|
|
Davut ŞAHİN |
Televizyonsuz hayat |
|
Ilgaz’ın (Çankırı) bir köyündeyiz… Televizyonsuz bir hayatı yaşıyoruz burada.
Müthiş bir sessizlik.
Daha doğrusu, sessizliğin sesini dinliyoruz burada.
Dağ başı değil kaldığımız yer. Ama dağların arasına sıkışmış...
Radyo frekanslarının pas geçtiği, cep telefonları sinyallerinin es geçtiği, hatta; tek bir hanede televizyonun olduğu bir köy…
Dağlar gökyüzüne yükselen gökdelen gibi. Bu mağrur tepeleri çamların yeşilliği süslüyor. Dallarıyla gökyüzüne duâya açılan ceviz ağacları dört bir yanımızda.…
Yaradan, özenle yaratmış.
Burada ne televizyon, ne radyo, ne de internet var…
Dizüstü bilgisayarımı bu ortama yakışmayacağı için getirmedim.
İnsanlar bilgisayarsız da yaşıyordu önceleri.
Belki de teknolojinin gelmemesi bu güzelliğe güzellik katıyor.
Oyalanmak için internet yerine, burada kır, bağ ve bahçe var. Oraları geziyoruz. Buz gibi kaynak sularının şırıltıları arasında piknik yapıyoruz. Kuş sesleri kâinatı süslü-yor. Böcekler bu şenliğe ortak oluyor.
Dağlara çıkıyoruz. Nefis çam ağaçların kokusunu burnumuza çekiyoruz. Müthiş bir güzellik.. İnternetin mekanik ortamından öylesine çok uzağız ki.
***
Ancak;
Tüm ülkede yaşanan kuraklık burada da kendini gösterdi. Hele, baharda vuran “dolu” yüzünden, her yıl beklenen “hasat” bu sene yok… Kim bilir belki de, “şükürsüzlüğün” neticesi…
Sadece bağ ve bahçelerde fasulye ekilmiş. Kısıtlı imkânlar neticesi, bahçe sulamaları yüzünden kırgınlıklar yaşanmıyor değil. Dikkat çeken nokta, “eski toprak”lar toprağına sahip çıkarken, genç nüfus bir o kadar kayıtsız. Ne toprağını biliyor, ne atasını. Kazara gelen gençler ise, Alman-ya’dan gelmiş yerli turist gibi… Yabancı… Köyde bulunan ihtiyar heyetinin acilen gençlere yönelik bir proje geliştirmesi elzem… Onları bu beldelere teşvik etmek için cazip teklifler getirmeli. Ne bileyim, o bölgenin en çok sevilen sembolleri öne çıkarılarak “festival” adı altında (meşrû dairede) gençleri teşvik edilebilir.
Ve:
Bir ay sonra…
Şimdi bilgisayarın başındayım.
Klavyenin tuşlarında geziniyorum. Bir şeyler yazmak için oyalanıyorum…
Sahi;
Bu gün ne yazsam?
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Camideki cinayet |
|
Fatih’te İsmail Ağa Camiinde ikinci kez, hem de galiba yine bir Pazar günü cinayet işleniyor. Bu da çeşitli istifhamlara konu olmaya aday. İlk akla hücum eden suallerden birisi şuydu: Acaba bu saldırıların gerisinde Türkiye’yi karıştırmak ve yeni kampanya ve kamplaşmalara âlet etmek isteyen karanlık odaklar veya mihraklar mı var? Öyleyse, gerçekten de talihsiz bir durum.
Bu, İsmail Ağa’da işlenen ilk cinayet olmadığı gibi camide işlenen ilk cinayet de değil. Kafası bozuk bir takım Hariciler, ‘Hazreti Ali ile Muaviye Bin Ebi Süfyan’in sürtüşmesi ve cepheleşmesi bütün bir ümmeti meşgul ediyor ve enerjisini eritiyor ve tüketiyor, tek hamlede ikisinden de kurtulalım’ diye ikisine karşı da suikast tertibinde bulunmuşlardı. Hatta ‘Duhatu’l Araptandır’ denilen Amr İbni’l As da hedef alınanlardandı. Ama hasbe’l kader ikisi kefeni yırtmışlardı. Ödürücü kılıç darbesi Hazreti Ali’ye isabet etmişti. Sadece şehit ve mazlum halife İmam-ı Ali bu suikastlardan kurtulamadı. Daha sonra kan dâvâsı siyaset olup bugünlere kadar geldi. Önce birileri Hazreti Osman’ın kanlı gömleğinin dâvâsına düştüler. Bunlar arasında samimiler olduğu gibi bunu kanlı bir siyaset aracı haline getirenler de vardı. Özellikle de Mervaniler. Bu kan dâvâsının izleri silinmeden ikinci bir siyasi kan dâvâsı Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesiyle başlamıştı. Onun yansımaları günümüze kadar sürdü.
Bu faciayı an be an hatırlayarak samimiyetle şehitlerin arkasından ağlayanlar olduğu gibi, meseleyi siyasî bir kan dâvâsına dönüştürenler de oldu. Muhtar Sakafi belki de bunlardan birisidir. Ama Malik Eşter Nehai’nin oğlunu bile kendi saflarında korumayı başaramadı. İdealizm adına yola çıktı, ama realizm adına yolda onu kaybetti.
