayasaya getirerek şöyle demiş:
“Hükümetin başladığı reformlar ikinci dönemde 100 gün içinde tamamlanmalı. Bir yıl önce anayasa değişikliği hazırlattım. Referandum yolu da açık olsun istedim. Yargı ve YÖK reformu gibi konuları referandumla çözme ihtiyacı olabilir.”(Zaman, 29.1.07)
Bu sözlerden, “Yoksa Arınç’ın, Çankaya olmazsa Başbakanlıkta da mı gözü var?” gibi sonuçlar üretmek isteyenler çıkar mı?
Çünkü AKP’nin önümüzdeki seçimden de iktidar olarak çıkacağı varsayımına bina edilen bu ifadeler doğrudan doğruya icraata yönelik mesajlar taşıyor: Reformları 100 günlük bir takvime bağlamak, yargı ve YÖK reformunu da içeren bir anayasa projesi hazırlatmak ve reformları referandumla perçinlemek...
Tabiî, AKP’nin tepe noktasındaki Erdoğan-Gül-Arınç üçlüsünün “iç hukuk”u dikkate alındığında, aralarında “makam kavgası”ndan kaynaklanan bir sürtüşmenin çıkması ihtimali hemen hemen yok gibi.
Çıkmaması da temennî edilir. Ama siyasetin ve hele iktidarın aldatıcı cazibesinin, en yakın insanları dahi birbirinden uzaklaştırma tehlikesini her an içinde barındırdığı gerçeğini de gözden uzak tutmamak lâzım.
Bu kaydı koyduktan sonra, Arınç’ın söz konusu reform projesini ve takvimini, yeni dönem için öngördüğü ikinci AKP iktidarına erken bir katkı olarak değerlendirirsek...
Haddizatında bu teklif, ilk dönemdeki en önemli başarısızlığın zımnî kabul ve itirafı ile geç dahi olsa telâfisi gibi bir mesajı ihtiva ediyor.
Gerçekten de, AKP’nin geride kalan dört yılı aşkın iktidar tecrübesiyle bir kez daha görüldü ki, Türkiye’de anayasa sorununu çözmeden reform yapmak mümkün değil.
İhtilâl anayasası yürürlükte olduğu sürece köklü reformlar yapmanın imkânı yok. Reform adı altında yapılanlar ise makyaj niteliğindeki rötuşlar olmaktan öteye gidemiyor.
Anayasanın ilgili maddelerini de değiştirerek yapılan “MGK reformu”na rağmen askerin siyasetteki ağırlığının azaltılamaması; katsayı haksızlığını gidermek için atılan onca adımın, YÖK’ün tavrı aşılamadığı için her defasında geri tepmesi; yasalarda yapılan birçok değişikliğin yargı engeline takılması, bunun ilk anda akla gelen bazı örnekleri.
Erdoğan 2 Kasım seçimi öncesinde halktan, “anayasayı değiştirmelerine yetecek” bir Meclis çoğunluğu istemişti. Buna çok yakın bir sayıyla Meclis çoğunluğunu aldı. Hattâ bir ara transferlerle AKP 367 rakamını bile yakaladı.
Ama ne yazık ki bu müthiş imkân ve avantajı kullanamadı.
AKP eğer çok iyi hazırlanmış bir anayasa projesiyle köklü reformları gerçekleştirerek yola çıkmış olsaydı, belki başta biraz gürültü olurdu, ama sonrasında rahat eder ve daha önemlisi, bugün kendisini millet nezdinde mahcup eden sorunların çoğunu çözmüş olurdu.
Peki, önümüzdeki seçimde ikinci bir iktidar fırsatını yakalar ve Çankaya faktörünü de kendi lehine çevirebilirse, ilk beş yılda yapamadıklarını bu defa başarabilir mi? Kimbilir...
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygamber evi |
|
Hz. Peygamber’in (asm) evinde üç gün peşpeşe ocak yanmadığını, doyasıya yemek yemediklerini, değil beyaz un ekmeği, kara buğday ekmeğini dahi bulamadıklarını, arpa ekmeği bulduklarında cana minnet saydıklarını, bir avucu ancak dolduracak kadar arpa ekmeği, birkaç hurma ve biraz da suyla idare ettiklerini, sirke bulduklarında, “Bu ne güzel katık!” buyurduklarını biliyoruz.
Kâinat hürmetine yaratılan bir Peygamber (asm) böyleydi.
Mevlânâ bir gün evine geldiğinde, “Evde ne var?” diye sormuş, “Bir şey yok!” cevabını alınca da, “Hamd olsun” demişti “Bugün evimiz Peygamber evine benzedi.”
