|
|
Davut ŞAHİN |
Üstel’in tesbiti |
|
Doğrusu eski televizyon programcısı Aziz Üstel’den “talk-show”lara tepki gelmesi beni şaşırttı.
Üstel, show programlarının büyük bir bölümünü “kötü ve niteliksiz” buluyormuş. (Zaman)
Diyor ki: “Reyting uğruna her türlü seviyesizlik yapılıyor.” Bazı anektodları alalım:
*Reyting için illa da soytarılık yapmak gerekmez. Türkiye genelinde insanların birbirlerine olan hitap tarzları da dahil, her açıdan müthiş bir erozyon var.
*Türkiye’de yayınlanan programların büyük bölümü o kadar niteliksiz ki. Ama yine de yıllardır izleniyor. Bunun genel kültürle ve insanımızın beğeni düzeyiyle ilgisi var. İnsanımız, televizyondan bir şey öğrenme peşinde değil. Onu sadece eğlence aracı olarak görüyor.
*Ekranı içerik olarak da, düzey olarak da beğenmiyorum. Haber programları dahi düzgün değil. Burnumuzun dibindeki olayları derinlemesine ele alacak bir program yapılmıyor. Meselâ Lübnan’da savaş neden başladı, nasıl başladı insanlar bunu ayrıntısıyla merak eder.
*Karşındaki insanı küçük düşürmek, ona hakaret etmek günümüzde moda. Kimse aslının farkında değil; bunu yapınca sen kendini küçültüyorsun. İnsanın emeğiyle dalga geçmek kadar kötüsü yok. Ben yapmadım demiyorum; ama şimdi dönüp bakınca ne kadar yanlışmış diyebiliyorum.
Aziz Üstel’in bu sözlerini kayıtlara aldık. Ancak Üstel, katıldığı spor programlarındaki konuşmaların düzeyini de ilave etseydi, fena olmazdı.
SULULUK ÖRNEĞİ
Medya patronu Aydın Doğan, Kanal D yelpazesini genişletti.
Euro D, D Max, D Plus, Emlak TV, D Yeşilçam, Sinemax, Dream TV, Dream Türk, Beşiktaş TV, FB TV, D Spor, D Hipodrom ve D Çocuk.
D Çocuk’ta, “Çocuk Kulübü Konuşuyor” bölümü var. Burada dizi filmlerde irili ufaklı rollerde oynayan, özellikle Hayat Bilgisi dizisinden tanınan (Kopil Ali) Serhan Arslan program sunuculuğunu yapıyor.
Daha doğrusu sunuculuk yaptığını sanıyor. Bu konuda pek başarılı olduğu söylenemez. Ama “sululukta” gerçekten başarılı.
Zaman zaman, çocukların düşünce dünyasından çok uzak konuları ele alıyor. Meselâ geçen haftaki bölümlerden birinde “aşk” konusunu işledi. Çocuklara kız/erkek arkadaşlığını an-lattı. Kız ve erkek çocukları kaldırıp, onlara dans öğretti(!) Karşılıklı “aşk” sözcükleri söyletti...
Oyun çağında olan çocukların kafalarına bu tür düşünceler sokması, gelişme çağında olan çocuklar için sakıncalı değil mi?
Dahası, “sanat” üzerine yaptığı bir bölümde, çıplak kadın heykelini çocukların gözü önünde, stüdyonun tam ortasına koydu. Bu ne aymazlık? Böyle “denetimsiz” çocuk programı olur mu? Daha şimdiden onların ruh dünyalarını kaldıramayacak düzeyde programlar yaparak nereye varmak istiyor?
Hem, bu tür programlar uzman denetiminde olması gerekmiyor mu?
Günü birlik program yapılacak diye, baştan savma ve yığma bilgilerle çocuk programı yapılmaz. D Çocuk yapımcıları önce kendi denetimini güçlendirmeli. Çocuk programı yapmak, günü doldurmak için yapılacak öyle basit bir iş değil. Hele “dolgu malzemesi” hiç değil.
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
AP raporu |
|
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu Türkiye raporunu kabul etti. Bugüne kadarki “en ağırlaştırılmış rapor” olarak kayda girdi. Raporun istek listesi bir hayli kabarık. Bu da ilgisizliğin faturası olsa gerek.
Dışişleri Bakanı da dahil, Türkiye’nin Avrupa Birliği konusunda durağan bir döneme girmesinin sonuçları bu rapor. Neredeyse trafik durdu. Avrupa ihmal edildi. Ortadoğu’da uzlaştırıcı diyaloglarda sarf ettiğimiz zamana ve çabaya karşılık Avrupa gündemini es geçtik.
Raporda; Ermeni soykırım iddialarının kabul edilmesi isteniyor, bu AB üyeliğinin bir ön şartı olarak görülüyor. Nihaî kararı AP Genel Kurulu vereceği için metnin tashih imkânı var. Bağlayıcılığı yok.
