|
|
Lütfen başka bir isim bulun. Özelde İslâma, genelde tüm semavî dinlere karşı, antipatinizi, alerjinizi, içinde yaşadığınız halka karşı tepeden bakma alışkanlığınızı, beğenmezliğinizi, kendinizi beğenmişliğinizi anlatmak için başka kelimeler kullanın.
Cumhuriyeti bu işe bulaştırmayın. Onu nefretlerinize, hoşgörüsüzlüğünüze, duygusuzluğunuza siper yapmayın.
Cumhurun, yani halkın olmadığı bir cumhuriyeti, sanki cumhuriyet gerçekten sizin anladığınızdan ibaretmiş gibi, sanki cumhuriyet bir tek şeyden ibaretmiş gibi ambalajlamayın.
Biraz sevgiden, biraz saygıdan, biraz hoşgörüden, anlayıştan, haktan, hukuktan, insanlıktan nasibinizi alın.
Biraz halkın içinde olun, halkla iç içe olun. Halk olun, cumhur olun, ondan sonra cumhuriyetçi olun.
Kendi kazanımlarınızı, cumhuriyetin kazanımları gibi sunmaktan da, kendi köhnemişliğinizi cumhuriyetin zaafı gibi göstermekten de vazgeçin.
Siz olmasanız da cumhuriyetin var olacağını, ama halk olmazsa cumhuriyetin varlık sebebinin kalmayacağını anlayın.
Cumhuriyet cumhuriyet diye diye, başka korkularınızı, başka nefretlerinizi, başka bastırılmışlıklarınızı dillendirmeyin.
O görmek istemediğiniz, o duymak istemediğiniz, o yaşamak istemediğiniz, o anlamak istemediğiniz halk, o yok saydığınız, sadece adını ondan izinsiz kullandığınız halk, cumhuriyeti sizin anladığınız gibi anlamıyor, anlayın.
Lütfen kelimelerimizi bulanık sularınızda kirletmeyin. İçki kadehinize batırıp yemeyin.
Her şeyi sizin anladığınız ya da anlamadığınız gibi anlamak, ya da anlamamak zorunda olmadığımızı anlayın.
Cumhuriyet diye, cumhuriyet olmayan bir şeyi yükseltirken, hakkı, hukuku, adaleti, insanlığı ezmeyin, silmeyin, öldürmeyin.
Biliyorum, beni hiç dinlemeyeceksiniz. Biliyorum, saplantılarınızdan kurtulmayacaksınız. Tepeden bakan, ama aslında çukurda olan yerinizden ayrılmayacaksınız.
Üstelik bu ve buna benzer satırları suçlamak, yazarlarını hapse atmak için her türlü kanunu, her türlü yontma faaliyetine girişeceksiniz.
Cumhuriyeti kirletmeye devam ettiğiniz gibi, hukuku da kirletmeye devam edeceksiniz.
Ama unutmayın, cumhuriyet, sizin gibi cumhuriyetçilere emanet edilemeyecek kadar değerlidir.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Cenazeden kongreye |
|
Binlerce, on binlerce insan yürüyordu Ecevit’in cenazesinin arkasından.
Bir kısmı bir iki gün önceden gelmişti Ankara’ya.
Onlar için,”Halkçı Ecevit”di, “Karaoğlan”dı.
Birçoğundan da eminim ki, kimsenin Ecevit’e selâm vermediği dönemlerde onun peşinden koşmuş, ancak iktidar olduğunda hiçbir nimetini görmemişti.
Bu millet vefalı diye düşündüm.
Zaten bu millet vefalı olmasa, ihtilâllerin getirdiği yasak cenderesinden kurtulmak mümkün olur muydu?
Kimi zaman umut oldu, kimi zaman felâketi yaşattı. 1979’da kuyruklar ve kıtlıklar yüzünden terk etmek zorunda kaldığı başbakanlık koltuğuna, sevenleri 20 yıl sonra tekrar oturttu onu.
Ama o, bu kez daha beterini 2001 ekonomik krizini yaşatarak veda etti bu millete.
Yine de onu sevenler son yolculuğunda yalnız bırakmadı onu.
Adı bir dönemler dağlara, taşlara yazılan Karaoğlan, kalan son Ecevitçilerin omuzlarında, uğurlandı son yolculuğuna.
Tabiî orada rahat bırakılır da, Rahşan Hanım tarafından ODTÜ-Oran ormanlarına nakledilmezse.
Ecevit için Mecliste düzenlenen cenaze töreni ilginçti. Bir anlamda inişleri ve çıkışlarıyla Türk siyasetinin son yıllarına damgasını vuran isimlerin toplandığı bir platform gibiydi.
12 Eylül’den sonra Ecevit’in CHP ile yollarını ayırmasına sebep olan Deniz Baykal da, siyasî hayatının en büyük ihanetini yaşatan Hüsamettin Özkan da oradaydı. 70-80 arasında cenazelerde dahi tokalaşmadıkları ancak 90’dan sonra müthiş bir uyum sağladıkları Demirel de, kendini hapse attıran, ihtilâl lideri Kenan Evren de oradaydı.
Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli siyasî hayatının son ortakları olarak orada bulunuyordu ancak büyük umutlarla Cumhurbaşkanı seçtirdiği Cumhurbaşkanı Sezer de uğurlamaya gelenler arasındaydı.
Aslında 1957 yılında İsmet İnönü’nün prensi olarak siyasete girip, İnönü’ye siyasî hayatının en büyük mağlûbiyetini yaşatan da yine kendisiydi.
27 Mayıs’ı avuçlarını patlatırcasına destekleyip, Kurucu Meclis üyesi olmuştu, ama 12 Mart’a kafa tutup, 12 Eylül’le mücadele etti. Tam, demokrat oldu derken, 28 Şubat sürecini ateşleyip, iktidarı kaptı.
İlkesi ya da ilkesizliği ile bu ülkede ne yaşandıysa, Ecevit de onu yaşadı. Kimi zaman demokrat, kimi zaman darbeci oldu.
Kimi zaman savaş kararını verebilecek kadar şahin, kimi zaman bir tırtıla şiir yazacak kadar yufka yürekli oldu.
Bir kadına haddini bildirecek kadar acımasız olduysa da bir kadınla paylaştığı hayatında, inandığı değerleri uğruna dünyaya kafa tutmayı bildi.
Başarıları, başarısızlıkları ile Türkiye’nin son 50 yılında bir şekilde etkili olan bir adamı, Bülent Ecevit’i uğurladıktan sonra geçtik AKP kongresine... Başbakan Erdoğan açış konuşmasına henüz başlamıştı.
Kongreye doğru yola çıkınca ta ötelerden iktidar partisinin kongresine gittiğiniz belli oluyordu.
Salonun dışına çadırlar kurulmuş, içeride hiçbir masraftan kaçınılmamış, müthiş bir debdebe hakimdi. AKP henüz köklerini koruyan bir parti. Ancak binlerce insanın doldurduğu salonda heyecan yoktu. Ecevit için ne yapılması gerekiyorsa yapmış olmasına karşın, Kocatepe Camiinde yuhalanan bir başbakan olarak Erdoğan’ın ne diyeceği önemliydi.
Başbakan da belli ki bozulmuştu. Konuşmasında sözü bir yerden bu konuya getirdi. Birilerinin futbol maçı gibi her yerde,”Türkiye laiktir, laik kalacak” diye bağırdığını söyledi.
Tabiî Kocatepe’de sendika kökenli bir grubun AKP’li bakanları yuhalaması, laiklik sloganları atmalarının yanı sıra bir de, “Çankaya laiktir, laik kalacak” sloganları vardı.
Ölümünden birkaç ay önce Ecevit’in de laikliğe bağlılığından kuşku duyanlar olmuştu. Öyle ki Vahdettin’le ilgili sözlerinden dolayı DSP’den istifa edenlere bile şahit olduk. Bugün ise onun cenazesinde laiklik dersi vermeye kalkışıyorlardı.
