Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

"O Rabbimiz ki, ebedî olarak kalınacak bu yurda bizi lûtfuyla yerleştirdi. Burada bize ne bir yorgunluk dokunur, ne de bir usanç gelir."

Fâtır Sûresi: 34

05.09.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bizi aldatan bizden değildir. Hile yapıp tuzak kuranlar Cehennemdedir.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3705

05.09.2006


‘Kadınlar şefkat kahramanıdır’

Risâle-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risâle-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u cânıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.

Lem’alar, 24. Lem’a, 1. Nükte, s. 259

Lügatçe:

nisâ: Kadın, hanım.

fıtraten: Yaratılış itibariyle.

lillâhilhamd: Allah’a hamd olsun ki.

fıtrî: Yaratılışla ilgili, yaratılıştan.

vazife-i fıtriye: Yaratılıştan gelen vazife.

inkişaf: Gelişme, açılma, keşfetme.

hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat.

şekvâ: Şikâyet.

haps-i ebedî: Sonsuza dek hapis.

dalâlet: Sapma, hak yoldan ayrılma.

hasenât: İyilikler, güzellikler.

defter-i amâl: Amel defteri.

05.09.2006


Allah'ın rahmeti ve ilmi

Allah, rahmetini esirgemediği, hatta rahmetinden kulu yaptığı yarattıklarının bir kısmını Cehenneme ebediyen koyacağını bildiriyor. Bu Allah’ın “Gaffar” sıfatıyla ve “Rahman” ismiyle nasıl olup da çelişmiyor?

Meseleye Üstad Bediüzzaman’ın keşfettiği “Kur’ân Metodu ve Hakikat” noktasından yaklaşırsak çözüme ulaşabiliriz. Aksi takdirde kısır bir döngü içinde kalırız. Tavuk mu, yumurta mı diye döner dururuz.

Bediüzzaman’ın bu hususta yaklaşımı ise her şeyden önce Allah’ı sıfatları, esmâsı ve şuunatı ile tanımak ve bilmektir. Yüce Allah’ı tanımayan, rahmetini, kudretini, ilmini, iradesini bilmeyen tabiat ve nefis bataklığında boğulmaktan kurtulamaz. Kur’ân-ı Kerim’in birinci amacı Yüce Allah’ı tanıtmaktır. Bunun için Kur’ân-ı Kerim’de üç binden ziyade âyet Allah’ın isim ve sıfatlarından bahseder. Yüce Allah zatını gizlemiş, icraatını ortaya koymuştur ki mahlûkat kendisini hakiki olarak tanıyabilsin. Çünkü bir varlığın doğru olarak tanınması ancak yaptığı işleri ve icraatı iledir. Zatını görmekle onu gerçekte tanımak mümkün olmaz. Allah’ı doğru ve gerçek olarak tanımak için her şeyden önce 12 sıfatını ve en az 99 ismini bilmek gerekir.

“Allah” lâfza-i celâli, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü lâfza-i celâl, Zât-ı Akdese delâlet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfat-ı kemâliyeyi istilzam eder. Öyle ise, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfat-i kemâliyeye delâlet eder.1 Biz Allah dediğimiz zaman bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden “Zat-ı Akdes”i kast ediyoruz. Bu sıfatlardan birini bilmemek veya yanlış bilmek Allah’ı eksik tanımayı, bu da sonuçta dalâleti netice verir, inkâr ise küfrü gerektirir.

Yüce Allah’ın Celâlî ve Cemâlî olmak üzere iki nevî esması vardır. Zat-ı Şerifine alem olan “Allah” Lâfza-i Celâlinden “Celâl Silsilesi” tecellî ettiği gibi, “Rahman ve Rahim” isimlerinden “Cemal Silsilesi” tecellî eder. Bunun için yüce Allah “Bismillahirrahmanirrahîm” âyetinde kendisini bu üç isim ile tanıtır. Bu kelime ile hareket eden kimseye de rahmeti ve yardımı ile mukabele eder. Her işinde Besmele ile hareket edene de Cehennemi haram ve Cenneti vacip kılar.

