|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Allah insanlara rahmetinden bir şey nasip etse, ona mânî olabilecek hiçbir kuvvet yoktur.
Fâtır Sûresi: 2
|
12.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki kendisine bir iyilik yapılır da bu iyiliği yapana "Cezâkellâhü hayran=Allah seni hayırla mükâfatlandırsın" derse onu fazlasıyla övmüş olur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3680
|
12.08.2006
|
|
Bazen felâketten saadet çıkar
Rüyada bir hitabe
Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir.
1335* senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi:
“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”
Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:
“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.”
Ayakta durup dedim:
“Sorun, cevap vereyim.”
Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”
Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikballe mübadele eden kazanır.”
Birden meclis tarafından denildi: “İzah et.”
Sünûhat, s. 55
—Devam edecek—
* 1335 Rûmî = 1919 Miladi
Lügatçe:
elfaz: Lâfızlar:
dehr: Asır, çağ.
yeis: Ümitsizlik.
zulmet: Karanlık.
yakaza: Uyanık hal.
mukadderat-ı İslâm: İslâmın başından geçecek olanlar.
Selef-i Salihîn: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin ilk rehberleri.
a’sâr: Asırlar.
şerr-i mahz: Tam bir şer.
beka-yı istiklâliyet-i İslâm: İslâmın bağımsızlığının devamı.
farz-ı kifaye-i cihad: Müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerlerinin üzerinden kalkan farz cihad.
saadet-i müstakbele: Gelecekteki saadet.
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.
ihtizaz: Harekete geçme, titreşme.
tacil: Acele ettirme.
saadet-i âcile-i muvakkate: Peşin yaşanan geçici saadet.
saadet-i âcile-i müstemirre: İleride görülecek olan devamlı saadet.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
12.08.2006
|
|
Fıtratın sesi: Haniflik
Peygamberimiz (asm), nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in (as) Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakıye-i dini ile ibadet ederdi. Fakat farziyet ve mecburiyet sûretinde değil, belki ihtiyariyle ve mendubiyet sûretinde idi.1
Neden İbrahim’in (as) bakıye-i dini ile ibadet ederdi de, kendisine daha yakın olan Hz. İsa’nın (as) dini ile amel etmezdi diye insanın aklına gelebilmektedir. Biz de bu konuda bir araştırma yaptık ve bazı gerçekçi sonuçlara ulaştık. Bu yazımızda da bunu okuyucularımızla paylaşmak istedik. Çünkü “bilgi paylaşıldıkça çoğalır” ve doğrular yayıldıkça yanlışlar kaybolur.
Hz. İbrahim’in (as) dini “Hanif Dini” veya kısaca “Haniflik”tir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “İbrahim, ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. O doğru ve istikamet dini olan hanif bir Müslümandı ve asla müşriklerden değildi”2 buyurur. Bu âyette buyrulduğu gibi Haniflik, Hz. İbrahim’in (as) temsil ettiği tevhid esasını ifade etmektedir.3 Hz. İbrahim’in (as) müşrik ve putperest Nemrut’a karşı tevhid hakikatini müdafaa ettiği için ateşe atıldığı herkesin malumu ve tüm ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristiyanların ittifak ettiği bir husustur. Onlar bu cihette Hz. İbrahim’e (as) sahip çıktıkları gibi İbrahim (as) tüm peygamberlerin babası olmak ciheti ile herkesin sahiplendiği bir peygamberdir. Nitekim Yahudiler kendilerini Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ın (as) çocukları olarak görürler. Bu cihetten Hz. İsa (as) da İshak (as) neslinden gelen bir peygamberdir. Peygamberimiz (asm) ise İsmail’in (as) neslinden gelmiş olmakla İbrahim (as) neslinden gelen son peygamberdir ve İbrahim’in (as) duâsıdır. Doğrudan babası olan Hz. İbrahim’in (as) dini ile ibadet etmesi akla ve dine daha uygundur.
Akla uygundur çünkü o İbrahim’in (as) tevhid dinini temsil ve müdafaa etmektedir. İbrahim (as) asla şirke bulaşmadığı gibi takipçileri de asla şirke düşmemişlerdir. Buna putperest Mekke’de bulunan ve sayıları birkaç kişiden ibaret olan Haniflerin o şartlarda bile tevhidi müdafaa ettiği en güzel delildir. Kuss bin Saide, Varaka bin Nevfel, Hz. Ebûbekir (ra) gibi mümtaz kişiler hanifleri temsil etmekteydiler ve asla şirke bulaşmamışlardı. Peygamberimizin (asm) de elbette şirkten en fazla nefret eden biri olarak Hz. İbrahim’in (as) bakıye-i dini üzere olması en doğru olan bir husustur.
Dine uygundur, çünkü gerek Yahudiler ve gerekse Hıristiyanlar bilerek veya bilmeyerek şirke girdiler. Esbaba tesir ve ruhbanlara yetki vererek bunu bilmeden yaptıkları gibi, Yahudiler Hz. Üzeyir’e (as) ve Hıristiyanlar Hz. İsa’ya (as) “ibnullah” yani ‘Allah’ın oğlu’ diyerek doğrudan şirke düştüler.4 Peygamberimizin (asm) şirkten en fazla nefret eden birisi olarak onların dinleri ile amel etmesi elbette düşünülemez. En azından görünüşte onlara benzemiş olurdu ki, bu bir peygambere asla yakışmazdı.