Peki AKP kongresine gittin, göre göre sadece bunları mı gördün diye bilirsiniz.
Bir anlamda Erdoğan’ın da son kez katıldığı bir kongreydi. Kendisi Çankaya’ya çıkarken, partiyi de Gül’e teslim etmenin provasını yaptılar. Erdoğan uzun süredir kabine değişikliği yapmayarak, Çankaya yolunda sorun üretmek istemediği gibi bunu kongredeki tercihlerine de yansıttı.
Risk almasını gerektirmeyen bir MKYK listesi çıkardı.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Çocukları sevmek |
|
Hangi anne baba göz göre göre evlâdını kurşunlara hedef eder veya ateşe atılmasına göz yumar mı?
Peki, çocukları kötülüklerin ağına takılmış, hayatı mahvolmuş; kendisi, ailesi ve toplumun başına belâ kesilmiş evlâtlar karşısında ebeveyn aynı titizliği gösterebiliyor mu?
Çocukları ahlâksızlık canavarının ağzına düşmüş anne-babanın bunda hiç sorumlulukları yok mu acaba? Çocuklarını gerçekten seviyorlar mı?
Cennetin bir meyvesi, ciğerparemiz olan evlâtlarımızı elbetteki seveceğiz.
Ama bu sevgi sadece sevmek demek değildir. Sevginin gereğini yerine getiriyor, hakkını veriyor muyuz?
Ancak sevgi Allah namına olursa bir kıymet ifade eder, gereği yapılmış ve hakkı verilmiş olur.
Peki, çocukları Allah namına nasıl seveceğiz?
Sözler’de bunun ölçüsü şöyle verilir: Evlât, Zât-ı Kerim-i Rahim’in bir hediyesi olduğu için tam bir şefkat ve merhametle sevilmeli ve muhafaza edilmelidirler.1
Çocukları tam bir şefkat ve merhametle sevmek ve muhafaza etmek onları maddî ve manevî tehlikelerden korumak, yaratıldıkları İslâm fıtratı üzere kalmalarını sağlamakla mümkündür.
Diyelim ki size bir otomobil emanet edildi, onunla bir kısım işlerinizi görüp bir süre sonra sahibine iade edeceksiniz. Onu muhafaza etmez, hor ve hakir kullanır mıydınız? Kendi malınız gibi bakımlı, dikkatli, titiz kullanmaz mıydınız? Onu sağa sola vursanız, çarpsanız, bir kısım yerlerini kırsanız, bozsanız sahibinin yüzüne nasıl bakardınız? O emaneti perişan vaziyette sahibine nasıl teslim ederdiniz?
Çocuklar da bize Rahman-ı Rahim tarafından ikram edilen bir Cennet meyvesi, bir hediye, bir emanettir. Onu muhafaza bu seçkin emanet, hediye ve ikramı onları Cennete lâyık olacak şekilde yetiştirmekle olur.
Bunun için de öncelikle ateşten korumak gerekir: Kur’ân açıkça, “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz”2 buyurur.
Peki, onları ateşten nasıl koruyacağız?
Onlara ateşe perde olacak elbiseler giydirmekle.
Bu ne demektir?
Bunun üzerinde de bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 583.
2- Tahrim Sûresi: 6.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hazine arayıcısı gibi... |
|
Bu fani dünyada beni ebedî bir âleme namzet edecek bir dünya arayışı içindeyim. Bir çok hazine arayıcısı gibi ben de aramanın tiryakisi mi oldum bilemiyorum? Ancak durmadan “Arayan Mevlâsını bulur” diyerek dağ bayır demeden arıyorum, hakikatın dürbünüyle etrafı usanmak bilmeyen bir tavırla tarıyorum…
Yer küresi üstünde yaşayan her bir insanın ayrı bir dünya olduğu âlemimizde, bizleri dünyanın fanilikleriyle avutacak yaşantılar oldukça fazladır ki, kendi insânî benliğimi onlardan kurtarmak için arayışımın hiç bitmemesi gerektiğine inandırmışım kendimi. Bu sebeple gerçek güzelliklerle bezenmiş dünyaları bulup onlardan kuvvet almak için her an arayış haleti içinde olmaya çalışıyorum.
Benim aradığım dünyalarda yaratılış sırları en güzel bir şekilde kendini gösterecek, orada sapmalar görülmeyecektir. Oraların, insan yolculuğu için lüzumlu olan yolları düz ve doğru olacak, nizam ve kaidelere uymanın insana huzur ve güven veren esintileri o yollarda havaya hâkim olacaktır.
Pürüzsüz yaşantıların hükmettiği dünyalardan alabileceğim destekle ancak dünyamı yaşanabilir hale getirebilirim diye düşünüyorum. Direksiyonu nefsin ve gururun elinde olan dünyaların dünyama karanlık gölgeler düşürmemesi için dikkatli olmam gerekir diyerek adımlarımı itina ile atıyorum.
Akıl ve kalbin Yaratıcıya yönelik istikametlerinin dünyamda güven verici safhalar oluşturduğunu çoğu zaman hissediyorum. Bazen hissetmekle kalmayıp yaşadığımı da müşahede ediyorum. Bu sebeple arayışımın hiç bitmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Manevî iklimin esintileriyle kirli havalardan korumaya çalıştığım dünyama, dünyaya yönelik her bakışın zarar verebileceği endişesinin hiç bende tükenmemesini diliyorum. Bu sebeple bir çok dünyaları sevmiyorum. Daha doğrusu bir çok dünyalarda hükmünü sürdüren dünyevî duygulardan ürküyorum. İstiyorum ki Rabbim beni o rızası haricinde olan duygulardan korusun.
Bütün korkum değersiz metaların dünyama hâkim olmasıdır. Bana verilen emaneti masumiyet sınırları içinde kalarak sahibine teslim etmek en büyük arzumdur. Bu arzumu yerine getirdiğim ölçüde dünyamdaki bütün karanlıklar aydınlıklara dönüşüyor. Böyle zamanlarda, bütün ağırlıklardan kurtulup sonu olmayan fezada güven içinde uçan bir kuşa benzetiyorum kendimi.
Bir çok dünyaları harap eden sârî hastalıklardan korunmanın ehemmiyetini çoğu zaman düşünüyor ve bütün düşüncelerime hep bu mânâların hâkim olmasını istiyorum. Yani en büyük endişemin mânevî hastalıklara yakalanma ihtimali olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple endişelerimi seviyorum. Tâ ki, şifabahş ilâçlara her an müracaat edeyim, sapkınlık içinde olan dünyaların öldürücü rüzgârlarına kapılmayayım.
Yaratıcımın dünyamın her tarafındaki hakimiyetini, kör hissiyatlarıma ve zalim nefsime kabul ettirmek zorundayım. Geçici heveslerin hücrelerimdeki kalıntılarını bir an önce temizlemeliyim. Temizlemeliyim ki, sevginin mecrasını gerçek Sevgiliye yöneltebileyim. Aksi takdirde dünyaları cehenneme çeviren düşman duygular dünyamı da istilâ etmeye çalışacak. Zamanın, güzel ve ebede yönelten duygularını esir alan müstevlilerin yayılmacı politikalarına, dünyalarını huzur iklimlerinde yaşatmak isteyen herkes karşı koymak zorundadır.
Hiç olmazsa sevgi deryasına dalan küçük bir balık gibi kendimi hissetmeliyim. Hiç olmazsa aydınlık semalarda kanadı kırık bir kuş gibi uçabilmeliyim. En azından kara topraktan çıkıp nazarlara Yaratıcısının kudretini sunan bir ot parçası gibi olabilmeliyim. Ve nihayet onlar gibi dünyalardan geçip sevgi atmosferinin bir köşesinde kendime bir yer edinmeliyim. Daha doğrusu, bana verilen insanlık emanetini muhafazada azamî gayret göstermeli ve yaratılanların en güzeli makamına olan liyakatimi ortaya koyabilmeliyim.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Başkent'e Kasım yolculuğu |
|
Rusya'daki esaretten kurtularak "vatana avdet" ettiği 1918 Haziran'ından beri İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, mükerrer dâvetler üzerine 1922 senesinin Kasım ayı içinde Ankara'ya gelir.
