Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Demokrasi ile bölünmeyiz



Zaman zaman ‘rest’ çekerek ilerlemeye çalıştığımız AB yolunun, hedefe yaklaştıkça daha fazla engelleneceği baştan belliydi. Fiilî müzakereler başladığı halde hâlâ “Yeni bir kriz çıkar mı?” endişesi devam ediyor.

Dışişleri Bakanlığı’nın AB Siyasî Kriterler eski Daire Başkanı Akın Özçer, Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili soruları cevaplandırırken işin ‘püf noktası’na parmak basmış. Özçer, pek çok konuda dikkat çekici tesbitler yaparken, AB yolunun açılmasını haklı olarak “yeni bir anayasa” şartına bağlamış.

Türkiye’nin AB macerasının ‘durma’ noktasına gelip gelemeyeceğiyle ilgili bir soru üzerine Özçer şöyle demiş: “Avrupa Birliği’nden bundan sonra gelecek tüm raporlar tahmin edildiğinin tersine, sert olmayacaktır. Çünkü sert olması için burada bir şeyin yapılmış olması gerekirdi. Oysa hiçbir şey yapılamadı. Türkiye’nin demokratikleşme paketleri, bir şey yapılmadığı takdirde hep eksik kalacaktır; o da yeni bir anayasadır. Ben iktidardan da, muhalefetten de hiç duymuyorum böyle bir talebi.” (Yeni Aktüel, sayı: 49, 15-21 Haziran 2006)

“Yeni bir anayasa” yapılmasıyla ilgili tartışmaların ‘unutulmuş olması’ gerçekten de dikkat çekici değil midir? Hem de ihtilâl anayasasına imza atan ihtilâlcilerin bile mevcut anayasayı savunmaktan vazgeçtikleri bir dönemde... İhtilâl anayasasını değiştiremeyen bir ülke, AB yolunda problemsiz olarak yürüyebilir mi?

Demokrasi yolunda adım atılamamasını ve buna bahane olarak “Birtakım bürokratik engeller var, ordu direniyor” şeklinde savunma yapılmasına katılmadığını ifade eden Özçer şöyle konuşmuş: “Hükümetsen, hükümetliğini yapacaksın. Gene tüm raporlarda olan askerlerin siyasî açıklama yapmasının eleştirilmesi meselesi... Yaptırtmayacaksın. Bu devam ediyorsa, bunu herkes hükümetin zaafı olarak görür, başka türlü görülmez.”

CHP’nin tavrını da eleştiren Akın Özçer, “Bence CHP sosyal demokrat değil zaten. Çünkü CHP demokrat değil. Sosyal demokrat olmak için sadece sosyal olmak yetmez, demokrat da olmak gerekir” demiş.

Terörün ‘demokratik yol’larla alt edilebileceğine dikkat çeken Özçer, “Siz ifade ve örgütlenme özgürlüğünü dar tutarsanız, adam legal siyaset yapamayacaktır ve bu durumda fikirlerini terörle ifade yolunu seçecektir. Terörü demokratik yollarla alt etmenin yolu, her türlü siyasî görüşün örgütlenmesine izin vermekten geçer. (...) Öyle ‘Demokrasi ile bölünürüz’ falan gibi şeylerin ise tam tersi geçerlidir. İspanya’da faşist Franco dönemi sona erdiğinde, ülke de parçalanmak üzereydi. İspanya’nın bugün bütünlüğünü sürdürüyor olması demokrasi sayesinde mümkün olabildi” şeklinde konuşmuş.

Avrupalı iş çevrelerinin sadece ‘menfaat’leri düşündüğü yolundaki bir değerlendirmenin doğru olup olmadığıyla ilgili bir soruyu da Özçer şöyle değerlendirmiş: “Buradaki bir tehlike de, ‘Onlar kârlarına bakar, demokrasiye falan aldırmazlar’ düşüncesine kapılma ihtimalidir. Bu çok yanlıştır; kârlarına bakarlar, doğru ama bunun da en iyi siyaseten de, ekonomik olarak da düzgün işleyen ülkelerde olacağını gayet iyi bilirler.”

Daha fazla demokrasi ile bölünmeyeceğimizi ‘yüksek bürokratlar’ da bir anlayabilse...