Kaçımız Peygamberimizin hayatını düşünüyor ve Mevlânâ gibi evimizde birşey bulamadığımızda, “Şükür bugün evimiz Peygamber evine benzedi” diyebiliyoruz?
Acaba evimizde günlerce, aylarca yetecek yiyecekler bulunduğunu düşündüğümüzde mahcubiyetimizden başımızı öne eğiyor, o nimetlerin ne ölçüde hakkını vermeye çalışıyor, hâlimize yüz kere, bin kere şükretme ihtiyacını hissediyoruz?
Sıcak çorba içemeyen, yiyecek ekmek dahi bulamayan insanları da düşünüyor muyuz? Kâinatın Efendisi (asm), “Ey Ebû Zer, çorbanın suyunu biraz fazla kat da komşuna da ver” buyururken, evmizdekilerden bir kısmını fakir fukaraya vermemizi öğütlerken biz ne yapıyoruz? Biz de Mevlânâ gibi, “İşte önümde benim ayran tasım!” deyip elimizde ve evimizdekilere şükredebiliyor muyuz?
Doğrusu biz ne kadar Müslümanız? Ne ölçüde Resûlullahı (asm) örnek alabiliyoruz?
Tam Müslümanlığımızı sorgulama zamanı değil mi?
Aza kanaat etmesini bilmeyen insan çoğa da kanaat etmez ve aza kanaat edemeyen insan çoğu da bulamaz ve ona müstehak olmaz.
Mutlu insan eline geçen az da olsa kanaat etmesini bilen insandır. Mor Jokai, “İnsan en aza kanaat ettiği zaman en çok mutludur” derken ne kadar doğru söyler. Aza kanaattaki mutluluk ve bereketi tadamayan insan, hırs sebebiyle ne kadar çok şeye sahip olsa da sıkıntıların kıskacından kurtulamaz.
“Yeryüzündeki bütün ıztıraplar aza kanaat etmemekten doğar” diyor Firdevsî.
Evet, kanaatsiz insanın hayatı ıztırap ve sıkıntılarla doludur. Çoğu kazansa da mutlu olması mümkün değildir.
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnsanın önemi, duâya verdiği önem nisbetindedir |
|
Tarsus’tan muhterem okuyucumuz Danyal Ateş’in, babası A. Tevfik’in hastalığına şifa duâsı talebi üzerine, tüm ehl-i iman hastalarımıza acil şifa dileklerimizle…
Önemli şahsiyetler, gerek emniyet birimleri, gerekse medya tarafından dikkatle takip edilir. Sözleri, fiilleri, hattâ, davranış ve mimikleri bile kamera veya teybe alınır. Bundan ötürüdür ki, politikacılar veya önemli mevkileri işgal edenler; konuştuklarında kullanacakları kelimelere dikkat eder; adımlarını hesaplayarak atarlar.
Yaratıklar içinde, kâinattaki tüm varlıkların özelliklerini taşıyan en önemli, en şerefli varlık insandır. Onun için her fiili, her hareketi, her konuşması kaydedilir. Bu açıdan bakıldığında duâsı da önemlidir. İnsaniyete lâyık bir şerefle yaşayabilmesi için duâsıyla; Dâî/Çağıran, Mucîb/Cevap veren, Rahman (canlı-cansız, inançlı-inançsız her şeyi, herkesi rızıklandıran); Rahîm (seven, acıyan, yardım eden) olan Cenâb-ı Hakk’ın (Esmâ-î Hüsnâ’sının tecellisinin) kapsam alanına girmeli.
Kur’ân’da, duâ etmeyen insanın bir değerinin olmadığı vurgulanır. Çöllerin ücra köşelerinde, kuş konmaz, kervan geçmez dağ başlarında, mağaralarda, ormanların derinliklerinde yaşayan, inzivaya çekilen ve hiçbir şekilde irtibat kurmayan bir insanı düşününüz. Sosyal hayatla ilgisini kesmiştir. Ne hemcinsleri, ne yöneticiler, ne de adâlet mekanizmalarıyla herhangi bir irtibatı, bir alış verişi vardır. Ne onlardan bir isteği, ne de bir beklentisi... Böyle birisinin insanlar, yöneticiler ve toplumun gözünde ne önemi vardır?
Bir kul olarak Yaratıcısına duâ ile sığınmayan, müracaat etmeyen insanın durumu da ondan farksızdır. İşte insanlığa inen son İlâhî mesajda, “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?”1 diye sorulmasının sebeplerinden birisi bu olmalı. Bu, aynı zamanda duânın ve dolayısıyla varoluşun sırrına işârettir.