Samimi olabilmek kadar samimiyeti sürdürebilmek de zordur. Ondan dolayı Cenab-ı Hak ‘vetevasav bissabr’ buyuruyor. Hazreti Ali ne kadar mazlum ve mağdur ise onu şehid eden Hariciler de travmatik bir ortamın ürünüydüler. Ordugâhlarında ve Müslümanlar arasında büyük bir fitnenin devamı ve olağanüstü haller yaşanıyordu. Kıt akılları olayları muhakeme edemeyince baş kaldırdılar ve sağda-solda cinayet işlemeye başladılar. Onlar idealizm adına, realizm ekolünü de, idealizm ekolünü de reddettiler ve cephe aldılar. Bundan dolayı olsa gerek ‘En iyi, iyinin düşmanıdır’ derler. Sağlıklı ve aklı başında olan insanlar bu tür cinayetleri işleyemezler. Tevafuka bakın ki aynı camide sekiz yıl sonra öldürülen Bayram Ali Öztürk cemaata salihlere ve evliyalara yapılan saldırılardan bahsediyormuş. Böyle bir ortamda hayatına kastediliyor.
***
Danıştay cinayetindeki gibi karmaşık bir durum arzeden cami cinayetinin faili Mustafa Erdal’ın arkasında ister karanlık odaklar olsun, isterse olmasın böyle bir cinayeti sağlıklı bir adamın irtikap etmesi mümkün değil. Zaten iki aydır psikolojik tedavi görüyormuş. Ve bu tip adamlar daha rahat yönlendirilebilirler. Ama bu halihazırda sadece bir varsayım.
Olayın ardından en iyi analizi Ahmet Hakan Çoşkun yapmış. Kendisi gibiler hakkında ‘Bizim Janus’larımız’ makalemi yazmış olmama rağmen elbette bazen isabet ettirdiği ve tutturduğu oluyor. Onun da ifade ettiği gibi cemaat siyasî bir cemaat değil. İçtimaî yani sosyal bir cemaat. En önemli özellikleri de kıyafetleri üzerinden toplumla keskin bir zıtlaşma içinde olmaları. Bu kasıtlı bir tercih değil, ama dini böyle anlamalarının bir sonucudur. Bu yaşam tarzı sosyolojik olarak bir gettolaşma olarak yorumlansa da yaşanan hayat ile özlenen ve idealize edilen hayat boşluğu şizofrenik bir uçurum meydana getiriyor. Bundan dolayı cemaat kendi halinde olmasına rağmen bazen kutuplaşma kurgularının odağında olabiliyor. Veya âlet edilmek isteniyor. Kıyafet benzerliği dışında Aczmendilerle bir alakaları yok. Onlar İBDA-C’cilere değil İBDA-C’cilar onlara angaje olmaya çalışıyor.
Kıyafetleriyle istemeden de olsa sosyal ve siyasî mühendisliğin çekim alanına girebiliyorlar. Nasıl girmesinler ki Mustafa Erdal gibilerini üreten Türkiye’deki ortam hiç sağlıklı değil. Canlı başörtüsünün okullara girmesinin yasaklanmasından sonra Çin’in ürettiği başörtülü çıkarmalı Barbie çantalarının da okullara girişinin önü kesilmek isteniyor. Fotoğraf da olsa sembol. Dünyadaki bütün başörtülerini yok etseler daha iyi olmaz mı? Bu ülkede kimi kurumlarda cansız nesnelere bile ceza verilebiliyor. Son örneği Barbie çantaları olabilir. Aklın egemen olmadığı yerde şiddetin egemen olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla kendi halindeki bu tür cemaatlar bile gerginlik malzemesi yapılabilir. Burası Türkiye.
***
Maktul Bayram Ali Öztürk Hoca Fransızca bilen ve bu dilden çeviriler yapabilen entelektüel yönleri bulunan bir imammış. Elmalı Hamdi Yazır kuşağı gibi. Mahmut Efendi onun hakkında iftiharla ‘ayaklı kütüphanemdir’ dermiş. Mahmut Efendi’nin ve cemaatının amacı Sünnete göre hayatı yeniden ihya etmekti. Zamana göre hizmet metodu çerçevesinde doğruları veya yanlışları olabilir, ama kimseyi hedef almadıkları ve siyasî bir hedefleri olmadığı kesin. Maktule Allah’dan rahmet derken yakınlarına da sabrı cemil niyaz ediyoruz..
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Farkı yaşamak |
|
En çok kendimizi ihmal ediyoruz. Günlük telâşlarımızın arasında, aslî görevlerimizi yerine getirirken, yeterince fark edemiyoruz kendimizi. Özellikle sosyal hayatın içinde yoğun bir koşuşturma yaşarken, afakî dairenin büyüklüğü ile ters orantılı küçüklüğü bizi boğuyor.
Kalıcı ve manevî hayatımızı tanzim eden sorumluluklarımızın hakkını vermekte zorlanıyoruz. Farzları ifanın yanı sıra, dost sohbetleri ile nuranî iklimin dersleri dışında, gündemin çoğunu geçici ve “boşboğaz” kabilinden akıp giden konular dolduruyor.
