Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Bosna’dan bir çığlık



Savaş yıllarında Sırpların soykırımına maruz kalan Bosna’dan hâlâ çığlık yükseliyor. Yeni çığlık, Osmanlı torunları olarak Türkiye’yi hedef alıyor. Çığlıktan anlaşılan, savaş dönemindeki ‘soykırım’ın, yerini ‘ekonomik soykırım’a bıraktığı şeklinde.

Prijedor, Bosna’nın kuzeybatısında, Sırp Cumhuriyeti’nde bir kasaba. Bosna Hersek’i baştan sona kateden uzun bir yolculuktan notlar aktaran Can Dündar, bu çığlığı yansıtmış. 15 yıl önceki katliâmın simgesi olan ölüm kampı Omarska’yı gördüklerini hatırlatan Dündar, katliâmın şahitleriyle de konuşmuş.

İşte, Bosna’daki katliâm ve soykırıma şahitlik eden Sead Jakupovic’in çığlığı:

“Sırplar Osmanlının Kosova Savaşı’nı hiç unutmadılar. Bize her saldırışlarında ‘Siz o zaman bizi öldürmüştünüz’ diyorlardı. Osmanlı 400 yıl burada kaldı. Sonra bizi yalnız bırakıp gittiniz. Savaştan sonra dünyanın her yerinden işadamları, yatırımcılar geldi. Türkler yoktu.

“Savaşta 10 bin ev, okul, hastane yıkıldı. 1998’den bugüne uluslar arası toplumun, Batılı sivil toplum kuruluşlarının yardımıyla 6 bini yeniden yapılabildi. Altyapı yeni bitirildi. Hâlâ yapılacak çok iş var. Ama sizden (Türkiye’den) gelen giden yok. Gelen Türk ya da Müslüman heyetler de Saraybosna’nın ötesine geçmiyor. Buralara gelmiyorlar. Oysa biz Sırpların arasında yaşadığımız için burada durum çok daha acil...

“Şu anda 67 bin Sırp, 22 bin Müslüman var Prijedor’da... Yardım gelmezse, iş yaratılmazsa çoğu göçecek ve burası bir Sırp şehri haline gelecek. Düşük faizli krediye, iyi koşullarda yatırım ortaklığına ihtiyacımız var. İnşaat işi var. Yediğimiz domatesin yüzde 90’ı Türkiye’den geliyor. Burada ortak seralar kurabilir, ortak tarım projeleri yürütebilir, istihdam sağlayabilir, buradan ihracat yapabiliriz. Bu, para yardımından da önemli... Yarın mı? Ben iyimserim... Yeterince yardım gelmemesine rağmen gelecekten umutluyum.” (Milliyet, Pazar eki, 2 Temmuz 2006)

Türkiye ‘Osmanlı mirası’ndan ne kadar uzak durmak istese de; tarih eteğimizden çekiyor. Bu çağrıya, bu çığlığa kayıtsız kalmak mümkün mü?

*

Huzurun kaynağı

Fransa Millî Takımının en büyük kozu durumundaki Ribery, Paris Match dergisine saha içinde ve dışında gücünü İslâmdan aldığını açıklamış. Ribery aradığı huzuru İslâmda bulduğunu ifade ederken şöyle demiş: “Hep zorlu bir kariyerim oldu ve huzura ihtiyacım vardı. En sonunda İslâmı buldum.” Fransa’daki Müslüman cemiyetlerinden Shehada’nın Başkanı Steve Bradore de Müslüman Fransızların Franck Ribery’yle gurur duymaları gerektiğini belirterek, “Müthiş performansı ve alçakgönüllülüğüyle hepimiz için gurur kaynağı. Müslümanlar onu örnek almalı” şeklinde konuşmuş. (Sabah, 4 Temmuz 2006)

Başka yerlerde ‘huzur’ arayanlara duyurulur...

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Bölge Barış Gücü- 2



İçerideki ve dışarıdaki yetkili kişilerin beyânâtlarına bakılırsa Türkiye, Lübnan’a asker göndermeye talip ve istekli. Bunun, hem İslâm dünyası ile hem de Batı dünyası ile bağlantılı ve iki cihetten de kişiliğini, kimliğini kabul ettirmiş Türkiye farkıyla olumlu bir gelişme olarak karşılandığı hemen hemen belli gibi. Dünkü yazımızda belirttiğimiz gibi ileri sürdüğümüz şartların çiğnenmeden uygulanması garantisi verilirse, elbetteki bölgede süregelen trajedinin ateşini düşürecek ve birkaç adım daha ilerideki süreçte başta Filistin olmak üzere bölge devletleri ve halkı için barış ve huzur ortamına temel oluşturacaktır.

Filistin/İsrail sorunu için yıllardan beri zaman zaman kararlar alındığı, teklifler sunulduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Ama bunların hiçbiri hayatiyete geçirilememiştir. Bölgedeki süregelen durum bellidir. Filistinlilerin vatanlarına tekrar dönüş istekleri, İsrail’in l967 sınırlarına dönmesi talepleri, iki devletli çözüm teklifleri, Kudüs’ün doğu-batı diye hem İsrail’in, hem de Filistin devletinin başkenti olarak kabul edilmesi teklifleri, bütün bunlarla birlikte her şeyden önemlisi İsrail’in güvenli bir hayat sürme idealleri, bölgede barış sürecini işletmede ilgili devletlere ve barış gücü göndermiş ülkelere temel dayanak teşkil edecek ve işlerini kolaylaştıracaktır.