Celâlî sıfatlar, Allah’ın zatına has olan sıfatlar olup Allah’ın tevhid ve vahdaniyetini ispat eden ve “Sıfat-ı Selbiye” denilen “Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi-nefsihî ve Muhalefetun-lil havâdis” sıfatlarıdır ki Tevhidi ispat eden, imanda ihlâsı gösteren İhlâs Sûresinin her bir kelimesi bu sıfatları ifade eder.2 Bundan dolayı “İhlâs Sûresi” Kur’ân’ın “Tevhid, Haşir ve Nübüvvet” hakikatlerinden biri olan “Tevhidi” tam ifade ettiği için hadis-i şerifin nassı ile Kur’ân’ın üçte birine denktir.3

Bizler güneşin ışığı ile güneşi görmek ve tanımak gibi Hâlıkımızın Esmâ-i Hüsnasıyla ve sıfâtı-ı kudsiyesi ile Onu kabiliyetimiz nispetinde tanımaya çalışabiliriz.4 İhlâs Sûresinde ifadesini bulan zatî sıfatlar yanında, bir de yedi sıfat-ı subutiyesi vardır ki bunlar: “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Sem, Basar ve Kelâm” sıfatlarıdır.5

Sıfatlarda hata ve noksan insanı dalâlete atar, isimlerde noksanlık ise kişiyi kurbiyet-i İlâhîyeden, Allah’a yakınlıktan mahrum bırakır. Bir Müslüman yüce Allah’ı 99 ismi ile 99 mertebede tanımalıdır. Bu şekilde Allah’ı tanıyanın Cennete gireceğini Peygamberimiz (asm) haber vermişlerdir.6 İsimleri tanıdıkça iman artar ve kemale erer. Tâ 1001 mertebede yüce Allah’ı tanımaya başlar. Tanıdıkça da mânen terakkî ve tekâmül ile Allah’a yakınlığı artmış olur. Yüce Allah’ın isimleri, eşyanın ve ef’âl-i Rabbaniyenin isimleri olduğu, her fiil ve iş bir isimle ifadesini bulduğu için Allah’ın isimleri sonsuzdur. Bunun için “Bütün güzel isimler Allah’ındır.”7 İmanın kemali ise Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma ile olur. İmanın kemali amel etmektir.

Yüce Allah’ın isimlerinin hepsi güzeldir. Celâlî isimleri de Cemâlî isimleri de güzeldir. “Esmâ-i Hüsnâ”ya dâhildir. Zalimleri cezalandırmak, mazlumları korumak ve hakkını almak güzeldir. Allah’ın bir kısım esması kahr ve azabı ifade eder. Bu isimler; “Azîz, Cebbâr, Dârr, Hâfıd, Hasîb, Kâbıd, Kahhâr, Muhît, Mümît, Müntakım, Mütekebbir, Münzir, Müzill, Mudıll, Nâhî, Seriu’l-Hisab, Şedîd, Şedîdu’l-İkâb, Zû-İkâbin Elîm” gibi fiillerini ifade eden isimleridir. Yüce Allah’ın cemalî isimleri daha çok olduğu ve bunlar rahmeti ifade ettiği için “Rahmeti gadabını geçmiştir.”

—Devam edecek—

Dipnotlar:

1- İşaratu’l- İ’câz, (2001-İstanbul) s.21

2- Sözler, Lemaat, 637–638

3- Buhari, Fezaili’l-Kur’an, 13; Müslim, Müsafirîn, 259; Tirmizi, Fezâil-i Kur’an, 11

4- Şualar, 7 Şua, Âyetu’l-Kübra, 133; Bediüzzaman Hazretleri Sözlerin hemen tamamında ve bilhassa 30, 31, 32, 33 Sözlerde Âyetü’l-Kübra, Haşir Risâlesinde ve Lem’aların 30. Lem’asında ve 2. 7. 14. Şuâlarda hep “Esma-i Hüsnâ”yı şerh ederek ve kâinattaki tecelliyatını nazara vererek yüce Allah’ı bize tanıtır.

5- Şuâlar, 134; İşaratü’l-İ’caz, 21 (Akaid kitaplarında Maturidî’ye göre 14 sıfat sayılmaktadır. Bu hususta çeşitli görüşler vardır. Sıfat-ı Zatiye ve Selbiye “Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetun lil-havadis, Kıyam bi-nefsihi” olup “Vücut” ayrı bir sıfat değildir; bütün bunları kapsayan “Zat-ı Zülcelali” ifade eder. Sıfat-ı Subutiye’den “Tekvin” sıfatı ise “İlim-İrade ve Kudretin” tecellîsi olup ayrı bir sıfat değildir. Bunun için Bediüzzaman ve Eş’arî “Vücut” ve “Tekvini” ayrı sıfat olarak ele almazlar. Aslında sıfatlar Zat-ı Zülcelâlin ne ayrıdır, ne de gayrıdır. Zatı ile kâim ezelî sıfatlardır. Ayrı olsa o zaman “Taaddüd-ü Kudemâ” yani Ezeli ve Kadim olanların çokluğu ortaya çıkar ki, bu Vahdaniyete aykırı olur. Sıfatlar kesret içinde tecelli-i vahdettir. Bunun için “Vahdaniyet” ve “Ferdaniyet” İsm-i Azam sayılmıştır. “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs ve Allah-ü Ahad” yedi adet İsm-i Azamdırlar. Bediüzzaman 30. Lem’a ile 2. Şuâ’da bunları genişçe izah ve şerh eder.