Bu tarihî hadisenin gününü henüz tam olarak bilemiyoruz. Ancak, belgelerle sabit olan gerçek şu ki, Millet Meclisi tarafından Bediüzzaman Hazretleri için 1922 yılı Kasım'ında resmî "Hoşâmedî" merasimi yapılmış ve zafer için duâ etmek üzere kürsüye dâvet edilmiştir.
Bunun resmî belgesi, 9 Teşrinisâni 1338 tarihli Zabıt Ceridesidir. Daha sonra ismi Resmî Gazete olan bu ceridenin yayın tarihi Miladî takvime göre şudur: 22 Kasım 1922.
Bu da gösteriyor ki, Bediüzzaman, bu tarihten evvel yeni hükümet merkezi olan Ankara'ya gelmiş bulunuyor.
İstanbul seyahati
Aciptir ki, Üstad Bediüzzaman'ın Ankara'dan evvelki hükümet merkezi olan İstanbul'a hareketi de yine bir Kasım ayına rastlıyor. Kendini İstanbul'a gönderen Bitlis Valisi Tahir Paşanın Sultan II. Abdulhamid'e hitaben yazdığı mektubun tarihi aynen şöyledir: 3 Teşrinisani 1323.
Bunun Milâdî karşılığı ise, 16 Kasım 1907'dir.
Ancak, Molla Said'in tıpkı Ankara gibi, İstanbul'a da hangi gün vardığına dair elimizde henüz kesin bilgi bulunmuyor.
Kendi ifadesiyle Ankara seyahati
Bediüzzaman Said Nursî'nin, hükümet merkezi olma vasfını kaybeden İstanbul'dan ayrılışı, Ankara'ya gelişi ve yeni hükümet merkezi olan Ankara'da kalışı, yaklaşık 7–8 aylık bir süreyi ihtiva ediyor.
Bu süre zarfında, her iki merkezde de, özellikle askerî, siyasî ve fikrî sahada pek büyük, hatta olağanüstü denilebilecek derecede gelişmeler yaşanıyor. Bunların nelere olduğunu, aşağıdaki kronolojik sıralamada kısmen görebilirsiniz... Kısmen diyoruz, çünkü tamamını yazmaya "hâl ve şerait, nâ–müsait."
Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Üçüncü Lem'a olarak Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Tabiat Risâlesi isimli eserinin başında, burada bahsini ettiğimiz bu fırtınalı Ankara seyahatinden şu şekilde söz ediyor: "1338’de (1922–23) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!' ...Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."
Tabiat Risâlesi isimli bu eserin hemen başındaki bir "Haşiye"de ise, aynen şu izahat var: "Bu risâlenin sebebi telifi, gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla, hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir." (Lem'alar, s. 181)
İşte Kur’ân’a karşı hücûma geçen o dinsizlik cereyanı, bilhassa kesintiye uğrayan ve iki ayrı oturum ile gerçekleşen Lozan görüşmeleri (Kasım 1922–Temmuz 1923) esnasında yayılma istidadı göstermiş.
Bediüzzaman Hazretleri de, bu dokuz aylık sürenin yaklaşık yedi ayını Ankara'da geçirir. Dolayısıyla, Lozan'ın açık–gizli celselerinden de, bir şekilde haberdar olur. Kaldı ki, bu görüşmelerin tezahürlerini bilmüşahade görmüş ve kendince bazı ilmî teşebbüslerde bulunmuştur. (Not: İfsat komiteleri içinde, Haim Naum ve Emanuel Karaso gibi şahıslar bilfiil rol alıyor.)
Gizli celse
Lozan görüşmelerinin "gizli celse"lerinde nelerin olup bittiğine dair, Büyük Doğu mecmuasının 29. sayısında detaylı bilgiler var. Meselenin iç yüzüne vâkıf olan Said Nursî de, bu mecmuada neşrolunan "Lozan'ın içyüzü" başlıklı yazıyı Emirdağ Lâhikası isimli eserine dahil eder.
Bu eserin 177–78. sayfalarında iktibasen yer alan bu yazının çok kısacık bir bölümünde, aynen şu ifadelere rastlanıyor: "Nihaî karar: 'Din öldürülecektir. "Lozan Konferansının ikinci sayfası: ...Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir."
Ve, Kronoloji
İstifade ettiğimiz diğer bazı yakın tarih kaynaklarıyla birlikte, ağırlıklı olarak Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanan "TC Kronolojisi"ne göre, yukarıdan beri bahsini ettiğimiz bu kritik dönemin gelişme seyri şöyledir:
1 Kasım 1922: Saltanat ile Hilâfet birbirinden ayrılarak, Meclis tarafından saltanat sistemine son verildi. Meclis'te, ayrıca bugünün bayram olarak kabul edilmesi kararı alındı. (Bu kararın uygulanmasına halk tarafından sıcak bakılmadığı için, sonraki yıllarda herhangi bir merasim, yahut kutlama da yapılmadı.)
13 Kasım 1922: Lozan Konferansının açılışı yapılacaktı. Ancak, bazı yabancı delegelerin gecikmesi yüzünden, konferans ileriki bir tarihe (20 Kasım) ertelendi. Türkiye, bu durumu bir notayla protesto etti.
15 Kasım 1922: İşgal kuvvetlerinin komuta kademesi, aileleriyle birlikte İstanbul'u terk etmeye başladı. (Aynı günlerde, Üstad Bediüzzaman'ın da İstanbul'dan Ankara'ya gelmiş olduğu kuvvetle muhtemel.)
17 Kasım 1922: Son Padişah Sultan Vahdeddin, İstanbul'u terk ederek bir gemiyle Malta adasına gitti.
20 Kasım 1922: Lozan Konferansının açılış töreni yapıldı.
22 Kasım 1922: İstanbul'dan Ankara'ya gelen Bediüzzaman Said Efendi için Meclis'te "Hoşâmedî/Hoşgeldin" merasimi yapıldı. Aynı gün, Selahaddin Adil Paşa Ankara'dan İstanbul'a gelerek "İstanbul Komutanlığı" görevine başladı.
12 Aralık 1922: Lozan heyeti başkanı İsmet Paşanın "Konferansta ileri sürülen teklifler ve bu tekliflere karşı görüş isteyen" telgrafına, Mustafa Kemal'in cevabı: "Nerede durmak lâzım geleceğini, parlak zekânız ve kuvvetli muhakemeniz kestirebilir."
4 Ocak 1923: Meclis'te Lozan Konferansı üzerine görüşmelere devam edildi.
19 Ocak 1923: Bediüzzaman Said Nursî, mebuslara hitaben 10 maddelik bir "Beyannâme" neşretti. (Nursî'nin Ankara'da telif ettiği eserler Yeni Gün ile Ali Şükrü Beyin Tan matbaasında basıldı.)
7 Şubat 1923: Günlerden Çarşamba. M. Kemal, Balıkesir Zağnos Paşa Camii minberinden halka hitap etti.
16 Şubat 1923: İsmet Paşa başkanlığındaki delege heyeti, Lozan'dan İstanbul'a geldi.
17 Şubat 1923: İzmirde toplanan Türkiye İktisat Kongresi, Mustafa Kemel'in konuşmasıyla açıldı.
18 Şubat 1923: M. Kemal Paşa, üç hafta önce evlendiği Latife Hanımla birlikte İzmir'den Ankara'ya doğru hareket etti.
19 Şubat 1923: İzmir'den gelen M. Kemal ile Lozan'dan dönen İsmet Paşa Eskişehir'de buluştu. İkisi yalnız ve başbaşa olmak üzere, tâ Ankara'ya kadar Lozan'daki durumu görüştü. (Bu görüşmeye Latife Hanımın ne ölçüde şahit olduğunu henüz bilemiyoruz. Açıklanması şimdilik yasaklanan özel mektuplarında, bu görüşmeye dair bazı notların bulunması muhtemeldir.)