Bölgedeki karmaşaya gelince, sanıyorum İsrail’in son işgal hareketinden mağlûbiyetle çıkması üzerine birilerinin gözü korkmaya başladı. Doğrusu İsrail ya kendine güvenerek ve ABD’yi hesaba katmadan Filistinli masum intifadacılarla kıyaslayarak kolay ve mutlak bir zafer kazanacağını zannedip bu işgale tevessül etti veya ABD, bir çok konuda başına buyruk ve kendisini devre dışı bırakarak Ortadoğu’da gizli hesaplar peşinde koşan İsrail’i sezdirmeden böylesi bir tuzağa itti ve haddini bilmesini sağladı. Hangisi olursa olsun geçen yazılarımızda belirttiğimiz gibi İsrail’in büyüsü bozulmuştur ve Hz. Davut’un (a.s.) Calut’u bir sapan taşıyla haklaması sonrasındaki şoku yaşamaktadır. İsrail’in akil adamları şimdi böylesi bir işgale hangi akılla girdiklerinin hesaplarını yapmakla meşguller. Bundan sonra İsrail için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Savaş, saldırı, katliâm ve işgal ile bir şeyler yapamayacağını sanırım herkesten çok İsrail anlamıştır. Üstelik son katliâmlardan sonra bütün dünyanın nefretini kazanmasının yanında kendisine en yakın destekçi ülkeler olan ABD, İngiltere, Avustralya gibi ülkeleri bile dünya nezdinde zora sokmuştur. Dünya milletleri içinde İsrail muhibbanları da buna dahil edilebilir.

Bölgenin oluşturulacak bir barış gücüyle kontrol altına alınması sadece Hizbullah gibi örgütleri değil İsrail’i de frenleyecek ve sükûnete zorlayacaktır. Silâhlar susmadıkça zaten barış görüşmeleri ve anlaşmaları yapılamayacaktır. Geçmişten beri süregelen gidişata bakılırsa İsrail’in kendi şahsî hedefleri için barışa değil savaşa, teröre, karmaşaya ihtiyacı vardır. Başka bir deyişle İsrail’in dosta ihtiyacı yoktur, düşmana ihtiyacı vardır. Çünkü savaşsız ortamda İsrail’in varlık sebepleri ve malzemeleri bitmiş demektir. Görülmedi mi ki, uzun zaman önce Ürdün ve Suudi Arabistan Krallarının, yakın zamanda ise BM merkezli ABD’nin bölge ülkelerince tanınma karşılığı İsrail’in 1967 sınırlarına çekilme tekliflerine rağmen İsrail hem kayıtsız kalmış, hem de bir münavebeli ve şaibeli terör olayları çıkararak Filistinlilere saldırmayı yeğlemiştir. Barış ortamı İsrail’in kendisini yok etmesi ve intiharı demektir. İsrail kanla beslenmeye alışmıştır. Hal buyken bölge barış gücünün Lübnan’da bulunması İsrail’in gerçek kimliğini ortaya çıkarmaya zemin hazırlayacaktır. Eğer uslu durursa mesele yok. Eğer her şeye rağmen savaşa ve işgale devam ederse karşısında artık düzensiz, silâhsız örgütler ve sivil halk yerine tam donanımlı ve dünyanın desteğini almış ordularıyla karşı karşıya gelecektir ki bu durum İsrail’in bin yıllardır yemediği yumruğu yemesine ve hesapta olmayan badirelere düşmesine yol açacaktır. Bu gün tanınmayı ve güven içinde yaşamayı istiyorsa İsrail, mazeret üretmeyi bırakıp gelişmelere açık olduğunu göstermelidir.

Aksinde tüm dünyanın nefretine yol açacaktır ki, nefret, her gün ve saat yeni bir saldırı, terör ve intikam demektir.

Gerekirse devam edeceğiz.

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ameller arasında tercih yaparken



Elazığ’dan okuyucumuz: “Ben farz haccımı yaptım. Maddî imkânım da yerinde. Tekrar nafile olarak hacca gitmek istiyorum. Ancak bazı kişiler tarafından, ‘Çevrende bu kadar yoksul ve fakir kişiler varken, hizmet kurumları varken, ihtiyaç sahipleri varken nafile hacca gideceğine bunların ihtiyaçlarını yerine getirmen daha iyi olur’ denilmektedir. Bu konuda nasıl bir yol izlemeliyim?”

Söz, Allah Resûlü’nün (asm). Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm): “Aziz ve Celil olan Allah, size haccı farz kıldı” buyurdu.

Ashaptan birisi: “Her sene mi?” diye sordu.

Resûlullah (asm) cevap vermedi. Adam sorusunu üçüncü defa tekrar edince, Peygamber Efendimiz (asm):

“Eğer ‘Evet!’ deseydim hac her sene farz olurdu. Her sene farz olsaydı, siz onu yapamazdınız. Söylediğim gibi bırakın. Çünkü sizden öncekiler peygamberlerine çok soru sordukları ve onlar üzerine ihtilafa düştükleri için helâk oldular. Size emrettiğim şeyi gücünüz yettiği kadar yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınınız” buyurdu.

İbn-i Abbas (ra) bildirmiştir: Resûlullah (asm) ayağa kalkarak şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ size haccı farz kıldı.”

Bunun üzerine Ekra’ b. Habis et-Temimi (ra): “Her sene mi Yâ Resûlallah?” diye sordu.

Resûlullah (asm) şöyle buyurdu:

“Eğer evet deseydim, hac her sene için farz olurdu; siz de onu yapamazdınız. Fakat farz olan hac bir defadır.”1

Farz olan hac bir defadır. Her sene hacca gitmek farz değildir. Farz olan haccı eda ettikten sonra, doyulamayan bir lezzetle yeniden hacca gitmek ve aynı ibadete boylu boyunca yeniden boyanmak isteği kalbimizin dayanılmaz bir arzusu halinde şüphesiz içimizde belirir. Bu, kalbimizin hidayet üzere olduğunun belirtisidir. Kalbimiz aslında sair ibadetlerden sonra da aynı heyecan ve iştiyakı duyar. Çünkü bizi Allah’a ulaştıran ibadetlerin her birisi içimizde doyulmaz izler ve lezzetler bırakır.

Fakat Peygamber Efendimizin (asm) ifade buyurduğu yolu izleyelim; yapabildiğimizi yapalım. Yapabildiğimizi sırf Allah için yapalım; o bize yeter.

Doyulmaz ibadetlerden birisi de, hiç şüphesiz ihtiyaç sahiplerine vermek ve ihtiyaçlarını karşılamak, yani tasadduk etmek, yani bolca sadaka vermek ibadetidir. Lezzetine doyulmaz. Belki yerine göre nafile hactan da efdal olur. Eğer çevremizde böyle bir ihtiyaç durumu söz konusu ise muhakkak el uzatalım. El uzatmadan hacca gitmek doğru olmaz.

