|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
‘Okur’-‘yazar’ olmak |
|
Yazdıklarınızda siz varsınız
Yazılar birer boy aynasıdır. Yazmadıkça kendinizi göremezsiniz. Yazın ve izleyin kendinizi. Bu ayna öyle ki, hem bizzat yazının kendisiyle ve hem de içindekilerle, yazan kişinin birer yansımasını taşır kâğıtlara.
Yazarken kelime kelime sökülür insan.
Ömür boyu içinde tortulaşanlar, taşlaşanlar küçük küçük parçalar halinde olsa da (kelime) yazı yoluyla dökülürler, sökülürler.
Bu dökülme, taşın toprağa dönüşümüdür. Toprak tevazuyu temsil eder. Ve yazdıkça zamanla insan kendi siluetini karşısında bulur. ‘İşte ben buyum’ der.
Onun için kendini bulmanın, görmenin de bir yoludur yazmak.
Bazıları kelimelerle resim yapmak diyorlar yazı için. Ne kadar doğru bir söz.
Ben ise, her yazı bir insanın, bir toplumun hikâyesini taşıdığından, birer film nazarıyla bakıyorum onlara.
Onun için her yazıda, hem yazıda ve hem de içindekilerde birer film izlemiş oluyorum.
Yazmadıkça göremezsiniz kendinizi.
Yazın ve izleyin filminizi.
Hiç kimse yazmasaydı…
İyi ki yazmak istemiş insanlar.
Yazarlar, düşüncelerini—bir yolunu bulup—yazmışlar. Zaten onun için ‘yazar’ olmuşlar. Denemeler, şiirler, makaleler, günlükler, hikâyeler böylece doğmuşlar. İyi ki de doğmuşlar. Yoksa hayat ne kadar anlamsız ve renksiz olurdu.
Bütün yazarları, yazılarıyla tanıyoruz değil mi? Onlar yazmasalardı, şu an yüz binlerce yazarları nasıl tanıyacak ve ne yapmak istediklerini nasıl anlayacaktık?
Onlar olmasalardı, hayatın bir zevki, hayatın bir neşesi olur muydu?
Yazmasalardı Montaigne’yi, Balzag’ı, Bacon’u, Gothe’yi; Firdevsi’yi, Hafız-ı Şirazi’yi, Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Mehmet Akif’i, Said Nursî’yi… tanımak mümkün olmayacaktı değil mi?
Siz de şimdi yazın ki, yarın birileri de sizi okusun. Sizin cümleleriniz de birilerine hayat rengi olsun. Olmaz mı?
***
Yazan varsa, okuyan da vardır
Kitap, hayata açılmış pencerelerdir.
Her birisinden farklı gözüküyor hayat. Her birisinin unsurları, renkleri, hayata kattıkları farklı farklıdır. Onlarla renkleniyor dünya.
Onlarsız hayat, pınarları kurumuş hayat yerleri gibidir.
Yazarların kalp atışları vardır kitaplarda. Her birisi farklı çarpar.
Ve bir okur için her birine de ihtiyaç vardır.
Ayrıca kitaplar insanlara haddini bildirir. Hareketlerinin ölçüsünü, duygularının sınırlarını belirtir.
Toplumların başına gelen bütün olumsuzluklar aslında kitapların bulunmadığı dünyalardan geliyordur.
Çünkü kitabın girdiği yer tamir görür. Kitap, dış dünyayı tamir ettiği gibi, duyguları da tamir eder.
Karşılaşınca ne okuyorsun demeli dostlara?
İnsanların dünyaları ne ile meşgul ise, sorup soruşturdukları da o yönde olur. Okuyan ister ki, herkes okusun. İnsanlar bir araya gelince kitaptan bahsetsinler.
“Bu gün okuduğum kitapta konu şöyleydi”, diye başlasın bütün sohbetler.
Karşılaşılan dertlere, problemlere okuduğumuz kitaptaki düşünürler yön versin.
Her olay karşısında onlarla dertleşmeli ve onların fikirlerine baş vurmalı. Sanırım böylece kimse attığı adımdan pişman olmayacaktır.
Kitap hediye etmeli dostlara
Alınacak hediye kitap olmalı. Kitap hediye ederek dostlarımıza çalışmalıyız. Onların seviyeli, onların nezaketli, onların güzel davranışlı, onların anlayışlı, onların hoş görülü, onların ahlâklı… olmaları için çalışmalıyız.
Çalıştığımız kadar mutlu olacağız. Çalıştığımız kadar güzel dostlara sahip olacağız. Çalıştığımız ve fedakârlığımız kadar, güzel insanlarla karşılaşacağız.
Toplum böyle güzelleşecek.
‘Okur’- ‘yazar’ olmakla güzelleşecek dünya.
‘Okuyalım’ ve ‘yazalım’ olmaz mı?
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dünya caziptir ve tatlıdır |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Peygamber Efendimizin (asm) temel hayat ve dünya görüşlerini anlatır mısınız?”