Uyandırdığı ilgi kadar anlamlı olmayan mevzuların, kontrol kaynakları belli mihraklardan beslenen dünyevî hadiseleri ve uluslar arası “yorumcu”ların marifeti ile sunulan aldatmalarla birleşince tam bir müşevveşiyet halini kirli bilgi ile beraber yaşıyoruz.
***
Aldatma ile iş gören ve nifakla kuvvetini teşkil eden fesat ehli ve onların organizeli güçleri olan komiteleri iş başındayken, şuurlu bir nazarla hadiselere bakılmadığı zaman farkında olmadan zulme ve yanlışa taraftar olmamak elde değil.
İman nuru ile gören mü'min kalbi, yanılmaz ve yanıltmaz ölçüleri kadar bu dezenformasyondan korunabiliyor. Ölçülerin tutarlılığı ve isabet derecesi ile orantılı muhakeme ve idrakimizi koruyabiliyoruz.
Bilgi kirliliği ve genel kültür salgını kontrol edilemeyen propagandalar, saf düşüncelerin safiyetini zorlamaktadır. Amaca hizmet etmeyen bilgi taraması ve derlenmiş senaryolar, aklı ifsat eden siyasî nazarların ve pazarların cirit alanına dönmektedir.
Selim bir aklın muhakeme ve ispata dayalı objektif değerlendirmesi ile magazin niteliğinde iddiamıza delil olabilecek toplama görüşler, aynı tutarlılığı ifade etmez. Rasyonellik ve hakperestlik, prensipler ve ilkeler bazında tutum ameliyesidir.
Taraf olmak, haktan yana tavır belirlemektir. Tavrımıza hak aramak değildir. Tavrımızın amaca uygunluğu kadar tutarlılık göstermiş oluruz. Muvafık olmak muvaffakiyeti getirir. Beklenen ve istenen gerçekleşiyorsa, ilgililerde kabul görüyorsa muvaffakiyetin basamaklarında ilerliyoruz demektir.
***
Günlük sıkışmalar ve sitemler, plansız ve tanımsız bir faaliyetin tepkisinden başka bir şey değildir. Dengelenemeyen enerji, bünyede tepki vermeye başlar. Kalıcı sorumluluklar, davranış ritmi ister.
Sosyal sorumluluklarımız ile temel ihtiyaçlarımızın bir bütünlük içinde birbirlerini beslemeleri ve tamamlamaları gerekir. Duygu dengesi ve akıl sağlığı böyle bir iklimde ruhunu korur. Vicdanî testin ve aklî takibin aynı noktada buluşması ve ortak payda oluşturmaları, şuurlu bir taleple gerçekleşir.
***
Hayat ritmi; yaşayan her canlının, bahşedilmiş hayatın sahibine olan borcuna mukabil vazifesini yapması ve şükretmesidir.
Alınan nefesin “hu” diyen duâsı ile şükür secdesinde yere kapanır insan. Beyne sıçrayan yoğunlukta alnın hissettiği organizmanın etkisini yaşamak gerekir o anda. Dirilir gibi zorlanarak kalkmak o secdeden, bir teslimiyetin kabul gören halidir.
***
İrade; zihnî maksada mıhlamaktır. Maksadın ufkunda yeryüzüne bakıştır. Derinlikli kavrayışın “Ne?” ve “Neden?” sorusuna verdiği cevabın değişmeyen kararlılığıdır. Hayatın rotası, iradenin kalıcılığı ile duânın tesirine mazhar olur. İnandığını yaşama ve düşündüğünü gerçekleştirme arzusu, iradeye bağlı bir kabulle zihni işletir. Zihin, yeni sorularla iradeden kuvvet aldıkça, “Nasıl?” sorularına sürekli cevap arar:
Ben bundan sonra ne yapmalıyım? Nasıl yapmalıyım?
Cevap sizde, alışılmışın dışında bir iç muhakeme ile farkı yaşamak, iç sükûnet verir.
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Sessiz tehlike: Buzdağları |
|
Titanic Yolcu gemisi daha ilk seferinde bini aşkın yolcusu ile beraber batmıştı. Sömürülen Asya ve Afrikalı milyonların ahı mı tutmuştu, acaba. O batmaz dedikleri devasa kütle, birkaç saat içinde okyanusun derin sularında kayboluvermişti.
Avrupa’nın küçücük devletleri, inşa ettikleri dretnotlar yani büyük savaş gemileri sayesinde, dünya üzerinde dehşetli bir sömürü düzeni kurmuşlardı. Zavallı Afrika ve Asyalı insanları kendilerine yetecek gıda bile bırakmadan acımasızca ezmeye devam ediyorlardı.
Titanic’in başına gelen felâketten beş yıl sonra bu sefer küçük bir mayın gemisi Nusret, kendilerine çok fazla güvenen bu vahşi kapitalistlerin koca koca gemilerini bu sefer Çanakkale’nin serin sularına gömüyordu. Neye uğradıklarını anlayamayan Avrupalıların bu feci görüntüsü, Asya ve Afrikalı halkların özgürlük kıvılcımlarını ateşlemeye yetmişti. Zira her tarafı dehşete veren ve batmaz, yenilmez denilen zırhlılar bir anda denize gömülüyordu.