Hanif lügatte “Hakka ve doğruya yönelen ve tevhidde istikamet üzere olan kimse” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda geçmektedir. Hatta Peygamberimize (asm) “Hıristiyan ve Yahudi olursanız doğru yolu bulursunuz” diyenlere Yüce Allah’ın “Ey Habibim! ‘Bilâkis biz, doğruya yönelmiş Hanif olan ve Allah’a şirk koşmayan İbrahim’in dinine uyarız’ de”5 dediğini nakleder.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah, Peygamberimizi (asm) İbrahim (as) dinine tabi olmaya ve yolunu devam ettirmeye davet eder. “İbrahim şüphesiz Allah’a boyun eğen ve yalnız Allah’a yönelen Hanif bir peygamberdi; puta tapanlardan değildi. Şimdi sen de ey resûlüm, doğruya yönelmiş olan ve puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine uy diye vahyettik”6 buyurur. Bu vahyin Peygamberimize (asm) yapılmış olması da gösteriyor ki, Peygamberimiz (asm) nübüvvetten önce de farziyet sûretinde değil, ilham tarîki ile yüce Allah tarafından Hanif dini üzere amel etmeye yönlendirilmiştir.
Peygamberimiz (asm) de “Ben amelde müsamahakâr olan; ama inançta tevhidi esas alan Hanif dini ile gönderildim”7 buyurarak İslâmiyet’in tevhidi esas alan Hz. İbrahim’in (as) dininin devamı ile gönderilmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Yüce Allah’ın “Allah katında din İslâm’dır”8 âyeti ile Hanifliğin çelişmediği açıktır. İslâm ile Hanifliğin ifade ettiği mânâ birdir. O da tevhidi esas almış ve şirkin her nevinden uzaklaşmıştır. Hanifliğin şirkten kaçınması ile İslâm’ın Allah’a teslimiyeti aynı anlamın devamı niteliğindedir. Şirkten uzaklaşmanın sonucu Allah’a teslimiyettir.
Bu anlamda “Hanif” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 12 yerde geçmektedir.9 Bunlardan çıkan sonuç ise “Hanif”in anladığımız mânâda “Müslüman” anlamına gelmesidir.
Hanifin bir anlamı da “fıtrat ve istikamet”tir. Bu mânâyı bir kudsî hadiste yüce Allah’ın “Ben kullarımı istikamet ve selâmet üzere hanifler olarak yarattım”10 buyurmasından anlıyoruz. Peygamberimizin (asm) hadislerinde de bu mânâ hâkimdir. Nitekim Peygamberimizin (asm) Ebû Hureyre (ra) tarafından rivayet edilen bir hadisinde “Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası ona Yahudî yahut Hıristiyan veya Mecûsî yaparlar. Nasıl ki, her hayvanın yavrusu tam a’zalı olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?” Sonra Ebû Hureyre (r.a.) “Yüzünü hak din olan İslâma çevir—o fıtrat dini ki, Allah insanları o din üzerine yaratmıştır. Allah yaratışını değiştirecek değildir; siz de Allah’ın yarattığını değiştirmeyin. İşte dos doğru din budur; lâkin insanların çoğu bilmez” (Rum, 30:30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur.11
Fıtrat, Allah’ın insanı hak ve hakikati anlamaya ve kavramaya ve Allah’a iman ederek ibadet etmeye müstait bir yaratılış üzere yaratması demektir. Nitekim “Yüzünü hanif dinine çevir. Allah’ın insanları akıl ve kabiliyetlerle donatarak fıtrat üzere yaratmasının gereği budur. Allah’ın yaratmasında değişiklik olmaz ve bu Allah’ın kadim dinidir”12 âyetinden bunu anlıyoruz.
Dolayısıyla fıtratın sesi Allah’ın birliğini esas alan tevhid hakikatine iman ve bir olan Allah’a teslimiyettir. Bunun tatbiki ise Kur’ân’a ve Hz. Muhammed’e (asm) itaat ederek yolundan gitmektir. Aklın gereği ve kabiliyetlerin istikamet üzere inkişafının neticesi budur. Hak ve tevhid dini olan İslâm ve Hanif dininin bütün esasları selim akılların ve inkişaf etmiş kabiliyetlerin kabul edip teslim olacağı şekildedir.
Bütün bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz (asm) nübüvvetten önce Hz. İbrahim’in (as) bakıye-i dîni ile amel ederdi. Yani fıtrat ve İslâm üzere idi, şirkten nefret eder ve tevhide iman ederdi. İbadeti farziyet şeklide değil, mendubiyet şeklinde ve kendi iradesi ile daha ziyade tefekküre dayanan ve imanın inkişafını netice veren bir şekilde idi. Daha sonra emrolunduğu için farziyet şeklinde ibadetine devam etti.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 272
2- Âl-i İmran, 3:67
3- Hak Dini Kur’ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 6:3821; (Âsım Efendi, Kamus-u Okyanus, “Hanif” Maddesi.)
