Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Kehanet



Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt canlı yayında konuşacak...mış.

Harp Akademilerinin 2 Ekim’deki açılış töreninde...

Bu yüzden, canlı yayın izni alabilecek TV kuruluşlarının başvurmaları isteniyor.

Şimdi “çok bilmiş medya” gelecekten haber verir gibi, sütunlarında şu kehanette bulunuyor:

“Büyükanıt’ın, başta TSK’yı eleştiren AB’nin Türkiye Temsilcisi Hansjörg Kretschmer’e ve bu yönde Türkiye’ye eleştiri yönelten AB’nin öteki yetkililerine yanıt niteliğinde bir konuşma yapması ayrıca ‘irtica ve bölücülük’ tehlikelerine değinmesi bekleniyor.” (Basın)

Nerden biliyorsun?

Galiba “askerleri” yoldan çıkaran “kraldan çok kralcı” siviller.

Çünkü, hep kaşıyorlar, hep!

SENİN DİNİN SANA...

Rektör Papa’ya benzetilmesine tepki göstermiş.. Hani, “Keşke o zamanlar Anadolu Müslüman olmasaydı” diyen “prof” var ya...

Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı şimdi demiş ki:

“Ben Hıristiyanım ve bu sözler Papa’nın Müslümanlara sarf ettiği sözler kadar etkili olur ve sonuçları da benim için kötü olur.’’

Yani, “Süryaniyim ve Hıristiyanım... İnancımdan kime ne?” demiş. (Basın)

İyi de, Müslümanların inancına niye saldırıyorsun? Üstelik mukaddes ay Ramazan’da.

Türkiye garip bir ülke...

“Türklüğe” hakaret ettiği iddiasıyla ayağa kalkanlar, “Müslümanlara hakaret edildiğinde” niye susuyor?

İYİ HABER

Antalya Emniyet Müdürü Feyzullah Arslan, “Ramazan ayında suç oranlarında azalma yaşanıyor.. Ramazan ayı en sevdiğimiz ay. Suçlular sanki tatile çıkıyor” diyor.

İşte bu sözleri çerçeveletip duvara asmalı.

DAYANIKLILIK

Haber hoşuma gitti:

“Kuş gribine dayanıklı tavuk yetiştirilecek”miş.

Doç. Dr. Ahmet Okumuş, “Türkiye’deki bütün tavuk ırklarını tesbit ederek, kuş gribine karşı antivirüs genlerini belirleyeceğiz” diyor.

Maksat:

Bu projeyle kuş gribine dayanıklı tavuk tiplerinin geliştirilmesi...

Bence iyi fikir.

Bir ilâve de biz yapalım:

Bir de “irtica” haberlerine dayanıklı tavuk yetiştirilse?

İlim dünyasına bir katkım olsun istedim.

DEVRİMCİ KADIN

Manken, oyuncu Pınar Altuğ:

“Devrimci değil, öncüyüm” diyor bir dergide. (Madame Figaro)

Son günlerde magazin basınının en baş malzemesi olduğu için “devrimci kadın” ilân edilmiş ya... Güya tavzih ediyor.

“Başarılarıyla” öncü olmak ayıp mı sayılıyor yoksa?

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Zekâtlar verilirse



Mal da vücut gibi Allah’ın bir emanetidir. Bizler ise birer tevziât memuru, yani postacılarız. O bize kırk vermiş, bizden de Kendi adına bir tanesini fakire vermemizi istemiştir.

Ne var ki işi gücü fitne-fesat, katıp karıştırmak olan şeytan böyle bir hayrın işlenmemesi için var gücüyle çalışmaktadır. Bir hadis-i şerifte bildirildiğine göre şeytan en güçlü ve en kuvvetli adamlarını, malını hayır yolunda sarf edenlere göndermektedir.1

İşte mü’min ne kadar güçlü de olsa şeytana inat, o kırkta biri fakire verirken şeytanın belini kırmakta,2 malın gerçek sahibi ve tasarrufunda bütün bütün yetkili olmadığını, o malı gerçek sahibinin emirleri çerçevesinde harcadığını göstermektedir.

Bu emir dinleme, bu teslimiyet mü’mine çok şeyler kazandırmaktadır. Bu sûretle içindeki hasislik duygusunu kesip atmakta, başkalarını düşünme duygusunu geliştirmektedir.

Zekâtını veren kimse tehlikelerle dolu dünyanın cazip güzelliklerine, fânî mal ve mülküne gönül kaptırmadığını göstermiş olur.

Cimrilik edip zekâtını vermeyen aslında malını arttırmış, veren de azaltmış olmuyor. Bir âyette belirtildiğine göre şeytan insanı fakirlikle korkutup cimriliğe ve kötülüğe sevk ederken Cenâb-ı Hak hazinelerinden bağışlanma ve bolluk vaad ediyor.3 Zekâtını veren ise tıpkı asmanın budandığında bol üzüm vermesi gibi malının bereketlenmesine sebep olur. Peygamberimiz (a.s.m.), “Sadaka maldan birşey eksiltmez,”4 buyururken, Cenâb-ı Hak da sadakası verilen malı arttıracağını5 müjdeliyor.