Söz, Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın. O’nun (asm) hayat ve dünya görüşlerini ve tavsiyelerini kendi ifadelerinden dinleyelim:
Peygamber Efendimiz (asm) bir gün, Ashab-ı Kirama uzunca bir konuşma yaparak, buyurmuştur ki:
“Ey insanlar! Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kitabıdır. En sağlam kulp, Kelime-i Şehâdettir. En hayırlı millet, Hazret-i İbrahim’in (as) milletidir. Yolların en hayırlısı, Muhammed’in (asm) yoludur. Sözlerin en değerlisi, Allah’ı zikretmektir. Kıssaların en güzeli, elinizdeki Kur’ân’dır. İşlerin en hayırlısı, farz olan amellerdir. Her şeyin en kötüsü, sonradan ortaya çıkan bid’alardır. Dâvetlerin en güzeli Peygamberlerin irşadıdır. En şerefli ölüm, şehid olarak ölmektir. Körlüğün en kötüsü, hidayete erdikten sonra tekrar sapıklığa düşmektir. İlmin en iyisi faydalanılan ilimdir. Doğru yolun en iyisi izlenilen yoldur. En kötü körlük kalp körlüğüdür. Veren el, alan elden üstündür. Az ve yeterli olan mal, çok olup âhiretten alıkoyan servetten iyidir. En kötü mazeret ölüm anındaki mazerettir. Pişmanlığın en kötüsü, Kıyamet günü duyulan pişmanlıktır.
“İnsanların bazısı namazı ancak vaktin sonunda kılar. Kimisi de Allah’ı nadiren hatırlar. En büyük hata dilin çok yalan söylemesidir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. En iyi azık, takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte hürmetle saklanan en hayırlı şey, kuvvetli imandır. Îmânî meselelerde şüphe ve tereddüt küfürdendir. Ölüler için yüksek sesle ağlamak ve dövünmek cahiliye âdetlerindendir. Müslümanların umumî malını zimmetine geçirmek, Cehennem közlerini toplamak demektir. Altını ve gümüşü biriktirip zekâtını vermemek, insanın vücudunu Cehennem ateşiyle dağlamaktır. Gayr-i meşrû meseleleri ve küfrü konu alan şiir, şeytanın nağmelerindendir. İçki, bütün kötülüklerin kendisinde toplandığı düğümdür. Kadınlar şeytanın tuzağıdırlar. Gençlik bir çeşit deliliktir. Kazançların en kötüsü, faizden kazanılandır. Yiyeceklerin en kötüsü, yetim malıdır. Bahtiyar, başkalarından ibret alandır. Kötü kimse daha annesinin karnındayken Allah tarafından bilinir.
“Her birinizin nihayet gidebileceği yer birkaç metrelik topraktır. Her iş neticesiyle değerlendirilir. Amelde esas olan akıbetidir. Habercilerin en kötüsü, yalan haber yayandır. Gelmesi kesin olan şey, yakındır. Mü’mine sövmek fâsıkların, mü’mini öldürmek ise kâfirlerin vasfıdır. Gıybetini yaparak mü’minin etini yemek, Allah’a karşı gelmektir. Mü’minin malının dokunulmazlığı, kanının dokunulmazlığı gibidir.
“Kim yemin ederek ‘Şu şöyle olacak!’ diye Allah adına hüküm verirse, Allah onu yalancı çıkarır. Kim bağışlarsa, Allah da onu bağışlar. Kim affederse, Allah da onu affeder. Kim öfkesini yutarsa, Allah onu mükâfatlandırır. Kim musibete sabrederse, Allah kaybettiklerinin yerini doldurur. Kim başkasını alaya alırsa, Allah onu rezil eder. Kim sabrederse, Allah sevabını kat kat verir. Kim Allah’a karşı gelirse, Allah ona azap verir.
“Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’ım! Beni ve ümmetimi bağışla! Allah’tan beni ve sizi affetmesini dilerim.”1
“Dünya caziptir ve tatlıdır. Allah onun tasarrufunu elinize verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyadan sakının! Kadınlardan sakının! Çünkü İsrailoğulları arasında çıkan ilk fitne, kadınlar yüzünden çıkmıştır.
“Dikkat edin! Âdemoğulları değişik sınıflar halinde yaratılmışlardır. Onlardan bir kısmı mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar ve mü’min olarak ölür. Bir kısmı kâfir bir ortamda doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bir kısmı kâfir bir ortamda doğar, kâfir olarak yaşar, mü’min olarak ölür.
“Dikkat ediniz! Öfke, insanoğlunun içinde tutuşturulan bir kordur. Öfkelenen kimsenin gözlerinin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmüyor musunuz? Biriniz öfkelendiğini hissederse mutlaka otursun.
“Dikkat edin! İnsanların en hayırlısı geç öfkelenen, çabuk sakinleşendir. İnsanların en şerlisi çabuk öfkelenen, geç sakinleşendir. Geç öfkelenip geç sakinleşen veya erken öfkelenip erken sakinleşen kişinin bu iki hali birbirini telâfi eder.”2
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 1/934
2- Câmiü’s-Sağîr, 1/935
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennet yolunda |
|
Hayatta bir insan için en çok arzu edilen şey ne olmalıdır? Cennet yolunda olmak ve sapmadan Cennete girebilmek değil mi?
İşte Cennet yolunda olmayı sağlayan, hatta o yolda gitmeyi kolaylaştıran bir iş. Resûl-i Ekrem (asm) buyuruyorlar ki: “Kim ilim öğrenmek maksadıyla yola çıkarsa, Allah ona Cennet yolunu kolaylaştırır.”
Siz dünya ve ahiretiniz için yararlı herhangi bir ilmi öğrenmek maksadıyla yola koyulmuşsanız, yolu adımlıyorsanız Cennet yolundasınız demektir. Bu Cennet yolcularının daha başka avantajları da var. Hadis-i şeriflerde onlar hakkında şöyle denilir:
“Melekler bu yolcudan o kadar memnun olurlar ki, memnuniyetlerinden dolayı onlar için kanatlarını yerlere sererler.”
“Yerde ve gökte bulunan her şey, hatta sudaki balıklar dahi Allah’tan onların bağışlanmalarını isterler.”