Duâ, yalnızca sıkıntı ve problemlerle karşılaşıldığında ifa edilecek bir ibâdet olamaz. Duâlarımızla iyi ve kötü günde, ferah ve mutluluk anlarımızda, hem dünya, hem de sonsuz hayat için, her zaman ve zeminde, her şartta Yaratana muhatap olmalı, Onunla konuşmalı, Ona müracaat etmeli, Ona sığınmalıyız.
Bunun yanında insan duâ etmek zorunda. Çünkü, son derece âciz ve fakirdir. Her an sıkıntı, problem, hastalık, felâket ve ölüm gerçeğiyle karşı karşıya. Dünyanın en güçlüsü, en zengini, en itibarlısı, en bilgilisi de olsa, onu, ancak mikroskopla otuz bin defa büyütülerek görülebilen bir mikrop, bir virüs yerden yere seriyorsa duâdan başka ne yapabilir?
Duâ ile Allah’a yaklaşan, Onu sevindirir, merhamet, sevgi ve yardımını hak eder: “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Benden isteyenin isteğine cevap veririm.”2 “Allah’ın, kulun bağışlanma dilemesinden duyduğu sevinç, birinizin çölde kaybettiği devesini bulmasından duyduğu sevinçten daha fazladır.”3 “O daima yaşayandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O’na Dininde samîmiyet erbâbı olarak ‘Hamd olsun kâinâtın Rabbi olan Allah’a’ (diye) duâ edin...”4
Dipnotlar: 1- Furkan Sûresi: 77. 2- Bakara Sûresi: 186. 3- Câmiü’s-Sağîr, Hadîs No., 7192.; 4- Mü’min Sûresi: 65.
02.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Barış ve masum insanlar |
|
Rahmetli babam, amcam, halam ve yaşlı akrabalarımın kısm-ı azamı 1915-1916 yıllarında Rusların istilâsını anlatırken kendileri ağlar ve onlar anlatırken bizler de ağlardık. Her yönü ile dehşet. Aziz Van’ın dağ ve tepelerini Rus tümenleri basmış ve oralarda ikamet eden Ermeni fedaileri de yardımcı olmuş, yüzlerce yakın akrabalarım şehit düşmüştü... 80 santim kar, anne çocuğunu taşıyamıyor, kucağından atıyor. O dönemin 100 binlik şehri Van târümâr edilmiş, herkes göçe başlamış. 16 yaşından 60 yaşına kadar olanlar ellerine aldıkları silâhlarla nefis, vatan ve namus mücadelesine girişmişler. Başlarında gönüllü milis kuvvetleri komutanı var. O tarihlerde Molla Said denilen Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri...
Hz. Peygamber’in verdiği terbiye ve derste ve İslâm inancında harplerde çocuk ve kadınlar masumdurlar, öldürülemez. 300 milyonluk ve güya medenî ülke ABD’nin çılgın başkanının Irak’ta yaptığı gibi masum çocuk ve kadınların başlarına bombalar atılmaz ve hunhar katliâmlar yapılmazdı. Fransız parlamentosu evvelâ buraya bakmalı. Çağımızın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın yeğeni başta olmak üzere bir çok hemşerisi ve akrabası bizlerinki gibi şehit olur ve hicrete dûçâr kalırlar. Bütün bu çirkin ve ıztıraplı, elim tabloya rağmen gönüllü alay komutanı Hz. Bediüzzaman hiçbir zaman intikam duyguları taşımaz ve emrindeki milis kuvvetlerine de bu intikamı yaptırtmaz. İşte Tarihçe-i Hayat’ından birkaç tesbit:
“O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere ‘Bunlara ilişmeyiniz’ diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedâi komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, ‘Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz’ diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havalideki binlerle mâsumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.” (Tarihçe-i Hayat, B. S. Nursî)
Büyüklerin şefkati, sevgisi ve dünya görüşleri büyük olur. Onlar dar kalıplarda kalmaz, bütün insanlığı kucaklar ve barışın bütün yollarını, kapılarını sonuna kadar açarlar. Bu elim musibetlere dûçâr kalan Hz. Bediüzzaman, 1911’de, bu harpler ve muhâceretler yokken Münâzarât isimli eserini yazar, neşreder. Yıllar sonra birkaç kere elden geçirdikten sonra 1950’li yıllarda tekrar neşreder. Takriben yarım asır önce Ermeni münasebetleri hakkında yazdığı müsbet ve barış yolundan hiç taviz vermez. Bizler de onun terbiyesi, sevgisi ve şefkati altında aynı yolda ilerliyoruz, çalıştık ve çalışıyoruz.
Ermeniler hakkında sorulan suâllere Münâzarât eserinde verdiği cevaplardan birkaç satır: “…Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat'iyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlûp ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlûp edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir..”