Zekât, Cehennem ateşinden de korur insanı. Allah’ın bir emaneti olan mala kendininmiş gibi sahiplenip zekâtını vermeyenlerle ilgili âyet çok dehşetlidir. Buyurulur ki: “Allah’ın lütuf ve ihsaniyle onlara verdiği şeyde cimrilik edenler, bu cimrilikleri kendileri için bir hayır sanmasınlar. Bu onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey Kıyamet gününde ateşten halka olarak onların boyunlarına dolanacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır ve sonunda Ona döner. Allah sizin yaptıklarınızdan da hakkıyla haberdardır.”6

Zekât malın kirini temizlediği, onu koruma altına aldığı gibi bir kısım günahlardan da arındırır.

Kısaca zekâtın bilemeyeceğimiz kadar çok faydaları vardır. Vermemek ise her yönüyle felâkettir.

Dipnotlar:

1. Câmiü’s-Sağîr, 2: 408. 2. A.g.e., 4: 249. 3. Bakara Sûresi: 268. 4. Müslim, Birr: 69. 5. Bakara Sûresi: 276. 6. Âl-i İmran Sûresi: 180.

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



İzmir’den okuyucumuz: “Ağız dolusu kustuktan sonra orucun bozulduğunu biliyorum ama son zamanlarda bu konu hakkında değişik yorumlar duyuyorum. Oruç bozulduktan (yani ağız dolusu kustuktan) sonra eğer insan hasta ve bitkin bir vaziyette ise yemek yiyebilir ama değilse yine iftar vaktini beklemelidir ve yine her iki durumda da orucunun yerine bir kaza orucu tutmak zorundadır diye biliyorum. Bu konuda beni aydınlatırsanız sevinirim.”

Ağız dolusu kusmanın oruç bozma sebebi, ağza gelip dolan kusmuğu çıkarmayıp geri yutmaktır. Eğer kusmuk geri yutulmazsa oruç bozulmaz.

Hasta kişi kustuktan sonra eğer kendini bitkin hissediyorsa orucunu açabilir. Bundan dolayı kendisine kefâret gerekmez. Daha sonra iyileşince gününe gün kaza eder. Eğer kusmaktan dolayı bitkin düşmemişse, orucunu tamamlamaya gücü yettiğine de inanıyorsa, iftara kadar orucunu açmaz. Çünkü geri yutmamışsa orucu bozulmamıştır.

Fakat bu durumda da, kişinin kusmuk yutmaktan kendisini sakındıramayacağı ihtimaliyle, ihtiyaten orucun kaza edilmesinde fayda var denmiştir. Bu bir zorunluluk değil, tavsiyedir.

***

İsmail Bey: “Namaz borcu olan teravih kılamaz deniyor. Ne dersiniz?”

Namaz borcu önemli bir borç. Bunu gündemimizin ön sıralarına almalıyız. Önce, her şeyden fedakârlık edip namaz borcumuzu bitirmeyi düşünmeliyiz. Böyle sıkı program yapan birisi teravih yerine evinde kaza namazı kılabilir. Takdir kendisinindir. Bu durumda teravih namazı sevabını da alır.

Fakat evinde kaza namazı kılmayacak olan ve namaz borcu için feda edeceği birçok malayani işleri bulunup bunları feda etmeyen birisi, teravih namazını feda etmemeli; kılmalı. Hanefi mezhebinde, namaz borcu olan teravih kılamaz diye bir hüküm yoktur. Namaz borcu olan pekâlâ teravih kılabilir.

***

Salih Bey: “Bir arkadaşıma borç para verdim. Durumunu düzeltemedi. Parayı ödeyecek gücü yok. Ben bu borcu zekât namına arkadaşıma hibe edebilir miyim? Zekât ismini söyleyerek de onu kıramam. Söylemeden de olabilir mi?”

Eğer müsrif harcaması yüzünden borçlanmadı ise ve borcunu ödemeye gücü yoksa alacağınızı zekât niyetiyle bağışlayabilirsiniz. Bunun zekât olduğunu ona söylemeniz şart değildir. Sizin niyet etmeniz kâfidir. Fakat onun bunu zekât bilmesinde, incinmemesi ve size minnette kalmaması açısından fayda olacağı kanaatindeyim. Çünkü zekâtta kula minnet yoktur. Zekâtta minnet Allah’adır. Zekât Allah’ın taksimidir.

Allah kabul etsin. Âmin.

DUÂ

Allah’ım! Bizi hayırla yaşat, hayırla öldür ve hayırla dirilt! Dirildiğimiz gün, en az bu günkü kadar bize sevinç ihsan et! Bize mutluluk ihsan et! Bize huzur ihsan et! Bize bahtiyarlık ihsan et! Bize saadet ihsan et! Bize sükûnet ihsan et! Bize metanet ihsan et! Diriliş sabahında bizi ağlatma! Bizi utandırma! Bizim boynumuzu bükme! Bizi perişan etme! Bizi çaresiz kılma! Bizi şefaatsiz bırakma! Bizi mağfiretinden uzak eyleme! Bizi merhametinden mahrum eyleme! Bizden şefkatini esirgeme! Bizi yapayalnız bırakma! Bize azap etme! Bize acı gün gösterme! Adâletini değil, merhametini; kahrını değil, şefkatini; gazabını değil, rızânı üzerimizden eksik etme! Bizi, hiçbir gölgenin bulunmadığı o gün, Kendi gölgende barındırdığın kullarından eyle!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Müslümanlara kurulan tuzaklar



Başlığa bakarak, Müslümanlara kurulan tüm tuzakları sıralayacağımız sanılmasın. Yalnızca temel bakış açısıyla, meselenin özünü dikkate sunacağız. Buradan hareketle, günümüzdeki baskıların zihniyet yapılanmasını da kavrayıp ona göre tedbirler üretebiliriz.