AB raporuna, Dışişleri Eski Bakanı ve TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış, “Olumsuz, ama sürpriz değil” diyerek sonucu tahmin ettiklerini belirtiyor. TRT’deki canlı yayında; yaşanılan süreci, rapor şokunu ve bundan sonra yapılacaklara atfen; “Çorba hazırlığına mutfakta müdahale etmek yerine, servis masasında yemeği değiştirmeye kalkışmak” şeklinde şaşırtıcı bir yorum getiriyor. Hükümete gönderme yapıyor. Yetersizlik imasında bulunuyor.
Buradan anlaşılıyor ki, AP Dış İlişkiler Komisyonu 60’a yakın üyesi ile karar almışken, genel kurul onayı 500’ü geçen parlamenterden geçiyor. Genel kurulda, partilerin grup kararları bağlayıcı oluyor. Buna göre milletvekilleri oy kullanıyor. Yaşar Yakış’ın dediği gibi mutfak çalışması yapmak yerine servis masasında yemeği tartışmak, uzun ve meşakkatli adımları beraberinde getiriyor.
Bir boşluğumuzun daha farkına varmamız gerekiyor. O da, komisyon düzeyinde birebir diyalog eksikliği. Siyasî zemine inmeden diplomasi yoğunluğu, ön bilgi verme ve ikna turları içinde ön yargıları azaltıcı, yumuşatıcı bilgilenme ağının yeterli olmayışı. Sonucu değiştirecek bir etkinliğe ulaşmaması.
Benzer mekanizmanın parlamenter sisteme entegre olacak eş siyasi düzeyde de yapılması bir zaruret. Makul insan diyaloglarının, geniş bir zaman diliminde farklı sosyal iletişim boyutlarında tanıtım, dostluk ve yakınlaşmalarla sürdürülmesi lâzım. İhmalin ceremesi kamuoyumuzun menfi etkilenmesidir.
AB sürecinde düğümlenen unsurlara raporlama aşamasında bigane kalıp, sonrasında iç kamuoyuna AB tepkisi vermek ve AB ülkelerine bir anlık tehevvürle rest çekmek; sonunda ABD’nin kıyak jestleri ile yol yürümek ne anlama geliyor?
Daha açık tabirle lobi stratejimiz henüz istenen seviyede değil. Mevsimlik mesai teksif ediyoruz, bir köprüyü geçince yeni bir geçidin karşımıza çıkacağını unuturcasına başka gündemlere kayıyoruz.
Daha profesyonel siyasî, kültürel ve tarihî uzlaşma yollarını arayacak açık ve dostâne paylaşımların yeterince sağlanamadığı kanaati kamuoyunda oluşuyor.
Teknik düzeyde yürütülmesi gereken ve ev ödevi niteliğinde bürokrasinin ikmal etmesi talep edilen aşamalar siyasî iradenin kararlılığıyla devam ettirilebilir.
İkinci nokta ise siyasî otoritenin, yani hükümetin düzenleyici ve koordinatör olarak devletin ana yapısında yapılması istenen değişiklikler ve reformlarda elini çabuk tutmasıdır.
Her yılın Eylül-Ekim aylarında Avrupa gündemiyle bütünlemeye kalmış öğrenci gibi sınıfı geçme sancıları çekmenin ve kıvranmanın âlemi yok. Yıl içinde derslerimize doğru dürüst çalışıp, karnemizi alırken mutlu olmayı öğrenmeliyiz.
İradî tecelli zayıfladıkça, kamuoyunu etkilemeye çalışan ulusalcı çevreler kesif bir propaganda ile zihinleri karıştırmaya cesaretleniyorlar. Avrupa yolculuğu kazaya uğramadan, duraklarda fazla beklemeden yol alma ve yolcuları usandırmama hususunda siyasî iradenin ciddi vebali var.
Avrupalıların bizi anlamasını beklerken, “öteki” diyerek kasıt aramak ve ahkâm kesmek yerine, üstlendiğimiz vazifeleri deruhte etmeliyiz.
Sıkıştıkça, fazla gerdiği vidalarını gevşeten genel idarî ve siyasî sistemimiz, daha aktif ve hassas bir şekilde AB münderecatına zaman ayırmalı ve yeni bir kampanya ile bunu yaygınlaştırmalıdır.
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Hayat okumaları-II |
|
Kalbin girdiği bin bir halin duygulardaki serencamıdır hayat. O duygularda salınan hallerin içinden geçer insan. Kimi geçişler sevinç olur, kimi geçişler acı, kimileri heyecan, kimileri tutku, kimileri özlem, kimileri kayıp, kimileri kavuşma, hasret, aşk, muhabbet, sevgi… ve geçişler hiç bitmez. Kalp atışları kadar anlıktır, çoktur, vurucudur, derindir. İnsan varlığı da bu salınımlardaki hallere ne ad verdiğinde gizlidir zaten.