Resûlullah (asm) Abdullah el-Adevî’ye (ra) para harcamada şöyle bir tutum izlemesini önerir: “Harcamaya kendinden başla. Kalanı aile efradına harca. Eğer artarsa akrabalarına harca. Eğer artarsa, diğer yakınlarına harca. Eğer artarsa daireyi genişleterek insanlara harca.”2

Ebû Talhâ (ra) hurmalık bakımından Ensârın en zenginlerindendi. En sevdiği malı da, Mescid-i Nebevî karşısında bulunan Beyraha adındaki hurma bahçesi idi. Beyraha bahçesinde tatlı bir su vardı ve Resûlullah Efendimiz (asm) de zaman zaman gider, o tatlı sudan içerdi. “En sevdiğiniz şeylerden vermedikçe, Allah katında iyiliğe ulaşamazsınız!”3 âyeti nazil olduktan sonra Ebû Talha (ra):

“Yâ Resûlallah! Benim en sevdiğim malım, Beyraha adındaki bahçemdir. Allah için onu sadaka kıldım. Onu Allah’ın sana gösterdiği hayır yollarından birisi için kabul buyur” dedi.

Resûlullah Efendimiz (asm):

“Bahçeni akrabaların arasında taksim etmeni uygun görüyorum” buyurdu.

Ebû Talha (ra): “Peki yâ Resûlallah!” dedi ve bahçesini amca oğulları ile diğer akrabaları arasında taksim etti.4

Vermek, vermek, vermek... Eğer geniş imkân sahibiysek, farz olan haccımızı da yapmış isek, imkânımız varsa akrabalarımız arasındaki ihtiyaç sahipleri için, yoksa sair ihtiyaçlılar için veya iman ve Kur’ân hizmeti veren merkezler için seferber etmemiz şüphesiz daha efdal olur.

Bu yaklaşımımız, Allah bize imkân lutfettiğinde, bilâhare yeniden hacca gitmemize de engel olmaz.

Dipnotlar:

1- Her iki hadis için de bakınız: Nesâî, Hac, 1

2- Nesâî, Zekât, 60

3- Âl-i imrân Sûresi, 3/92

4- Et-Terğib, 2/140

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayat bir mücadele mi?



Eğer hayat, kuvvetlinin zayıfı yutması, ezmesi anlamında ise bu yanlıştır. Çünkü kâinatta güneşin, yağmur bulutlarının Arz’ın; bitkilerin hayvanlara, hayvanların insanların yardımına koşmaları gibi faaliyetler yardımlaşmadan ibarettir.

Mücadele söz konusu olduğunda ise şeytan, nefis ve onların süflî arzularıyla mücadele edilir.

Evet insan, cinnî ve insî şeytanlarla, nefsin heva ve hevesleriyle, aşağılatıcı davranışlar ve huylardan korunmak, kalp ve ruhunu arındırmak ve ebedî helâketten kurtulmak için mücadele etmekle yükümlüdür.

Kur’ân der ki: “Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah’a sığın. Muhakkak ki O, herşeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünürler ve hakkı görüverirler.” (A’raf Sûresi: 200-201)

Hz. Ömer zamanında yaşanan şu olay, o günün dünyasında İslâmın nasıl iliklere kadar işlediğinin canlı örneklerindendir. Bir delikanlı vardı mescide devam eden. Yaşlı da bir babası vardı. Yatsı namazını kılıp hemen babasının yanına dönüyordu. Ne var ki ona göz koyan bir kadın, o geçerken evlerinin önüne çıkıyor, bütün cazibesiyle onu elde etmek istiyordu. Delikanlı kaç defa elinin tersiyle itmişti onu. Fakat kadın bir türlü onu bırakmak istememişti! Bir yatsı namazından sonra yine yoluna çıktı, yaptığı cilvelerle onu evine dâvet etti. Genç nasıl olduysa kadının cazibesine kapılıp evin kapısına kadar geldiler. Kadın içeri girdi. Delikanlı tam evin kapısına geldiğinde duraksadı. Hemen Allah’ı hatırlayıp ezberinde olan, yukarıya kaydettiğiniz A’raf Sûresi’nin 201. âyeti dudaklarından döküldü ve genç oracıkta düşüp bayıldı. Kadın cariyesiyle birlikte genci tutup evlerine kadar götürdüler ve babasına teslim ettiler. Uzun süre sonra kendine gelen delikanlı, babasının ısrarlarına dayanamayıp başından geçenleri anlattı. Dilinden dökülen âyeti tekrar okuyunca yine kendinden geçmiş, bu defa ölüp kalmıştı.

Definden sonra durumu öğrenen Hz. Ömer (ra), kabrine gittiğinde Allah’tan korkanlar için iki Cennet bahçesi verileceğini müjdeleyen âyeti (Rahman: 46) okumuş, kabirden “Doğru, Rabbim bana iki Cennet verdi” cevabı gelmişti.

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalp titremekten nasıl kurtulur?



17 Ağustos geçti ama, aşırı soğuklar insanı titrettiği gibi, aşırı sıcaklar da titretir; depremler de, sâir musibetler de… Afatlarla iç içe yaşayan insanoğlu çareler aramaya başlar. Peki dünyanın hangi eğlencesi, fantaziyeleri, medeniyetin hangi güzelliği, hangi kalp titremelerini durdurabilir, tesellî edebilir?

İşte, kalp de o felâketler karşısında çareler aramaya başlar. Eğer insan sırat-ı müstakîm denen aşırılıklardan arınmak, doğru, dengeli yola girmekle imân nuruyla ışıklanırsa, o karanlıklı ve dehşetli evvelki vaziyeti nûrânî bir hâle dönüşür:

* Hücum eden belâları, musîbetleri gördüğü zaman, her şeyin dizgini elinde olan yüce Yaratana dayanır, müsterih olur.

* Sonsuza kadar uzanıp giden emellerini, potansiyel yeteneklerini düşündüğü zaman, sonsuz mutlululuğu tasavvur eder. O ebedî mutluluğun hayat suyundan bir yudum içer, kalbindeki emellerini, arzu ve beklentilerini, ümitlerini teskin eder.

* Başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar, herşeyle yakınlık peyda eder.