21 Şubat 1923: Meclis'te Lozan Konferansı hakkında gizli görüşme yapıldı. (Adına gizli celse denilen benzer oturumlar, aralıklı olarak 8–10 defa daha tekrarlandı. Bu oturumlar esnasında, özellikle Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ile Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin ateşîn konuşmalar yaptığı ve bunun da onlara çok pahalıya mal olduğu bilinen tarihî bir gerçek. Ali Şükrü Bey, çok kısa bir müddet sonra bir tertibe kurban gitti. Hüseyin Avni Bey ise, ömür boyu siyasetten uzaklaştırıldı.)
24 Mart 1923: Yurtiçi seyahatini tamamlayan M. Kemal, son olarak gittiği Kütahya'dan Ankara'ya döndü.
27 Mart 1923: Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Çankaya muhafız komutanı Topal Şükrü tarafından gizlice ve hünharca öldürüldü. Ali Şükrü Beyin cesedi, aradan birkaç gün geçtikten sonra, sıkı aramalar sonucu Ayrancı'daki bir bağ evinde bulundu. Meclis, katilin Meclis'in karşısındaki Ulus Meydanında asılarak idam edilmesine karar verdi.
23 Nisan 1923: 4 Şubat'ta ara verilen Lozan Konferansının ikinci safha oturumuna başlandı.
3 Mayıs 1923: Yaklaşık yedi aydır Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu–Bağdat Demiryolu treniyle Van'a gitmek üzere yola çıktı.
24 Temmuz 1923: Lozan Konferansı sona erdi. Taraflar antlaşmaları imzaladı.
Kısa kısa
Reklâm yasağı
Alman Federal Meclisi, AB'nin isteği doğrultusunda, gazete ve dergiler ile internet ve radyolarda sigara reklâmı yapılmasını yasakladı. (AA)
Darısı, AB'ye tam üye olmak isteyen Müslüman Türkiye'nin başına.
Cenaze ve protesto
Ecevit'in cenaze namazına katılan T. Erdoğan, hükûmet başkanı bir politikacı olarak üzerine düşeni yaptı.
Kocatepe Camii'nde Erdoğan ve partili arkadaşlarını yuhalayarak protesto eden laik–perestler ise, kelimenin tam anlamıyla bir saygısızlık ve nezâketsizlik örneği sergilemiş oldu.
Yobazlık denen şey de, herhalde bu olsa gerektir.
Ne diyelim; herkes kendine yakışanı yapıyor.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
Muhammed Özel: Risâle-i Nur’da geçen sarıklı genç hakkında bilgi verir misiniz? Bu sarıklı genç şahıs mıdır, yoksa cemaat midir?”
Üstad hazretleri, Hulusi Ağabeyin bir rüyası münasebetiyle rüya ile ilgili yedi nükteli bir hakikati bildirdikten sonra, Hulusi Ağabeyin rüyada gördüğü sarıklı genci şöyle yorumluyor: “Sarıklı küçük, genç bir zat ise, Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem. O genç kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zattır” der.
Allah daha doğrusunu bilir;
1- Eğer bu cümleyi olduğu gibi anlayacak isek; her bir nur talebesi, ücret, makam ve taltif noktasında değil; iş, hizmet, vazife, sahiplenme ve verimlilik noktasında kendisini böyle Allah’ın yardımıyla meydana atılmış bir genç bilmelidir. O halde bir nur talebesinin, hizmet ve sorumluluk açısından kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir genç araması doğru olmaz. Bu, alması gereken sorumluluğu ve görevi başkasından beklemek demek olur, başkasına havale etmek demek olur. Öyleyse her bir nur talebesi kendisini o sarıklı genç bilir. Allah’ın kendisine bahşettiği kuvveti kullanarak elinden gelen iman hizmetini yapar. Kendisine düşen görevde ihmalkârlık yapmaz.
2- Burada mecazî olarak şahıstan bahsedilmiş, bununla şahs-ı manevî kast edilmiş olabilir. Bilindiği gibi Risâle-i Nur mesleğinde şahs-ı mânevî vardır ve esastır, havuz vardır; fakat benlik yoktur, şahısçılık yoktur. Üstad Hazretleri bile Risâle-i Nur’u ve Kur’ân hizmetini kendi zatına odaklamaz. Bedîüzzaman, “Risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim”1 der. O halde kuvve-i velâyetle meydanda bulunan şahsı, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi bilmek daha doğru olur.
***
Diyarbakır’dan okuyucumuz: “1- Tarihçei Hayatta “beklenen bir asır sonra gelecek o zat ....” diye bir ifade geçiyor. Bu ne anlama geliyor? 2- Tarih kitaplarında eski insanların mağaralarda vahşi bir hayat yaşadıkları, bazı bulguların bunu doğruladığı iddia ediliyor. İslâma göre böyle bir şey olabilir mi?”
1- Risâle-i Nurların muhtelif yerlerinde dile getirilen “beklenen bir asır sonra gelecek o zat ...” tarzındaki ifadeler, kanaatimizce, Üstad Said Nursî Hazretlerinin İslâm ümmetince tartışılan, fakat bilinmeyen bir konuyu istiare san'atıyla belirlemesidir. Kast edilen; bir asır sonra Risâle-i Nur’un dünya çapında genişleyen hizmetleridir. Üstad orada Risâle-i Nur’dan, “gelecek zat” olarak bahsetmiştir. Çünkü Risâle-i Nur, telif edildiği zaman diliminden itibaren giderek genişleyen, açılan ve inkişaf eden bir hizmet istidadına sahiptir. Bu bir kehanet değildir. Bunu inşallah istikbal gösterecektir.
2- Vahşet, yalnız eski insanlara mahsus bir olgu değil; günümüzde de şahit olduğumuz insanın dehşetli bir zaafıdır. İnsanın mağarada yaşaması da insanın onuru ile bağdaşmayan bir hadise değildir. Mağaralar bu günkü harçla ve briketle örülmüş betonarme binalardan daha sağlam fıtrî taş binalardır. Eski insanların fıtratla daha çok örtüşen bir hayat yaşadıkları gerçektir.
Fakat meselâ ateşi rast gele sürterek buldukları, ilk yazıyı falancaların yazdıkları, ilk insanların işaretlerle konuştukları gibi söylemlerin çoğunun doğruluğu şüphe götürür. Çünkü vahiy elinin, yani peygamberlerin insanlık medeniyetine katkıları çok yüksek olmuştur. Tarih kitaplarında bundan bahsedilmiyor. İlk kitabın Hazret-i Âdem’e indiği, bütün isimlerin ona öğretildiği, ilk konuşanın Hazret-i Âdem olduğu, keza ilk buğday ekenin Hazret-i Âdem olduğu bilinmekle beraber, ateşi yakmanın ve buğdayı pişirmenin de vahiy eliyle ona gösterilmiş olması pek muhtemeldir.
Dipnot: 1- Mektûbât, s.358
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Yeni hediyemiz görgü kitabı |
|
6 yılı aşkın bir zamandır kesintisiz devam eden kültür hizmetimizin son halkası bir görgü kitabı. Yeni Asya Neşriyat tarafından hazırlanan “Medenî Davranışlar Ve Sosyal Yaşantı-Görgü Kuralları” adlı eser, geçen hafta da kısaca değindiğimiz gibi beş bölümden meydana geliyor.