Kalpleri evirip çevirene, o evrilip çevrilmelerde ne kadar yakın olursa, bütün o değişimlerin bir anlamı, boyutu ve sonsuz bir var oluş hikâyesi olur insanın. Uzaklığı nispetinde de acıları.. Aslında hayatta acı gibi gelen hadiseler gerçekte acı değildir. Onu nasıl yorumladığımızla ilgili bir sonuç alırlar. Tam da burada başlar zaten insanın var olma savaşı. Bütün sırların kilit noktası, gelen her hadiseye verdiğimiz anlamda gizlidir. İnsanın kendisini bulduğu ya da yitirdiği yer de burasıdır zaten.
Bazen her şey dayanılmaz olur. Üst üste gelen olumsuz olayların karşısında kalbin salınımları incelir, duyguların ağırlığı ruhumuzu derinden sıkar ve isyan eşiğinde insan sancılarla kıvranır. Aslında varlığımızın en önemli anları da işte tam bu anlarda vereceğimiz tepkilerde gizlidir. Sır; varlığımızın daraldığı noktada, her şeyin var edicisine ne kadar teslim olduğumuzdur. Ya da o anda Ona kalbimizin yollarını ne kadar yönelttiğimiz. Acılarımız işte bu noktada renk değiştirir. Ya tamamen gerçek acı olur isyanla birlikte bizi yakar, ya da geliş maksadını anlayıp, gönül içinde serinlik ve huzur kapılarını açan bir teslimiyete dönüşür. Anlar genişler o zamanlarda, zaman mefhumu incelir, gönül ötelerin serin ve selametli esintileriyle mest olur. İşte gerçek var oluş budur. Ebediyetin sahibinin gönülde yansıması…Acıların renk değiştirdiği nokta…
Kâinatta herşey bir tohum. Kabiliyeti nispetinde açılan bir çekirdek. Her çekir-değin de gelişip, hayat bulması ya da çürümesi veya dönüşmesi için üzerinden bir şeylerin geçmesi gerekiyor. Her insanın ruhu da ayrı bir çekirdek. İçinde bin bir sır, bin bir hikmet, âlem ve varlık gizli olan bir tohumcuk. Tüm bu âlemlerin, varlıkların açığa çıkması ise, çekir-değinin çatlama şartlarıyla ilgili bir şey. İşte imtihan sonucu da bu şartların sonunda açığa çıkıyor zaten. O şartları ise Rabbi biliyor insanın. Onları da hususî bir şekilde yolluyor kuluna ve kul, ruhunda taşıdığı kabiliyet değerinde kendini açığa çıkarıyor. Büyüyüp, gelişiyor mu? Çürü-yor mu? Etrafına mis kokulu çiçekler mi sunuyor, yoksa kötü kokulu bir bataklığa mı dönüşüyor? Güzel meyveler veren bir ağaç mı, yoksa zehirli meyveler veren bir ağaç mı? Bu sınanmaların, deneyimlerin, yaşanmışlıkların karşısında alınan tavır o çekirdeğin ağacını belirliyor.
Hayatta başımıza gelen her hadisenin aslında kulun kalbinin bir yoklaması olduğunu düşünüyorum. Ve o kalp ne-reye açılacağına kendisi karar veriyor. O çekirdek iman, sabır ve duayla sulanırsa acılar sevince, sonsuzluğa ve huzura, isyanla, kaçışla ve kafa tutmayla sulanırsa da yokluğa, hiçliğe, dipsiz, kuru ve ıssız bir yalnızlığa dönüşüyor.
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mukallitlikten kurtulamadıklarımızdan mıyız? |
|
Kılık-kıyafette, sosyal hayatta, siyasette, vs., taklit olduğu gibi, iman meselesinde de taklit vardır. İman, imandır, deyip geçemeyiz. Çünkü, hem dünya huzurumuz, lezzetimiz, hem de sonsuz mutluluğumuzla ilgilidir. Eğer taklidî ise yandık!
Bilindiği gibi iman, başta “taklidî ve tahkikî” olmak üzere ikiye ayrılır. Tahkikî iman da, “ilmelyakîn (ilmî kesinlik derecesinde bilmek), aynel-yakîn (görme derecesinde bilmek), hakkalyakîn (duygu, duygu, akıl, kalb ve sair bütün his ve lâtifelerle bilme, sezme, anlama derecesinde) iman.
Taklidî iman; icmâlî/özet, genel, üstünkörü, sathî, geleneksel bir inançtır. Herhangi aklî, ilmî, vicdanî, tecrübî bir araştırma, incelemeye dayanmaz. İman esaslarının derûnuna, iç boyutuna nüfûz edilmez. Gerçek anlamlarına, mahiyetlerine bakmadan genel bir bakış, basit bir düşünce, yüzey bir bilgiyle yetinilir.
Göreneğe bağlı taklidî iman, duyuma dayalı bir inanç biçimidir. Tahayyül, tasavvurdan, bir parça da akıldan öteye geçemeyen düşünce tarzıdır. “Tevhid-i amî” de denen bu tür inançta şöyle basit bir akıl yürütülür:
“Cenâb-ı Hak birdir, şeriki, nazîri yoktur, bu kâinat onundur.”