Çok geçmeden otuz-kırk yıl sonra İkinci Dünya Savaşının sona ermesi ile birlikte bütün ezilen halklar birer birer bağımsızlıklarına kavuştular.
Bu yazımızda Nusret’i değil, ama bu şımarık Batılıların çok övündükleri devasa gemilerini dize getiren Aysbergleri yani buzdağlarını anlatmaya çalışacağım.
Kuzey yarım kürede her yıl Mayıs ayı gelince Kanada’ya çalışan gemileri bir telâş alıverir. Zira bu aydan itibaren havanın ısınması ile birlikte kutup denizlerinden kopan buz kütleleri güneye doğru inmeye başlar. Titanic’in başına gelen felâket bütün gemilerin başına gelebilir.
Görünen yüzeyinden kat kat fazlası deniz içinde yer alan buzdağları hâlâ denizcilerin korkulu rüyası olmaya devam etmektedir.
Hemen akla şu soru gelebilir. Titanic battığı zaman radar yoktu, şimdi bu cihaz sayesinde tehlikeli buzdağları önceden görülerek tedbir alınabilir.
Evet radar, seyir emniyeti açısından önemli bir cihazdır. Fakat buzdağları üzerindeki kıvrımlar sebebi ile radar sinyallerini körleştirmekte, gemi ve kara parçaları gibi eko vermediğinden farkına varılamamaktadır.
Güvenlik için Atlantik’teki bütün buzdağlarına sahil güvenlik gemi ve uçakları demir tozu bırakırlar. Bu sayede buz dağları radarda kolayca tesbit edilirler. Ayrıca gemilerin emniyetle seyredebilmesi için açık denizde sürüklenen bütün buzdağları isim verilmek suretiyle belirlenir. Denizcilere ilânlar ile enlem ve boylamları verilerek bölgedeki bütün gemilere yayınlanır. Bu buzdağları eriyip yok oluncaya kadar bulan geminin ismi ile anılmaya devam ederler.
Usta gemiciler buzdağlarının kokusunu daha radarda görmeden alabilirler. Önce keskin bir soğuk gelir, sonra ekşi ve ıslak belli belirsiz bir koku havada uçmaya başlar. Bu koku birkaç defa yaşandı mı bir daha unutulmaz denir. Ayrıca deniz suyu sıcaklığı devamlı kontrol edilir. Zira buzdağından 5-6 mil yani 10 kilometre uzakta bile olunsa deniz suyu sıcaklığı düşebilmektedir. Bu sebeple tehlikeli bölgelerde her yarım saatte bir makine dairesi aranır ve su sıcaklığı düzenli aralıklarla takip edilir.
Yaklaşan buzdağları ve buzlar ilginç bir şekilde dalgaları da etkilemektedir. Belirli bir yönden gelen dalgalar buzdağı yaklaştıkça şiddetini azaltır. Buzdağı yaklaştıkça deniz değişmeye başlamıştır artık.
Aysbergler geceleyin karanlıkta bir ışıltı şeklinde kendisini gösteriverir. Hemen projektörler ile deniz taranmaya başlar. Projektör ışığı değer değmez uzakta da olsa buzdağı beyaz bir ışıkla karşılık verir. Kendisini göstermeye başlar.
Buzdağları bazı hayvanlar için sonu ölümle bitecek bir tuzak ta olabilmektedir. Yüzlerce mil kuzeyden kopan devasa aysbergler, güney enlemlere indikçe erir ve üzerinde kalan kutup ayıları ve diğer canlılara adeta birer mezar olurlar. Güney yarım kürede de penguenler için benzer tehlike mevcuttur. Hatırlatmakta yarar vardır, penguenler sadece güney yarımkürede yaşarlar.
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Taakkul/akıl mertebesinde iman |
|
Dimağımızın üçüncü basamağı taakkuldür. Yâni, akıl ederek muhakeme etme, ölçme, biçme, değerlendirme merkezi. Bunun dışında, akıl basamağında herhangi bir işlem yapılmaz. Akıl bir uzuvdur. Tıpkı insanın bacağının yürümeye yaraması gibi, akıl da, beyin de biyolojik bilgisayar gibi hesap etmeye yarar.1 Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ölçer, biçer, ayırır. Bunu da bir takım mantıkî delil ve tekliflerle (önermelerle) yapar.
İslâm dairesine ve sorumluluğa akıl-baliğ olduktan sonra girdiğimize göre ve Kur’ân’ın mütemadiyen, “Akıl edemiyor musunuz, düşünün, aklınızı kullanın, araştırın, inceleyin” diye vurguladığına göre iman hakikati de mutlaka akıl süzgecinden geçmelidir. Ancak, taakkul merhâlesinde zihin yalnızca akıl yürütür. Hammaddeler, hayal ve tasavvur basamaklarından geçtikten sonra bir ölçme, değerlendirme âleti, bir terazi olan akıl kazanına girer. Burada, düşünme, muhakeme ve öğrenme stratejilerine tabi olur.