“İnsan ve sosyal davranışları” isimli ilk bölümde; insanın sosyal boyutu ve sosyal davranışların dayanakları üzerinde duruluyor. “İnsan ve görünüm”de sosyal yaşantıda dış görünüşün önemi ve dikkat etmemiz gereken hususların püf noktaları nazara veriliyor. Üçüncü bölüm olan, “İletişim”de ise toplumda insanın çevresi ile iletişiminde dikkat etmesi gereken konular anlatılıyor. Özellikle bu bölümde ‘İletişim araçları nelerdir ve verimi arttırmak için nasıl kullanılması gerekir?’ sorularına çok yönlü cevaplar aranıyor. “Davranışlar” başlığı altında; toplumsal yaşayışta insan davranışlarına genel olarak bakılarak; iyi ve kötü davranışların sebep olduğu olumlu/olumsuz durumların tahlilleri yapılıp, toplum katmanları arasındaki olması/olmaması gereken davranışlardan örnekler sunuluyor.
“Aile” adlı beşinci bölümünde; yakın ilişkiler içerisinde olan ailedeki fertlerin davranışları kapsamlı olarak ele alınarak, özellikle çocuk eğitimi konusunda geniş bir perspektifle rehberlik hizmeti veriliyor.
Dört yüz sayfalık eser, toplum hayatında yer alan insanın fıtrî hayat tarzı Sünnet ışığında ele alınmış. Kitapta verilen bilgilerin uygulanabilirliğini sağlamak için de, bölüm sonlarında sorulara yer verilmiş ve böylelikle konuların zihinde kalıcı olması hedeflenmiş.
Kupon neşrine 1 Aralık’ta başlanacak eserin ‘saha çalışmaları’nda kullanılacak örnek baskıları ile özel tanıtım materyalleri büro ve temsilciliklerimize önümüzdeki günlerde ulaştırılacak. Ayrıca radyo ve TV’lerde reklâmları yayınlanacak.
***
Küçük Sözler seslendiriliyor
Yeni Asya Prodüksiyonun Risâle bazlı seslendirme çalışmaları devam ediyor. Şu an baskı aşamasında olan çalışma Küçük Sözler’i de öncekiler gibi M. Ali Erdem Özkan seslendiriyor.
Geçen ay satışa sunulan Hastalar Risalesi ile ilgili bir dinleyicimizin yorumu ilginç: “Komşumuzun hasta bir çocuğu vardı. Çok dua ediyor, ziyaret ediyorduk. O gün arabada Hastalar Risâlesinden dinlediğim bir cümle bakış açımın ve tavrımın değişmesine sebep oldu.”
Risâle-i Nur’un okunması ve dinlenmesi dış dünyanın yıkıcı tesirleri ile örselenen ruh ve duygularımıza bir nev’i terapi imkânı sağlarken, sesli ve görüntülü yayınlar da okumaya vaktim yok diyenlere önemli bir fırsat sunuyor.
Küçük Sözler; iki cd ve iki kaset halinde hazırlandı. Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta iken bizzat kendisinin neşrettirdiği Küçük Sözler, Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Sözler isimli eserin ilk 9 Söz’ü, 21. Söz’ün 1. Makam’ı, 14. Söz’ün Hatimesi ve İşârâtü’l-İ’câz’dan ibadetle ilgili bir bölümü ihtiva eder. Bu bölümlerde işlenen başlıca konular ise şunlar:
Bismillah kelimesinin her hayrın başı olması, bütün varlıkların kendi dilleriyle Besmeleyi vird edindikleri; insanın iman ve küfür ile iç ve dış dünyasının aldığı şekil; ibadetin mânâsı, ferdin dünya ve ahiret saadetini temin etmesi; namazın mânâsı, kârlı bir ahiret ticareti oluşu, belirli beş vakte tahsisinin hikmeti; kalb, ruh ve lâtifelerin mânevî bir gıdası olan namazın insana usanç vermemesi gerektiğine dair ikazlar; Cenâb-ı Hakk’ın insana emaneten verdiği cihaz ve duyguları yine Onun yolunda kullanmak gerektiği ve bunun nasıl olacağı; Allah’a ve ahirete imanın kazandırdığı dünya ve ahiret saadeti, dinsizliğin insanı nasıl bedbaht bir mahlûk haline getirdiği, vs...
Bu cd’de bunlar gibi çok ince ve nurlu hakikatlerin tatlı anlatımlarını bulacaksınız.
***
Pazarlamacı istihdamı
4 Kasım tarihinde gerçekleştirilen sonbahar dönemi umumî temsilciler toplantısında görüşülen gündem maddelerinden birisi de pazarlamacı yetiştirilmesi ve bünye içerisinde ihtiyaç duyulan yerlerde istihdamı idi. Sunulan teklife göre, YASEM tarafından bir aylık eğitime tabi tutulacak adaylar, daha sonra 23 bölgede profesyonel pazarlamacı olarak görevlendirilecek. Teklifin hayata geçirilmesi için Yeni Asya A.Ş. ile YASEM ortak bir çalışma başlattı. Temsilcilerimizin de bölgelerinde bu doğrultuda proje geliştirmeleri istendi.
Hepinize hayırlı haftalar dileğiyle...
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Zalimlerin yaprak dökümü |
|
Küresel terörün mimarları olarak savaş çetesi gibi çalışan işgalci kuvvetlerin bitmeyen zulmü altında hissettiklerimiz, aklın tazyikli isyanı ve çektiği acıların yanında hafif gelmektedir. Irak’ta 700 bin sivil insanın işgal boyunca ölümü, İsrail’in üç gün önce bir aileden 15 masum çocuk ve kadını katletmesi, eceli gelen mahlûkun cami duvarına yanaşmasından başka bir şey değildir.
Benzer şekilde Afganistan’da sefaletle beraber devam eden çatışmalar, 27 yıl önce o günkü SSCB’nin işgaliyle rahat yüzü göremeyen Afganlıyı hâlâ inim inim inletmektedir.
Filistin’de insanın kanını donduran zulüm ve her noktada pusu kurmuş ölüm, İsrail marifetiyle sergilenmektedir. Sözüm ona insanî kuruluşlara, Birleşmiş Milletler ile benzeri örgütlerin hepsine birden “Yuh!” olsun. Yazıklar olsun!
Çeçenistan da ne yazık ki unutulanlar listesine girdi neredeyse. İran’ın nükleer girişimine kafayı takan BM’nin daimî üyelerinin, Lübnan’da vahşetin kimyasal boyutuna kadar cüret eden İsrail karşısında sus pus olmaları, dünya dengesindeki itirazları ve iddialı çıkışları arttıracaktır.
***
Son ABD seçimlerinde, Amerika halkı bile mevcut savaş çetesine “dur” diyerek Demokratlara teveccüh etmiştir. Bush, babasından aldığı fanatik intikam hırsına ve muhakemesiz icraatlarına yenilmiş, sonunda da bugünkü sonuçla karşılaşmıştır. Savunma Bakanı Rumsfeld’in gidişi bunun ilk meyvesidir. Artık Bush ve ekibi başkanlık seçim sürecinden önce topal ördek olmuşlardır. Yani eskisi gibi siyasî inisiyatif kullanamayacaklardır.
Bunlar küresel terörün hız kesmesi ve barışın tesisi için anlamlı başlangıçlardır. Amerika’da bile kamu vicdanı, Bush’un bu zulmünü onaylamamış ve reddetmiştir. Hal böyle olunca dünyanın diğer bölgelerindeki kayıt dışı yönetim heveslilerinin de oyunu bozulmuş olacaktır.
Dünyanın bir numaralı gücü olmak, teknolojinin son model silâhlarını üretmek, bilimde önde olmak ve istediğini yapmak cüreti; zulme bulaştığı zaman hiçbir ülkeyi, bölgeyi ve kıt'ayı mamur etmez. Küçülen dünyada, büyük görünenlerin silueti silikleştikçe ve iğrenç bir hal aldıkça, insanlığın vicdanı sadece nefret etmektedir.
Organize devletlerin ve sömürgeci hükümetlerin son iki yüz yıldır, mazlûmlar aleyhine dönen dolapları geri sarmaya başladı. Başka ülkeleri petrol hatırına işgal etmek için istihbarat yalanıyla ve güvenlik bahanesiyle kamuoyunu yönlendirenler, şimdi kazdıkları kuyuya düştüler.