Bu kadar. Bu imân, hiçbir şeyi Allah’tan başkasına dayandırmamaktan ibârettir. Yâni, aklî-mantıkî muhakeme yürütmeden; naklî, ilmî araştırma, inceleme yapmadan; kesin delil, sağlam belgelere dayanmadan basit bir inançla, “Cenâb-ı Hak birdir, ortağı, benzeri, yoktur, bu kâinat bütünüyle Onundur” denir; orada kalınır ve daha ötesine geçilmez.
Bu imân; mum ışığı gibidir. Küçük bir şüphe, basit bir inkâr rüzgârı, hafif bir vesvese darbesi karşısında çabuk söner, mağlup olur. Veya hiçbir dayanağı ve sağlam temeli olmayan bir duvar gibidir; hiçbir direnç göstermeksizin yıkılmaya mahkûmdur. Tıpkı şu yaşanmış fıkrada olduğu gibi:
Mânevîyatta son derece cahil ve bilgisiz bir vezirin oğlu vefat eder. Zamanın âlimlerinden birisi de başsağlığı ziyaretine gelir:
“Hüküm yüce Allah’ındır ve dönüş ve gidiş yalnız Onadır” meâlindeki âyeti okur ve “Siz sağ olasınız ve âhirette karşılığını bulasınız!” der.
Bilgisiz vezir de:
“Evet, hepimiz öleceğiz ve toprak olacağız. Cenab-ı Hak sağ olsun ve kereminden bir daha versin!”
Âlim, vezirin söylediklerinden perişan ve söylediğine pişman olarak:
“Sultan’ım, Hak Tealâ’ya ölüm ve son yoktur. Mülküne de noksanlık gelmez. Zîrâ O, Ezelî ve ebedîdir.”
“Doğru söylersin; Onu gayb erenleri saklar ve melekleri bekler!”
Taklidî iman ile yetinen, şüphe ve vesveselerin anaforunda yuvarlanır. Her meselede ikilem içine girer. Akıl, kalp, vicdan gibi duygular tatmin olmaz.
Taklidî iman, şofbeni çalıştırmayan tazyiksiz su, ampulü yakmayan voltajı düşük elektrik gibidir. Böyle bir imana sahip olan en basit olaylar karşısında titrer, kimi zaman yeryüzü ona dar gelir. O takdirde de hiç şüphesiz, peşinde koşulan huzur ve mutluluk, gerçek zevk, lezzet bulunamaz.
07.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Berat Gecesinde beratımız |
|
Bir mübarek gecenin daha sinesine düştü gönlümüz. Günahkârız. Kulluk yapamadık; berata muhtacız. Berat alamadığımız takdirde hesabımız Mahkeme-i Kübra’ya kalırsa, ne vahim! Ne olur hâlimiz? Ya burada, bugün, af ve berat; ya orada, o gün, hesap ve adalet! Tercih bizim; takdir Allah Teâlâ’nın.
Müjdeyse büyük! Haber Fahr-i Kâinattan (asm). Resûlullah Efendimiz (asm) buyurur ki: “Şaban ayının on beşinci gecesi geldiğinde geceyi namazla, gündüzü de oruçla ikame edin. O gece güneş battıktan sonra Allah Teâlâ kullarına şöyle seslenir: ‘Tevbe eden yok mu? Af ve mağfiret edeyim! Rızık isteyen yok mu? Rızıklandırayım! Musibetten kurtulmak isteyen yok mu? Selâmet ve afiyet vereyim!’ Bu durum fecrin doğmasına kadar devam eder."1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm) Şaban ayının on üçüncü gecesi koydu mübârek başını secdeye. Ümmeti için af ve mağfiret istiyordu; kendisine ümmetinin üçte birinin bağışlandığı müjdelendi. On dördüncü gece tekrar secdedeydi Şefkatli Resûl (asm). Yine ümmetini istiyordu; ümmetinin üçte ikisinin mağfiret edildiği müjdelendi. Ve on beşinci gece yeniden o mübârek baş Allah’ın huzurunda eğildi, secdeye kapandı. Allah Resûlü (asm) ümmetinin tamamını istiyordu bu defa. Bu gece, Allah’tan yüz çevirenler dışında, ümmetinin tamamı bağışlandı. Bir başka haberle bu gece, Benî Kelb kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca ümmetine mağfiret olundu.2
Duhan sûresinin ilk altı âyetinin bu geceden bahsettiğine dâir âlimlerin kanaati büyüktür. Bu âyetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Hâ Mîm. Apaçık Kitaba and olsun ki, Biz O’nu Mübârek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz, uyarıcıyız. O gecede her hikmetli iş tefrik edilir, hüküm verilir. Katımızdan bir emir olarak! Muhakkak Biz, peygamber göndericiyiz! Senin Rabb’inin katından bir rahmet olarak! Muhakkak O Semî ve Alîm’dir.”3