4- Tevbe, 9:30
5- Bakara, 2:135
6- Nahl, 16: 120–123
7- Buhari, İman, 29; Tirmizi, Menâkıb, 32; Müsned-i Ahmed, 3:442, 5:266
8- Âl-i İmran, 3:19
9- Bakara, 2:135; Âl-i İmran, 3:67, 95; Nisa, 4:125; En’am, 6:79, 161; Yunus, 10:105; Nahl, 16:120,123; Rum, 30:30; Hac, 22:31; Beyine, 98:5
10- Aynî, Umdetu’l-Kârî, 8:179
11- Buhari, Cenâiz, 80
12- Rum, 30:30
|
M. Ali KAYA
12.08.2006
|
|
Meliyy
Allah (c.c.), Meliyy’dir. Yani maldârdır, zengindir, mal ve servet sahibidir. Ganî’dir. Kullarına dilediği gibi mal veren, zengin kılan ve ebedî Cennet mülkünü vaad eden Cenâb-ı Haktır.
Meliyy ismi, Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Cevşenü’l-Kebîr’de zikredilen isimlerdendir.1
İnsanda enâniyet ve ubûdiyet olmak üzere iki cihet bulunduğunu, enâniyet itibâriyle bîçâre bir mahlûk olan insanın, ubûdiyet itibâriyle acz ve fakr içinde pek büyük bir zenginliğe sahip bulunduğunu ve bu açıdan pek büyük bir ehemmiyeti hâiz olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, rûhuna konulan sonsuz acz ve fakr kuvvetinin farkında olan, haddini aşmayan, isyan etmeyen ve fakat Kadîr-i Rahîm ve Ganî-yi Kerîm olan Rabbinden râzı olan ve duâyı kesmeyen insanın, muhtaç olduğu ve istediği zenginliğe, Allah’ın takdiriyle, ya bu fânî dünyada, ya da ebedî âhiret yurdunda ulaşabileceğini kaydeder.2
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, insan kendisine mal veren Meliyy-i Kerîmini tanımalı, kudret veren Kadîr-i Rahîmini takdir etmeli, rızk veren Rezzâk-ı Kerîm’ine şükretmelidir. Bütün kâinat Allah’ın malıdır ve mülküdür. Her kim kendisini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur. Kim Allah’a mal olmazsa, bütün eşya aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise bütün eşyayı kalben terk etmek ve her şeyin Allah’tan olduğunu ve Ona döneceğini bilmekle mümkündür. Cenâb-ı Hakkın insana verdiği vücut nimeti de dâhil hiçbir varlık ve zenginlik, insanın malı ve mülkü değildir.3 Bundandır ki insan, kendisine emânet edilen mal ve mülkü keyfince kullanamaz. İnsan her şeyi Allah’ın rızâsına uygun tasarruf etmekle yükümlüdür! Çünkü her şeyin, her malın ve mülkün hakîkî sahibi Allah’tır. İnsan sâdece bir misâfirdir. Misafir ise, ev sahibinin rızâsı doğrultusunda hareket etmeye mecburdur.4
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 236; 2- Sözler, s. 291; 3- Lem’alar, s. 247; 4- Mesnevî-i Nuriye, s. 92-93.
|
12.08.2006
|
|
Onun (asm) bereketi hürmetine, rızkımıza bereket ihsan eyle!
Başta Buharî, kütüb-ü sahiha nakl-ı kat’î ile beyan ediyorlar ki:
Hazret-i Ebû Hüreyre aç olmuş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki:
“Ehl-i Suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü ben içebilirim; ben daha ziyade muhtacım.” Fakat emr-i Nebevî için onları topladım, getirdim. Yüzü mütecaviz idiler. Ferman etti: “Onlara içir.” Ben de o kadehteki sütü birer birer verdim. Herbirisi doyuncaya kadar içer, diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler. Sonra ferman etti ki:
“Geriye seninle ben kaldık, iç.” Ben içtim. İçtikçe, “İç” ferman eder. Tâ, ben dedim: “Seni hak ile irsal eden Zât-ı Zülcelâle kasem ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek bakıyesini içti. Yüz bin âfiyet olsun!
İşte şu sâfi, hâlis süt gibi lâtîf, şüphesiz mucize-i bâhire-i bereket, beş yüz bin hadisi hıfzına alan Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte-i sahiha ile nakilleri, gözle görmek kadar katî olmakla beraber, medrese-i kudsiye-i Ahmediye (a.s.m.) olan suffenin namdar, sadık, hafız bir şakirdi olan Ebu Hüreyre’nin, umum Ehl-i Suffeyi mânen işhad ederek, âdetâ umumunu temsil edip şu ihbarı tevatür derecesinde kati telâkki etmeyenin, ya kalbi bozuk veya aklı yok....
Yâ Rab! Şu Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et!
Mektûbât, s. 118-119
|
12.08.2006
|
|
|
|