“Onlar peygamber varisleridirler. İlimleri ölçüsünde mertebe kazanırlar.”
“İlimle meşgul olan âlimin, âbide üstünlüğü, Ay’ın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” (Ebû Davud, İlim: 1)
“Kıyamet günü âlimlerin mürekkebiyle, şehitlerin kanları tartılır. Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından üstün gelir.” (Keşfü’l-Hafâ, 2: 3281)
“İlim İslâmın hayatı, imanın direğidir. Kim bilmediği birşeyi öğrenir ve onu uygularsa, Allah da ona bilmediklerini öğretir.” (Muhtarü’l-Ehadis, 1:100)
“İlim öğreniniz; çünkü Allah için ilim öğrenmek, Allah’tan korkmayı netice verir. İlim yolunda gayret göstermek ibadet, onu müzakere etmek tesbih, ilmî araştırma yapmak da cihaddır.” (Kenzü’l-Ummal, 4:35)
İşte ilim öğrenmek için yola çıkan Allah yolunun yolcusunun (Tirmizî, İlim:2) böylesine kazançları var.
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Benimki de hayal işte |
|
Hayal, hepimizin her zaman başvurduğu sonsuz bir özgürlük aracıdır. Bedenimiz çelik kafeslere kapatılsa da, hayalen oradan çıkar, istediğimiz yerde gezer, dolaşır, hayatın tadını hayalimizde de olsa, yaşayabiliriz. Yani bu güzel duygu, en zor hal ve şart altında imdadımıza yetişir. Ruhumuzun elinden tutar, onu her türlü karanlık ve sıkıntılardan uzaklaştırır. Kısa bir süre de olsa, kendimizi iyi hissetmemizi sağlar.
Onun için, diğer aza ve duygularımız gibi, hayal duygusu da insana bir nimet olarak verilmiştir.
Ben de dünyanın ve ülkemizin iç karartan, yürek paralayan olayları karşısında, hayalimin kanatlarına tutunarak biraz yükselmek ve huzur ortamında hayalen bir tur atmak arzu ettim. Bu seyerandan gördüklerimi Gönül Pınarı’nın kurnasından siz değerli okuyucularıma takdim etmek istedim.
Bu güzel hayallerin en kısa zamanda hakikat olmasını diliyor ve bu dileklerin gerçekleşeceğini kuvvetle ümit ediyorum.
HAYALİ CİHAN DEĞER
Bir yaz günü öğleyin, sıcaktan bunalmıştım,
Bir söğüt gölgesine şöyle bir uzanmıştım.
Yorgun başım yumuşak çimenlere düşünce,
Beynime hücum etti bir çok güzel düşünce.
Hayal dürbünü ile etrafıma bir baktım,
Ne güzel bir manzara, sevinçten uçacaktım.
Çocuklar hep şen şakrak, kalpleri pırıl pırıl,
Yüzleri hep gülüyor, gözleri ışıl ışıl.
Sıyrılmış kalplerinden artık savaş korkusu,
Bombayla bölünmüyor bebeklerin uykusu.
Ülkemde huzur hâkim, ne anarşi ne terör,
İnanmazsan sen de bak, huzur ortamını gör.
Artık feryat etmiyor Mehmetçik anneleri,
Yürekleri yakmıyor şehid cenazeleri.
Herkes için özgürlük, herkes için adalet,
Çifte standart kalkmış, ne büyük bir saadet.
Aydınlar gerçek aydın, yani münevver olmuş,
Akılları nur olmuş, vicdanları nur olmuş.
Çürük mal bulunmuyor siyaset çarşısında,
Hiç kimse susmaz olmuş haksızlık karşısında.
Ülkemin insanları özgürlüğe aç değil,
Düşünceyi ifade, hiçbir yerde suç değil.
Gerçekten anlaşılmış laikliğin mânâsı
Ciddiye alınmıyor irtica yaygarası.
Baş örtülü baş açık, birlikte okuyorlar,
Ülkenin geleceğine sahip çıkıyorlar.
Yaşlılar daha mesut, gençler daha umutlu,
Böyle güzel bir ülkenin insanıyım ne mutlu.
Asra hükmediyordu, sanki Asrın Sahibi,
Ne güzel bir devir ki, Asr-ı Saadet gibi.
Sonra elimden düştü birden hayal dürbünü,
Geride bırakmıştım, güzel tatlı bir günü.
Gördüklerim hakikat değil hayalmiş meğer,
Hayal bile olsalar, hayâli cihan değer.
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tahta köprü üzerine ev inşa etmek! |
|
İnsan maddî-manevî, ruhî-bedenî, nefsî-ulvî olmak üzere iki boyutlu olarak yaratılmış bir varlık. Huzur, mutluluk ve gerçek lezzeti, bu iki kutbu dengelemesiyle mümkün.
Günümüz insanının en büyük zaafı ruhî, ulvî, uhrevî, manevî duygu ve hasletleri öteleyip; maddî, nefsî, dünyevî hayatı, zevk ve lezzetleri öne almakla peşinde koşuşturduğu mutluluğa ulaşacağını sanmasıdır. Zevkkoliklik (hedonizm), bağımlılık yaparak dinî hayatı bile dünyaya feda ettiriyor, izzet, namus ve şerefler rüşvet veriliyor. Belki, din için dünya feda edilebilir. Çünkü, din aynı zamanda sonsuz hayatın da teminatıdır.