Kulların bir senelik erzakının, ecellerinin ve sair tüm işlerinin bu gecede hüküm verildiği, tefrik ve takdir edildiği ve bu hükmün meleklerce istinsâhına bu gecede başlanarak Kadir Gecesine kadar yazıldığı ve bitirildiği rivâyet olunur.4
Bu gecenin Kadir gecesi kudsiyetinde bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri (ra), Leyle-i Berât’ın, mukadderât-ı beşeriyenin programı nevinden olması cihetiyle, bütün sene için bir kudsî çekirdek hükmünde olduğunu, Leyle-i Kadirde otuz bin olan her “bir hasene”nin, her bir salih amelin ve her bir Kur’ân harfinin Leyle-i Berat’ta yirmi bin sevabının bulunduğunu, bu gecenin elli senelik bir ibâdet hükmüne geçebileceğini, binâenaleyh bu gecede elden geldiği kadar Kur’ân ile, istiğfâr ile ve salavât ile meşgul olmanın büyük bir kâr olduğunu kaydeder.5 Ayrıca bir mektubunda ehl-i îmân ve ehl-i hizmetin her bir gecesinin, Leyle-i Miraç, Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz eder.6
Bu geceden başlayarak Kadir Gecesine kadar sürecek olan ve bizimle birebir ilgili bulunan bu lâhûtî zaman diliminin her bir saatini duâ ve niyaz hâliyle idrâk etmemizin ve her fırsatta Rabb-i Rahîm’imizden hakkımızda hayırlısını istememizin, hiç ihmâle gelir tarafı yoktur. Mübârek Ramazan ayının da bereketiyle inşaallah bizim bir adımımıza Cenab-ı Hakk’ın koşarak mukâbelede bulunduğuna şâhit olacağız. Tazarrû ve niyâz içinde ebedî saadetimiz hesabına sayısız hasenât isteyebilme imkânı elde edeceğiz. Allah’ın izniyle Allah’ın rızâsını, sâdece rızâsını talep edeceğiz. Âlem-i İslâm’ın ve Müslümanların üzerinden kara bulutların kaldırılması için duâlarımız inşaallah arşa yükselecek. Dünyâ ve deccâl fitnesinden, şeytan ve nefis şerrinden, Cehennem azabından Allah’a sığınacağız. Ve Rahmân’ür-Rahîm’den, sayısız duâlarla—inşaallah—Cennet’i ve bekâyı isteyeceğiz.
Hülâsa bir mânevî ticâret mevsiminin gölgesinin üzerimize düştüğü şu günlerde, sebepleri ve vesileleri bir yana bırakarak doğrudan Rabb’imize kendimizi vermemiz, doğrudan Hâlık’ımıza teveccüh etmemiz, doğrudan Sâni’imize yönelmemiz, doğrudan Sâhib’imize temâyül göstermemiz ne büyük bir tecellîdir, ne eşsiz bir mazhariyettir, ne muazzam bir ubûdiyettir!
Berât Gecesi ile birlikte, gelmekte olan mübârek günler hürmetine Cenab-ı Hak ehl-i îmânı her türlü maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî âfet ve musîbetlerden muhâfaza buyursun. Âmin.
Leyle-i Berât’ınızı tebrik ederim.
Dipnotlar: 1- İbn-i Mâce, İ. Salah, 191 2- M. H. Yazır, H. Dini K. Dili, S. 4294 3- Duhân Sûresi, 44/1-6 4- M. H. Yazır, a.g.e., S. 4295 5- Şuâlar, S. 433 6- K. Lahikası, S. 58
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tezkere sonrası |
|
Başbakan, tezkerenin Meclisteki oylaması öncesinde “bir sürpriz beklemediğini” söyledi. Sürprizden kastı, üç buçuk yıl önce Irak tezkeresinde yaşadığı şokun tekrarlanmasıydı. Erdoğan aynı şeyin bir daha olmasına ihtimal vermediğini ifade etmek istiyordu.
Dediği gibi de oldu ve tezkere Meclisten geçti. Ama bu sonucun çıkmasını garantiye almak için “AKP’li vekilleri ikna” seansları tertiplemek ve oylamayı açıktan yaptırmak dahil, her türlü tedbirin alındığını da gördük.
Bu arada, tezkerenin muhtevasının bir hayli “hafifletilmiş” olduğu da bir vakıa. Ve bunda, konu gündeme geldikten bu yana kamuoyunda seslendirilen tepki ve itirazların çok önemli bir payı bulunduğu muhakkak.
Tezkerenin son haline göre, Türkiye’nin Lübnan’a göndereceği kuvvet içinde, sahilde devriye görevi yapacak denizciler öne çıkarken, karacıların görevi insanî yardım ekiplerini korumakla sınırlı; bir de Lübnan ordusuna eğitim verme işi var.
Askerlerimizin hiçbir şekilde çatışmaya girmeyeceği ve Hizbullah’ı silâhsızlandırma gibi bir vazife üstlenmeyeceği de ifade edilirken, Erdoğan ve Gül aksine bir gelişme olursa derhal çekilme taahhüdünde bulundular.