Zihinde çok taakkul işleminde kullanılan onlarca düşünme ve mantık yürütme tarzı bulunur. Bunlardan bazıları Aristo mantığı, ikili mantık, çok değerlikli mantık, sert kaya mantığı, esnek mantık, açık uçlu mantık, sistem mantığı gibi tanımlayıcı; analitik, sentezci, yargılayıcı, tasarımcı, sıra dışı, senaryo tabanlı düşünme şeklinde sıralanabilir.
Taakkul işlemi sırasında zihin; bilgi, deney ve gözleme ait verileri, maddî olguları veya zanlarını, kanaatlerini, özlemlerini, beklentilerini girdi olarak kullandığından, çıkan sonuçlar kritiğe tâbi tutulmalıdır. Akıl yürütme, yâni taakkul, bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenlere ulaşma çabasıdır aynı zamanda. Dimağımız bunu, tümden gelim veya tüme varım metodlarıyla uygular:
-Tüme varım/istikra-ı tam: Aklın, tek tek olaylardan hareketle genel sonuçlara varma metodudur.
-Tümdengelim (istidlâl/delillendirme): Aklın genel prensiplerinden hareketle özel/husûsî durumları açıklama yoluna dayanan metodla gözlem, tecrübe ve deneyler neticesinde elde edilmiş genel prensiplerin ayrı ayrı olaylara uygulanmasıdır. Taakkulde, yâni, akılda insan tarafsızdır. Bilgi veya fikir; ‘akıl’; terazisine düşerse; kendi çapına göre “doğru veya yanlış” diye değerlendirir. Dolayısıyla bu mertebede bulunan bir bilgi, kesin kanaat veya imân olmaz. Çünkü, akıl ona yalnızca tarafsız yaklaşmaya, ölçmeye, biçmeye, değerlendirmeye çalışır. Veya zararlı mı, faydalı mı olduğunu belirler. Buradan da işlemi tasdikin kapısına götürür; bırakır; ötesine karışmaz.
Akıl terazisinde de imân, itikat oluşmaz. Çünkü burası ölçme değerlendirme bölümüdür. Kimi zaman inanç konularında şüphe suretinde gelen vesveseler, aklı taciz eder. Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile karıştırılır. Yani, hayale gelen bir şüphe, akla girmiş şüphe şeklinde tevehhüm edip, itikada/imana zarar gelmiş zannedilir. Hem bazen tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imana zarar veren bir şek/şüphe zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem bazen bir küfri bir işte tefekkürü, küfür zanneder. Yani, dalâletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i mütefekkire denen düşünme gücünün cevelânını ve incelemesini ve tarafsız muhakemesini, imanına aykırı zanneder. Böylece, şeytanın telkininin eseri olan şu zanlardan ürkerek, “Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma zarar gelmiş” der.
Oysa o haller çoğunlukla iradedışı meydana gelirler. Ayrıca, akıl takdir merciidir, tasdik değil. Tasdik, kalbin işidir. Henüz kalbe gelmeyen ve akıl kazanında bulunan küfri düşünceler zarar vermez.
“Taakkul” de durum: Tarafsızlıktır. Dolayısıyla hayal, tasavvur, aklın fonksiyonu ile kalbin fonksiyonunu karıştırmamak gerekir.
Dipnot:
1- Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu,
Yeni Asya/15.12.2001.
05.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cennetler ve cennet kapıları |
|
İzmir/Bornova’dan Salih SÜTÇÜOĞLU: “Cennetler ve Cennetin sekiz kapısı ve bunların özellikleri hakkında bilgi verir misiniz? Kimler hangi kapıdan girecekler? Bir insan birden fazla kapıdan girebilir mi?”
Cennetler, Kur’ân’ın, Allah’a inanan ve kötülük yapmaktan sakınanlara vaad ettiği ebedî mülkler, memleketler ve yurtlardır. Bu konuda söz Kur’ân’ın ve Kur’ân Peygamberinindir (asm). “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaad edilen Cennetin altlarından ırmaklar akar, yiyecekleri ve gölgelikleri daimîdir”1 buyuran Kur’ân bize Adn, Firdevs, Me’vâ ve Naim Cennetlerinden haber verir.
Adn Cenneti, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için hazırlanmış, ebedî, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde muhteşem köşkler bulunan, Allah’ın rızasının her an beraber bulunduğu2; Rablerinin rızasını dileyerek sabredenlerin, namaz kılanların, zekât ve sadaka verenlerin, iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldıranların babalarıyla, eşleriyle ve çocuklarıyla girecekleri, meleklerin her kapıdan girerek selâm verecekleri3; diledikleri her şeyin içinde bulunduğu4; altın bilezikler takınacakları, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerinde oturacakları5; yanlarında gözlerini eşlerine dikmiş yaşıt güzellerin bulunduğu6 ebedî mekânlardır.
Firdevs Cenneti, iman edip sâlih amel işleyenlerin içlerinde konaklarıyla birlikte ebedî kalacakları7; huşu içinde namaz kılanların, boş şeylerden yüz çevirenlerin, zekâtlarını verenlerin, iffetlerini koruyanların, emanetlere riayet edenlerin, sözlerini yerine getirenlerin içlerinde temelli kalacakları ve vâris olacakları8 ebedî mülklerdir.