Rumsfeld, bu zalim figürlerin ilk yaprak dökümüdür. İnşallah arkası gelecektir. Önümüzdeki yıl Tony Blair de gidiyor. Böyle giderse, Cumhuriyetçiler uğradıkları yenilgiyi, önümüzdeki iki yılda toparlayamazlar. Geri sarma başladı. Dünyada yükselen seslerin uğultusu bile zalimlerin kulağını çınlatmaya yeter.
***
Beri tarafta, Avrupalı olarak Türkiye’ye tepki veren ve hazmedemeyen ülkelere ve liderlere karşı, AB kurumsalı daha sağduyulu ve kayda değer bir çizgide müzakereleri götürüyor. Mehmet Altan’ın dediği gibi, “Avrupa ile AB’yi karıştırmamak lâzım.”
Avrupa’nın psikolojik tavrı ile AB sürecindeki işleyiş aynı şey değildir. Nitekim lehimize olan noktalar gibi düzeltilmesi gereken hususlar da İlerleme Raporuna giriyor. Kendine ayna tutmayı bilmeyen, farklı sesleri susturmakla övünen ve ülkenin birliğini tek tip insan yetiştirmekte bulan bir yapı, elbette ki AB’nin eleştirilerini hazmedemiyor. Bu durumu, içişlerimize müdahale olarak algılamayı yeğliyor.
İçerdeki itirazlara kulağını kapamış, dışarıdaki eleştirilere başka anlam ve yorumlar yükleyen bir sistem, kendini nasıl düzeltebilir? İyi ki AB var. Yoksa ömürbillah “dediğim dedik” kafanın elinde kalacaktık.
Çözüm olacak demokratikleşmenin şifreleri; şeffaflıkta, hesap vermekte, yanlışı beyan etmekte, katılımcılıkta, seçimde ve kuvvetler dengesinde saklıdır. Demokrasi, halkın tercihlerinde gizlidir.
Bundan sonra yaprak dökümü, zalimlerin kökünü kurutmaya doğru hızlanacaktır. Her mevsimin buna hizmet edeceğini ümit ediyoruz.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Gaziantep’te sevgi dünyasına dâvet |
|
Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Gaziantep’te Şehit Kâmil Kapalı Spor Salonunu dolduran, gönül dünyası sevginin sıcaklığına yönelmiş insanlarla birlikteydik. Toplantının başlığı “Sevgi Dünyasına Davet” idi. Bunu “Bediüzzaman’ın Sevgi Dünyası” şeklinde gündeme taşıyan Yeni Asya Gaziantep Temsilciliği dünya meselelerini derinliğine idrak etmiş bir ruhun ve dünyanın geleceği açısından çok önemli vazifeler üstlenmiş bir şahs-ı manevinin Anadolu’ya yansıması anlamına geliyordu.
Burada özellikle üzerinde durulması gereken nokta, sevgiyi bir toplantının ana konusu yapan ve dünyaya bu anlamda çok derin mesajlar veren ruhun varlığı olmalı. Bu hal Antep’e gazilik ünvanı veren kader tecellisinin isabetini bir kez daha idrakimize vesile oldu. Salonda şahsım adına çok farklı bir duygu yaşadım. Artık derinliğin iyice kaybolduğu bir dönemde, sadece hamasetle toplum mühendisliğinin bir malzemesi haline dönüştürülmüş toplumlar olmaya doğru sür'atle ilerlendiği bir dönemde, sığlığın kabullenilir hale geldiği bir dönemde bir spor salonu dolusu insanla ortak tefekkür dünyasına girmek ve eşyanın derinliklerinde dolaşmak güzelliği ilk kez yaşadığım bir duyguydu.
Nur-u Muhammedi (a.s.m.) konusunu paylaşımımız süresince büyük bir dikkatle takip eden ve bana yansıyanlardan ortak rezonansı yakaladığımıza inandığım tablo, insanlığın geleceğine ve geleceğin insanlık seviyesine yönelik umutlarımı çok arttırdı. Binlerce insanla kendini ve eşyayı anlamaya yönelik ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) sevgisini zaman ve mekân sınırlılığını aşarak hissetmeye yönelik ortaklık, duygu paylaşımı çok nadir yaşadığım hallerden biri. Böyle bir konuyu gündeme getirme ufku geleceğin duygu dünyasını hissetmiş gönüllerin açıklığında ancak ortaya çıkabilirdi.
Bu ruhu hissettiğinden olsa gerek, değerli Mehmet Kutlular Ağabey sosyal hadiselerin manevî ve kalbî boyutuna vurgu yaptı. Yine sevgi ailesinin babası Vehbi Vakkasoğlu Ağabey duygu çağını Gaziantep’te başlatmayı teklif etti. Aslında bu müthiş bir Anadolu hareketi kuva-yı milliye mânâsının daha derinlerde kuva-yı ruhiye ve kalbiye şeklinde ortaya çıkmasına yönelik bir irade ve müthiş bir duâ. Bu duâya Urfa, Kahraman Maraş, Diyarbakır, İskenderun, Hatay gibi çevre illerden katkılar ve aminler, derinlerde ve gönüllerde başlayan bir Anadolu hareketinin bir işareti ve dünyayı saracak sevginin bir nüvesi olmalıydı.
Toplantı çıkışında bir grup şefkat kahramanı ve bazı gençlerin ifadeleri bu paylaşım noktasında kendi âlemimde hissettiklerimi doğrular mahiyetteydi. Gaziantep’in sevgi dünyasına girmek gönül ehli insanlarla sevginin sıcaklığını hissetmek, Bediüzzaman’ın, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ve Kur’ân’ın kuşatıcı aydınlığında ve derinliğinde bu mânâları paylaşmak çok güzeldi. Dünyanın mutluluğu da bu zeminde aranmalıdır diye düşünüyorum.
Mutluluk, huzur ve refah gibi kavramlar insanlık tarihi boyunca hep ön planda olmalı. İnsanlığın bu anlamda ulaştığı zirve ise Asr-ı Saadet olmalı. Asr-ı Saadet muhteva ve fonksiyon olarak ve insanlığın mutluluğu yakalaması anlamında, bizden geride değil, daha önde olan bir dönem. Ona yönelik olmak gericilik değil, ilericilik kabul edilmeli.
Bütün yönetim sistemlerinin ve farklı felsefî ekollerin, özde aradığı, insanın mutluluğu olmalıdır. Ancak bu temel arayış içerisinde yürürken, çok önemli bir nokta sanki gözardı edilmektedir. Aranan mutluluğun gerçek tarifi ya da bütün zamanları ve mekânları içine alan bir mutluluk tarifi sanki tam net şekilde ortaya konabilmiş değildir. Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve tabiî olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli, varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.
Bütün bunlar önümüzdeki dönemlerde madde ve mânâyı birlikte alan, insanı ve hayatı bütün yönleri ile değerlendiren yaklaşımların gelecekte hakim olacağının işaretleri gibidir. Gelecekte teknoloji, silâh ve paranın değil; sevginin, inancın ve maneviyatın hakim olacağı artık görünür hale gelmiştir. Daha önce maddî âlemi kendi iç dinamikleri ile algılayıp bütün işleyişi bu alana ve bu alanın kendi algıladığı şekline sınırlı zanneden insanlık ve bilim eşyayı tanıdıkça önüne çıkan baş döndürücü manzara karşısında acziyetinin farkına varmış ve varlık âleminin işleyişini kendi keyfine göre şekillendirme hevesinden vazgeçmiş gibidir.
Yeni dönemde varlık ve benlik ilişkileri sadece maddî alana sınırlı ve fiziksel etkileşim ya da faydacılık etrafında şekillenmiş olmayacak arka planda olan ancak işleyişteki yeri çok önemli olan değerler de fark edilecektir. Bu çerçevede duânın gücü fark edilecek, maddî gücün ötesinde çok güçlü bir inancın sonuca ulaşmak için ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır.