* Uzaydaki cirimlere bakar; hareketlerinden dehşet değil, dostluk ve emniyet duyar ve onların o hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. Ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip, ruhunu hislendirdikçe o mutluluklar da çoğalır ve ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.1

Yani, şöyle düşünür: Gök cisimleri kendi kendisine dönmüyor, yıldızlar direksiz durmuyor. Bunları durduran sonsuz bir güç Sahibidir. Böylece sonsuz kudret Sahibine sığınmanın güvenini, huzurunu duyar.

Böylece kâinatın sonsuz kudret Sahibinin elinde olduğunu, işlerin rastgele ve tesadüfen dönmediğini anlar. Ona iman ile tevekkül eder.

Sonra marifet ile Allah’ın sayısız isimleri ve Esmâ-i Hüsnâ’yı okur. Allah’ın her şeyi kendi hizmetine sunduğunu anlar. Sayısız ikram ve nimetlerine karşılık O’nu sevmeye başlar. Tefekkürü, araştırması derinleştikçe sevgisi artar. Sevgi arttıkça da ruh ve kalbi o nisbette ferah bulur. Ruhu ve kalbi tam bir itminan içinde lezzetlere gark olur. Dolayısıyla hazcılığa yönelip, kendisini mahvetmek yerine; mânevî hazlara yönelerek zevkin şahikasına çıkar ve kendisini de kurtarır.

Dipnot:

1- Sözler, s. 25

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Sıcakta yürümek



Yasin Sûresinde tafsilatıyla geçen Habib-i Neccar diyarından takriben 2 ay önce, bir mübarek düğünde ve onun salonunda konuşmak için Bayraktaroğlu ve Çağlar ailelerinden dâvet aldım. Elbette Habib-i Neccar Hazretlerinin medfun bulunduğu Antakya diyarına gitmek için Adana’ya uğramak lâzımdı. Çünkü Çukurova yanıyordu, konaklamadan gitmek zordu. Esasında Amik Ovası da yanıyordu. 25 rakımlı Adana’da nem oranı yüksek, buna mukabil Amik Ovası kısmen esiyordu.

Sıcakta yürürken, başta güneşler güneşi, sevgililer sevgilisi Fahr-ı Kâinat Hz. Peygamber Efendimiz (asm), Ashab-ı Kiram ve Hazret-i İsa’nın havarileri ve emsâli mücahit şahsiyetler hep gözlerimin önünden geçti. Kıyas yapıldığında şevke ve hizmet aşkına medar olur, yoksa yerinde sayarsın. Onlar o kavurucu sıcakta, yalın ayak, aç susuz, bazıları yayan, bazıları deve üstünde binlerce kilometreleri aşarak din-i hakkı susamış insanlara götürmüşler, müjdeler vermişler, onları karanlıktan aydınlığa çıkarmışlardır. Şimdi otobüsler vesâire müthiş imkânlar içinde kendime sorarım! Gezilerin değil, bu irşad ve tebligatın neresindeyiz? Eğer “Asr-ı Saadet modeli” âlem-i İslâma hâkim olsaydı, bugünkü korkunç manzara meydana gelmezdi. Konferans ve makaleler konusu...

Adana’nın nemli havasına rağmen Zübeyir Gündüzalp seminer salonu tıklım tıklımdı. Benim 40 yıllık can dostlarım vardı. Amerika’dan, Ümraniye’den, Osmaniye’den ve çevre ilçelerden gelenler vardı. “Rusya’daki soğuk bölge; Ortadoğudaki sıcak bölgenin dünü, bugünü, yarını ve Hz. Bediüzzaman’ın bu bölgeler hakkında 100 yıl önce âyet ve hadislerin ışığı altındaki tesbitleri” ve “Bakü-Tiflis-Ceyhan ham petrol boru hattı”nı da içine alan sohbetimizde çarpıcı misâllerle hitabede bulunduk.

Ertesi sabah aziz dâvâ arkadaşım Sn. A. Kanıbir ile birlikte Antakya’ya intikal ettik. Esnaf ziyaretleri, muhtar ziyaretleri, siyasîlerle görüşmenin ardından Gürkan Düğün Salonuna intikal ettik. Muhterem Recep Bayraktaroğlu ve muhterem Nureddin Çağlar ailelerinin yakınları salonu hınca hınc doldurmuşlardı. Salonda manevî bir hava hâkimdi. Görebildiğim kadarı ile bu salonda Konya’dan, Ankara Sincan’dan, Kahramanmaraş’tan, Gaziantep’ten ve başta İskenderun olmak üzere Antakya’nın tüm ilçelerinden katılımlar vardı. Bu örnek düğünde bütün can dostları, aileleri ile birlikte orada idi. Takdim konuşmasından sonra, sırası ile Kur’ân-ı Kerim tilâveti, ilâhiler, duâlarla devam eden düğün, bizim konuşmamız ve takı ile son buldu.

Konuşmamın özetinde “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm) modeli üzerinde durdum. İç dünyamızdan ve dış ülkelerden çarpıcı misâller verdim. Fakat konuşmanın belkemiği “Aile içinde merhamet ve muhabbet” idi. Olmadığında neler olduğunu rakamlarla ortaya koydum. Bu hususta âyetlerden ve hadis-i şeriflerden, Hz. Bediüzzaman’dan, Hz. Mevlânâ’dan ve Yunus Emre’den, Hafız-ı Şirazi’den ve Ali Ulvi Kurucu’dan intikaller yaptım. Gelin kızımız Esra ve damadımız İsmail Beye de gönülden mutluluklar diliyorum.

Aynı günün akşamında ise Antakya Yeni Asya Vakfı’nda emekli müftü M. Aslan Hocamız ile birlikte cemaate hitabede bulunduk. Elbette Suriye’nin dibinde bulunduğumuzdan âlem-i İslâmda ittihad-ı İslâmın ne kadar önemli olduğu, bugüne ve gelecek günlere dair Hz. Bediüzzaman’ın tesbit ve çıkış yolları ve bazı müjdelerle konuşmamızı noktaladık. Bu diyarların havası çok sıcaktı, fakat bizi dâvet eden can dostlarımız hepsinden sıcaktı. Onları ismen sıralamak mümkün değil, onlar ancak kalplerimize ve gönüllerimize sığarlar. Hasanlara, Mustafalara, Haydarlara, bütün can dostlarına ve düğün sahiplerine binler tebrik ve teşekkürler...

