Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

BİR KISSA, BİN HİSSE

Keşif ve keramet sahibi evliyadan Abdullah bin Abdülaziz hazretleri zamanında Melik Emced bir imarethane yaptırıyordu. Binanın inşasında büyük taşlar kullanılacaktı. Bunun için o beldede bulunan büyük taşların bulunarak, kesilip kırılmasını ve yontulup düzgün taşlar yapılmasını emretti.

İşçiler büyük taşları buldular. Ancak büyük taşları kırıp parçalamaya güçleri yetmedi. Ne kadar uğraştılarsa da, aletleri bu iş için yeterli olmadı. Çaresiz kaldılar.

İşçilerden birisi dedi ki:

“Abdullah bin Abdülaziz’e gidelim ve yardım isteyelim.”

Abdullah bin Abdülaziz’e gittiler ve durumu anlattılar. Abdülaziz hazretleri de taşların yanına geleceğini söyledi.

İşçiler taşların yanında beklemeye başladılar.

Az sonra Abdülaziz hazretlerinin havada yürüyerek geldiğini gördüler.

Abdülaziz hazretleri işçilerin şaşkın bakışları arasında havadan süzülüp geldi, tam taşların üstüne gelince durdu ve taşlara baktı. Taşlar onun himmetiyle ve Allah’ın izniyle derhal tam istedikleri gibi parçalara ayrılıverdi.

Buna çok şaşıran işçiler durumu Melik Emced’e haber verdiler.

Melik Emced gelip Abdülaziz hazretlerinin elini öperek teşekkür etti.

(Evliyalar Ans. 1/47)

Süleyman KÖSMENE

07.09.2006


ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Şüphesiz ki Allah göklerin ve yerin gizliliklerini bilir.

O, gönüllerde saklı olanı hakkıyle bilendir.

Fâtır Sûresi: 38

07.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ihlâsla "Lâ ilâhe illallah" derse Cennete girer.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3709

07.09.2006


Berat gecesi, Kadir gecesi kudsiyetindedir

Aziz, sıddık kardeşlerim, bu medrese-i Yusufiyede ders arkadaşlarım,

Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadr’in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat’ta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.

Şuâlar, s. 433

***

Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var; bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz—Âyete’l-Kürsî harfleri gibi—, bazan bin beş yüz—Sûre-i İhlâsın harfleri gibi—, bazan on bin—Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi—ve bazan otuz bin—meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misilli, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi. Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, “Bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur” anlaşılır. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, tezâuf-u sevabıyla beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor.

Sözler, s. 312

***

Elli senelik bir mânevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Berat’ınızı rûh u canımızla tebrik ederiz. Herbiriniz, şirket-i mâneviye sırrıyla ve tesanüd-ü mânevî feyziyle, kırk bin lisanla tesbih eden bazı melekler gibi; herbir hâlis, muhlis Nur Şakirtlerini, kırk bin dille istiğfar ve ibadet etmiş gibi rahmet-i İlâhiyeden kanaat-i tamme ile ümit ediyoruz.

Said Nursî

Şuâlar, s. 434

***

Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâma intişarının ilk mukaddemesi, mübarek leyle-i Berata tevafuk etmesi, bu vatan ve âlem-i İslâm hakkında Risâle-i Nur lehinde büyük bir hayrın alâmeti ve işaretidir.

Emirdağ Lâhikası, s. 445

Lügatçe:

mukadderât-ı beşeriye: İnsanlığın başına gelen ve gelecek olan hadiseler.

hasene: İyilik.

şuhûr-u selâse: Üç aylar.

leyâli-i meşhure: Meşhur geceler.

tezâuf-u sevab: Sevabın kat kat olması.

şirket-i mâneviye: Manevi şirket, ortaklık.

tesanüd-ü mânevî: Manevi olarak dayanışma.