Oysa, gerçek tam da bunun aksidir. Bir makine, bir cihaz, bir mimarî yapının meydana getirilmesinin bir ana, birkaç tali gayesi olduğunu hepimiz biliriz. Bir makinenin, bir cihazın yapılış sebebini ve nasıl kullanılacağını en iyi bilen ustası, sanatkârı değil mi?
Ruhumuz Kadîr-i Mutlak olan Yaratıcının eseridir. Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak değil; Ona iman etmek, Onu bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak, “ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmekle”1 şuur, bilgi, beceri ve maharet kazanarak olgunlaşmak ve mükemmel insan olmaktır. Bediüzzaman; kalbî seyahat, ruhî çalışma, gayret ve manevî yükselmekle kâmil insan olmak için çalışmak ve mutluluğu yakalamak şeklinde özetler.2
Ruh/duygu ve biyo-psiko-fizyolojik yapımız buna göre dizayn edilmiştir. Dünya ahiret tarlası yapılmış, yoksa ahiret, dünya hayatını kazanmak için düzenlenmemiştir.
Elbette, dünyayı kesben terk etmeyeceğiz. Çünkü, Yaratıcımızın isimleri burada tecellî etmiştir ve bizi buraya O göndermiştir. İkincisi, dünya ahiretin tarlasıdır. Ancak, kesinlikle şunu bilmeliyiz: Dünya fanidir, kalben bağlanmaya değmez. Zaten her an başka başka hallere girerek yokluğa gidecek yüzünü gösterir bize. Bir gün Havarilerinden birisi Hz. İsa’ya (as):
“Bana dünyayı anlat!” dedi.
İlerideki ahşap köprüyü göstererek;
“Dünya şu köprüye benzer. Yerleşecek bir yer değildir; sadece geçip gidersin. Yerleşmeye kalkışmak, köprü üzerine ev yapmak gibidir.”
Bunun üzerine Havarinin attığı çığlığın köprüyü yıktığı rivayet edilir.
Ve biz durmadan köprü üzerine ev inşa etmekle meşgulüz!
Dipnotlar:
1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 84; 2- Mektubat, s. 440-441
12.08.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|
|
Lübnan’ın İsrail tarafından işgalinin ilk günlerinde, Guardian, Observer ve Times gibi Batılı gazetede makaleleri yayınlanan ve Nasıra’da muhabir olarak çalışan İngiliz gazeteci Jonathan Cook, Znet’te bir konuyu gündeme getirmişti. BBC muhabiri, Lübnan’daki direnişçilerin İsrail’e attığı füzeleri anlatırken “Büyük çoğunluğu Hıristiyan olan Nasıra ateş altında” diyerek İsrail’den dünyaya haber geçiyordu. Bilindiği gibi Nasıra, Hz. İsa’nın doğduğu şehir. Cook “Halbuki, roketler Nasıra’ya düşmediği gibi, Nasıra’nın büyük çoğunluğu da Müslüman” diyor.
Cook, BBC gibi meşhur ve güya tarafsız bir haber kurumunun bu kadar taraflı ve yalan haberine şaşırıyor ve maksadın açık olduğunu ifade ediyor. Ona göre maksat: “İşte Müslümanlar bu: Yahudileri de, Hıristiyanları da en mukaddes şehirleriyle birlikte yok etmek isteyen fanatikler.” İsrail ise güya Hıristiyanları ve Hz. İsa’nın doğduğu şehri koruyan bir devlet. Cook, hadiseyi “Lübnan, İsrail ateşine ilâveten bir de medya ateşi altında” diyerek yorumluyor.
Bu gün Cook gibi kişiler Batı’da muhalif ve aykırı gazeteciler olarak biliniyor ve sayıları çok az. Hakikatı söyleyen ve yazan, zulme karşı duran ve bu tür yorumları da hiçbir zaman büyük gazetelerde çıkmayan nadir kişilerden birkaçı. Duruşlarıyla ve tarafsızlıklarıyla okyanusta birer damla.
BBC televizyon kanalları ve radyoları devlet desteği ve kısmen de Müslüman ülkelerin turizm reklamlarıyla ayakta duran dev bir yayın kuruluşu. Muhabir ağı ve yayın gücü ile bütün dünyayı kuşatmış, bir çok yayın organına da haber kaynağı olan ve sokaktaki insandan devlet başkanlarına kadar her kesimi etkileyen ve kamuoyu oluşturan bir kuruluş.
Cook’un dikkat çektiği hadise aslında sadece küçük bir misâl. Buna benzer ustalıkla hazırlanmış, propaganda amaçlı binlerce yalan ve yönlendirici haber ortalıkta dolaşıyor, halk ile birlikte yönetici pozisyonunda olan birçok kişi bunlara göre karar veriyor.
Aslında medya ya da basın ve yayın, İslâm dünyasının en az Filistin ve Lübnan kadar kanayan bir yarası. En az yüz yıldır, İslâm dünyasında ciddî bir basın ve yayın faaliyeti olmadığı için İslâm dünyası parça parça oldu, nice İsrailler kuruldu, kimsenin ruhu bile duymadı, yabancı kaynaklı medyanın çıkarttığı fitne ile kardeş kavgaları devam etti.