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Şu an kayıttasınız, dikkat!



Dünsüz, bugün olmuyor

İnsanoğlu bir garip yaratık. Ne geçmişten alabiliyor kendini, ne de gelecekten. Ne de içinde yaşadığı halden kopabiliyor. Duyguları yarınlarda dalgalandığı gibi, dünlerde de dalgalanıyor. Onun için yaşıyor olduğu halin içerisinde; bir geçmişte nefes alıyor, bir gelecekte.

Şu an içinde yaşadığımız günün duygularına bir baksanız, görünen genelde dünün esintileridir. Dünsüz yarın diye bir şey yok. Her dün bir yarının basamağını oluşturuyor.

Yani dünlerin bir başlangıcı, yarınların da bir sonu herkes için farklı.

Bu sanırım yüce Yaratıcının ezelî ve ebedî olması ile alâkalı bir durum.

Muhteşem gençlik, muhteşem ihtiyarlık doğuruyor

Epeyce bir dün tüketmiş dede ile konuşuyorum. “Ne anladınız hayattan?” diyorum. Bir iç geçiriyor, derin bir nefes alıyor ve adeta o günün kayıtlarını zevkle çıkarmak için çaba harcıyor. Ve gençleşiyor neredeyse… Gözlerinin içi gülüyor.

“Hey gidi günler, heeey!” deyişi, içinde çok şeyler taşıyor. Dede gençleşiverdi adeta. “Ne varsa bugün diye yaşadığım, hep muhteşem dünlerin ürünü” diyor. Epeyce bir konuştuktan sonra, bu gün yaşadıkları dün ile pek örtüşmediğinden olsa gerek, ‘Beni neden çağırdın o günlere hemşerim?’ dedi.

Ses tonundan anlattıklarının heyecanının derecesi çok rahat anlaşılıyordu. Sesi bile titrekleşti. İhtiyarlığın da bir nimet olarak algılanması mümkün. Ama bu direkt olarak bakış açınızla alâkalıdır.

Dede ile sohbetimizin sonucu mu: Muhteşem ihtiyarlık hayalleri kuranlar, muhteşem gençlik yaşamış olmalılar.

Şu an kayıttasınız, dikkat!

Dün ile yarın içinde hayalen gezerken, insan çoğu kez bir şeyi gözden kaçırıyor. Hayal gezintisi yine bir zaman diliminde yapılıyor.

Çekimler yapılırken, an be an ‘dün’ üretmekteyiz. Bu satırları yazarken de bir bir ‘an’ları ‘dün’ yapmış değil miyiz?

Dün, yani telâfisi mümkün olmayan.

Dün, geçip giden ve bir daha dönmeyen.

Dün, yönetmeni olduğumuz filmin, zaman dilimi.

Dün, an be an, gün be gün biten filmlerimiz.

Bir teklifim var size; bir film izlemeye var mısınız?

Gelin, ‘dün’ çekimi biten filmimizi bir izleyelim.

Sonra bu filmin eksik kalanlarını bir bir not edelim. Bilirsiniz biz iyi izleyici olan bir toplumuz. Onun için çoğu gerçekleri izleyerek daha iyi anlarız. Bari kendi filmimizi de izleyelim ki, gördüklerimiz bizi daha bir derinden etkilesin.

Ne yapmak istedik, ne yaptık?

Hep yapmak istediklerimiz ile yapamadıklarımız hatıralarımızda vardır. Ve çoğu zaman yapmak istediklerimiz, yaptıklarımızın çok çok ötesinde bulunur. Nedense yapmak istediklerimiz gerek nitelik olarak ve gerekse nicelik olarak hep çoktur.

Biz yapmak istediklerimizden değil, yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz. Hesap hanemize yaptıklarımız yazılacak. Nice hayal dünyasında yaşayıp da, bunları hayata yansıtamayan insanlar var. Onun için onlar hep anlatır dururlar.

Burada önemli olan, izlediğimiz film kayıtlarına girenlerdir.

Olmuşlar ve olacaklar, bahsimizin dışındadır.

Bütün mesele, şu anda izlenecek filmde neler var.

Haydin bakalım, çekim başladı.