07.09.2006


Cehennem lüzumsuz değil

—Dünden devam—

Burada Allah’ın rahmeti, kâfirin Cehenneme girmesi ve haklarına tecavüz edilenlerin hukukunu muhafaza, hem rububiyetin izzetini korumak, hem küfran-ı nimet ile mukabele eden kişiyi cezalandırmak, hem adaleti gerçekleştirmek ile tezahür eder. Hak edene hakkını vermek nasıl rahmet ve adalet gereği ise, suçluları cezalandırmak da rahmet ve adaletin gereğidir. Çünkü merhametsiz kurda acıyan ve şefkat eden, bîçare korunmaya ve şefkate muhtaç olan mazlum koyunlara acımıyor demektir. Binlerce insanların dünya ve ahiret saadetini mahveden canilere şefkat ve merhametle davranmak da bunun gibidir. Dünyada bunun önemi bilinmese bile ahirette Cehenneme girme tehlikesi karşısında bulunan birinin buna sebep olandan nasıl hakkını isteyeceğini siz tasavvur edin. İnsan başına gelmeyince başkaları adına caniyi affetmesi ve merhametle bakması cehaletindendir. Onların söylemleri hakikat noktasında değersizdir. Bu durumda merhamet ve şefkatin mazlumlar namına zalimlerden hakkını almak olduğu anlaşılır.

Bu hakikatleri dikkate aldığımız zaman merhametin ve şefkatin yanlış kullanımının ne derce haksızlıklara sebep olacağı da görülmelidir. Her şey yerinde ve amacına uygun kullanılırsa yerini bulur, merhamet ve şefkat de böyle şefkat ve merhamet olur.

Ebedî cehennem, Allah’ın,

Kâfirlere merhametinin gereğidir

Önce küfrün ebedî Cehennemi netice verdiğini görelim:

1. Küfür üzere ölen bir kâfir, ebedî yaşayacak olsaydı yine küfür üzere yaşayacaktı. Çünkü iman etmeye yanaşmadığı mü’mine düşman olmasından anlaşılmaktadır. Mü’mine sadece imanı ve İslâmı için düşmanlık eden, ebediyen inanmaz ve bunun için ebedî Cehennemi hak eder. Çünkü onun ruh cevheri bozulmuştur, kalbi hayra değil, şeytan gibi şerre yönelmiş, istidatları o yönde inkişaf etmiştir. İnanacak olsa altmış-yetmiş yılda inanırdı. Yetmiş yıl iman ve ibadete yanaşmayanın Allah katında hiçbir mazereti yoktur. Bu hususta âyet ve hadisler vardır.

2. O kâfirin günahı ve cinayeti sınırlı bir zaman diliminde ise de sınırsız ve sonsuz olan vahdaniyet delillerine ve şahitlerine sonsuz bir cinayettir. Bu da sonsuz azabı gerektirir.

3. Küfür sonsuz nimetlere karşı da sonsuz nankörlüğü içine alır. Sonsuz nankörlük ve şükürsüzlük, nimetleri ahmakçasına esbap, tesadüf ve tabiata vermesi de sonsuz azabı gerektirir.

4. Küfür sonsuz “Esmâ-i İlâhiyeyi” inkâr ile esmânın müsemması olan Allah’a karşı sonsuz cinayettir.

5. Allah’ın insana verdiği akıl, kalp ve vicdan gibi sonsuza yönelik istidatları söndürdüğü ve Cehennemi kazandıracak şekilde kötüye kullandığı ve mahvettiği için cinayeti sonsuzdur ve sonsuz azabı gerektirir.

6. İman bütün güzelliklerin, saadet ve lezzetlerin kaynağı olduğu için sahibine ebedî bir saadeti kazandırır. Küfür tam bunun zıddıdır. Küfrün de sahibine ebedî şekavet, felâket ve azabı netice vermesi küfrün iktizasındandır.

Bunlardan anlaşılıyor ki ebedî Cehennem adalettir.16

Bütün bunlara rağmen imanın ve ibadetin neticesi o derece büyük ve önemlidir ki küfrün cinayetleri ve kâfirlerin çokluğu cüz’î bir şer olarak kalır.17 Bu konunun izahı 12. Mektub’ta vardır.18 Bundan dolayı yüce Allah “Hayr-ı kesir için şerr-i kalîl kabul edilir” hak ve hakikatli prensibi gereği küfre müsaade etmiş ve kâfire mühlet vermiştir. Cinayetinden dolayı yok etmesi gerekirken, Cehennemde de olsa hayat vermekle merhamet etmiştir.19 İdama mahkûm olanın müebbet hapsi istemesi ve bunun onun hakkında rahmet olması gibi. Kâfirin dünyada yaptığı iyilik ve hayırların karşılığında da Cehennemde merhamet göreceği hadislerden anlaşılmaktadır.