Biz birkaç asırdır hep, Batıdaki gibi büyük sanayi kuruluşlarımız, dev deniz ve hava filolarımız olmayışından şikâyet eder dururuz ve düşülen durumun ana sebebi olarak bunları görürüz. Halbuki Batının bunları tamamlayan ve gerçekte de alt yapısı olan, devamlılığını sağlayan ve tesirini azamî seviyeye çıkaran dünya çapında dev eğitim müesseseleri ve medya kuruluşları var. Bunlar sayesinde birlik ve beraberliklerini muhafaza ediyorlar, bunlar sayesinde rasyonel hareket ediyorlar ve sonuç alıcı, uygulanabilir fikirler üretiyorlar. Yine bunlarla diktatörlükleri, şahsî ve dar fikir ve görüşleri yıkıp kendileri için demokrasiyi ve toplum menfaatlerini öne çıkarıyorlar. Ve işin fena tarafı da şerde ittifakı, Müslümanlar arasında da ihtilâfı, bölünmeyi ve parçalanmayı sağlıyorlar. Kendilerindeki uygulamanın aksine İslâm dünyasında ve üçüncü dünya ülkelerinde diktatörleri ve ülkesini Batıya peşkeş çeken sefih kimseleri medya sayesinde işbaşına getiriyorlar ve ayakta tutuyorlar.
Bugün düşmana karşı dev deniz ve hava filolarını tesis etmek çok kolay olmayabilir. Hatta vaktiyle komşumuzun ithal olarak kurduğu en modern ordunun neredeyse bir gecede çöktüğünü de gördükten sonra devamlılığı ve başarı ihtimali daha da zor. Ancak bütün bunların alt yapısını oluşturacak, içerde birlik ve beraberliği sağlayacak, haksızlığı ve zulmü dünyaya doğru ve eksiksiz bir şekilde anlatacak ve insanlığı ikaz edecek milletler arası basın ve yayın kuruluşları oluşturmak her zaman mümkün ve sanıldığından daha kolay. Faydası ise dev filolardan daha fazla olacağı kesin.
İlginçtir, eğlence, sefahat, israf, şan ve şöhrete geldiğinde son teknolojiyi kullananlar, konu bu sahaya geldiğinde müthiş bir şekilde tutucu oluyorlar, eski çağlara ve iptidâî şartlara dönüyorlar, Müslümanları eski zaman köşelerine hapsediyorlar.
Sebepleri çok, ama İslâm dünyasında medyanın ehemmiyeti yüz bu kadar sene geçmesine rağmen hâlâ anlaşılamadı. Halbuki İslâm tebliğde de, hakkın ve hakikatin anlatılmasında da ilk yıllardan itibaren, en yeni ve en iyi metotları kullanmıştır, habere ehemmiyet vererek doğruluğunun tahkik edilmesini çok önemli görmüştür. Kur’ân-ı Kerim Muallakat-ı Seb’a’yı indirecek belâgat ve fesahatte hakkı ve hakikatı tebliğ etmiştir. Peygamberimiz (asm) tebliğ için zamanın en güzel ve en etkili metotlarını kullanmıştır ve hayatı bunun misâlleri ile doludur.
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Nur yolu kervanına katılanlar |
|
Hz. Âdem’in (as) yaratılması, melekûtiyet âleminde, “melekiyete” karşı “insaniyet” hakikatine bir tercihiydi Yüce yaratanın. Eşi ve benzeri olmayan bir başlangıçtı.
Hz. Nuh’un (as) yaratılışı, “insaniyet” âleminde, küfür, isyan, tuğyan ve sapıklığa karşı ikinci bir başlangıçtı.
Ve nebîler halkasının son noktası, Hz. Muhammed (asm), “insanlığın” hayvaniyete inkılâb etme hengâmında bir manevî güneş olarak küfrün kol gezdiği bir diyarda, karanlığın hükmetmek istediği bir zamanda, isyanın ayyuka çıktığı bir mekânda dünyaya teşrif etti.
Karanlıkları defetti. Zulümleri yok etti. Gönülleri ve kalpleri fethetti. Zaman, mekân ve ruhları Hakkın hatırına râm etti.
Manevî halkanın unutulmaz simaları: Hz. Ebûbekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar, Veysel Karaniler, İmam-ı Azamlar, İmam-ı Şafiîler, İbni Hanbelîler, İmam-ı Malikîler, Gavs-ı Azamlar, Yunuslar, Mevlânâlar… Ve daha nice manevî gönül kahramanları, onun yolundan gidip onu takip etti.
Siyasî, idarî ve dünyevî saltanatının liderleri: Selahaddin-i Eyyübîler, Fatihler, Yavuzlar, Yıldırımlar, Kanuniler… Ve daha niceleri çıktı.
İlmî sahasının dahileri: Cabirler, Farabîler, Gazaliler, İbni Sinalar, Hazerfan Ahmet Çelebiler… Gelip geçti.
Helâket ve felâket asrının imamı geldi kâinata. Kuş uçmaz, kervan geçmez çetin ve vahşî bir mekândan!
Onun açtığı gönül yolundan giden Molla Hamitler, Molla Resuller, Hafız Aliler, Hüsrevler, Tahirîler, Zübeyirler, Sungurlar, Bayramlar çıktı. Hak dâvâsı için hayatlarını ortaya koydular. Canlarını fedaya azmettiler. Nefislerini yerle bir eylediler. Yapılabilecek ne kadar fedakârlık varsa hepsini yapmak için ömürlerini, hayatlarını ve her şeylerini ortaya koydular.
Bu kuşağın ardından gelen “ikinci kuşağın” temsilcisi iddiasında olan bizim kuşak var şimdilerde. Bütün sorumlulukların omuzunda olması lâzım gelen bir kuşak bu! Her yönüyle, teorik bilgileri, tecrübesi ve yaşamasıyla gelmekte olan nesle örnek olacak bir kuşak. Ve bir üçüncü kuşak belirdi bile çoktan. Şu anda onlar vücutta.