Bir kıyas yapmak ve bu satırları anlamak için işte rakamlar: Türkiye’de 77 bin cami, 400 tane kilise var. 41’i Ermeni kilisesi. Türkiye’nin nüfusu 73 milyon, Ermenistan’ın yaklaşık 4 milyon. Türkiye’nin sahilleri ile birlikte yüz ölçümü 814.000 km², Ermenistan’ın 29.800 km²... Şimdi başımızı kaldırıp dünyaya ve lobilerine iyi bakalım ve geçmiş yıllarda Sn. Süleyman Demirel’in neden Karadeniz İşbirliği Paktı ve Karadeniz Havzası projesini hayata geçirdiğini iyi düşünelim. O zaman daha çok anlarız, barışı ve masum insanları.
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Evrâd-ı Bahâiye üzerine |
|
Abdülkadir Bey: “Emirdağ Lâhikası 123. sayfada ‘Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor’ cümlesinden ve Risâle-i Nur’un daha başka bazı yerlerinden anlaşılıyor ki, Üstad Hazretleri Cevşen’in yanında Evrad-ı Bahâiye adıyla bir vird daha okuyor. Evrad-ı Bahâiye virdinin muhtevası nedir? Nelerden bahseder? Ne zaman ve nasıl okuyabiliriz?”
Evrâd-ı Bahâiye, Bahâeddin Şah-ı Nakşıbend Hazretlerinin Peygamber Efendimiz’in (asm) manevî ruhaniyetinden mânâ âleminde ders aldığı kuvvetli ve tesirli bir duâ metnidir. Bedîüzzaman Hazretleri genellikle “Evrâd-ı Kudsiye” nâmıyla andığı bu duâ metni için, “Şah-ı Nakşıbend’in kudsî bir evrâdıdır ki, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâtü Vesselâm’dan âlem-i mânâda ders almış”1 demektedir.
Başından sonuna kadar Peygamber Efendimiz’in (asm) duâlarının özel bir düzenleme ile bir araya getirilmesinden meydana gelmiş olan bu yüksek metin, çok geniş bir niyazı ve çok kudsî bir yalvarışı ifade eder. Duâların hemen tamamı âyet ve hadis-i şeriflerde mevcuttur.
Evrâd-ı Kudsiye’de başlangıç Allah’ın isimlerine ayrılmıştır: Allah’ın Melik, Hayy, Kayyum, Hak, Mübîn olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O’nun bizim Rabbimiz olduğunu, bizim yaratıcımız olduğunu, bizim O’nun kulu olduğumuzu ve gücümüz yettiğince O’nun ahdi ve vaadi üzerine bulunduğumuzu, yaratıklarının şerrinden Allah’a sığındığımızı, Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini kabul ettiğimizi, günahlarımızı itiraf ettiğimizi ifâde ederek, “Ey Ğaffâr, ey Ğafûr olan Allah’ım, günahlarımı bağışla. Şüphesiz inanıyorum ki, Sen’den başka hiç kimse günahları bağışlayıcı değildir” niyazı ile bu duâya devam ediyoruz.
Allah’ı tenzih, Allah’a hamd, Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Allah’ın en büyük olduğunu söyleyerek, yüksek ve büyük olan Allah’tan başka hiç kimsede güç de, kuvvet de bulunmadığını ifade ile O’nun Evvel, Ahir, Zahir, Batın olduğunu ve O’nun her şeyi bildiğini zikrediyoruz.
Allah’ın muhtelif isimleri ile Allah’ı tenzih ve tesbih ifadeleri ile duâ devam ediyor. Allah’ın Evvel olduğu, Allah’tan önce hiçbir şeyin olmadığı; Allah’ın Âhir olduğu, Allah’tan sonra hiçbir şeyin olmayacağı; Allah’ın Zahir olduğu, hiçbir şeyin Allah’a benzemediği; Allah’ın Batın olduğu ve Allah’ın görmediği hiçbir şeyin bulunmadığı; Allah’ın çok olmayıp Bir olduğu, vezirsiz Kadir olduğu, danışmasız Yönetici olduğu zikirleri ile duâ devam ediyor.
Duâ, Tâ hâ, Tâ sîn mîm, Tâ sîn, Yâ sîn, Hâ mîm, Ayn sîn kâf gibi sûre şifrelerinden hareketle yüce sûreleri, Allah’ın bizi kulluğuna kabûlüne, Allah’a imânımızın kemâle ermesine, şirksiz ve isyansız bir inanç içinde olmamıza, kâmil bir îmân ve istikametli bir amel-i sâlih içinde bulunmamıza şefaatçi yapar. Bu makamda Âyete’l-Kürsî’yi zikrederek duâya ve isteklere kuvvet verir.