Tezkerenin kabulünde, seçime neredeyse bir yıl kalmışken AKP’li vekillerin lidere karşı çıkmayı göze alamamaları ve “Asker göndermeyelim” kampanyasında ulusalcı çevreler başta olmak üzere bazı marjinal kesimlerle CHP’nin öne çıkmasına, bu çerçevede Sezer’in de son anda bu yönde tavır koymasına duyulan tepki gibi psikolojik faktörlerin de büyük etkisi var.
Gerçi AKP grubunda güçlü bir direniş olması zaten beklenmiyordu. 1 Mart tezkeresi de haddizatında reddedilmemiş, sadece kabulü için gereken sayıya birkaç farkla ulaşılamamıştı. Nitekim daha sonra bunu “telâfi” için hazırlanan 7 Ekim tezkeresi aynen kabul edilmiş, ancak ABD “Artık ihtiyacımız kalmadı” dediği için uygulanamamış ve “boşa gitmişti.”
Şimdi aynı ABD’nin ve beraberinde İsrail’in davetiyle Lübnan’a asker gönderirken, üs, liman ve havaalanlarımızı BM adı altında oluşturulan askerî gücün kullanımına açıyoruz.
İşin ilginç tarafı, asker göndermemize karşı çıkan Sezer, üslerin bu güce tahsisi için hazırlanan hükümet kararnamesini “jet hızıyla” imzalıyor ve BM’ye “Tezkere Meclisten geçmese dahi bu kararımız geçerli” bilgisi veriliyor.
Sonuçta tezkerenin asker gönderme kısmı Meclis onayına bağlanırken, üslerin yabancı askerlere açılması bölümünde aynı Meclisin by-pass edilmesi gibi bir tuhaflık yaşanıyor.
Ve tüm bu faktörlerin iç içe geçtiği çelişkilerle dolu bir süreçte tezkere Meclisten geçti, ancak görünen o ki kimsenin içi rahat değil.
Sürecin bundan sonraki safahatında, Lübnan’a gidecek askerlerimizin nelerle karşılaşacağını; üs, liman ve havaalanlarındaki uluslararası askerî trafiğin hızlanmasının kamuoyunda nasıl mâkes bulacağını birlikte göreceğiz
İsrail-ABD ikilisinin “İran’ı kıskaca alma” politikalarına uygun şekilde hareket etmeyi sürdüren hükümetin, aynı ikilinin yine İran’a yönelik yeni atraksiyonlarının Lübnan’daki yansımalarına nasıl bir karşılık vereceğini de...
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Arkadaşlara destek lâzımmış |
|
Oylama bittikten sonra gülümseyerek çıkıyordu Başbakan, Genel Kurul salonundan.
Tezkerenin geçmesinden ziyade, AK Parti Grubunda öngörülen 5-6 fire dışında kaçak olmaması Başbakanı sevindirmişti.
Belki bu durumu, kendi liderliğinin bir sınavı olarak görüyordu. Yüzüne yayılan geniş gülümseme de ondan kaynaklanıyor olabilirdi.
Ancak kaderin bir cilvesi olsa gerek, her milletvekilinin peşine bir adam takıp, ikna ettirmesine rağmen, şifreyi girip, elektronik oylamayı gerçekleştiremediği için kendi oyu geçersiz sayılmıştı.
Sakarya Milletvekili Süleyman Gündüz, geçici ateşkesin ardından Lübnan’a giden ilk ekipte yer almıştı. Gündüz, Lübnan’dan, endişeli olarak dönmüş, İsrail’in bölgeyi her an bir kan gölüne çevirebileceği yönündeki düşüncelerini medyayla paylaşmıştı.
Başbakan Erdoğan, “AK Parti Grubu adına Süleyman konuşsun” diye haber gönderdi. Gündüz affını istedi. “Evet oyu vermeyi kabullenebildim, ama kimseyi ikna edebilecek durumda değilim” dedi. Gündüz konuşmadı, ama Lübnan topraklarındayken, ”Hayır” vermeyi düşünürken, Erdoğan’ın etkisiyle “evet” vermek durumunda kaldı.
Süleyman Gündüz konuşmayınca, Egemen Bağış’ın konuşması kararlaştırıldı. Bağış kürsüde konuşurken, muhalefet kulisinde, Adıyaman milletvekili Hüsrev Kutlu ve Ankara Temsilcimiz Mehmet Kara ile görüşmeleri takip ediyorduk.
Lübnan’a asker gönderilmesine başından beri karşı olan Ertuğrul Yalçınbayır yaklaştı ve “İşte partiye hakim olan zihniyet” dedi, Bağış’ın Türk-Amerikan Dostluk Grubu Başkanı olduğunu ima ederek.
Yalçınbayır, AK Parti ile bağlarını uzun süredir koparmıştı. Yakında istifa ederse, şaşırmamak lâzım.
Ankara’da bazen bir günde aynı saatlerde birbirinden önemli gelişmeler yaşanıyor. Meclis’te tezkere görüşmeleri yapılırken, Başbakanlık da Arnavutluk Başkanı, Çankaya Köşkü’nde ise, Kırgızistan Devlet Başkanı ağırlanıyordu.