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayat dediğin



Birgün Allah Resûlü (asm), İbni Ömer’in omuzundan tutup der ki: “Dünyada kendini misafir ve yolcu gibi gör. Kendini kabirdeymiş gibi say.”

Bu öğüt, İbni Ömer’de o kadar etki yapar ki, şöyle demekten kendini alamaz: “Akşama eriştiğinde sabaha çıkacağını düşünme. Sabaha eriştiğinde de akşama kavuşurum diye umma. Sağlıklıyken hastalığın, yaşarken de ölümün için hazırlık yap.” (Buharî, Rekaik: 3; Tirmizi, Zühd: 23.)

Misafir, misafirhane sahibinin arzuları istikametinde hareket eder. Yolcu da hep gideceği yeri düşünür.

Dünyada Cenâb-ı Hakk’ın misafiri olduğunu bilen bir insana düşen de, Onun emir ve arzuları doğrultusunda hareket etmek, sonsuzluk yolculuğunda lâzım olacak şeylere dikkat etmektir.

Kendini kabirde olanlardan biri imiş gibi gören kimse orada rahat edeceği şeyleri yapıp yapmadığına bakar. Kabrini bir Cennet bahçesi olmaktan çıkarıp Cehenneme döndüren hareket ve davranışlardan uzak kalır.

Bir insan akşama erişmişse, o ona kadar sayısız nimet ve ikramlarla kendine bağışta bulunan Rabbine karşı şükürden başka yapabileceği ne olabilir? O vakte kadar yaşatan; sağlık, âfiyet ve daha nice nimetler ihsan eden Rabbine şükür ve hamd edecek ki sabaha kavuşmaya yüzü olsun.

Sabaha çıkmak bizim hakkımız olmadığı gibi gücümüz dahilinde de değil. Bir lütuf ve bağışla çıkıyorsak bize düşen yine şükürdür.

Ya çıkmazsak? Ona hak kazanmış değiliz. Allah istese çıkarmayabilir. Onu garantilemiş gibi hareket etmek akıllılık değil. Yarına çıkamayabileceğimizi, ölebileceğimizi düşündüğümüzde de, ölecekmiş gibi hazırlık yapmaktan başka ne yapabiliriz ki?

Hastalığa yakalanmamak için sağlığın kıymetini bilmek de akıllılıktır. Ya hayattayken geleceği kesin olan ölüm için çalışmak? En büyük akıllılık da bu. Hayat her an sona erebilir. Her an ecel cellâdı başımızı kesmek için gelebilir.

En verimli bir şekilde değerlendirilmesi gereken, ikinci bir denemesi olmayan bir hayatı pişmanlık dolu bir iklime taşımamak da akıllılıktır.

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cenâb-ı Allah konuşuyor



Mehmet Şenyiğit: “Hadis-i kudsî nedir, niçin vardır? Allah vahyini neden gizlesin ki? Vahiyse bu, Kur’ân olmaz mı? Hadis ise neden kudsî denilip Allah’a dayandırılıyor?”

Cenâb-ı Allah elçisiyle konuşuyor, kullarıyla konuşuyor, melekleriyle konuşuyor, sözünü anlayan herkesle konuşuyor. O bir insanla konuşmak istediği zaman sözlerini ona vahyeder veya ilham eder. Kur’ân bu hususu şöyle bildiriyor:

“Allah bir beşerle ancak ilham etmek veya perde arkasından sesini işittirmek sûretiyle konuşur. Yahut Rabbinin izniyle vahy etmesi için ona bir melek gönderir. Şüphesiz ki O her şeyden yücedir ve O’nun her işi hikmetledir.”1

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa’nın (as) Tur dağında vahye mazhar kılınışını ve Allah’ın kelâmına muhatap oluşunu şöyle bildiriyor: “Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince, Rabb’i onunla konuştu.”2 Bir sonraki âyet: “Ey Musa! Seni gönderdiklerimle ve konuşmamla insanlar arasından seçtim”3 buyuruyor. Bir başka âyet de Allah’ın konuşmasını şöyle haber veriyor: “Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise sana anlatmadık. Allah Musa ile gerçek bir konuşma ile konuştu.”4

Cenâb-ı Allah’ın konuşmalarından bir kısmı, metniyle, söz söyleme biçimiyle, ifade şekliyle, belâgatıyla tamamen Cenâb-ı Allah’a ait olup, her okuyanın doğrudan Allah ile muhatap olabileceği ve faydalanabileceği şekilde âyetler biçiminde inmiştir. Bunlar Kur’ân adı altında toplanmıştır. Bunlar bizim ibadet dilimizdir. Çünkü bunların sözü, metni, cümle yapısı, cümle kurgusu, kelimesi, noktası, virgülü, Cenâb-ı Allah’a aittir.