Duânın diğer bir orijinal yanı, Kur’ân-ı Kerim’in kırkıncı sûresinden kırk altıncı sûresine kadar olan ve başlarında Hâ mîm şifreleri bulunan yedi sûreyi, yani Mü’min, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye ve Ahkaf sûrelerini başlarında bulunan Hâ mîm ifâdeleri ile zikrederek ayrı ayrı anmış olması ve Allah’ın emrini kabûlümüze, Allah’ın yardımına ihtiyacımızın şiddetli olduğuna, günahlarımızın bağışlanmasına, tövbemizin kabûlüne, cezâsından affedilmemize, azabından korunmamıza bu sûrelerin şefaatini istemiş olmasıdır.
Allah’ın bizi şükredici, zikredici, Kendisini isteyen ve Kendisine itaatkâr kılması, tövbemizi kabul etmesi, kalbimizi arındırması, günah ve isyanlara karşı bizi koruması, kalbimizden manevî hastalıkların, riyanın, gösterişin, kinin, nefretin, ihanetin, Allah’ın rızası haricinde olan her şeyin sevgisinin ve yönelişinin kaldırılması istekleri ile Cenâb-ı Hakk’a yönelişe devam edilir.
Yüksek ve faziletli bir duâ metnini dar bir çerçevede özetlemeye ne imkânımız, ne gücümüz vardır. En iyisi bu duâ ile bire bir muhatap olmak ve bu duâ ile Allah’ı kendimize muhatap ederek Allah’a yalvarmaktır.
İki salâvat ortasında yapılan duâların makbul olması ciheti ile Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin Evrâd-ı Kudsiyeyi, yüksek bir salâvat metni olan Delâilü’n-Nur’un ortasında okuduğunu, Evrad-ı Kudsiye bittikten sonra tekrar Delâilü’n-Nur okumaya devam ederek Delâilü’n-Nur’u bitirdiğini yakın talebelerinin bildirdiğini burada ifâde edelim.
Bu duâ metnini her sıkıntımızda, her ihtiyaç hissettiğimiz zaman okuyabilir ve böylece yüce Allah’ı imdadımıza çağırabiliriz.
Dipnotlar:
1- Hizb-ü Envâri’l-Hakaikı’n-Nûriye, s. 76
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bölgesel düzen |
|
Ortadoğu’da fitnenin bütün sebebi bölgesel bir düzen olmaması ve bu boşlukta da fitne ortamının üremesi ve tohumlarının yeşermesidir. Irak bataklığı ve dipsiz kuyusu bölgesel bir düzen olmaması nedeniyle gerçekleşti. Bundan dolayı burada sadece Batılıları eleştirmek kâfi değildir. Esasen onun saldırganlığının nedeni bizim yetersiz, yeteneksiz ve kifayetsiz oluşumuz ve görevlerimizi ihmal edişimizdir. Malik Binnebi bunun nedenini sömürüye yatkınlıkta (kabiliyetü’l hezime) görür. Bu tam tamına bizim için yapılmış bir tasvirdir. İçinde bulunduğumuz tablonun dipsiz kuyu olmasına neden olan ikinci ayak da sömürgecinin mahiyetidir. Biz ne kadar sömürüye yatkın isek, ABD de o kadar sömürge gücü olmamaya yatkın bir yapıda bulunuyor. Çıkmazın temel nedeni de budur. Neoconların yaptığı gibi, ABD’yi sömürge gücü olmaya zorladıkça Amerikan sistemi iflâsın eşiğine geliyor ve çözülme emareleri gösteriyor. Bu nedenledir ki, ABD sistem olarak ulus inşa etmeye yatkın bir ülke değildir. Başarısızlığı da bundan kaynaklanmaktadır. Irak’ta İngilizler kadar başarılı olması da mümkün değildir. İngilizler en azından bir süre olsa patırtısız, gürültüsüz Irak’ı yönetmeyi başarmışlardı. Bunun nedeni kimi Siyonist odakların İngiltere üzerinde ABD kadar etkin ve nafiz olamamaları kadar, iç sistemlerinin de farklı oluşundandır. Kimi Neoconların da itiraf ettiği gibi, aslında bu çılgın ekip ABD’yi, yıkma gücü olarak kullanıyorlar. 5 yıllık yıkımdan hâlâ da ders almış değiller. Perle, David Frum gibilerin timsah gözyaşlarına bakmayın siz. Onlar ‘Irak’ta yanlış yapıldı’ deseler de yine de yeni hedef olarak İran’ı göstermekten de imtina etmemektedirler. Perle’e göre Bush gitmeden İran’a da toslayacak. Bu nedenle, Irak sadece kendisini değil, bütün bölgeyi kilitlemiş vaziyette. ABD, Irak’ı işgal etmekle ve İran da derin olarak sızmakla aslında birbirlerinin rehinesi durumuna düştüler. Iraklılar ve bölge ülkeleri de onların rehinesi durumuna düştüler. Herkes herkesin rehinesi durumunda. Irak Başbakan Yardımcısı Berham Salih’ten sonra Başbakan Maliki de: “İran ve ABD kozlarını bizim üzerimizde paylaşmasınlar. Irak üzerinde tepişmesinler’ diye tepkisini gösterdi. Tutarlı ve ahlâklı davranmayınca Iraklı Kürt ve Şiî siyasetçiler ‘iki amansız müttefik’ arasında kalakaldılar. Tarihin ilginç garipliklerinden birisi böyle yaşandı. Daha da garip bir durum var.