Meclis kulislerinde de Türkiye’nin atayacağı PKK koordinatörüne ilişkin isimler dolaşıyordu. ABD, Irak ve Türkiye arasında atanacak olan koordinatörün Türkiye ayağında emekli orgeneral Edip Başer’in ismi konuşuluyordu. Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, birkaç seçenek arasında Edip Paşa’nın isminin ön planda olduğunu doğruladı ve “İlk kez böyle bir atama yapılacağı için, nasıl bir yöntem izlenecek o tespit edilmeye çalışılıyor” dedi.
Görüşmeleri takip etmek üzere Meclis’te bulunan Dışişleri mensupları ise, ”Edip Paşa olmazsa, ikinci sırada Hikmet Çetin var” havasını yayıyorlardı. Çetin, eski bir Dışişleri Bakanı olduğu için, asker yerine onu tercih ediyorlar gibi bir havaları vardı.
Meclis’in her köşesinde ayrı bir dünya yaşanıyordu. İktidar kulisinde Enerji Bakanı Hilmi Güler bir gazeteci ile sohbet ediyordu. Tam o sırada Başbakan Erdoğan kulisin girişinde gözüktü. Usûl tartışmaları sırasında gelmemiş, Abdullah Gül kürsüye çıkınca, Meclise gelmişti. Uzaktan, ”Hilmi Bey, arkadaşlara destek olmak lâzım” diye seslendi. Korumaların, o sırada orada bulunan birkaç gazetecinin ve milletvekillerinin başları o tarafa çevrildi. Hilmi Güler hemen yerinden kalktı, o sırada Erdoğan’da tam Genel Kurul salonunun kapısına gelmişti. Hilmi Güler, ”Efendim ara verildi” dedi. Erdoğan sert bir ses tonu ile, ”Ne arası, görüşmeler devam ediyor” deyip, ilerledi. Bakan çok zor bir durumda kaldı.
Özal, Demirel, Ecevit hatta Erbakan gibi tecrübeli bakanlardan hiç görmediğimiz bir diyalogdu.
Kulislerde bir süre bu olayın dalgalanması yaşandı, duyanlar, duymayanlara aktardı.
Lübnan’a asker gönderilmesi konusunu halkımız günlerdir tartışıyor. TBMM Genel Kurulu’nda kavgaya varan gerginlikler yaşandı bu uğurda. Ancak sonuç itibariyle büyük bir destekle tezkere geçti. Şimdi AKP açısından yeni bir dönem başladı. Şimdiden tezkerenin AKP’ye getireceği faturayı kestirmek mümkün değil. Ancak şu günler de ABD’nin kayıtsız şartsız destekçisi olan bir politikacı bu dostluğunun bedelini ağır bir şekilde ödediğini hatırlamakta fayda var. Dün biz de tezkerenin geçtiği haberleriyle çıktığı gazeteler. İngiltere’de ise, Tony Blair’e, ”Artık bırak” deniliyordu. Basın değil, bir dönemler Blair’in çok yakınında olduğu için, ”Brütüsler” denilen İşçi Partisi yöneticileri de imza toplayıp, ”Tony buraya kadar” demişlerdi. İktidarda olduğu sürece, İngilizlerin gelirini birkaç misli yükselten ve iki dönem solu tek başına iktidara taşıma becerisini gösteren Blair’e neden bu çağrılar yapılıyordu? Blair’in geride bıraktığı mirasın aptalca bir maceradan ibaret olduğunu belirten Guardian gazetesinde şu yorum yapılıyor: “Başbakan kaderini, kendisini Amerikalıların çoğu tarafından bile bir felâket olarak ifade edilen bir siyasete bağlayarak mahkûm etti.“
Bu yorum bir süre sonra başkaları için yapılmasın...