Me’vâ Cenneti, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin varacakları, Allah’tan korkanların, Allah’ın verdiği rızklardan sarf edenlerin9 girecekleri; Hazret-i Muhammed’in (asm) gözünün gördüğünü gönlünün yalanlamadığı, Cebrail (as) ile birlikte Sidre-i Münteha’da Allah’ın varlığının büyük delilleriyle (Âyetü’l-Kübra) beraber gördüğü10 baki memlekettir.
Naim Cenneti, Allah’a içten bağlı olan kulların girecekleri ve karşılıklı tahtlar üzerinde kurulacakları, kendilerine sayısız rızk ve meyvelerin ikram edileceği, baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk veren bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehlerin sunulacağı, yanlarında iri gözlü, bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş zevcelerinin bulunacağı11; hayırda ve iyilikte önde olanların12; ve Allah’a en çok yakın olanların girecekleri ve süslenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanacakları, ölümsüz gençlerin yanlarında baş ağrısı ve baş dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler, kadehler, seçecekleri meyveler ve arzu duyacakları kuş etleriyle dolaşacakları, yanlarında inciler gibi ceylan gözlülerin bulunduğu, boş ve günaha götüren bir söz duymayacakları, sadece selâma karşılık “selâm” sözü duyacakları, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölgeler altında, çağlayarak akan sular kenarlarında, bitip tükenmek bilmeyen ve yasak da edilmeyen meyveler arasında, yüksek döşekler üzerinde ebedî ziyafetlere konacakları13 baki diyarlardır.
Bunlar, Kur’ân’ın Cennet ayetlerinden sadece bir kaçı. Peygamber Efendimiz (asm) sekiz cennetten haber veriyor ve meselâ abdesti tam ve kâmil alarak, abdestin sonunda “Şehâdet Kelimesi” getirenlerin sekiz Cennetin kapısından dilediklerinden girebileceklerini müjdeliyor.14 Bir diğer hadislerinde Allah Resulü (asm) cennetin kapılarını şöyle adlandırıyor: Namaz Kapısı: Namaza bağlı olanların girecekleri kapı. Cihat Kapısı: Mücahitlerin girecekleri kapı. Zekât Kapısı: Zekât ve sadaka verenlerin girecekleri kapı. Reyyan Kapısı: Oruç tutanların girecekleri kapı.
Hazret-i Ebû Bekir (ra), “Ya Resulallah! Bir mü’min bu kapıların sadece birinden mi girmek zorundadır? Her kapıdan çağırılması mümkün müdür?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm): “Evet, hepsinden davet olunabilir. Senin, bunlardan olmanı dilerim.” Buyurdu.15
Cennetin sekiz tabakasının sekizinin de damının Arş-ı Azam olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i Cennetin, bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmadığını, çünkü Cennetin sekiz tabakasının da derece bakımından birbirinden yüksek bulunduğunu kaydediyor.16
Dip notlar:
1. Ra’d Sûresi, 13/35 - 2. Tevbe Sûresi, 9/72; Tâ-Hâ Sûresi, 20/76; Saff Sûresi, 61/12; Beyyine Sûresi, 98/8 - 3. Ra’d Sûresi, 13/22,23,24; Mü’min Sûresi, 40/8 - 4. Nahl Sûresi, 14/31 - 5. Kehf Sûresi, 18/31; Fâtır Sûresi, 22/33 - 6. Sâd Sûresi, 23/52 - 7. Kehf Sûresi, 18/107 - 8. Mü’minûn Sûresi, 23/1-11 - 9. Secde Sûresi, 32/16, 17, 18 - 10. Necm Sûresi, 3/11,12,13,14, 15,16,17,18 - 11. Sâffât Sûresi, 37/40-49 - 12. İnfitâr Sûresi, 82/13 - 13. Vâkıa Sûresi, 56/10-38 - 14. Müslim, Tahâret, 6 - 15. Nesâî, Oruç, 43 - 16. Sözler, s. 461
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Kurtarıcı mekânlar ve sohbetler |
|
Dünyanın hem maddeten hem de manen bizleri sıkıntılara sokan haletleri adeta günlük yaşantımızı istilâ etmiş durumdadır. Biz biliyoruz ki yaşadığımız çok anların, hem dünya hem de ahiret hayatımıza kayda değer bir faydası bulunmamaktadır. Buna rağmen içimizdeki şeytanî dürtülerin tesiriyle asıl uğraşmamız gereken faaliyetlerimize yeterince zaman ayıramıyor, daha çok dünyanın bir kıymet-i harbiyesi olmayan meşguliyetleriyle zamanımızı geçirmekten kendimizi alamıyoruz.
Dünyaya yönelik hayat tarzımızla sadece kendimizi dünyaya mahkûm etmiyor, reisi olduğumuz aile fertlerine de kötü örnek olma durumuna düşüyoruz. Zira ailemiz içindeki küçüklerin ilk muallimleri biz ebeveynleriz. Onlar bize bakarak dünya hayatına hazırlanmaktadırlar. Samimiyetimiz ve doğruluğumuz nisbetinde çocuklarımıza örnek olabiliyor, onların gelecekleri üzerinde olumlu etkilerde bulunabiliyoruz. Aksi takdirde çocuklarımız hep bizden olumsuz etkilenecek ve bizlerin de yarın çok müşteki olacağımız bir yaşantı tarzını kendilerine seçeceklerdir.