6- Buhari, Daavat, 68;Müslim, Zikir, 5; İbn-i Mace, Dua, 10; Tirmizi, Daavat, 86

7- İsra, 17:110; Tâhâ, 20:8; Haşir, 59:24

M. Ali KAYA

05.09.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

A’RAF

1. Ey açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere zulmetmeyi haram kılan! (33)

2. Ey gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde hükmünü icrâ eden! Ey yaratmak da, yarattıklarının idâresi de Kendisine mahsus, şânı yüce Allah ve âlemlerin Rabbi! (54)

3. Ey dağa tecelli edince onu parça parça eden! (143)

05.09.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Sadakat ve fedakârlığın böylesi...

Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur Talebesi, savcılıkta Risâle-i Nur ve Üstâdı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için, savcı kızmış, “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdit etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben, “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir. Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur Talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, “Üstâdım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?” diyerek, savcılığa teslim olup, hapse girer. Aynı bu hapishânede, bir Nur Talebesini sehven tahliye ederler. O da, “Üstâdım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsâhını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risâleleri var” diye düşünerek, hapishâne müdürüne, “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi” der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

05.09.2006


Mu'cizât-ı Ahmediye'den (asm.)

Ordunun ihtiyacı kadar yağmur

Başta İmam-ı Beyhakî ve Hâkim olarak, kütüb-ü sahiha, Hazret-i Ömer’den haber veriyorlar ki:

Hazret-i Ömer, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan yağmur duâsını niyaz etti. Çünkü ordu suya muhtaçtı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı. Birden bulut toplandı, yağmur geldi, ordunun ihtiyacı kadar su verdi, gitti. Âdetâ, yalnız orduya su vermek için memurdu; geldi, ihtiyaca göre verdi, gitti.

Mektubat, s. 125

05.09.2006


Mevcûd

Allah (c.c.), Mevcûd’dur. Yani var olan, varlığı zarûrî olan, varlığında şüphe olmayan, varlığı kendisinden olan ve varlığı hiçbir varlığa dayanmayandır. Her şeyin varlığı Allah Teâlânın onu yaratmasına bağlıdır. Her şeye vücut veren Cenâb-ı Hak, hakîkî Mevcud’dur.

Mevcûd ismi, Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Cevşenü’l-Kebîr’de geçen esmâdandır.

Bedîüzzaman’a göre, varlıkların her bir hayat tavrı, Rabb-i Rahîme dönük muhtelif tesbîhâtlar hükmündedir.2

Sâni-i Zülcelâl vardır ve bâkîdir; sıfâtları ve isimleri de dâimî ve sermedîdirler.3 Mâdem Cenâb-ı Hak vardır; her şey vardır. Mâdem varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakka bağlılık vardır; her şey için bütün eşya vardır.

Çünkü Vâcibü’l-Vücuda nisbetle her bir mevcut, bütün mevcûdâta vahdet sırrıyla bir irtibât kazanır. Öyleyse Cenâb-ı Hakka intisâbını ve bağlılığını bilen her bir mevcut, birlik sırrıyla Cenâb-ı Hakka mensup bütün varlıklara ilgi duyar ve hepsiyle alâka kurar.4

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre Allah’ın varlığına îmân eden her bir şahıs, hadsiz vücut nûrları kazanır. Bu noktada ayrılıklar, firaklar, zevâller, yokluklar, bitişler, sönüşler, ölümler yoktur. Îmân ederek bir an yaşamak, milyonlar sene îmânsız yaşamaya bedeldir. Var olmanın bedeli, varlığı vâcip ve zorunlu olan Cenâb-ı Hakkı tanımaktır.5