Dönüşte Adanalı yılların can dostları Sinanlar, Mustafalar, Abdurrahmanlar, Orhanlar, Tahirler, Kâzımlar yolumuzu kestiler. Sohbet ve dersler bir çiftlikte devam edecek diye, onlara da gönülden teşekkürler ettim. Özetle sıcakta yürümek Asr-ı Saadeti düşünerek lezzetlidir.

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gezegen sayısı 9 mu, 12 mi?



Dünyadaki hemen bütün ders kitaplarında, ansiklopedilerde ve sair ilim/fen ağırlıklı eserlerde, güneş sistemini teşkil eden gezegenlerin sayısı 9 (dokuz) olarak belirtiliyor.

Bütün bunların arasında tek istisna sayılacak bir eserler bütünü vardır ki, o da Risâle-i Nur Külliyatıdır.

Nur Külliyatındaki muhtelif bahislerde, güneş sistemine dahil olan gezegenlerin sayısı, gayet açık ve net bir şekilde on iki (12 adet) olduğu ifade ediliyor. Bu ifadelerin bir kısmını, "Bediüzzaman diyor ki" bölümünde okuyabilirsiniz.

* * *

Bugünlerde Çek Cumhuriyetinin başkenti Prag’da toplanan üç bin civarındaki ilim adamı, uzun müzakerelerden sonra gezegen sayısını oylayarak bir karara varacak.

Uluslararası Astronomi Birliğinin üyelerinin alacağı nihaî kararın, önümüzdeki hafta (24 Ağustos günü) belli olacağı ifade ediliyor.

Bu derece kalabalık bir ilim heyetinin bir araya gelmesini ve meselenin bir ilmî görüş istikametinde yeniden ele alınmasını gerekli kılan sebeplerin başında şu husus geliyor:

Bir kısım ilim adamı, Plüton'un gezegen sayılmasına itirazda bulundular. Gerekçeleri, bu gök cisminin diğer sekiz gezegenden çok küçük ve çok da uzak bir buz ve kaya kütlesi durumunda gözükmesidir.

Aynı kesim, ayrıca görüşü savunuyor: Şayet Plüton 9. gezegen olarak kabul edilecek olursa, onunla benzer durumda gözüken üç adet gök cisminin daha gezegen olarak kabul edilmesi gerekir.

Sözü edilen üç dev kütle şu şekilde tarif ediliyor: Şimdiye kadar Plüton'un uydusu kabul edilen Charon, üç yıl önce keşfedilen Zeyna ve Mars ile Jüpiter arasındaki Ceres.

Plüton ile birlikte diğer üç kütlenin de ayrı ayrı gezegen olduğu sonucuna varıldığı takdirde, kitaplarda yer alan gezegen sayısı, otomatikman 9'dan 12'ye çıkacak. Dolayısıyla, astronomi literatüründe önemli değişiklikler kaçınılmaz hale gelecek.

* * *

Astronomi bilginlerinin ekseriyetle iştirak ettiği gezegen tarifi, özet olarak şu mânâda ifade ediliyor: "Kendi çekim kuvvetinin etkisiyle küre şeklini alan, Güneş’in etrafında dönen ve kendisi yıldız olmayan gök cismi."

Bu tanımlamanın söz konusu heyet tarafından da kabul edilmesi halinde, hem Plüton'un gezegen olduğu, hem de üç ayrı gezegenin daha varlığı bir nevi tescil edilmiş olacak.

Böylelikle, güneş sisteminde 9 değil, toplam 12 gezegenin mevcud olduğu sonucuna varılmış olacak.

Prag'da ilmî müzakereye devam eden Uluslararası Astronomi Birliği üyeleri, bakalım önümüzdeki hafta nasıl bir karara varacak. Bekleyip görelim.

Tabiî, varılacak kararın kesin bağlayıcılık tarafı olmadığı gibi, bunun var olan gerçekleri değiştirme istidadı da bulunmuyor.

Bu arada, Üstad Bediüzzaman'ın ifade ettiği 12 gezegenden kastının, şimdiye kadar keşfedilen ve bilhassa son dört tanesi üzerinde müzakerelere devam edilen kütleler olup olmadığı henüz bilinemiyor.

Bediüzzaman diyor ki

Manzûme-i Şemsiyenin on iki seyyâresi var

Manzume-i Şemsiye (güneş sistemi) denilen küremizle beraber on iki seyyâre, cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi’ olduğu halde...

Manzume-i Şemsiyenin, yani şemsin, me’mûmları ve meyveleri olan on iki seyyârenin acâibini ilm-i muhît-i İlâhîye havale edip... (33. Söz, 21. Pencere'den)

* * *

Ve, on iki seyyâreden hiçbir seyyâre yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücûb-u vücuduna şehâdet ve saltanât-ı ulûhiyetine işaret etmesin. (Münâcat'tan)

* * *

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyârenin muvazenelerine bak... (30. Lem'â, 2. Nükte)

Günün Tarihi

Fena adam, usta şair: Tevfik Fikret

18/19 Ağustos 1915: Şair Tevfik Fikret öldü.

Asıl ismi Mehmet Tevfik’tir. Babası Türk, annesi ile Rum asıllı olan Fikret, 1867 İstanbul doğumludur.

Servet–i Fünûn devri şâiridir. Birçok şiir kitabı bulunmaktadır. Mezarı İstanbul Boğazı sırtlarındaki Âşiyan’a sonradan taşındı. İlk mezar yeri Eyüpsultan Kabristanındaydı.

İleriki yaşlarda İslâmiyetle bağlarını koparan, oğlunun Amerika'da papaz olmasını bile hoş gören, bir ara bombacı Ermeni teröriste rahmet okutacak kadar Sultan II. Abdulhamid'e düşmanlık besleyen aynı Tevfik Fikret'in, şiirlerinde zaman zaman çok doğru ve isabetli fikirlerin de yer aldığı görülüyor. Bunları da ayrıca bilmek ve kişiyi olduğu gibi tarif etmek lâzım.

Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "fenâ ve fâni bir adam" olan Tevfik Fikret'in güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Türkiye'ye İran tuzağı



İsrail’in Lübnan’a saldırdığı sırada Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah’ın saklandığı yerin, Türk istihbaratı tarafından MOSSAD’a bildirildiği haberini iki gün üst üste köşesine taşıyan Hürriyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ilginç bir tespiti var. “Hayatım boyunca bunca savaş haberi izledim. Dezenformasyonun bu kadar yoğun olduğu başka hiçbir savaş görmedim” diyor Özkök.

Kendisinin de ustaca bir dezenformasyon yaptığını gizleyerek. Artık günümüzde sadece cephe savaşları yapılmıyor.

İsrail psikolojik savaş unsurlarını da çok iyi bir şekilde kullanıyor ve çocukları öldürürken, çocuk katili İsrail pankartlarının taşınması dahi bu yüzden suç oluyor. Peki 1500’e yakın insanın öldüğü bu savaştan, geriye sadece bir çift kanlı pabucu kalan çocuklar ne anlam ifade ediyor? İsrail çocuk katili değil de, 300 masum çocuk bu savaşın neden kurbanı oldular? Türkiye’nin Hizbullah lideri Nasrallah’ın saklandığı yerin istihbaratını verdiği iddiası bir olay. Bir de bunun ikinci bir halkası var. Nasrallah’ın İran büyükelçiliği’nde saklandığını söylemesi de başka bir olay.

Kesin bir dille yalanlandı bu haberler. Ancak Lübnan gezisi sırasında Dışişleri Bakanı Gül’e de sorulan bu olayın üstü, öyle bir yalanmayla örtülecek gibi değil. Çünkü, burada sadece bir dezenformasyonla, bilgi kirlenmesi ile karşı karşıya değiliz. Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirme tuzağı var bu olayın içinde.

Türkiye ile İran konusunda birbiriyle irtibatlı bir bombardıman söz konusu. Buna bakıp, İsrail’in Lübnan’a yönelik olarak 34 gün süren silâhlı saldırısı bitti, şimdi İsrail’in Türkiye ve İran’a yönelik psikolojik harbi başladı demek mümkün.

Önce Nasrallah haberi konusunda Özkök’ün iz takibine bakalım.

Hizbullah Lideri Nasrallah’ın İran Büyükelçiliği’nde saklandığı haberi ilk kez 26 Temmuz’da, İsrail’de İbranice yayımlanan Ma’ariv gazetesinde çıkmış.

İki hafta sonra tam tarihiyle 10 Ağustos günü devreye bu defa Debkafile adlı ünlü internet sitesi girmiş. MOSSAD’a yakınlığıyla tanınan Debkafile sitesinde şu ifade yer almış: “Lübnan Başbakanı Sinyora, Amerikalıların Türklerden Pazartesi günü Nasrallah’ın savaş odasını İran Büyükelçiliği’nde kurduğunu ve Devrim Muhafızları’nın korumasında olduğunu öğrendiğini biliyordu.”

Son olarak 14 Ağustos günü Eş Şark el Avsat gazetesi, kaynak göstermeden bu haberi verdi.

Peki Eş Şark el Avsat ’ın kaynağı neresiydi?

BBC, Eş Şark el Avsat muhabiri Nazir Mücelli’ye haberin kaynağını sormuş.

“Bu haber bizde, iki İsrail gazetesiyle birlikte yayınlandı. Çünkü üçümüzün kaynağı da aynıydı. Haberi İsrailli bir siyasî kaynaktan aldık.” İsrailli kaynak Türk istihbaratının bu bilgiyi doğrudan MOSSAD’a değil, CIA’ye ilettiğini, Amerikalıların da bu bilgiyi MOSSAD ile paylaştığını söylüyor.

İsrailli kaynağın altını çizin.

Sonra bir başka konuya daha geçeceğiz çünkü.

İranlı uçaklar konusuna.

Bu kez Hürriyet gazetesinden Fatih Çekirge’nin haberi: “Türkiye, İsrail’in ’Hizbullah’a roket taşıyor’ ihbarı üzerine 27 Temmuz ve 8 Ağustos’ta 2 İran uçağını Diyarbakır Havaalanı’na indirdi. Her iki olayda da uçakta yapılan kontrollerde herhangi bir silâh bulunamadı.”

Çekirge’nin bu haberi yazdığı, ancak gazetenin henüz baskıya girmediği saatlerde, ABD’den yayın yapan, ancak İsrail eğilimi her fırsatta kendisi hissettiren bir site, önce çok önemli bir duyuru yapacağını önce, “Flaş...Flaş” olarak ilan etti. Ardından, “Türkiye’deki İran uçağının sırrı”nı açıklayacağını duyurdu. Ancak haber henüz yayına hazır değildi. Akşam geç saatlerde haber servise konulabildi. Peki haberde ne diyor? Ateşkesten birkaç gün önce, henüz İsrail’in Lübnan’a saldırısının devam ettiği günlerde Genelkurmay istihbaratına gelen, “Acil” kodlu bir bilgi üzerine bir İran uçağının zorla indirildiği belirtiliyor. Peki uçağın içinden ne çıkmış? Fatih Çekirge’nin uçağından Hizbullah’a gittiği varsayılan silâh ya da mühimmat çıkmamıştı. Ancak sitenin uçağından “Lübnan’daki Hizbullah militanlarına destek amacıyla İran’dan gönderilen Devrim Muhafızları çıkar.” Hem de üç beş değil ha. 200 kadar...

Peki indirilen İran uçağı var mı? Yalanlanmıyor. Ama çok üst düzeyde kaldığı, Sivil Havacılığın kayıtlarına girmediği için bu konu pek bilinmiyor.

Hatta birçok bakanın dahi konudan habersiz olduğu söyleniyor. Peki Türkiye Cumhuriyeti bakanlarının bilmediğini, Amerika’daki bir site nasıl açıklıyor? Hele hele uçaklardan ne silâh, ne de Devrim Muhafızı çıkmamışken.