***
Bizde 28 Şubat sürecinde dindar siyasî kadrolarla dindarlığın önü kesilmiş ve imam hatiplerin orta kısımları kapatılmıştı. Sonra ülkücülerin de yer aldığı hükümetlerde bir şekilde Apo idamdan kurtuldu ve ülkücülüğün rajonu darbe aldı. Sistem hem dindarları, hem de milliyetçileri iktidarla ve iktidarda dönüştürdü. Bush da Irak’ta aynısını Şiîlerle yapmak istiyor. Önce Şiîlerle direnişin kalesi olan Sünnî kesimleri vurmak istedi, şimdi de Maliki gibi politikacılarla da Şiîlerin elde ettiği avantajları yok etmek istiyor. Elbette bunlar fırsatçılıkla öne fırlamanın bazı mahzurları ve faturaları. Dünyanın ve bölgenin ilke tanımayan maslahatçı güçleri birbirlerini bloke etmiş durumda. Durum kilitlendi tam bir çıkmaz hali yaşıyor. İşte burada çıkış noktası olarak devreye Suriye Dışişleri Bakanı Muallim’in tespitleri giriyor: “Irak’ta öyle bir komplike ve kumkuma bir yapı var ki, bunun üstesinden tek bir ülke gelemez. ABD’nin kendisi de dahil...” Bu çok objektif ve kuşbakışı bir tespit. Irak herkesin herkesi bloke ettiği bir yer. İran ve ABD yanlışlarının esiri oldu. Ve bırakın ABD’nin Irak’ı kurtarmasını bu karmaşık yapıdan kendisini bile kurtaramıyor. Bir deli kuyuya bir taş attı, kırk akıllı çıkaramıyor. Pandora’nın kutusu öyle bir açıldı ki, bütün oyuncular mat oldu. Irak şimdi sadece bölgenin değil, Amerikan sisteminin bile kilidi durumunda. Hillary ‘Aman Bush bu meseleyi bize devretmesin’ diye sitem ediyor, adeta yalvarıyor. Berham, Maliki gibi Hillary de: “Bush bu işe bizi bulaştırmasın” diyor. Ama işgali o da desteklemedi mi? Ve bu anahtarı açacak tek kilit var. O da bölgesel bir inisiyatifin şekillendirdiği bölgesel bir düzen kurmak. Yani tekrar başa dönmek.
***
Lübnan bir iç savaşın kıyısından döndü ve bunu sağlayan bölgesel diplomasi oldu. 11 Eylül nedeniyle Suudi Arabistan diplomasisinin üzerine ölü toprağı serpilmiş atıl ve insiyatifsiz kalmıştı. İran’ın istemesiyle Suudi Arabistan yeniden Lübnan’da devreye girdi. Zaten Taif Anlaşması onun eseriydi. Bu diplomasinin daha da geniş eksenli olarak harekete geçmesi lâzım. Türkiye’de devreye girmelidir. Lübnan’da bir birini bloke eden İran-Suriye eksenine mukabil ABD Fransa eksenine karşı dengeyi sağlayacak yeni aktörlere ihtiyaç var. Bu Suudi Arabistan ve Türkiye’dir. İran ve Hizbullah’ın şunu kavraması lâzım. Yapı sadece iki kutuptan ibaret değildir ve bu çözüm de değildir. Chirac da bunu söyledi. Zaten denklem iki ayaklı kaldığında bu kumkumanın dışına çıkmak imkân dışı. Öyleyse Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerin yapıcı rolüne şiddetle ihtiyaç var. Bu birbirini bloke etmek için değil, denge için olacaktır. Zaten bölgede yeterince birbirlerini bloke eden eksenler var. Türkiye ve Suud’un görevi denge için yapıcı bir inisiyatif geliştirmektir. Daha geniş çerçevede bunun bir bölgesel inisiyatif ve düzene dönüşmesi lâzım. Bu herkesin yararınadır. ‘Kazan kazan’ formülüdür. Zaten dışlama veya bloke etme kavga nedenidir. Öncelikli olarak bölgesel bir düzen kurulmalı ve bölgesel bir düzen de ortak yaşama referansını yeniden belirlemelidir. Fitnelerin ve kardeş kavgalarının önüne, ancak bu surette geçilebilir. Dipsiz kuyudan çıkış, ancak böyle sağlanır.