Bu, bir yönü ile varlığın bütününde bir ruhun var olduğundan haberdar olmak ve varlıkla daha sağlıklı iletişim kurmak anlamına gelecektir. Bu iletişim daha mutlu ve huzurlu benlikler doğuracaktır.
Bu çerçevede tanımlanmış bir mutluluk, özünde, yaratılış gayesine uygunluk ve hep huzurda hissetme anlayışını barındırıyor olacak ve hayatın dalgalanmaları içinde hep var olan mutluluk anlamına gelecektir. Hayat ise sadece maddî dünya ve görünen âlemlerle sınırlı kalmayacak, madde ötesini ve zaman ötesini de içine alacaktır. Bu tarz mutluluk anlayışı ve arayışı içinde en lüks arabaya binmekle, bütün hazları tatmakla aranan ve çoğu zaman bulunamayan mutluluğun yerini çıplak ayaklı birine alınan ayakkabı ve arzularını frenleyebilmenin ruhta oluşturduğu haz ve özgüven gibi duygular alacaktır.
Hayatı anlamlandıran kimliği ve kişiliği güçlendiren gerçek mutluluk özde ve her şeyin aslını anlamlandıran yaklaşımlar içinde aranmalıdır. Bu anlamda Gaziantep’in ruhundaki sevginin, oranın gönül dünyasındaki güzellik ve derinliğin tüm dünyaya yayılması için dua ediyorum Geleceğin barış ve huzur dolu dünyasının da bu zeminde gerçekleşebileceğine inanıyorum.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Biz dünyanın neresine kaçalım? |
|
Hangi yer daha güvenli acep? Sıcacık yuvamızın içinde kara bulutlar dolaşır oldu. Korkudan sığındığımız ana kucağı mezar artık. Baba diye dayandığımız direğimizin töre uğruna kan akıttığı yerdeyiz.
Üçüncü sayfa haberleri artık manşetlerde. İnsanlıktan nasibini almamışların hayatımızı târ-u mâr edişleri gözler önünde ve biz seyircilere bunların hesabı sorulmayacak mı sanıyoruz?
Hemen her gün taze bir beden canına kıyarken, evden kaçanların, ensest ilişkilerin ve sürekli tecavüzlerin kol gezdiği, kapkaçcılığın moda haline geldiği bu dünyada normal giden ne var Allah aşkına?
Artık “korunaklı bir alan”ımız da olmadığına göre, potansiyel tehlikeler kol geziyor demektir. Bütün bunların kaynağına inildiğinde ortaya eğitimsizlik mi çıkacak? Hayır, artık üniversite mezunları da bu suç oranlarına dahiller. Peki maddî imkânsızlıklardan dolayı mı bu batağın içine saplandık? Hayır, o zaman “Maddî açıdan her türlü imkâna sahip olanlar neden intihar ediyor?” sorusuna cevap aramamız gerekecek.
O zaman nedir bu aile ortamındaki gerginlik, mutsuzluk, anne-baba kavgası, çocukların doyumsuzluğu, bir içi içine sığışmazlık, nedir bizim derdimiz?
“Manevî açlık” sevgili okur. Bunun adı tam olarak ve her türlü itiraza ve görmezden gelmeye rağmen ille de “manevî açlık.”
Değerlerimiz, gün geçtikçe ellerimizden kayıyor. Gençlerimiz, uyuşturucu batağına sürükleniyor, anne babalar o gece gezmesi senin, bu gece gezmesi benim dolaşmakta, sonra da “Sen ne istedin de biz vermedik yavrucum?” diye sormakta çocuklarına.
Sonuç, genç nüfus alabildiğine doldursun internet kafeleri. Sabahtan akşama kadar beyinleri uyuşsun, hiçbir şey düşünmesinler. Onlar için televizyonlarda cinsel muhtevalı sözüm ona “okul dizileri” yapılsın. Dünyalık ne varsa insanı taşlaştıran, konulsun önlerine, biz de susup kalalım, oh ne alâ memleket!
Üzerimizde oynanan oyunları bir tarafa bırakalım da, neler yapabiliriz bu gidişata bir dur demek için, bunları düşünelim!
Sadece Türkiye’nin derdi değil elbet, bu insanlıktan uzaklaşma hali. Amerika evsizleriyle meşhur olmuş bir dünya devi. Her şeye çare buluyor, fakat sayısı belirsiz evsizler için hâlâ bir sonuç yok ortada.
İkinci büyük sorun eşcinsellik ve bu eşcinsel evliliklerin yasal hale getirilmesi. Kadınlar kadınlıklarından, erkekler erkekliklerinden uzaklaştı. Fıtrata aykırı her adımda bir yok oluş prangası takıldı boyunlarına. Çünkü var olmak asıl bedende mümkündü, ne yeryüzü, ne gökyüzü ne de ikisinin arasına sığabildiler, mutlu olmak çoktan silindi defterlerinden, yüzlerine bakmak cesaret ister oldu.
Kaybolduk a dostlar, bir adresimiz bile yok gelip geçenden soracağımız. Hadi söyleyin şimdi, biz dünyanın neresine kaçalım, bu toprak bizi taşır mı, üstünde bunca pislik kol gezerken?
Gazabından rahmetine sığındığımız, hâlâ bize ekmek ve su verdiğin için sonsuz şükürler olsun…
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yanlışta ısrar kaybettirdi |
|
“Türkiye’yi idare edenler”in ısrar ettikleri yanlışlardan biri de, meslek lisesi mezunlarını mağdur eden ‘katsayı uygulaması’dır. Bu uygulama, imam hatip lisesi mezunlarına üniversite yolunu kapatmak için başlatılmıştı, ama neticede diğer meslek lisesi mezunları da mağdur edildi.
Israrla devam ettirilen bu yanlış, öyle bir noktaya geldi ki Koç Holding, “Meslek lisesi memleket meselesi” adı altında gazetelere tam sayfa ilânlar vererek kampanya başlattı. (Akşam, 11 Kasım 2006)
Yanlışı kim yaparsa yanlış, doğruyu da kim yaparsa doğrudur. Böyle bir kampanyanın başlatılması, gerçeklerin bilinmesine katkı sağlayacaktır. Tabiî ki bu kampanyanın maksadı, imam hatip lisesi mezunlarına üniversite yolunu açmak değildir. Kampanyanın asıl hedefi, imam hatip lisesi dışındaki meslek liselerini teşvik etmek. Bunun için Koç Topluluğu, meslek liselerinde okuyan 8 bin öğrenciye burs, staj ve istihdam imkânı sağlayacakmış.
İmam hatip lisesi dışındaki meslek liselerinin mağdur edilmesi de elbette yanlıştır. Başlangıçta meslek liselerini mağdur eden ‘katsayı uygulaması’na destek verenlerin bile bugün bu yanlışı görmüş olmaları hayra alâmettir. Nihayetinde bu okullarda okuyan çocuklar da bizim çocuklarımız. Meslek liselerinden yetişen öğrenciler nerelerde istihdam edilecek? Elbette ki Türkiye’nin kalkınmasına emek veren işyerlerinde... Son yıllarda ‘ara eleman’lara aşırı ihtiyaç duyulduğu, ‘kalifiye eleman’ bulunamadığı yine işadamları derneklerince açıklanıyor. Dolayısı ile, ‘katsayı uygulaması’nın kesinlikle yanlış olduğu bu ilânlarla da tescillenmiş oldu.
Peki, yüzde yüz yanlış olduğu herkesçe görülen ve anlaşılan bu uygulamanın hâlâ devam ediyor olmasını anlamak mümkün müdür? Yanlıştan geri dönmek, fazilet değil miydi?