İnsan ahirette işlediği cinayetlerin büyüklüğünü ve sonuçlarının dehşetini gördüğü için vicdanı azap içinde kalır. Hem kendisinden haklarını isteyen mahlûkatın tazibinden kurtulmak için yüce Allah’a “Ne olur bizi bu azaptan kurtar da cehenneme at” diye yalvaracaklarını Peygamberimiz (asm) bazı hadislerinde haber vermiştir. Cinayetin lekesini izale etmek, utanılacak durumdan kurtulmak ve adaletin gereğini yerine getirmek için cezayı gönül rızası ile isteyerek kabul etmek ruhun fıtrî bir halidir.20 Dünyada bile namuslu insanlar cinayetin utancından kurtulmak için kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir.

Cehennemde ebediyet?

Bediüzzaman Hazretleri, kâfirlerin Cehennemde amelinin cezasını çektikten sonra yine merhamet-i İlâhiyeye mazhar olarak ateş ile bir nevî ülfet peyda ederek evvelki şiddetinden azâde olacaklarını belirtir. Ayrıca “Dünyada yaptıkları iyiliklere mükâfaten merhamet-i İlâhiyeye mazhar olacaklarına işaret-i hadisiye vardır” der.21 Mektubat’ta Ebû Talib’in imanı ve Cehennemdeki durumu anlatılırken, Allah’ın, ona, Peygamberimize (asm) yaptığı iyiliklerin mükâfatı olarak, Cehennemde bir nevî rahat bir hayatı vereceği ifade edilir. Kışta yaz havasını yaratan ve mevsimini yaşatan Allah, Cehennemde de ateşten uzak meşakkatli bir hayatı yaşatabilir.22

—Devam edecek—

Dipnotlar:

16- İşaratu’l-İ’caz, 80–81. 17- İşaratu’l-İ’câz, 81. 18- Mektubat, 46–50. 19- İşaratu’l-İ’caz, 81. 20- İşaratu’l-İ’câz, 82. 21- İşaratu’l-İ’câz, 81–82. 22- Mektubat, 376.

M. Ali KAYA

07.09.2006


ESMA-İ HÜSNA

Muîn

Allah (c.c.), Muîn’dir, Muavvin’dir. Yani Cenâb-ı Allah, her hal ve şartta kullarının yardımcısıdır, mahlûkatının kötü günlerinde en yakın dostudur. Bütün ümitlerin kesildiği, bütün ışıkların söndüğü, hiçbir kimsenin yardımda bulunmadığı zamanlarda Cenâb-ı Allah kullarının muâvenetindedir, yardımındadır. Masumlara ve günahsızlara yardım ve muâvenetini esirgemez. Rahmeti gazabını geçmiştir. Kendisine sığınan kullarını eli boş çevirmez. Kul Allah’ı terk etmezse, Allah kulunu aslâ terk etmez. Musîbet ve acı günlerde, Allah’ın inâyeti ve şefkati gönüllere huzur, sabır ve sükûnet lütfeder.

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebîr’de bildirdiği Muîn1 ve bu ismin tef’îl babından ism-i fâil şekli olan Muavvin2 isimleri Kur’ân’da mânâ itibariyle mevcuttur.

İlgili âyetleri inceleyelim:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin.” (Bakara Sûresi: 45)

“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardim isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Sûresi: 153)

“Musa kavmine dedi ki: ‘Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç (Allah’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.’ ” (Araf Sûresi: 128)

“(Rabbimiz!) Ancak Sana ibâdet ederiz, ancak Senden yardım bekleriz.” (Fatiha Sûresi: 5)

İnsanda bulunan inâyet nakışlarının görmezden gelinemeyeceğini vurgulayan Bedîüzzaman, kâinat sayfasında da tam bir inâyet tezyînâtı parladığının gözlerden kaçmadığını beyan eder.