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Arınç'ın mesajları |
|
İlginç bir mesaj trafiği yaşanıyor. Mesaj medya üzerinden Başbakan Tayyip Erdoğan’a gönderiliyor. Mesajın özü Çankaya ile ilgili. Ama sadece Çankaya ile sınırlı değil.
Çünkü bu mesajlar aynı zamanda AKP’nin geleceğini de tayin etmeye yönelik. Bu açıdan konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Meclis Başkanı Bülent Arınç haftasonu İstanbul’da bir grup gazeteci ile bir araya geldi. Orada verilen mesajlar netti. Arınç, Cumhurbaşkanı adayı olması durumunda Erdoğan’ı destekleyeceğini belirtti. Ancak sohbetin tam sonlarına doğru, Başbakan’ın Başbakanlıkta başarılı bulduğunu belirterek, “bir 5 yıl daha bu görevde kalmasının doğru olacağı”na inandığını söyledi. İşte sohbetin ana fikri buydu.
Bence Arınç’ın vermek istediği mesaj, sohbetin sonunda söylediği sözler de gizliydi. Peki başka mesajlar var mı? Var. Bu sebeple sıkı bir satır arasına dalıp, ayrıntıları iyi analiz etmek gerekiyor.
Meclis Başkanı, Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığını destekleyeceğini söylüyor. Erdoğan Köşk’e çıktığı takdirde Başbakanlık görevine de Abdullah Gül’ü “ehil” olarak gördüğünü ifade ediyor.
Bunlar tamam. Ancak Başbakan Erdoğan eğer köşke çıkmaz da bir aday önerirse, Arınç her kim olursa olsun bu ismi destekler mi? İşte orada durmak gerekiyor. Bu noktada siyasetin kuralları ve Arınç’ın tavrı devreye giriyor. Arınç bu aşamada varlık sebebini hissettirme gereği duyuyor.
Eğer Erdoğan aday olmaz da partiden birini çıkarırsa, bu kişinin kimliği önem kazanıyor. Eşinin başı açık, “yukarıda rahat yönetirim” ya da kendisinin başı açık diye birilerinin çıkarılmasına rıza göstermeyeceğini, “Erdoğan’ın çıkaracağı her ismi peşin olarak onaylamayacağını” söylüyor Bülent Arınç. “Bu işi istişare etmemiz gerekir” diye düşünüyor. “Ben noter değilim” diye tavrını ortaya koyuyor.
Bülent Arınç bu partide herhangi biri değil. Hele hele İstanbul’da 16’ncı sıradan, Konya’da 14’ten gelip milletvekili olan birisi değil. Millî Görüş hareketinden ayrılıp, yeni bir siyasî yolculuğa çıkılmasını sağlayan Erdoğan-Gül-Arınç sacayağının, “ağabeyi…”
Ayrıca Bülent Arınç, inandığı dâvâ uğruna gerekirse, tek başına yürümekten tereddüt etmeyecek kadar da kararlı bir insandır. Bu sebeple Arınç’ın tavrı ve verdiği mesajlar önemsenmeli.
Peki Erdoğan’ın aday olmama durumu var mı? Başından beri “Erdoğan Köşk’e, Gül başbakanlığa” bilgisini aktaran ve hatta birer tıkaç alıp kulaklarınızı tıkayın diyen birisi olarak, yine de Meclis Başkanının böyle bir pozisyon almasını önemsemek gerek diyorum.
Bu aşamadan sonra “Tayyip Beyin aday olması mı sorun olur olmaması mı?” diyecek olursanız, bence olmaması derim. Bu aşamadan sonra Erdoğan’ın aday olması değil, olmaması siyaseti karıştırır. AKP Genel Başkanı baskılardan çekinip Cumhurbaşkanı olamamak ithamıyla karşı karşıya kalır. İkincisi Anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla tek başına iktidar olan bir parti liderini Çankaya’ya çıkaramazsa, hangi irade ile çıkıp milletten yetki isteyecek? Bu yetki talebi ne denli ciddiye alınacak? Bunlar önemli handikaplar.