İslâm, milâdî 610 yıllarında insanlık âleminin ufuklarında tulu’ etti. Yahûdi ve Hıristiyanlar, kendi din ve peygamberlerinde olan özelliklerin yüzlercesini yeni semâvî din ve peygamberinde gördükleri halde, ona sarılmak yerine, cephe aldı. Hıristiyan din adamları, ilk dönemlerde harekete geçerek, İslâmiyet ve Peygamberimiz (asm) aleyhinde iftira ve uydurma sözler yaymaya koyuldular.1

Ancak, Müslümanların milletlerarası imajı, yedinci yüzyılda başlayan “fetih ve savaş” hareketleriyle oldukça menfî ve gergin havaya büründü. VIII. asırda da iyice pekişip, 11. yüzyılın sonuna kadar artarak devam etmişti. İ’lâ-i kelimetullah, yâni Allah’ın dinini yayma, adâleti ve doğruluğu ihyâ ruh ve anlayışıyla hareket eden Müslümanlar, hiç kimsenin beklemediği ve ummadığı bir şekilde; Bizans imparatorluğunun toprakları olan Suriye ve Mısır’ı fethettikten sonra, Kuzey Afrika, Sicilya ve İspanya’ya doğru ilerlemişlerdi.

Hıristiyan âlemi, düşünürleri, din adamları, dindaşlarıyla topraklarını korumak, İslâmlaştırmayı durdurmak için; kendileri ve o günün dünyası için yeni olan bu dine karşı, değişik argümanlar, tezler geliştirdiler:

1- İlâhî vahiy, Hz. İsâ (as) ile son bulmuştur. 2- Muhammedî hareket, İslâm, (hâşâ) şeytanın bir oyunudur ve o da (hâşâ) “sahte” peygamberdir.

Bunun için, akla hayâle gelmeyen, komplolar, iftiralar, yalanlar üretiyorlardı. Bunlar Latince ve Yunanca yazıldığı için de Müslümanlar tarafından cevaplandırılamıyordu. 11. yüzyılın sonuna kadar bu durum devam etti. Bundan sonra da, ilk devrede olduğu gibi yine “kılıca ve zorbalığa” sarıldılar. Bunlara Haçlı Seferleri deniyor. Çünkü, Tevrat, Zebûr, İncil’in aklı, mantığı ve ilmiyle cevap vermek, mukabele etmek mümkün değildi; mukabele-i bi’s-suyûfa (kılıç ve kuvvetle karşılık vermeye) mecbur olup savaşı tercih ettiler.2 Kutsal topraklarda, kılıç ile bir süre İslâmî hareket ve fetihler durduruldu. 14. yüzyılın sonlarında, İspanya’da daha kesin bir netice aldılar: Oradaki İslâm devleti ve varlığı sona erdirildi. Ancak, diğer bölgelerde, Müslümanlar yine fetihlerini sürdürüyordu. Selçuklular ve Osmanlılar, yerli halkın bîzâr olması ve “Müslüman sarığı ve adâleti görmek” istemesi üzerine Bizans’ın topraklarına hâkim olmuşlardı. Yavuz Selim, Suriye ve Mısır’a girdiği zaman bâzı kabileler Memlüklüler'i desteklediler, fakat Araplar pasif kaldı. O dönemde Portekizliler Arap dünyasına saldırıp, Mekke’yi almaya ve Kızıldeniz’e hâkim olmaya çalışıyorlardı. Araplar, Osmanlılar’ı kendilerini Portekizliler’e karşı koruyan bir güç olarak gördüler... Mekke Şerifi şehrin anahtarlarını kendiliğinden getirip teslim etti... Ve Hint dünyasının zenginliklerinin, baharatın tekrar Ortadoğu’ya gelmesine sebep oldular. Arap şehirleri yeniden gelişmeye başladı. Halep, Şam, Kahire bu devirde tarihlerinin en müreffeh dönemini yaşadılar.3

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. Zekzûk, s. VI.; 2- Sözler, s. 333.; 3- Prof. Dr. Halil İnalcık, Zamansız Sözler (Eyüp Can) Timaş, İs., 2000, s. 113.

29.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Papa ve Veliaht Charles



Önce Danimarka-Kopenhang’ta Hz. Peygamber Efendimizle (asm) ilgili her cihetle ahlâksız bir karikatür yayınlandı. Hadise daha yeni soğumuşken, bu kez Papa 16. Benediktus, tamamen mantık ve ilim dışına çıkarak, yine Hz. Peygamber Efendimiz (asm) hakkında makam ve mevkiine yakışmayacak çirkin bir beyanda bulundu.