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yeni Osmanlılar |
|
Her değerlendirmenin bir öncesi ve sonrası vardır. Yani değerlendirmeler diyalektik. Her değerlendirme muayyen bir açıyı kapsar. Dolayısıyla gerçeğin tamamı değildir. Bundan dolayı, ‘müsademe-i efkârdan barika-ı hakikat doğar’ derler. Tez ve antitez birbirini elerken, sentez ortaya çıkar. Aslında Barış Gücü de savaşan taraflar arasında bir sentezdir. Taraf değil, bitaraf bir güçtür. Bundan dolayı Lübnan’a gidecek Türk askerini, Antony Lahd gücü gibi, İsrail yanlısı göstermek hakikate tecennî etmektir. Bu yorumu, Lübnan denkleminde Türk askerine en karşı olanlar bile yapmıyorlar. Bir kısmı da AKP hükümetinin triumvirasını İttihat ve Terakkî ikonlarına benzetiyorlar. Recep Tayyip Erdoğan’ı Enver Paşa ve maceracılığına benzetiyorlar. AKP ile İttihat Terakki arasında bazı benzerliklere, ben de itiraz etmem. Ama bu meseleyi abartıp o yöne çekmek olacak şey değil. Sanki Türk askeri barışı korumaya değil, oraya İsrail’in yanında Şiîlere karşı cenk etmeye gidiyor. Öyleyse Şiî yayına ve üçgenine karşı Türk askerinin yanında yer alması gereken Mısır gibi diğer Sünnî ülkeler niye bu gücü katılmıyor? Pekâlâ aşırı bir Sünnî: “İsrail ile Hizbullah birbirini yesin de biz de seyredelim” diyebilir. Bu daha akıllıca olmaz mı? Bazıları da ABD’nin Türkiye’ye bölgeye ‘Yeni Osmanlı’ gücü olarak çekmeye çalıştığını düşünüyor. BOP da cabası. Bunların hepsi elenmemiş ve sağlaması yapılmamış yorumlardır. Ortadoğu, ABD ve İsrail’in hayat alanıdır. Bizim aktif bir güç olarak oraya gitmemizi istemezler. Zira bizim nüfuzumuz arttıkça, onların nüfuzu daralır. Ancak dengeler onları zorladığında, sentez bir güç olarak gelmemize ses çıkaramazlar. Sınırda İran ve ABD barış gücü yer alamayacağına göre, elbetteki sentez güçler sayılabilecek Türkiye, İtalya ve Fransa gibi ülkeler görev alacaktır.
***
Evrensel hukukun değişmez umdelerinden birisi şudur: Şartlar değiştiğinde eski hal ve statü avdet eder.Bu durumda, bölgeye geri dönmeye en ehak ülke Türkiye’dir. Bu yönüyle Fransa ve İtalya gibi ülkelerden daha fazla rüçhaniyet hakkına sahiptir. Yeni Osmanlılık meselesi de yanlış anlaşıldı. Birileri zannediyor ki, ABD bizim Yeni Osmanlılar olarak bölgeye gitmemizi çok istiyor. Halbuki kendisini bu fikrin fikir babası olarak takdim eden Cengiz Çandar, Yeni Osmanlıcılık fikrini Balkanlar’a münhasıran ortaya attığını söylemiştir. Onun Balkanlar’a yönelik ortaya attığı bu fikri, kimileri Ortadoğu’ya da teşmil etmiştir. Öyleyse bu fikrin istikametin Ortadoğu’ya kayması bir Amerikan planı değil, halis bir Türk temennîsidir. Bu kavramın mahiyeti tartışılabilir. Elbette bu meyanda komşularımızın da ne düşündükleri önemlidir. Buteflika gibi birileri destek de vermektedir. Öyleyse, bu tarz meseleleri kompleksten arî olarak değerlendirmeli ve siyasî kutuplaşmalara alet etmemek gerekir. Muhalefet ve muhalifler bu meselede kafaları çok karıştırdı.
***
Meseleler tek yönlü olarak takdim ediliyor. Nitekim Annan Ankara’ya geldikten sonra, bu yöndeki muhalefetin istifhamlarını püskürtmüştür. Özellikle CHP, İsrail cephesini bekleyeceğimizi ve Hizbullah’ı silâhsızlandıracağımızı öngörmüştür. Bunu Başbakan defaatla tekzip ettiği gibi, en sonunda Annan da tekzip etmiştir. Onun dışında, elbette ki bir takım riskler olacaktır. Bunun katlanılabilir hacmini tayin edecek olan da yetkililerdir. Süreç ilerlerken, kimsenin kesin konuşmaya hakkı yoktur. Ancak herkes çekincesini ve kendisine göre mahzurlarını söyler veya faydalarını öngörür. Bu mesele üzerinden kutuplaşma açmak, ancak bize mahsus olsa gerek. CHP’li Onur Öymen İsrail’in İran’la savaşmak için komutan, Suriye ile savaşmak için de özel birlikler hazırladığını söyledi. Bunun olayla doğrudan alâkası ne? Aksine, özellikle, Suriye boyutu ile alâkalı tersi durumlar da söz konusu. Perets, Suriye ile müzakere yolunun açılmasını istemişti. İsrail, Suriye için özel birlikler hazırlarken, diğer taraftan da Olmert Şam’la görüşmeleri canlandırmak için Yeeke Dayan’ı temsilci olarak atamıştır. Suriye, ‘Hizbullah’a silâh ve mühimmat göndermeyeceğim’ diye Annan’a taahhütte bulunurken meşru oluyor da, aynı görevin diğer parçasını yapmak için Barış Gücünün İsrail’in çekilmesi karşılığında Lübnan’ın uluslararası sınırlarını denetlemesinin adem-i meşruiyeti ne? Suriye, 1559 sayılı karara göre, Lübnan’dan çekildi, ama Hizbullah’ı silâhsızlandırmadı. ABD ve İsrail’e göre, görev onundu. Suriye’nin bu hususta yapmadığını, elbette ki Türkiye veya Barış Gücünün diğer parçaları yapmayacaktır. Bu mesele Lübnan’ın kendi içişidir.
07.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|