Ayrıca Afrika gezisi dönüşünde yaptığı açıklamalara baktığımız takdirde Erdoğan’ın köşke bir adım daha yaklaştığını görüyoruz. Bence o aşama geçildi. Ancak buna rağmen Bülent Arınç’ın “eşinin başı açık ya da kendisi başı açık modern bayan” diye birilerinin Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesine ise onay vermeyeceğini belirtmesi, parti içi dengeler açısından önemli.
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İnsaf mektebi |
|
Bir kaç gün önce bir gazetenin, daha önce yayınladığı bir ‘yalan haber’ sebebiyle okuyucularından ‘özür’ dilediğini görmüş ve sevinmiştik. Ne yazık ki, özür dilenmesi gereken haberler (aynı ölçüde olmasa da) devam ediyor.
Bu defa bir gazete, “El Kaide mektebi” manşetiyle, Konya’da yakalanan zanlıların, küçük çocuklara medrese eğitimi verdiğini yazmış. (Sabah, 31 Ocak 2007)
11 Eylül ‘İkiz Kule’ saldırıları sonrası ortaya çıkan/çıkarılan ve olup olmadığı bile tartışılan bu ‘örgüt’le ilgili anlatılanlar ayrı bir tartışma konusu. İddia edildiği gibi kişi ya da kişiler ‘suç’ işleyip yakalandıysa hukukî gereği yerine getirilir. Haberin garip bulduğumuz yönü, fotoğraflarla desteklenen “Örgüt karargâhındaki ‘sınıf’ın duvarında Arap alfabesi yer alıyordu” şeklindeki beyanlar.
Tabiî işin aslını bilmiyoruz. Ancak gazete haberinde verilen bilgilere göre, karargâhta anaokulu gibi hazırlanmış odalar bulunmuş. Odalarda Arapça yazılmış fişler ve Kur’ân, fıkıh, dua derslerinin yer aldığı karneler ele geçmiş. Aynı habere göre, çocuklara her gün ‘şeriat yemini’ ettirildiği belirlenmiş.
Bu haberi okuyan ne düşünür? Kur’ân’ın ve duayı ‘suç unsuru’ gibi sunmak doğru mudur? İzinsiz okul açılmasıyla ilgili ‘suç’ ayrı, Kur’ân’ın suç unsuru gibi gösterilmesi ayrıdır.
“Medrese gibi kullanılan (...) villasındaki dersliklerde duvarlara asılı rengarenk Arap harfleri dikkat çekti” şeklindeki resim altı bilgi de Türkiye gerçekleriyle uyuşuyor mu? Tamam duvarsa ‘Arap alfabesi’nin harfleri var, ama bu herkesin bildiği ‘elif ba’ değil mi? Kur’ân da ‘Arap harfi’ ile yazılmış, ne olacak şimdi?
Bir de şu ‘şeriat yemini’ meselesi var ki, bunu da 28 Şubat süreci haberlerinden hatırlıyoruz. O zaman da sık sık ‘kaçak’ Kur’ân kursları basılır ve çocuklara ‘şeriat yemini’ ettirildiği yazılırdı. 28 Şubat sürecinden hatırladığımız kadarıyla böyle haberlerin sonu genellikle ‘fos’ çıkardı.
Medya, ‘suç’ işleyenleri suçlarken, dinî değerlere karşı biraz daha hassas olsa ne kaybeder? Kur’ân’ın, fıkıh ve duânın suçlanması belki ‘satış’ getirir, ama kesinlikle güven ve itibar getirmez. Belki de sonunda ‘özür’ gerektirebilir. Medyaya “El Kaide mektebi”nden önce “insaf mektebi” lâzım...
*
Bitmeyen katliâmlar
Komşumuz Irak’ta yaşanan katliâmları anlamak mümkün değil. Gün geçmiyor ki, onlarca kişi öldürülmesin... Son olarak Necef’te 300 kişiyi katleden ABD askerleri, katledilenlerin ‘terörist’ olduğunu ileri sürmüş.
Bölgeden sağlam haberler vermekle tanınan İngiliz The Independent gazetesi ise, öldürülenlerin Kerbelâ’ya giden Şiî kafilesi olduğunu yazmış. (Vatan, 1 Şubat 2007) Ölenlerin arasında kadın ve çocukların olması ve Iraklı yetkililerin; gazetecilerin yaralılarla görüştürmemesi bu ihtimali kuvvetlendiriyor.
ABD, bundan önceki katliâmları da başlangıçta gizleyebildi, ama zamanla gerçekler ortaya çıktı. Bu olayla ilgili gerçekler de bir ortaya çıkacak. Bunca ah ve zulüm gizli kalmayacaktır. Ne dersiniz, ABD’nin çökmesi, Irak katliâmlarından mı olacak?
02.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|