Türkiye Lübnan denklemine girdikçe, sıcaklık yakmaya başlıyor. İşte bu yüzden çok net bir şekilde Lübnan’a asker gönderilmesine ve hele hele bu işin aceleye getirilmesine karşı çıkıyoruz. Daha şimdiden İsrail, İran’la Türkiye’yi karşı karşıya getirmek için usta bir dezenformasyon yürütüyor.

İran demek, Lübnan’daki en güçlü silâhlı örgüt olan Hizbullah demek. Henüz İran’a ayak basmadan, İsrail’e kafa tuttuğu için şimdi Hıristiyan Lübnanlıların dahi imrendiği Hizbullah’ın liderini ihbar etmiş bir pozisyona düşürmeye çalışıyorlar bizi.

Ayrıca, bu, Hizbullah’ın arkasındaki güç olan İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmenin planlarını devreye sürüyorlar.

Tuzak bu. Zaten İsrail’in önce Filistin, sonra Lübnan’a saldırmasının amacı da öncelikle Suriye ve İran değil miydi? Hem kısa vadede, hem uzun vadede İran’la ters düşmüş bir Türkiye, İsrail’in planlarına uygun düşüyor. Tabiî biz bu tuzağa düşersek…

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Diyanet nereye? (3)



Bu başlık altında daha önce iki yazı yazmıştık. Geçtiğimiz 9 Mayıs’ta çıkan ikinci yazıdan sonra Diyanet, tavzih babında, Başkan Bardakoğlu’nun NTV’deki bir konuşmasının dökümünü göndermiş ve biz de ertesi gün bunu okurlarımıza yansıtmıştık.

Başkan o beyanlarında şöyle diyordu:

“Din hizmetlerinde üç temel ayağa dayanıyoruz. Birincisi, İslâm dininin açık ve doğru bilgisi. İslâmın kaynakları Kur’ân ve Sünnettir. Biz bu zeminde bunlara dayanarak bilgi sunarız. İkincisi, Cumhuriyetimizin temel ilkeleri ve laikliktir. Üçüncüsü modern dünyanın geldiği nokta, birikimleri, ihtiyaçları ve beklentileridir.” (Yeni Asya, 10.5.06)

Bizim bu beyanlar için düştüğümüz kayıt ise şu olmuştu “Bu ifadelere kimsenin bir itirazı olamaz. Ama Atatürkçülükle ilgili itirazımız baki...”

Zira Başkan Bar-dakoğlu, eleştirdiğimiz sözlerinde Cumhuriyetçiliğin temel ilkeleri ve laikliğin yanına Atatürkçülüğü de ilâve ediyordu.

Din hizmetlerinde Atatürkçülüğü belirleyici bir kriter ve dayanak olarak nitelemenin mantığını hâlâ kavrayabilmiş değiliz.

Ama son günlerde Bardakoğlu, aynı çerçevede yeni beyanlarda bulundu. “Camide Atatürk, okulda din vurgusuna daha fazla ağırlık verilmeli. Camide Gazi M. Kemal Atatürk’ten söz etmek bizim din ve dindarlık anlayışımıza aykırı değildir” gibi sözler söyledi.

Peki, camide daha fazla Atatürk vurgusu yapmanın izahı, mantığı ve gerekçesi ne?

Eğer Cuma hutbelerinde Osmanlı sultanlarının isimleri anılıp onlara dua edilmesi örnek alınıyor ve Atatürk’ün de devlet kurucusu olarak onlar gibi görülmesi isteniyorsa...

Arada çok önemli ve ciddî farklar var.

Bir defa, Osmanlı sultanları dinle devletin iç içe olduğu bir sistemin hükümdarlarıydı ve Yavuz’dan itibaren de halife ünvanını taşımışlardı. Ama Atatürk bu sistemi ilga etti ve laiklik adına dinin devletle alâkasını kesti.

İkincisi, Osmanlı sultanlarının dinle olan sıcak ve yakın ilgisinin müşahhas tezahürlerinden biri, adlarına inşa edilen selâtin camileri. Süleymaniye, Fatih, Selimiye, Sultanahmet, Yavuz Selim, Beyazıt en bilinen örnekler.

Peki, Atatürk adını taşıyan bir cami var mı? Anıtkabir’in karşı tepesine inşa edilen camiye dahi niye Atatürk’ün adı verilemedi?

Zira bu, Atatürk ve onun adına uygulanan jakoben laiklik anlayışı ile bağdaştırılamadı.

Ayrıca Atatürk’ün devrimler sonrasında camiye adım attığına dair bir kayıt da yok.

Atatürk’ün hayat tarzının dinî ölçülere uygun olduğunu söylemek de mümkün değil.

Hal böyle iken, “İlle de camilerde Atatürk vurgusu yapılsın” diye üstelemenin izahı ne?

Bu çerçevede, millî günlere rastlayan Cuma hutbelerinde ve hattâ kandil gecelerinde dayatılan Atatürk’e de dua ettirme uygulaması ise tam bir garabet. Oysa dua, içten gelerek yapılan bir yakarış. Dayatma ile dua olmaz. Hani Allah’la kul arasına kimse giremezdi? Dualara devlet zoruyla Atatürk’ü sokarak kendinizle çelişmiş olmuyor musunuz?

İşin hazin ve düşündürücü bir tarafı ise, bu dayatmada Diyanet’in kullanılıyor olması...