Bizler geçireceğimiz zamanlarımızla, bulunduğumuz mekânlarımızla hem kendimizin dünya hayatını bir mecraya sokuyor, hem de bir çok kişinin olumlu veya olumsuz bir şekilde bizlerden etkilenmesine sebep oluyoruz. Bütün bu gerçeklerin farkında olmamıza rağmen bizleri bekleyen verimli sohbet ortamlarından yeterince istifade ettiğimizi sanırım ifade etmekte zorluk çekeriz.
Bizler farkında olmadan ehl-i dünyanın bir çok başlıca meşguliyetleri içinde kendimizi bulabiliyoruz. Belki büyük günahların girdabından Rabbimizin inayetiyle kendimizi kurtarmış durumdayız. Ama sair günahların sel gibi üzerimize aktığı bu zamanda, hayatımızın seyri konusunda vurdumduymaz bir şekilde hareket ettiğimizin de bir vakıa olduğunu inkâr edemeyiz. Bizleri manen dinlendirecek ve maddî hayatımızı da doğru bir istikamete yönlendirecek ibadet mahallerimize ve sohbet mekanlarımıza, dünyevî meşguliyetlerin tuzağına düşerek bigane kalmamız bizler için büyük bir kayıp olacaktır.
Belki kendimizi kurtaramadığımız birçok günahlardan, ancak imanî sohbetlerin yapıldığı mekanlara gitmekle ve Allah için din kardeşlerimizle görüşmekle kurtulabiliriz. Bu zamanda biz inanmış insanlar için hayatî bir öneme sahip olan sohbetlere katılmaktan bizi men etmeye çalışan oldukça fazla maniler bulunmaktadır. Burada bizlere azim ve sebatla hareket etmek düşmektedir.
Hem dünya hayatını hem de ahiret hayatını mahv eden ve insanları ebedî zorluklara ve sıkıntılara sokacak hayat tarzlarına bakarsak ve gayr-i meşru yerlere takılıp toplum hayatı için zararlı birer mahluk durumuna gelen gençliği düşünürsek, bu meselenin bizler için ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlayabiliriz.
Şimdilik bizler için henüz problem haline gelmeyen yavrularımızın, iman ve ahlak eğitiminin yetersizliğinden dolayı ilerde bataklıklara düşmelerinin, bizleri ne kadar derinden yaralayacağını bir düşünelim. Şüphesiz evlatlarımızın sefahet bataklıklarında kıvranan gençlerden olmasını istemeyiz. Ancak bu istememe duygusu yeterli değildir. Yapmamız gereken bazı şeyler vardır.
Öncelikle kendimiz samimi bir şekilde, imanî sohbetlerin yapıldığı, Allah’ın adının anıldığı yerlerin tavizsiz müdavimi olacağız. Ondan sonra da evlatlarımıza şefkatle yaklaşacak ve sevgiyle ellerinden tutarak, onların da bu yerlere devam etmesi için elimizden gelen teşviki yapacağız.
Maksadımıza vasıl olabilmemiz için ihmal etmememiz gereken bir durum da, devam ettiğimiz o sohbet havasının evlerimize de hakim olması için elimizden geleni yapmamızdır. Bununla da yetinmeyecek, iman ve İslam muhtevalı kitap, dergi ve gazetelerin abonesi durumuna geleceğiz. Bütün bunları yaptıktan sonra bizler fiili duamızda bulunmuş olacak, artık Kudreti nihayetsiz Rabbimizden yavrularımızın kurtulması için niyazda bulunacağız. Artık bundan sonraki iş hidayet verici olan Allah’a kalmaktadır.
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Topal Osman ve Lâtife Hanım |
|
Bir şanssızlık mı yoksa kitabın daha çok ilgi görmesine bir vesile mi oldu bilmem, ama İpek Çalışlar’ın, “Lâtife Hanım” kitabı sadece Topal Osman’la ilgili bölümü nedeniyle tartışıldı.
Tartışılan bölüm, Atatürk’le ilgi olanıydı.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bile, “Koskoca Mustafa Kemal çarşafa saklanıp mı kaçmış?” diye tepki göstermişti. Atatürk kadın kılığına girip kaçacak insan değildi. Hele hele o kaçarken, Latife başına Atatürk’ün kalpağını geçirmiş, portakal sandıklarının üzerine çıkıp, pencerenin önünde bir o yana bir bu yana yürüyerek, Atatürk’ün içeride olduğu intibaını uyandırarak, köşkü basan Topal Osman ve hempalarından Atatürk’ü korumuştu.
520 sayfalık kitabın titiz bir çalışmanın ürünü olduğu belli. Ancak Atatürk’le ilgili her olayın sorgulanmadan, yüceliği konusundaki ön kabuller, Lâtife Hanımla ilgili kitabın da inandırıcılığını zedelemiş. Bir parçada, boşanırken ve boşandıktan sonra dahi yüceltilen tavırlar, böylesine çileli bir işin içindeki acıyı alıp, olayı bir ölçüde ruhsuzlaştırmış.