Fakat Cenâb-ı Allah sadece Kur’ân’da inen âyetlerle konuşmuştur, başka konuşmamıştır, demek mümkün değildir. Şu âyete bir bakınız: “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadarını daha getirip ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.”5

Cenâb-ı Allah’ın dilediği gibi, dilediği şekilde konuştuğunu ve dilediği vasıtalarla sözlerini bize ilettiğini anladıktan ve kabul ettikten sonra, artık O’nun elçisiyle nasıl konuştuğunu biz sınırlayabilir miyiz? Dilerse gizli konuşur, dilerse açık konuşur. Dilerse âyet olacak biçimde konuşur; dilerse kalbine ilham eder, O’nun sözlerini elçisi bildirir de adına hadis-i kudsî denilir.

Zaten hadisler de O’nun konuşması değil mi? Evet, hadisler de Allah’ın konuşmasıdır, Allah’ın vahyidir. Peygamber Efendimiz (asm) kendi keyfinden konuşmuyordu. Bunu da şu âyet bildiriyor: “O kendi keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.”6

Demek hadisler de, kudsî hadisler de, âyetler de vahiyden ibarettir. Bunlar arasındaki fark şudur: Hadislerde mânâ Allah’a, metin ve cümleler, söz ve sözlerin dizilişi, kelime ve cümlelerin yapısı, cümle kurgusu Peygamber Efendimiz’e (asm) aittir. Bu sebeple hadislere beşer sözü denebiliyor. Çünkü söz dizgisi Peygamber Efendimiz’e (asm) aittir. Fakat bu, hadislerin vahiy olmadığı mânâsına gelmez. Çünkü mânâ Allah’a aittir.

Hadisler ile hadis-i kudsîler arasındaki fark ise şudur: Hadislerde Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın emrini veya nehyini kendisi ifade ediyor. Kudsî hadislerde ise, Allah’ın sözünü naklediyor. Kudsî hadislerde “Allah dedi ki” lâfzını çok duyarız. Çünkü kudsî hadislerin mânâsı olduğu gibi nakildir.

Bütün Allah kelâmlarının bize iniş ve hitap makamı bakımından en üstünü ise hiç şüphesiz Kur’ân’dır. Çünkü Kur’ân sözüyle, özüyle, şekliyle, cümlesiyle, vurgusuyla, noktasıyla, harekesiyle Cenâb-ı Allah’a aittir ve mu’cizedir.

Duâ

Allah’ım! Bize kelâmını işitecek kulak, kelâmını anlayacak akıl ver. Kelâmınla izah ettiğin itaatten, kelâmınla emrettiğin kulluktan mahrum kılma. Kelâmına karşı kulaklarımızı sağır, gözümüzü kör, gönlümüzü anlayışsız, kalbimizi imansız, duygularımızı katı kılma. Bizi bize bırakma. Bizi nefsimize bırakma. Bizden rahmetini ve lütfunu esirgeme.

Âmin. Âmin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Necm Sûresi, 53/3-4

2- Kehf Suresi, 18/109

3- Nisâ Sûresi, 4/164

4- A’râf Sûresi, 7/144

5- A’râf Sûresi, 7/143

6- Şûrâ Sûresi, 42/51

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yeniden gençlik için neyi vermezdik?



Bizi en çok ilgilendiren konuların başında ömrümüz ve yaşayışımız gelir. Aslında bunların da sınırı belli. Ne bir dakika ileri almanın, ne de geri bırakmanın imkânı var. Bunu kesin olarak kabul etmeliyiz ki, enerjimizi boşu boşuna harcamayalım ve eğlence dünyasının fantezileri ve gençlik sarhoşluğuyla kendimizi aldatmayalım!