Kâinattan Yaratıcısını soran meraklı bir seyyâhın müşahedelerini konu alan Âyetü’l-Kübrâ risâlesinde, yeryüzünde ve gökyüzünde muhtelif varlık gurupları içinde rûhânî ve aklî bir seyahat yapan Bediüzzaman, bu aklî seyahatinde akıl, kalp ve merak sahibi herkesin düşünerek ve derin tefekkürde bulunarak Hâlık’ını bulabileceğini ve her şeyde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini ve yaratıcılığını görebileceğini tesbit ve ispat eder.6

Bedîüzzaman’a göre, bütün güzelliklerin kaynağı vücuttur. Bütün çirkinliklerin mâdeni ise, yokluktur. Vücudun en kuvvetlisi, en yükseği, en parlağı ve yokluktan en uzağı olan ve vâcip bir vücut ve ezelî ve ebedî bir varlık olan Cenâb-ı Hak, en kuvvetli, en parlak, en yüksek, kusurdan en uzak ve sonsuz cemâl sahibidir.7 Mevcûdâtın varlığı, Allah’ın varlığı yanında çok zayıf bir gölgeden ibârettir.8 O, Mûcid ve Mevcûd-u Bâkî olduktan sonra mevcûdâtın bir bir kaybolup gitmesinin hiç önemi yoktur. Çünkü zaten, Cenâb-ı Hakkın yaratması ve var kılması ile, o sevimli varlıklar hayat sahibi olmuşlardır.9

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre Cenâb-ı Hak, her bir fânî mevcûdu çok bâkî vücutlara çekirdek yapmakta; zerrelerden gezegenlere her şeye hareket vermekte, kâinatı konuşturmakta, âyetlerini varlıklara açık bir dil ile söylettirmekte ve yazdırmaktadır. Her şey, her varlık, anlaşılır biçimde, “Yâ Hak! Yâ Mevcûd! Yâ Hayy! Yâ Mâbud!” demektedir.10 Kâmil insanların makbul ibâdetleri ve makbul ibâdetlerin neticesinden hâsıl olan feyizler, bereketler, duâlar, müşâhedeler ve keşifler o Mevcûd-u Lemyezelin vâcip ve zorunlu varlığını bildirmektedir.11

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 255

2- Mektubat, s. 285

3- A.g.e., s. 278

4- A.g.e., s. 279

5- A.g.e., s. 280

6- Şuâlar, s. 98

7- A.g.e., s. 75

8- Mektubat, s. 85

9- Şuâlar, s. 82

10- Mektubat, s. 286

11- Sözler, s. 603

05.09.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Evliyadan Abdullah bin Abdülaziz Hazretleri keşif ve keramet sahibiydi. Daima nefsiyle mücahede ederdi. Kimseden bir şey almaz, aza kanaat ederdi.

Ba’lebek Sultan İsa bir gün Abdullah bin Abdülaziz Hazretlerini ziyaret ediyor. Ziyaretinde hazrete:

“Efendim, bize nasihat buyurunuz.” diyor. Abdullah bin Abdülaziz de:

“Ey Sultan! Zulümden ve kötülüklerden sakın. Dünyaya itibar etme. Halkı ezme. Baban gibi zalim olma.” diyor.

Sultan gerçekten vatandaşına karşı adil davranmıyordu. Hazretin sözleri hoşuna gitmedi. Kalkıp hazretin huzurundan ayrıldı. Hazrete de bir hile yapmayı kafasına koydu.

Üç bin altın götürecek ve “hediyemizdir, kabul buyurun” diyecekti. Hazret kabul edince de, derhal geri alacak; hazreti halkın yanında küçük düşürecekti.

Ertesi gün üç bin altın koyduğu kesesini yanına aldı ve şeyhin huzuruna tekrar girdi. Şeyhe selâm verdi. Önünde saygıyla eğildi ve altın kesesini şeyhin önüne koydu.

Abdullah bin Abdülaziz Hazretleri sultana vakar ve heybetle baktı ve yüksek sesle dedi ki:

“Ey sultan! Sen nasihatten hiçbir şey anlamamışsın. Bizi denemeye kalkışıyorsun. Biz Allah’a duâ edersek yer yarılır da seni yutar. Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince seccademizin altı altın ve gümüş ırmağı kesilir.”

Şeyh seccadesinin bir kenarını kaldırdı.

Gerçekten seccadenin altından bir altın ırmağı ile bir gümüş ırmağının gürül gürül aktığı görüldü. Sultan yaptığına pişman oldu ve geri döndü.

(Evliyalar Ans. 1/46)

Süleyman KÖSMENE

05.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004