Hep bizim kuşağı gözlüyor ve izliyorlar. Bizler de onlara sağlam bir miras bırakmak için çok gayret göstermeliyiz. Çok dikkatli olmalıyız. İhlâs, istikamet, sadakat, gayret, hamiyet, şefkat, merhamet, uhuvvet ve metanet gibi bu kudsî dâvânın olmazsa olmazlarını hem nefislerimizde yaşamak, hem de bizden sonra geleceklere yaşatmak konusunda çok büyük mesaiye ihtiyaç var.
Bazı anlar vardır. Hayatta bir daha yakalanamaz. Doğum ânı, ölüm ânı, düğün ânı, hidayet anı, sevinç ânı, hüzün ânı.. vb.
Bazı mekânlar vardır. Bir benzeri ve eşi yoktur. Cennet, Cehennem, Sidretü’l-Münteha, Kab-ı Kavseyn, Kâbe-i Muazzama, Arafat, Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevî… vb.
Bazı konular vardır. Bir defaya mahsustur. Dahası yoktur. Konuşulamaz, tartışılamaz. İlk defa imana gelmek. “Sadakte!” diyebilmek ve geri dönmemek. Kabullenmek, inkârı reddetmek. “Söz” vermek. Vefasızlık etmemek.
Bazı şahıslar vardır. Hilkat-i garibedir, yektir, birdir, alâmet-i farikadır. Hâlıkın bir ihsanıdır kâinat için, insanlık için, varlıklar için, gerçek dostlar için.
Şimdi bahtiyar insanlarla Barla gibi müstesna bir mekânda, Bediüzzaman gibi müstesna bir âlim ve müceddidin taht-ı riyasetinde, Risâle-i Nur gibi emsâlsiz bir mu’cizevî Kur’ân tefsirinin derinliklerinde kendi kendimizle buluşmanın boyutlarını genişletmeye çalışıyoruz.
Güneşin kavurucu sıcaklığı karşısında İslâm ve İman güneşinin serinleten ulvî hakikatlarıyla mest oluyor ve kendimizden başlama merkezli bir ıslâh ve düzelme hareketinin heyecanını yaşıyoruz.
Paylaşmak isteyenler için Ağustos ayının sonuna kadar Barla’da bu mübarek beldede kadîm dostlarımızı aileleriyle birlikte bekliyoruz. Manevî nimetleri birlikte paylaşmak dilek ve temennisiyle.
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yeni “dizayncılar” |
|
Yaz tatilinde gündem iç politika yerine İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yaptığı saldırıları sebebiyle dış politikaya kaydı. Tatilden önce sıkça konuşulan “erken seçim” fazla gündeme getirilmiyor. Meclis’in açılacağı Ekim’den itibaren siyasî gündemin “erken seçim” yerine, “cumhurbaşkanlığı” seçimine odaklanacak gibi görünüyor.
Bu arada, hükümetin seçim sisteminde yapılacak değişikliklere dair tekliflerini tartışmaya açmaya hazırlandığı kulislerde konuşuluyor. Daha paket açılmadan tartışmaları başladığına göre, bir de açıldıktan sonra nasıl bir tartışma olacak; bekleyelim görelim.
Meclis 1 Temmuz’da tatile girmişti. Şimdi milletvekilleri, seçim bölgelerinde halka yaptıklarını anlatıyor, yapamadıkları konusunda da hesap veriyor.
* * *
Siyaset Ankara dışında yapılırken, siyaseti sıcak tutma peşinde olanlar var. Siyaseti yeniden “dizayn etmek” isteyenler, çalışmalarını milletin kafasını karıştırarak devam ettirmek istiyorlar.
Anasol-M’yi oluşturan partilerden ANAP’ın eski Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve DSP-’nin ilk Genel Başkanı Rahşan Ecevit kendilerine yeni misyon yüklemiş olacak ki, Meclis’in tatilde olduğu günlerde yeni senaryolar peşinde konuşuyorlar.
Önce DSP’nin ilk Genel Başkanı Rahşan Ecevit bu kafa karıştırma girişimlerinde bulundu. Kocası hasta yatağında, yoğun bakımda iken, “sağlı-sollu ittifaklar” peşinde koşarken, büyük hayâl kırıklığı ile bu ittifakların olamayacağını anladı. Sağlı-sollu ittifak girişimlerinde başarılı olamayan Rahşan Ecevit 18 Mayıs’tan beri hastanede yatan eşi Bülent Ecevit’in yanına dönmek zorunda kaldı.
* * *
Şimdi sahnede ANAP’ın eski Genel Başkanı Mesut Yılmaz var. Dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Yüce Divan’dan zaman aşımından yırtınca değişik ittifaklar peşinde koşmaya başladı.
Yılmaz, Türkiye’de “merkez sağ ile merkez sol arasında artık ciddî bir fark olmadığı”na inandığını söylerken, “merkez sağ ile merkez solu bünyesinde toplayan bir merkez alternatife, merkezde yeni bir oluşuma ihtiyaç olduğunu” düşünerek girişimlere başladı.
Yılmaz’ın Beykoz Konutlarındaki evinde yapılan Mumcu-Yılmaz arasındaki sürpriz 5 saatlik görüşmeden sonra yapılan açıklamalar kafaları daha çok karıştırdı. Yılmaz’ın “Mumcu ile her konuda mutabakat sağladık. Siyasette Anavatan’da doğdum, Anavatan’da öleceğim” diyerek siyasette dönüş sinyali vermesine cevap partinin Genel Başkanı Erkan Mumcu’dan geldi: “Mutabakat yok; karşılıklı özeleştiri yaptık. Anavatan’a dönmesi söz konusu değil…”
Yılmaz’ın, “Tek çatı altında büyük bir buluşmayı gerçekleştirmeye çalışıyorum” sözüne de cevap DYP’den geldi. Genel Başkan Mehmet Ağar, “Merkez sağın yegâne adresi DYP’dir… Merkez sağ, ne yapacağı belli olan, bugün ak dediğine yarın kara demeyen, gücünü, iradesini milletten alan tarihsel bir oluşumdur...”