Nereden çıktı bu Papa hadisesi? Elbette Türkiye’de menhus bir ruh olduğu gibi, dünyada da menhus bir ruh vardır ve hadisat-ı âlem bunu göstermektedir. Uzun yıllardır Türkiye’de ve dış dünyada İslâmî inkişafları takip eden bir kişi olarak bunları ifade ediyorum. Papa maalesef böyle bir ruhun etkisine girmiş ve ayrıca müthiş İslâmî inkişaflar karşısında saygı yerine kıskançlığa bürünmüştür…

Birkaç örnekle bunu açmak istiyorum:

Çağımızın büyük İslâm mütefekkiri Hz. Bediüzzaman, bundan bir asır önce, asrın başında durur ve Hakikat Çekirdekleri eserinin 21. babında “Nasraniyet ya intifâ veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh edecektir”, 15. Mektub’unda “…hâl-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffî edecek, hurâfâttan ve tahrifâttan sıyrılarak hakikat-ı İslâmiye ile birleşecek; mânen, Hıristiyanlık bir nevî İslâmiyete inkılâp edecektir” ve 1900’lü yılların başında “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı da bir Avrupâî devlete hamiledir, gün gelip doğuracak” ifadeleri bugün gayet açık ve zahir olarak tecellî etmiştir. Elimde sayısız doküman var.

İngiltere’nin Veliahtı Prens Charles bundan birkaç yıl önce, belgeleri bende mevcut, gerek Oxford’da ve gerekse Londra’da tertiplenen uluslar arası sempozyumda, “Hz. Muhammed’in (asm) 14 asır önce getirdiği kadın haklarına, 18. yüzyılda benim büyük annemin arkadaşları ulaşamamıştı. İslâmiyet Avrupa’yı karanlıktan aydınlığa çıkardı vs., vs.” diyor. Acaba bu Papa bunun neresinde? Bu kadar sağır ve kör olabilir mi?

Daha çarpıcısı, Fransa’da yayınlanan Le Figaro gazetesindeki habere göre, gerçek İsevî ruhâniler gerçek İncil’in peşine düşmüşlerdir. ABD’deki Cincinati Üniversitesi, İngiltere’deki Oxford Üniversitesi ve İsrail’deki Rock Feller müzesinde olduğu beyan edilmiştir. (Arşivimde vardır). Ayrıca Fransa’da cami olmayan şehir yok. Fransa’da bini aşkın cami var ve bunun yanında İslâmî okullar var.

Bir çarpıcı tesbit daha: 83 milyonluk Almanya’da 25 bin kilise, 2600 cami var. Son yıllarda kiliseler bomboş, camiler tıklım tıklım. İslâm Arşivler Başkanı Sn. Salim Abdullah, ziyaretimizde bana duvarına astığı 1991 yılında Almanya’da yılın karikatürü seçilen bir tabloyu verdi. Tablodaki manzara şu: Kilisede bir papaz vaaz ediyor ve “Sayın cemaat,” diye hitap ediyor. Kilisede bir kişi var, o da ismini vererek, “Bana cemaat olarak hitap edemezsin” diyor. Yani kiliseler bomboş..

Vatikan ruhânî meclis üyelerinden Kardinal Law, Evrensel Kateşizm eserini Avrupa basınına takdim ederken diyor ki: “Artık bizde Müslümanlar gibi tek Allah’a inanıyoruz. Allah birdir, teslis akidesi iflâs etmiştir.” Şimdiki Papa, en azından kendi meclisindeki diğer zatlara saygı duymalıdır. Onlara saygısızlık yapmıştır.

100 yıl önce 26 yıl Alman Başbakanlığı yapan Alman İmparatorluğunun mimarı ve gizli Müslüman Prens Bismark “Ya Muhammed (asm)! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’demâ göremeyecektir. Binâenaleyh senin önünde kemal-i hürmetle eğilirim” diyor. Bu Papa, bunu da mı görmemiştir? Ayıp ki en büyük bir ayıp. Yine, İncil-i Yuhanna’nın On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince Tesellîci size gelmez.” Yani müjdeci Peygamber geliyor diye ifade edilmiş. Papa bunu nasıl görmez ve nasıl dil uzatır? Aklından yoksun olması lâzım. Demek kitapları okumuyor.

AB sürecinde bunlar olacaktır. Onun için daima hazırlıklı olmalıyız. Fakat hak galip gelecektir. İnşallah gelecek hafta bu konuda yeni tesbitlerimiz olacak.

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hangi mütekabiliyet?