İmam hatip liselerinin ‘hata’ları olabilir. Ancak var olsa bile bu hataları ortadan kaldırmanın yolu ‘katsayı engeli’ne sarılmak olmamalıydı. Hep tekrarlıyoruz: Milletin imam hatip liselerine teveccüh etmesinin sebebi, “Çocuğum hem okusun, hem de dinini öğrensin” talebidir. İmam hatip liseleri bu talebi bir şekilde karşıladığı için bu okullara teveccüh edildi. ‘Katsayı engeli’yle bu okulların önünü kesmek, halkın ‘çocuğum dinini öğrensin’ talebini engelleyemez. Bu talep dün vardı, bugün de var ve inşallah yarın da olacaktır. Dolayısı ile halkın bu talebini karşılayan bir uygulama olmadığı sürece sıkıntılar devam eder.
13-17 Kasım tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek olan Millî Eğitim Şûrâsı’na illerden gelen tekliflerin çoğu ‘katsayı uygulamasının yanlışlığına’ işaret ediyormuş. Bundan rahatsız olanlar da haberi, “Yeni imam hatip hamlesi” şeklinde duyurmuşlar. (Milliyet, 11 Kasım 2006)
Bundan tabiî ne var? Yanlış yanlıştır ve ısrar edilmek suretiyle ‘doğru’ olmaz. Bugün değilse yarın, ama mutlaka (inşallah) bu yanlıştan da dönülecek. Yanlıştan dönüşte yaşanan gecikmenin faturasını ne yazık ki çocuklarımız ödüyor.
Evet, başta imam hatip lisesi olmak üzere bütün meslek lisesi mezunlarını mağdur eden ‘katsayı uygulaması’ gerçekten ‘memleket meselesi...’ Yanlıştan dönmek için diğer holdinglerin de kampanya açması mı bekleniyor?
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kırılma noktası |
|
Bush’un ikinci döneminde yapılan ara seçimler Amerikan tarihinde küllî bir kırılma noktasını temsil ve teşkil ediyor. Dumur, çekilme ve ricata doğru evrilen yolda en önemli kritik aşama. Elbette ricat maratonu yeni başlıyor, ama gelişimi hızlı olacak. 11 Eylül’den sonra saldırgan politikalar ne kadar hızlı ve seri oldu ise, aynı şekilde ricat maratonu da öyle hızlı gelişecektir.
Çekilme dönemi de ancak bir altı yıl sürebilir. Yeniden hamle gücünü kaybeden Amerikan askerî kompleksi muhtemelen 6 yıl içinde büyük çapta Ortadoğu’yu boşaltmış olacaktır. Bu da ortalama olarak 2012 yılına tekabül eder. Ondan sonraki maraton da İsrail’in çekilmesiyle devam edecektir. Onunkisi de o tarihten itibaren bir 12 yıl sürer. Bu itibarla, Bush’un ikinci dönemindeki ara seçimler tarihî olmuştur. ‘Turning point’ olarak ifade edilen dönüm noktası bir aşamadır ve izleri kalıcı olacaktır. Bundan sonraki toparlanma stratejileri de sonuç vermeyecek ve gün be gün çekilmeye ve ricata doğru evrilecektir.
Neoconlar yüzünden ABD Soğuk Savaş sonrası dönemi ve altın fırsatı, liderliğini pekiştirme noktasında saldırganlıkla heba etmiştir. Ve şimdi bu utanmazlar çetesi Bush’u suçlayıp, sütten çıkmış ak kaşık gibi kendi köşelerine çekiliyorlar. Bu saldırgan politikanın mimarı olan Rumsfeld gitti ve diğerleri de can çekişiyor. Rumsfeld orkestra şefiydi Neoconlar ise stratejistler. Perle ve Wolfowitz stratejik orkestra şefleri gibiydiler. Michael Leeden İran stratejistiydi, Bolton ise Suriye’ye bakıyordu ve ABD’nin BM’deki daimî temsilciliğini yürütüyordu. Rumsfeld’ten sonra o da topun ağzında ve Bush son mevzii olarak ona kol kanat germeye çalışıyor. Bush ona kol kanat gerse de Demokratlar kellesini almakta kararlılar.
***
Bolton da görevine veda ederse ABD’nin Suriye’ye yönelik politikaları daha da yumuşayacaktır. Irak çalışma Grubu, Suriye ve İran’la doğrudan görüşme teklif ediyor. Hatta bu doğrudan görüşme teklifi Kuzey Kore’nin nükleer güç olmasını ilân etmesinden sonra daha fazla seslendirilir oldu. NWTimes’ın kimi yazarları ‘Kuzey Kore nükleer kulübe girdi ve onun diyalog teklifleri dinleyici buluyor ve ABD bundan imtina etmiyor. Öyleyse İran ve Suriye’ye bu ayrım niye?’ diye soruyorlar. Bu ayrımın nedeni İsrail’dir. Bush’un bu tarihî hezimetinden sonra durum değerlendirmesi için Washington’a giden Olmert ve İsrailliler, bu ekip tamamen tasfiye olmadan önce son barutunu da İran’a karşı kullanmasını istiyorlar. Bunun için de kışkırtmalarını daha da sistematik ve kapsamlı hale getireceklerdir.
Beyt Hanun katliamının veto edilmesinde olduğu gibi gerçekte Amerikan politikaları bir gün, bir gecede değişmeyecektir. Ama gidişat kat’i bir biçimde değişmesi yönünündedir. Ve bu genel iradeyi İsrail dahil dünyada kimse kıramaz. Hatta D’Alema’nın temenni ettiği gibi er geç sıra İsrail’in şahinlerine gelecektir. İsrail şahin kalsa bile Amerikan şahinleri olmadan bir şey yapamaz. Bundan dolayı İsrail için vakit daralmış ve kısalmış bulunuyor. Bunu değerlendirmek için ellerinden geleni ardlarına koymayacaklardır. Nitekim İsrail Savunma Bakanı Ephraim Sneh: “Mecbur kalırsak son seçenek olarak İran’ın nükleer tesislerini vurabiliriz. Bazen son seçenek tek seçenek olabilir...” Bu bağlamda, topal ördek haline gelen Bush ile Nejad, Reagan ile Kaddafi rolünü yeniden oynayabilirler.
***
Son seçimler Amerikan siyasî atmosferinin tamamen değiştiğini gösteriyor. 1991 veya 2003 yılında Saddam’a deccal diyerekten savaş kışkırtıcılığı yapan Armageddoncuların veya dinî sağın ateşi tamamen düşmüş durumda. Kıyametçi anlayış gerilemiştir. Daha doğrusu tezleri itibarıyla, yenilmiştir. Dinin Amerikan seçimlerindeki yeri çok gerilere düşmese bile, eskisi gibi değil. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında ‘Dinî mesafe veya Allah mesafesi’ denilen ‘God gap’ tamamen kaybolmasa bile gerilemiş ve daralmıştır (The God gap definitely didn’t disappear, but it narrow.) Dindarlar, blok olarak Cumhuriyetçilere oy vermediler. Onların oylarını Demokratlar da paylaştı.
Seçim profilinde Demokrat karakter de Cumhuriyetçi karakter de biraz değişmiştir. Demokratlar biraz Cumhuriyetçi veya muhafazakâr haline gelirken Cumhuriyetçiler de daha Demokrat bir yapıya bürünmüşlerdir. Bu dönemde siyasî karakterlerde kayma yaşanmıştır. Irak bozgunu Amerikan siyasî dengelerini de yeniden tadil etti ve ayarladı. Yeni Savunma Bakanı Gates, Neoconların selefidir. Geç kalmış bir Neocondur. SSCB için ortaya attığı Şer İmparatorluğu kavramı Soğuk Savaş sonrası halefleri olan Neocon ekip tarafından Şer Ekseni kavramıyla İslâm âlemine karşı uyarlanmıştır. Yeni sıcak savaştan Soğuk Savaşçıya kalan görev, Neoconların geride bıraktıkları enkazı temizlemekten ibarettir. ABD, savlet ve hamle gücünü geri dönülemez bir şekilde ve büyük çapta kaybetmiştir.
13.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|