“Merkez sağ ile sol arasında fark kalmadı” diyen Yılmaz’ın “dizayn” girişimleri de görülüyor ki başarısızlıkla neticelenecek.
Anasol-M’nin “M”(MHP)’si ise, Tekir Yaylasından ufak da olsa bu tartışmalara katıldı. Ancak, MHP’nin şimdilik Yılmaz ve Rahşan Ecevit gibi “sağlı-sollu” ittifaklar konusunda bir çalışması yok. Şimdilik yok, ama bu demek değil ki, Yılmaz’ın çalışmaları bittiğinde, o da böyle bir manevra ile eski ortaklarının yapamadığını yapma çalışmalarına katılabilir.
* * *
28 Şubat sürecinde “önemli görevler” yapan ve bazı “mahfiller” tarafından da desteklenen bu üçlü koalisyon iktidarda olduğu dönemdeki ortamın olmadığını gördüklerinde kendilerine geleceklerdir…
“Ara dönemler” de siyasette yer bulabilenler millî iradenin ne olduğunu böylece daha iyi anlamış olacaklar. Millete dayanmayan hiç bir siyaset başarılı olamaz, olmamıştır da… Çünkü millet her zaman ne yapacağını çok iyi bilir. Son seçimde yaptığı gibi…
İttifakları, birleşmeleri millet sandıkta yapmalı. Yoksa, böyle birilerinin ortaya çıkıp bazı girişimlerde bulunmaları, “sun’î çözümler” ortaya koymaları ile ittifaklar olmuyor.
Zaman en iyi ilâç olduğu için bekleyip görelim.
Milletin gönlünde yer bulamayanlar, hangi ittifaklar peşinde olurlarla olsunlar başarılı olamamıştır. Şimdi de bu girişimlerin başarılı olması mümkün değil.
Yaz aylarının kavurucu sıcağında siyasetin nabzı işte böyle atıyor…
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Varlık da dert, yokluk da |
|
TRABZON - Hak ettiği yatırımı alamayan bölgelerimizden biri de Karadeniz bölgemizdir. Sahip olduğu deniz ve yayla turizmi imkânları nedense gereği gibi kullanılamıyor. Bunda, yıllardan beri bölge halkının büyük şehirlere göçmesinin de tesiri olmuştur.
MÜSİAD, Türkiye’nin dertlerine çare aramak amacıyla, iki ayda bir düzenlediği Genel İdare Kurulu toplantılarını, şubelerinin bulunduğu illerde yapıyor. Haziran’da düzenlenen toplantı Erzurum’da yapılmıştı. Ağustos Genel İdare Kurulu (GİK) toplantısı ise Karadeniz’in ‘liman şehri’ Trabzon’da (4-6 Ağustos 2006 tarihleri arasında) yapıldı.
MÜSİAD Şube Başkanları ve yönetim kurulu üyelerinin katıldığı toplantıda bölgenin problemleri masaya yatırıldı. Bilindiği gibi bölgenin problemlerinin başında çay ve fındık üretimi/satışı ve pazarlaması konusunda yaşanan tartışmalar gündemi meşgul ediyor. Fındık üreticilerinin yaptığı miting ve yol kapatma ‘eylem’i Trabzon’daki toplantıyı daha da aktüel hale getirmiş oldu.
Trabzon’daki toplantının iki ayrı oturumuna iki ayrı bakanın katılması ve MÜSİAD yöneticilerinin aktardığı sıkıntıları ‘not’ etmesi isabetli oldu.
“Gala yemeği”ne katılan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ve şube başkanlarıyla düzenlenen toplantıya katılan Bayındırlık ve İskan Bakanı Faruk Nafiz Özak’ın açıklamaları, bölgenin hükümet nezdinde ‘yakın takip’e alındığını gösterdi.
Zorlu Otel’de düzenlenen ‘Çay ve Fındık Paneli’ndeki konuşmacılar da her iki üründe yaşanan sıkıntıları dile getirdi. Paneldeki konuşmalar, işi bilmeyenler için ‘varlık’ ve ‘yokluk’un eşit derecede ‘dert’ olduğunu ortaya koydu.
Türkiye, dünya fındık üreticileri arasında bir numara. En yakın takipçimiz İtalya ile aramızda 5 kat üretim miktarı farkı var. Bir anlamda ‘tekel’ durumundayız. Ama nedense bu avantaj, bizim için dezavantaj olmuş durumda. Başka ülkeler için ‘tekel’ olmak avantaj iken, Türkiye için neden dezavantaj oluyor? Her halde, ‘işi bilme ve kılıcı kuşanma’ noktasında maharetli olmadığımız için olsa gerek.
MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat’ın başkanlık yaptığı panelde konuşan ÇAYSİAD Başkanı Rahmi Üstün, ÇAYKUR Genel Müdürü Ekrem Yüce, çay sanayicisi ve MÜSİAD eski Genel Başkanı Ali Bayramoğlu, Trabzon Ticaret Borsası Meclis Başkanı Mehmet Cirav ve Fiskobirlik eski Genel Müdürü Celal Öztürk bölge için hayatî öneme sahip çay ve fındık konusunda ‘sorunlar ve çözüm yolları’nı ortaya koydu.