Galiba, genelde Batı ile özellikle de 16’ncı Benedictus ile birlikte güzel bir gelişme olmadığı takdirde Vatikan’la sağırlar diyaloguna mahkum olduğumuz görünüyor. Papa 24 Eylül tarihinde yani meş’um konuşmasından 12 gün sonra Müslüman temsilciler huzurunda tam 8.5 dakika konuşuyor, ama değişen bir şey yok. Özür bahsinde havanda su dövüldüğü gibi tek yanlı konuşarak da fiilen diyalog değil, monologdan yana olduğunu göstermiştir. Üstelik tek yanlılıklarından bahsedeceği yerde ima yoluyla özgürlüklerde mütekabiliyetten bahsetmektedir. Son sıralarda nedense koro halinde laik devlet adamlarıyla birlikte kilise ricali de sürekli mütekabiliyetten bahseder olmuşlardır. Ben bu mütekabiliyet meselesini doğrusu anlamış değilim. Bu şuna benziyor: 11 Eylül rejimi sonrasında Bush’un İslam dünyasına saldırısında müttefiklerinden birisi olan Aznar Müslümanların Endülüs’ü 8 yüzyıl işgalleri nedeniyle özür dilemesi gerektiğini söylemiştir! Hangi Müslümanlar özür dileyecek? Ferdinand ve İzabella’nın soylarını kuruttuğu ve fizikî ve kültürel katliama uğrattığı; nesilleri tükenen Müslümanlar mı? Onlardan özür bekliyorsa onlar toprağın altında bulunuyorlar. Sonra niçin özür dilesinler? İspanya’yı karanlık bir çağdan kurtardıkları, ilim ve fünunla donattıkları için mi? Elbette Müslümanların son dönemlerinde içinde bulundukları inhitat süreci nedeniyle bu akıbeti hak ettikleri ileri sürülebilir. Bu Müslümanların suçu. Ama Müslümanların yanlışı İspanyolların doğruları değil ki! Veya onların yanlışına meşruiyet sağlamaz. Özellikle de katliamlara. Müslümanların yanlışları İspanyol katliamcıların doğruları değildir. Kaldı ki, İspanya Kralı Carlos Müslümanlarla aynı akıbeti paylaştıkları için yani sürüldükleri için Yahudilerden özür dilemiştir. Peki niçin tek taraftan özür dileniyor? Bizzat İstanbul’a geldiğinde bunu İspanyol Kralına sordurduk. Cevabı şu idi: İki taraf arasında savaş oldu ve yenilen neticesine katlanır. Bu eksik bir değerlendirmedir. Galibiyet ve hezimetin ötesinde bir fizikî ve metafizikî katliam sözkonusudur. Toplu sürgün ve tehcir. İşte bunları gözardı edenler Türkiye’den Ermeni katliam veya tehcirinin hesabını soruyorlar. Müslümanlarla orada barış içinde yaşayan bir azınlık için özür dileniyorda neden Müslümanlardan özür dilenmiyor? Peki İspanya Endülüs dışındaki yayılmacı ve sömürgeci tarihiyle ilgili özür dileyecek mi? Geçmişte Afrika veya Filipinler gibi bölgelerde yaptıkları için. *** Papa da Müslüman büyükelçilere hitaben yaptığı 8.5 dakikalık konuşmasında özür dileme bir tarafa mütekabiliyet çerçevesinde bir de hesap sormuştur. Papa, bu konuda, selefi İkinci Jean Paul’ün 1985’te Fas’ta yaptığı bir konuşmada, “Diyalog ve saygı, başta temel özgürlükler, özellikle de din özgürlüğü olmak üzere her alanda karşılıklılığı da zorunlu kılmaktadır” dediğine atıfta bulunuyor. Papa’nın, konuşmasında bu konuya da değinmesi haliyle, din özgürlüğü bağlamında, kimi İslam ülkelerine yönelik üstü kapalı bir eleştiri olarak yorumlandı. Özellikle de Türkiye gibi ülkelerde Hıristiyan azınlıklara özgürlük verilmemesinden yakınıyorlar. Demek istiyorlar ki, Batı’da bizim sağladığımız din özgürlüğü nedeniyle Müslümanlar kıtada serpilirken İslam ülkelerinde sınırlama var. Süreç aleyhimizde işliyor. Aksine Papa’nın konuşmalarından sonra Kuveyt’teki bazı dinî çevreler yeni kilise yapımlarına sınırlama getirilmesi gereğinden sözetmişlerdir. Esasen Batı’da Müslümanlar açısından Hıristiyan ve Yahudilerle mukayese edildiğinde din özgürlüğü tam ve kâmil mânâda değildir. İkinci olarak, bu Kilisenin bir lütfu değil kiliseye rağmen bir haktır. Laikliğin bir getirisidir. Kilise bundan kendisine bir pay çıkarmasın. Sonra, Endülüs’ten sonra Müslümanların Batı Avrupa’daki varlıkları yüz yıllık bir geçmişle sınırlıdır. Bunun nedeni aydınlanma ile kıtanın kilisenin tasallutundan kurtulması ve sanayi devrimiyle birlikte yeni işgücüne ihtiyacıdır. Müslümanlara yönelik ayrımcılık bu müspet kazanımlara rağmen hâlâ devam etmektedir. Hatta 11 Eylül, 7 Temmuz ve genel itibarıyla Soğuk Savaş sonrasında her alanda bir gerileme söz konusudur. *** İslâm dünyasında ise azınlık haklarına yönelik gerilemenin 200 yıllık bir geçmişi vardır. Bu da sömürgecilikle alakalıdır. Bu sömürgeci hamleler Müslüman çoğunlukla Hıristiyan azınlıkları birbirine düşürmüştür. Çünkü Haçlılar döneminde olduğu gibi Batılı sömürgeciler yerel yandaşları olarak gördükleri dinî azınlıkları komşuları ve hemşehrileri Müslümanlara karşı kışkırtmışlardır. Bu da geçimi ve uyumu zorlaştırmıştır. Genel tarihe baktığımızda ise Avrupa’nın aksine ehl-i kitap statüsü içinde azınlıkların baştan beri varlıklarını devam ettirdikleri görülüyor. Ama Vatikan marazî bir kıyasla veya kıyas-ı farıkla Mekke ile Roma arasında mukayese yapıyor. Mekke ile Roma arasında değil Mekke ile Vatikan arasında bir mukayese yapılması daha doğru olur. Vatikan değil, ama Roma laik bir şehirdir ve burada cami yapılmasının önünde dinî bir engel yoktur. Ama Mekke böyle değildir. Elbette Mekke Kâbe’den de ibaret değildir. Mekke-Roma mukayesesi yapacaklarına Roma-Kudüs mukayesesi yapmaları daha doğru olmaz mı? Yüzyıllardan beri Müslümanların denetiminde olan Kudüs’te Hıristiyan ve Müslümanlar, kiliseleriyle camiler yan yana yaşamıyor mu? Sadık Mehdi’nin dediği gibi, Papa hangi mütekabiliyetten bahsediyor? İslam bidayetinden beri Hıristiyanlığın sabık bir din olsa da meşruiyetini tanırken Hıristiyanlar en son Papa’nın da yaptığı gibi dışlamacı ve yasaklayıcı ve horgörücü bir tutumun içinde bulunuyorlar. Sadece İkinci Vatikan Konsili kararlarında bir tadilat olmuştur ve o da Papa’nın son konuşmaları ve tutumlarıyla buharlaşmaktadır. Eşitliğe ve mütekabiliyete asıl ihtiyacı olan taraf Müslümanlardır.