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, velilerin himmetleri, yardımları ve manevî fiileriyle feyiz vermeleri, Cenâb-ı Hakkın Muîn isminin tecellisini talep için hâle yansımış fiili bir duadır. Varlıklar âleminde câmid, şuursuz ve şefkatsiz olan eşyanın, bir birlerine şefkatkârâne ve şuurdarâne vaziyet gösteren birer yardımcı gibi hareket ettiklerini görmekteyiz. Anlıyoruz ki, her şey bir birinin yardımına ve inâyetine, Rahîm, Hakîm ve Muin olan Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, emriyle ve inâyetiyle koşmaktadırlar.

Bedîüzzaman’a göre, kâinatta her şeyi eşsiz bir yardımlaşma düsturu kuşatmıştır. Yeryüzünde hayat sahiplerine lâzım olan hayatî maddeleri Allah’ın emriyle pişiren güneş, takvimcilik eden ay, ışık, hava, su ve gıdâ gece gündüz hayat sahiplerinin imdadına koşmaktadırlar. Bitkiler hayvanların imdadına koşmakta; hayvanlar, insanların imdadına koşmakta; bedenin azâları bir birinin yardımına koşmakta; gıdâ zerreleri bedendeki hücrelerin ellerinden tutmaktadırlar. Her tarafta ve her şeyde geçerli olan bu yardımlaşma düsturu ile, cansız ve şuursuz varlıkların bir kerem kânûnu, bir şefkat ilkesi ve bir rahmet düsturu altında gâyet bilinçli ve cömert biçimde bir birine yardım etmeleri, bir birinin ihtiyaç çağrılarına kulak vermeleri ve bir birine güç, kuvvet vermeleri elbette bütün mevcûdâtın Cenâb-ı Hakkın hizmetkârları, memurları ve yaratıkları olduklarını gösterir.

Bütün kâinatı insana yönlendiren, her tarafta ona baktıran ve yardımına koşturan hakîkatin Rahmet hakîkati olduğunu kaydeden Bediüzzaman Saîd Nursî, cirmi küçük bir yaratık olan insana koca kâinatı boyun eğdirmenin ve imdadına göndermenin elbette hikmet, inâyet, ilim ve kudret sahibi Cenâb-ı Haktan başkasının işi olamayacağını beyan eder.

Bedîüzzaman’a göre, kâinattaki bütün varlıklar, bütün çeşit ve cinsleri ile en muntazam fabrika çarkları gibi bir birine yardım etmekte ve bir birinin vazifesini tamamlamaya çalışmaktadırlar.

Her şey öyle bir dayanışma, öyle bir yardımlaşma, öyle bir kucaklaşma, öyle bir imdatlaşma, öyle bir birine sarılmak ve öyle bir biri içine girmek sûretiyle tek vücut olmuştur ki, bir bünyedeki etle kemik gibi, varlıkların bir birinden ayrılmaları kabil değildir.

İşte kâinat sîmâsındaki bu yardımlaşma, bu dayanışma, bu bir birinin ihtiyaçlarını karşılama, bu bir birinin boynuna sarılma pek parlak ve büyük bir birlik mührüdür. Cenâb-ı Hakkın bizzât kendi Zâtının ise, hiçbir şekilde yardıma ihtiyacı yoktur.

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)

07.09.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

YUNUS

1. Ey gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idâre ederek Arş üzerinde hükmünü icrâ eden; izni olmadan hiç bir kimse şefaatçı olamayan! (3)

2. Ey güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmemiz için aya bir takım menziller takdir eden! (5)

3. Ey bütün izzet ve üstünlük Kendisine âit olup, çok iyi işiten ve pek iyi bilen.(65)

4. Ey hâkimlerin en hayırlısı olarak hükmeden! (109)

07.09.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Bu can, bu kafesten çıkıncaya

kadar, Risâle-i Nur’u okuyacağız

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibâret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikati izhâr tarzıyla müdâfaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zâlimâne ve cebbârâne haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risâle-i Nur’un hakkàniyetini ilân ederek, o acîb yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki, Kur’ân ve imânın hunhar ve müstebid zâlim düşmanları, Kur’ân ve İslâmiyeti ve dini, Risâle-i Nur’la, küfr-ü mutlaka karşı müdâfaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemâdiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz, hak ve hakikati beyân ve ilân etmekte sükût edelim, susalım? Veya “Biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icrâ-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat’ a ve aslâ susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes bu bedenden gidinceye kadar, Risâle-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risâle-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberrâ olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhâr ve ilân edeceğiz.

07.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004