Bölge insanının hayatının bir parçası olan ÇAYKUR, geçmiş yıllara nispetle çok rahat görünüyor. Genel Müdür Ekrem Yüce, konuşmacılar açısından en rahat olanıydı. Çünkü ÇAYKUR, üreticiden aldığı ürünün bedelini neredeyse ‘peşin’ ödeyebilecek bir duruma gelmiş. Geçmiş yıllara göre bu, büyük bir başarı.
Tabiî ki çay üreticisinin derdi bitmiş değil, ancak “Çaykur’a sattığımız çayın parasını alamadık” diyen de kalmamış…
ÇAYKUR’daki rahatlığın aksine, özel sektör çay sanayicilerinin sıkıntıları devam ediyor. ÇAYKUR’un ‘devlet destekli’ politikaları karşısında daha da zor duruma düşmüşler. Çaykur üreticiye ödeme yaptıkça, özel sektörün sıkıntısı artıyor. Çünkü ‘devlet’le rekabet etmeleri mümkün görünmüyor. Özel sektör çay üreticilerinin bir sıkıntısı da ‘kaçak yollar’la Türkiye’ye sokulan çaylar. Ayrıca büyük marketlerin uyguladığı ‘satın alma politikaları’ da onlar için en büyük engel….
Velhâsıl, Karadeniz’de dertler dalga dalga ‘kıyı’ya/hükümete vuruyor vesselâm...
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
YAŞ ve ihraçlar |
|
Bu seneki YAŞ toplantısının dikkat çeken özelliklerinden biri, haklarında “ordudan ayırma” kararı verilen 17 TSK mensubunun ihraç gerekçelerinin de açıklanması oldu.
Önceki ihraçlarda bu gerekçe “disiplinsizlik” gibi genel bir ifadeyle dile getirilirken bu defa nisbeten daha net tariflere yer verildi:
* Türk Silâhlı Kuvvetlerinin itibarını sarsacak şekilde ahlâk dışı hareketlerde bulunmak,
* Hizmetin gerektirdiği tavır ve hareketlerini ikaza rağmen düzenlememek veya,
* İrticaî faaliyetlerde bulunduğu anlaşılmak.
Konuya dair haberlere göre 17 kişiden 7’si “irticaî faaliyette bulunmak”tan ihraç edilmiş. Diğerleri Sauna ve Atabeyler çetelerinde yer alan kişilermiş.
Elbette ki, sırtındaki üniformasıyla çete kuran, hukuk ve ahlâk dışı tavır, hareket ve faaliyetlere giren kişilerin TSK’da da, başka kurumlarda da kesinlikle yeri olamaz ve olmamalı.
Ancak neyin kastedildiği noktasında hâlâ bir mutabakat sağlanamayan “irtica”da durum hayli farklı.
“İrticayla mücadele” gerekçesiyle dindarları rencide eden kimi uygulamaların hâlâ sürüyor olması, bu hususta dikkate alınması gereken bir hassasiyet oluşturmuş durumda.
Ve bu haklı hassasiyeti gidermeye yönelik kayda değer bir adım da hâlâ atılmış değil.
Bu yüzden, dindar kitlelerdeki “Hayatını dinî ölçülere göre tanzim edenler TSK’da barındırılmıyor” şüphesi hâlâ devam ediyor.
28 Şubat’ın en sıcak günlerinde dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı “Her namaz kılanı ordudan atsaydık Askerî Şûrâya üye bulamazdık” derken, herhalde büyük ihtimalle bu kuşkuyu gidermeye çalışıyordu.
MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç da yakınlarda çıktığı bir TV programında “Biz namaz kıldığı için kimseyi atmadık” dedi.
Kılınç’ın anlattığına göre, irtica gerekçesiyle ordudan atılanlar “Tarikat mensubu olarak kendisini yoğun bir şekilde dine vermiş, tesettür gibi ‘çağdışı’ işlere yönelmiş” kişiler.
Bu noktada Kılınç, evinde “harem-selâmlık yapan” bir deniz hakim albayı YAŞ öncesi “Buna son ver, yoksa atılırsın, çağdaş bir subaya yakışmıyor” diye uyardığını anlattı.
Ama sonraki günlerde “Kılınç’ın bahsettiği albay bendim” diyen Ahmet Cengiz Tangören, aralarında öyle bir konuşma geçmediğini söyledi ve “Kılınç’a namaz kıldığımı söylediğimde ‘Keşke biz de kılsak’ diyerek hayranlığını belirtti” dedi. (Yeni Şafak, 23.7.06)
Bunlardan anlaşılan o ki, TSK komuta kademesinde namazla ilgili bir duyarlılık var.
Vaktiyle eski Kara Kuvvetleri Komutanlarından Fisunoğlu’nun, “Rütbelilerin Cuma için dahi olsa camiye gitmesi yadırganır” diyerek açığa vurduğu garabet ise, son zamanlarda üst düzey generallerin şehit cenazelerinde saf tutup namaz kılmalarıyla artık aşılıyor gibi.
Namaz konusundaki bu tavır memnuniyet verici. Dileğimiz, tesettürün de tıpkı namaz gibi dinin bir emri olduğu gerçeğinin anlaşılması ve yanlışların buna göre düzeltilmesi.
Bunun için ise, komutanları tesettürün farziyetine de, harem-selâmlığın özel alan kapsamına giren bir dinî gelenek olduğuna da ikna edebilecek makul izahlara da ihtiyaç var...
12.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|