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Varan bir mi?



Bir ilçeden gelen yolsuzluk ihbarları üzerine AKP Genel Merkezi, milletvekillerini görevlendirmiş.

Parti genel merkezine başvurup müfettiş isteyen AKP milletvekili.

İncelenmesini istediği kişi ise AKP’li belediye başkanı.

Müfettiş henüz bölgeye gitmemiş. Milletvekili ile kulisin bir köşesinde konuşuyorlar.

Bölge milletvekili, “Temiz çocuktu. Ancak sonradan dağıttı” diyor.

“Kaymakamı arayıp, ihalenin neden şuna değil de buna verildiğini soracak kadar ileri gitmiş” diye anlatıyor.

KÖYDES Projesi AKP milletvekillerinin can simidi oldu. Milletvekilleri seçim bölgelerindeki köyleri gezdiler, talebi olana, “Hemen KÖYDES’e başvur halledelim” sözünü verdiler. Köylü başvurdu, KÖYDES kaynak tahsis etti, proje hemen başladı.

Yaz tatilinden dönen milletvekilleri KÖYDES diyor başka bir şey demiyor.

Ancak çürük yumurtalar da yok değil.

Küçük bir ilimizde, AKP’nin il genel meclisi ve belediye meclisi üyeleri ile bazı ilçe başkanları ortak olup bir şirket kurmuşlar, sonra KÖYDES’in yaptıracağı projelere talip olmuşlar.

Bu durum sağda solda konuşulur hale gelip, Ankara’daki bölge milletvekillerinin kulağına kadar ulaşınca, bürokrasiden gelen vekil kalkmış seçim bölgesine gitmiş.

Partililerle sohbet edip, “Durumumuz nedir?”diye sormuş. Her şey iyi, her iş yolunda cevabını almış.

Herkesin halinden memnun olması vekili daha da kuşkulandırmış.

İncelemiş ve iddiaların doğru olduğunu tesbit etmiş. Tabiî bu arada vekilin çabası, şirket ortağı partililerin de kulaklarına gitmiş.

Bu durumun siyasî hayatının sonu olacağını hatırlatmışlar vekile. Aynı zamanda Meclis KİT Komisyonu üyesi de olan milletvekili, ülkenin devasa kuruluşlarını denetlediği için, zerre kadar taviz vermemiş. Bu kez işbirliği arayışına girmişler. Onu da başaramayınca, düşman olmuşlar. Bu dosya ise henüz AKP Genel Merkezinin önünde duruyor.

Kısa bir süre önce, bir “çaydan geçirme” olayı yaşanmıştı.

Fotoğraflar medyada yer alınca, eşiyle birlikte basın toplantısı yapması da, Hatice Hanımın aile dostu olduğunu söylemesi de Belbim Genel Müdürü Adnan Şahin’i koltuğunda tutmaya yetmedi.

O sıralar ima yollu olarak bazı AKP milletvekillerinin ikinci eşleriyle yaşadıkları, sekreterleri ile ilişkileri olduğu yönünde yazılar yazıldı.

Gümüşhane Milletvekili Sabri Varan’ın bunlardan biri olduğu anlaşıldı. Kuliste bir milletvekili, “Yaptığı gayri meşrû bir şey değil, ama birinden boşandıktan sonra az daha bekleyemez miydi? Bu işler bizleri yıpratacak” diyordu, diğer vekil arkadaşına.

“Tek değil, başkaları da var” diye karşılık veriyordu diğer milletvekili.

Varan-1’i gördük. Varan-2, Varan-3’ler de kapıda demek ki...

Peki, bu tüm AKP milletvekillerinin bu şekilde yaşadığı anlamına mı geliyor? Hayır. Hatta azınlığın azınlığı bir grup.

İktidar, güç, insanların başını döndürüyor. Şu da bir gerçek ki yolsuzluğa bulaşan teşkilâtlar, gayr-i meşru ilişki yaşayan milletvekilleri derken, AKP de içten içe çürüyor. Belki bu çürümenin en az olduğu yer Meclis grubu. Belediyeler ve teşkilâtlarda yolsuzluk iddiaları dizboyu.

Hasan Fehmi Güneş’ten, Muhammed Kelleci’ye, Hamdi Üçpınarlar’a kadar bu uğurda, bakanlık koltuğunu kaybeden politikacılarımız da oldu, yasak aşk yaşadığı sekreteri tarafından Mecliste vurulan İlyas Aktaş olayına da şahit olduk.