Ben kendi payıma birçok yeni bilgiye ulaştım kitap sayesinde. Örneğin Latife Hanımın babası Uşakizâde Muammer Beyin New York’taki Tütün ve Pamuk borsasında sandalye sahibi tek Türk olması, masonluğu ve dönemin en büyük zengini olması Atatürk’ün Lâtife Hanımla evlenmeyi istemesinde etkin olmuş mu? Bir strateji ustası olan Mustafa Kemal böyle bir “izdivaç”ın siyasî sonuçlarından yararlanmak istemiş mi acaba?
Evlilikleri konusunda da resmî tarihle örtüşmeyen hatta taban tabana zıt noktalar var kitapta. Salih Bozok’un anılarına yakın bir iz takibi yapılmış.
Tarihçileri bölen Topal Osman konusu ise, yanlış yerinden tutulmuş. Topal Osman’ın köşkü basması üzerine Latife Hanımın gösterdiği kahramanlık ön plana çıkarılmış. Kitap Latife Hanımla ilgili olduğu için, Ali Şükrü Bey cinayetinin aydınlatılmasını kimse İpek Çalışlar’dan beklemez. Yanlış yerden tutulan tartışmanın bizzat kendisi.
Türkiye tarihinin en demokrat meclisiydi, Birinci Meclis. Kurtuluş savaşı oradan yönetilmiş, hükümet bizzat Meclis tarafından atanmıştı. Ali Şükrü Bey, 2. Grupta yer alan muhaliflerin sözcüsü ve etkili bir hatipti. Bahriye mezunu bir subay, ABD’de ihtisas yapmış, mükemmel İngilizcesi olan bir entelektüel, yürekli bir muhalif Tan gazetesini çıkararak düşüncelerini sadece Meclis kürsüsüne hasretmeyen bir mücadele adamıydı.
Ali Şükrü’nün öldürülmesi olayı ile Topal Osman’ın ortadan kaldırılması, bu cinayetin üzerine giden Ziya Hurşit’in İzmir suikastı tertibi ile idam edilmesi, Birinci Meclisin lağvedilerek, ondan sonraki Meclislerin atamayla oluşturulması, Meclisin ortasındaki Halit Paşa cinayeti, Halit Paşanın 8-9 saat bir masanın üzerinde duran yaralı bedeninin kan kaybından dolayı hayata veda etmesi gibi olaylar, bir zincirin halkaları gibi, Türkiye’nin çok seslilikten tek parti diktatörlüğüne götürülmesinin yön levhaları aslında.
Ünlülere yönelik suikastlerde en büyük başarı, tetiği çekenin canlı olarak ele geçirilmesi olduğu kadar, en çok korkulan şey de suikastçinin ortadan kaldırılmasıdır.
“Meclisin polisi, komiseri tabancasını kapıda bırakıp içeri girerken, bu çete meclise yanlarında bombaları, tepeden tırnağa silahlarını kuşanarak gelebiliyorlardı. Hiç kimseden izin almadan toplantı salonuna bakabiliyorlardı.” Topal Osman bu silahlı çetenin başı, o ekipten Mustafa Kaptan da Meclis Koruma Taburunun komutanıydı. Harbiye’den mezun olmamasına karşın subaylık unvanı almış bir şahıstı.Ve Kaptan’ın ifadeleri devletin kayıtlarında hâlâ mevcut. Neden açıklanmaz ki acaba? Çatışmada yoktu, ilk başlarda şüphelenilip gözaltına alınmış, Topal Osman bunun üzerine köşkü basmayı kafasına koymuştu. Hemşehrisi ve dostu olması kadar 28 Mart günü ortadan kaybolmadan önce son kez Kaptan’la kol kola görünmüştü Ali Şükrü Bey.
Şimdi Ulus’taki Birinci Meclis’in hemen karşısında kahvehaneler, oteller ve hanlar varmış. Ali Şükrü Bey de Karaoğlan Çarşısındaki Kuyulu Kahveden kalkıp gitmiş. Her ne hikmetse, Atatürk’ün yaveri olan Topal Osman dışında kimseden şüphelenmemişler. “Erzurum mebusu Hüseyin Avni Ulaş, “O mebusun ağzı, kalemi milletin namusudur. Bu namusa tecavüz eden eller kırılsın” diye kükrüyordu.
Topal Osman öldürüldükten sonra ibret-i âlem için bacağından Meclisin kapısına asılmış, günlerce öyle durmuştu.
Peki Lâtife Hanımın Atatürk’ün kalpağını giyerek portakal kasalarının üzerinde durup, Topal Osman’ı oyaladığı, Atatürk’ün kadın çarşafı giyip baldızı Vecih ve kadın hizmetkârlarla birlikte kaçtığı konu ne? 1950’de Tarih Yayınlarının çıkardığı “Siyasi Cinayetler” kitabında ise şöyle anlatılıyor olay: “Rauf Bey,Topal Osman’ın kıpırdaması şöyle dursun, sezmesine bile vakit bırakmadan Mustafa Kemal Paşayı ve Lâtife Hanımı Çankaya Köşkünün arka tarafından aldırıp, istasyona getirebildiği anda,sevinçten gözyaşlarını zapt edememişti.”
05.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|