18.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsrail inişe geçti



İsrail, Hizbullah’la yaptığı savaşta kesin bir üstünlük sağlayamadı. İsrail’in savaşında insan gücü yoktu. Tamamen teknolojiye dayalı bir savaştı. Dolayısıyla Hizbullah’a zarar vermek yerine, altyapıya ve sivillere zarar verdi. Ve sonuçları itibarıyla, tam bir fiyasko yaşandı. Güya İsrail’in muharrik unsuru, kaçırılan iki İsrail askerini Hizbullah’ın elinden kurtarmak ve Hizbullah’ın silâhsızlandırılmasıyla ilgili BM kararını yerine getirmekti. Ateşkes sağlandığında, bu iki amaç da hasıl olmamıştı. Şimdi sınırın ötesinden İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Hizbullah’ın esir askerleri bırakması temennisinde bulunmaktadır. Bu laf u güzâfla, yani boş lafla meselenin peşini bırakmadıklarını ihsas ettirerek, İsrail kamuoyunu bir kez daha kandırmayı deniyorlar. Herkesin de dediği gibi, İsrail’in Hizbullah operasyonu iki askerin kurtarılmasını amaçlamıyordu. Bu, sadece bir bahane idi. İsrail saldırıları motivasyondan yoksun olduğu nisbette, Hizbullah iyi direndi. Ölümüne karşı koydu. Olmert harekâtın sonucuna zafer diyemezken, Bush bunun bir zafer olduğunu ileri sürdü. Buna mukabil, Ahmedinejad ve Beşşar Esad İsrail’in Hizbullah karşısında yenildiğini ileri sürdüler. Aslında, ‘İsrail’in yenilmezliği efsanesi’ Moşe Dayan’ın düşüşüyle birlikte sona ermişti. İsrail bu efsaneyi 1967 yılında kazanmıştı ve ondan sonra da kaybetti. Esasen 1948 yılında gönüllüler, fedailer veya direnişçiler her cephede iyi savaştılar. İsrail bu savaşı uluslararası camianın iradesiyle, yani devletler oyunuyla kazandı. Yoksa Irak ordusu Tel Aviv’e doğru ilerliyordu ve şehrin düşmesine ramak kalmıştı. Ordunun önünde bir engel bulunmuyordu. O zaman da Mısır cephesinde ihanet ve şike vardı. İsrail karşısında savaşmayan Mısır ordusu, suçu İngilizlerin verdiği çakar almaz bozuk silâhlara atıyordu. Ama Gazze cephesinde savaşan Müslüman Kardeşler bugünkü Hizbullah gibi silâhsızlandırılmak bir tarafa mükâfat olarak cepheden dönünce, Mısır zindanlarına atıldılar.

***

1967 savaşı ise, tam bir şike savaşıydı. Mısır ordusu sivillerle askerler arasındaki kopukluktan dolayı gafil avlanmıştı. Baba Esad ise, Golan cephesini toptan satmıştı. Ürdün’de ise, Gallup Paşa vardı ve Ürdünlüler adına o savaşıyordu. Dolayısıyla Abdulkadir Hüseyni’nin direnişi fayda vermedi. Ama 1973 yılından beri İsrail için talih tersine döndü. Girdiği savaşları bir bir kaybetti. En son Lübnan’ı ve Gazze’yi terketmişti. Bu sönen balonunu yeniden şişirmek ve imajını tazelemek için hem HAMAS’ın bulunduğu Gazze Cephesine, hem de Hizbullah’ın mevzilendiği Lübnan’ın güneyine yeniden saldırdı. Ama bin bir pişman oldu. İkinci Kana katliamının mimarı, birinci Kana katliamının mimarı Şimon Peres’le aynı kaderi paylaşabilir. Zaten şimdi halef-selef olarak onlar aynı kabinenin üyeleri. Şimon Peres 1996 yılındaki Kana katliamından sonra girdiği seçimleri Netanyahu lehine kaybetti. Siyasî bir mevta ve kadavra olarak bir daha tutunamadı. Şimdi aynı akibet Olmert’i bekliyor. Onun siyasî iktidar günleri de sayılı olabilir. Netanyahu yeniden çıkış yapabilir. Rus-Yahudi asıllı ünlü Ortadoğu uzmanı Primakov, İsrail’in amacının harekatla birlikte Lübnan’ı iç savaşa sürüklemek olduğunu belirtiyor. Aslında Filistin cephesinde de İsrail’in beklentisi bir iç savaştı. Aksine bu harekat iki cephede de nısbî olarak kenetlenmeye hizmet etti. HAMAS nihayet yanlışını gördü ve millî mutabakat hükümeti noktasında Fetih’le anlaşıyor. Buna mukabil, Sinyora da harekat boyunca millî bütünlük adına Hizbullah karşısındaki tutumunu tadil etti. Şimdi Saad Hariri Esad’ın Lübnan’a iç savaşa sürüklemek istediğini söylemesi ve Sinyora’nın da “devlet içinde devlet istemiyoruz” demesiyle, iç cephe yeniden tutuşma emareleri gösterse de, en azından harekat esnasında İsrail iç cephenin bütünlüğüne hizmet etti. Elbette, savaş sonrası hem İsrail’de, hem de Lübnan’da dereceli bir iç hesaplaşma yaşanacak. Ama harekattan Hizbullah’ın daha güçlü çıktığını söylemek mümkün. Bu itibarla, hem Litani’nin güneyinden çekilmek istemediğini, hem de silâhsızlandırmaya karşı olduğunu ilan etti. Gerçekten de ABD, Irak’ta İran’ı; İsrail de Lübnan’da Hizbullah’ı güçlendirdi. İran için ön, Hizbullah için önleyici savaş fiyasko ile neticelendi. İsrail bir örgüt karşısında yenildi. Ayrıca ‘terörist’ dedikleri örgüt, güya devlet statüsünde olan İsrail’e nazaran siviller karşısında daha ‘temiz’ bir savaş çıkardı. İki tarafta da ölen sivillerin mukayesesi bunun ispatına kâfidir.

***

İsrail ağzının payını aldı ve burnu sürtüldü. Bir kez daha yenilmezlik efsanesi yara aldı ve karizma çizildi. Bunun İsrail iç politikasında yeni çalkantılara yol açması mukadderdir. İsrail’in savaşı kaybetmesinin temel nedenlerinden birisi, komuta kademesindekilerin acemi çaylak olmaları. Olmert ve Paretz savaş acemisi oldukları gibi, Halutz da karacı değil, havacıdır. Genelkurmay Başkanı yolsuz olduğu gibi, savaş acemisi çıkmıştır. Görevinden alınan kuzey bölgesi komutanı da motivasyon yoksunu idi. Hizbullah da İsrail’e karşı Vietnam taktiği uygulamış ve kazdığı tünel ve hendeklerle onu pusuya düşürmüş ve zayiatını arttırmıştır. Bunu Pasdaran’ın Kudüs Tugayları Komutanı Kasım Süleymani’nin planladığı söylenmektedir.

İsrail nihaî iniş aşamasına geçti. En erken 10, en geç ise 20 yıl içinde kaderi belli olur.

18.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004