İnsanın olduğu her yerde bu sorunlar olacak elbette ki. Ancak iktidar gücü, kimi insanların başlarını döndürebiliyor. Ve zirveye çıktığını düşündüğü anda yere çakılıyor.

Bunlar işin siyasî tarafı. Bir de her şeyin bir imtihan olduğu gerçeği var. Milletvekili olmuş, eşinden ayrılmış, yuvası dağılmış. Değer mi? “Temiz dürüst arkadaşımızdı, ama” denilmiş, yolsuzluğa bulaşmış. Şenol Demiröz’ün TRT Genel Müdürü olduğu sırada, Kıbrıs’ta bir kumarhaneyle ilişkisi olduğu haberi gündeme gelince başbakan yakın çevresine, “Bu da mı bozuldu?” demişti.

AKP'li vekiller arasında özel yaşantısına dikkat etmeyenlerin, sekreteri için evini terk edenlerin, ikinci ev açanların dedikoduları gittikçe dallanıp, budaklanmaya başladı, ama asıl tehlike, AKP teşkilâtları ile belediyelerin gömüldüğü yolsuzluk ve ihale çukuru…

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İrtica kumpası



Medyada yine tırmanışa geçen “irtica” haberlerinin ardında siyasî ve ticarî hesapların yattığı artık büyük ölçüde fark edildi.

Son dönemde başlatılan irtica furyasında da bu hesapların ipuçlarını sezmek mümkün.

Bir defa, başından beri “irtica” ile bağlantılı olmakla suçlanan, ama gerek 3 Kasım seçiminde milletten aldığı destek, gerekse AB süreci sebebiyle bu özelliği geçici olarak görmezden gelinen iktidar partisi, seçim sath-ı mailinde etkinliğini önemli ölçüde kaybetti.

Artık bundan sonra hükümetin bürokrasiye gerçek anlamda söz geçirebilmesi de, gündeme hakim olabilmesi de beklenmiyor.

(Ki, gücünün zirvesindeyken de bu konularda ne ölçüde başarılı olduğu tartışılır.)

Hal böyle olunca, ancak güce itibar eden kesimlerin tavırlarının değişmesi gayet normal.

Bu durumla bağlantılı bir başka husus, önümüzdeki sene yapılacak iki önemli seçimi, birtakım odakların hesaplarına uygun şekilde sonuçlandırma planlarının yapılıyor olması.

Bu hengâmede yaşanabilecek birtakım sürpriz gelişmeler, AKP’yi, genel seçimleri öne çekmediğine pişman edecek vahim boyutlar kazanabilir.

Nitekim gerek askerî cenahtan, gerekse Çankaya ve üniversite gibi diğer adreslerden peş peşe gelen “irticaî” mesajlar, AKP için de düğmeye basıldığını haber vermekte.

Ne de olsa, Demirel’in ifade ettiği gibi, çok partili demokrasiye geçildikten sonra seçilmiş hükümetleri yıpratmak için en fazla kullanılan araçlardan biri, “irtica” suçlamaları.

Gerçi bu suçlamalar sandıkta hep geri tepiyor ve halk her seçimde irtica ile suçlananları daha yüksek oy oranlarıyla iktidar yapıyor. Bunun en son örneği, Yard. Doç. Dr. Yüksel Taşkın’ın Neşe Düzel’e dediği gibi (Radikal, 18 Eylül 2006), “Önlem almazsak Millî Görüş 5 milyon oyla gelir” diyen 28 Şubatçıların, aldıkları “önlem”ler neticesinde aynı oyla AKP’yi iktidara getirmiş olmaları.

Acaba son günlerde irticayı tekrar gündeme getirenler AKP’yi daha güçlü şekilde bir kez daha iktidara taşımayı mı amaçlıyorlar?

Hoş, irtica iddialarıyla vurmaya çalıştıkları AKP iktidarının, asker tarafından hazırlanan ve irticayı terörle eşdeğer tehdit sayan gizli anayasaya “evet” dediği de unutulmamalı...

Peki, kartel medyasının bir kez daha irtica furyasına çanak tutmaya başlaması neden?

Eğer bu yayınların ters teptiğine bakmadan yine AKP’yi yıpratma kastıyla hareket ediliyorsa, altında mutlaka ekonomik bazı sebepler de olmalı ve bu noktada iki ipucu var.

Biri, evvelce “2010 hedeflerimize 2005’te ulaştık” açıklamaları yapan bir holdingin, bu sene ekonomide meydana gelen dalgalanmalar sonucu ciddî bir “kur zararı”na uğradığını duyurarak açığa vurduğu rahatsızlık.

Diğeri, hükümetin dev petrol şirketlerine kestiği astronomik cezadan, petrol işi yapan medya karteli patronlarının da etkilenmesi.

Sonuç olarak, derin mahfillerin AKP’yi bahane ederek başlattıkları ideolojik taarruz, bu çeşit ticarî hesaplarla medya desteği de alırsa, zararı yine masum dindarlar görecek.

Yanılmayı çok isteriz, ama görünen bu...

29.09.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ramazan fırsatları



Mübarek Ramazan ayı başlayalı beri sağlıkla, bilhassa sigarayla ilgili konuları dikkat nazarlarına sunmaya çalışıyoruz. Faydasına kesinkes inanarak ve müsbet sinyalleri de alarak devam ettiriyoruz, bu tür yazıları.

Sigara illeti, özellikle Türkiye'de artık hemen her sahada büyük bir bela, bir felaket halini almış durumda. Sağlıktan ekonomiye, eğitimden çevre temizliğine kadar, hayatı hemen her yönüyle kuşatmış bulunuyor.

Bu umumi illete karşı, herhalde pes edecek halimiz yok. Her halükârda mücadeleye devam etmek durumundayız.

Bu amansız illete karşı amansız bir mücadeleyi gerektiren sebepleri ana başlıklar halinde sıralayacak olursak;

1) Türkiye'de sigara tüketimi, dünya ortalamasının çok üzerinde, hatta liste başlarında yer alıyor.

2) İstatistikî bilgilere göre, yetişkin nüfusun yüzde 44'ü sigara tüketiyor.

3) 23–25 arası gençlerde bu oran yüzde 60'lara çıkıyor.

4) Sigara içme seviyesi 10 yaşa kadar inmiş durumda.

5) Yıllık sigara harcaması 9 milyar dolar. Yıllık ilâç harcaması ise, 8 milyar dolar. İlâç için yapılan harcamanın yarısına yakınını yine sigaraya yüklemek gerekiyor. Zira, hastalıkların pekçoğu ya doğrudan, ya da dolaylı olarak sigarayla bağlantılı.

6) Sigaranın içinde 4 bine yakın zararlı madde bulunuyor. Liste başında ise kanserojen ile kalp ve damar hastalığına yol açan maddeler geliyor.

7) Dev firmalar, sigaranın içine bağımlılık meydana getiren haram maddeler katıyor. Tüketiciyi 'israf artı alkol' gibi katmerli bir harama sürükletiyor.

8) Sigaradan dolayı ölümlü hastalıkların pençesine yakalananlar var ve bunlar adım adım ölüme gittiğini bile bile içiyor. Böyle bir durum, kendi kendini intihara sürüklemek gibi dehşetli bir günahkârlıktır.

İstisnaları ve haram dairesine girmeyenleri tenzih ederiz. Onlar lütfen alınmasınlar, alınganlık yapmasınlar.

Ama ne yazık ki, nüfusun yarısını ektkisi altına alan bu dehşetli illet, yer yer artık baştan aşmış durumda.

Dileğimiz şudur ki: Oruç tuttuğu için günboyu sigara içmeyenler, iftardan sonra ve bilhassa Ramazandan sonra da "sigara orucu"nu devam ettirsinler.

Ramazan, bu açıdan da cidden büyük bir fırsattır. Yemek, içmek, uyumak alışkanlıklarımızı yeniden düzenlemek için önemli bir fırsat olan oruç ayı, sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kurtulmak için de harikulâde bir fırsattır.

Ne mutlu bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirenlere.

HABER

Hastalıkların anası, anaların sigarası

Avustralyalı bilim adamları, anneleri hamilelikte sigara içen 60 bebekle anneleri sigara içmeyen veya bırakmış olan 62 bebeği karşılaştırdılar.

Bilim adamları, sigaranın, bebeğin bağışıklık sistemindeki bakterileri tanıyan ve bunlarla mücadele eden alıcı sinirlerde değişiklik meydana getirdiğini tesbit ettiler.

Bulguları "E. R. Journal"da yayınlayan bilim adamları, ceninin sigaraya maruz kalmasının, doğuştan gelen bağışıklık sistemini zayıflattığını ve sonradan kazanılan bağışıklık sisteminin gelişmesini yavaşlattığını da belirlediklerini açıkladılar. (AA)

Günün Tarihi

İtalyan Harbi, yahut Trablusgarp Savaşı

29 Eylül 1911: İtalya, Libya'yı işgal maksadıyla Osmanlı Devletine savaş ilân etti.

Bu savaşın ismi Osmanlı kaynaklarında "İtalyan Harbi" veya "Trablusgarp Harbi" şeklinde zikredilir.

Fransa ve İngiltere gibi diğer sömürgeci devletlere özenen İtalya, kendi ülkesinin tam karşı sahiline düşen Kuzey Afrikadaki toprakları işgal etmek için yıllardır fırsat kolluyordu. Bunun için de, Osmanlı'nın bölgedeki gücünü kaybetmesini bekliyordu.

Kendince en uygun zamanı buldu ve harekete geçti. Osmanlı hükümetine önce nota, ardından ültimatom ve hemen ardından da harp ilan etti.

Bugün Libya olarak bilinen Trablusgarp ve Bingazi sahillerini topa tutan İtalyan kuvvetleri, karaya da peyderpey asker çıkartarak buradaki toprakları işgale başladı.

Bölgeye donanma ile yardım gönderen Osmanlı hükümeti ise, mukabil kuvvetin yanında hem geç kaldı, hem de zayıf düştü.

O sıcak çöllerde aylar süren muharebeler neticesinde, Osmanlı kuvvetleri mağlup düşerek bölgeden çekilmeye başladı. Libya topraklarını işgal edip sömürgeleştiren İtalya, bir süre sonra Ege'deki adalar üzerinde de hakimiyet kurmaya başladı.

Bu hakimiyetini Yunan lehinde kullanan İtalya, neticede 12 adanın elimizden çıkmasına da sebebiyet vermiş oldu.

29.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004