Bir şey daha var: Asla ecelin tesadüflere bağlı olduğunu ve kaybolmaya gittiğimizi düşünmeyelim. Atomdan yıldızlara kadar an be an, saniye saniye her şeyin bir plan ve programı olduğuna; her şeyimiz bunlarla bağlantılı olduğuna göre (ki, fen ilimleri bunu ispat ediyor) bizim dünyaya gelişimiz ve gidişimiz neden bu planın haricinde olsun!

Öyle ise, hayatımız/ömrümüz de kadere (İlâhî plan ve programa) dahil. Öyle ise neden elem, hüzün duyarak, gücümüzün üstündeki yüklerin altına girelim? Tesadüfen gelmedik ki, tesadüfen yokluk karanlıklarında kaybolup gidelim. Bizi kim bu muhteşem plan dahilinde göndermiş ise, yine, aynı programın çerçevesinde geriye çağırmaktadır. Dönüş Onadır.

Ancak, hayat, gençlik ve hevesât yönlerinden gelen tehlikelerden sakınmak için, bilmemiz gereken bir nokta var: “Gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.”1

* Vücûdumuzun maddî-mânevî yapısında cereyan eden tasarruflara gelince; onlardan da pek haberdar değiliz. İçimizde, dışımızda, sayılamayacak kadar karmaşık işler dönüyor. Bunların hangisinin faaliyetlerini tam olarak kavrayabiliyoruz?

Şu halde, vücudumuza sahiplik dâvâsında bulunamayız! Aynı zamanda bizim san'at eserimiz değildir. Ancak, onda mükemmel işler döndüğünü biliyoruz. Öyle ise, biri tasarruf etmektedir. Öyle ise, onu hakikî sahibine tevdî etmeliyiz. Öyleyse Onun emri dairesinde, kullanmamız icap etmez mi?

Kendimize ait olmayan, fakat gözetimimize bırakılan “eşyaları”, sahiplerinin istediği tarzda kullanmıyor muyuz? Şu halde; bize emânet olarak verilen bedenimiz hakkında, nasıl böylesine keyfemâyeşâ (keyfimizin istediği gibi) hareket edebiliriz?

* Çoğu zaman farkına varmadan gelen “belâ ve musîbet”lere gelince; onlarla da iç içeyiz. Üstelik, ne zenginlik, ne güç-kuvvet, ne şan-şöhret, ne de makam-mevki; sığınak, kurtarıcı, kalkan olabiliyor. Her zaman onlarla yüz yüze kalmıyor muyuz? Ve mütemadiyen ruhumuzu rencide edip kanatmıyorlar mı? Buna müsaade etmemek de elimizde değil mi?

Formulümüz basit: Sabır ve şükür içerisinde, belâ ve musibetlerin günahlara kefaret, manevî olarak terakkî etmeye vesile olduğunu düşünerek; onları hafifletir ve lezzete dönüştürebiliriz. “Aaah!” yerine, “Ohhh!” çekebiliriz.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 133

05.08.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Hasan GÜNEŞ

Ortadoğu ve tarih



Ortadoğu’da devam eden savaşların ne zaman, nerede ve nasıl biteceğini kestirmek zor. Vaktiyle Kudüs’ü ve civarını işgal maksadıyla yola çıkan ilk Haçlılar belki de savaşın birkaç asır devam edeceğini hiç tahmin etmemişlerdi. Bir iki senede her şeyi halledeceklerini düşünüyorlardı. Kudüs ve civarı ele geçirilecek, Türkler Orta Asya’ya sürülecek, Roma’nın eski emperyal gücüne tekrar ulaşılacak, Şarkın efsanevî hazinelerine el konulacaktı.

Ancak hadiseler hiç de umulduğu gibi gelişmedi. Koca bir coğrafyaya yayılan irili ufaklı savaşları devam ettiremediler. Bazı savaşlarda haçlı orduları toptan yok edildi. Zaman geldi galip geldiler, güçlü hükümdarlara boyun eğdirdiler, anlaşmalar yaptılar, ancak küçük beyliklere mağlup olmaktan kurtulamadılar. İşgal ettikleri yerlerde tarihin kaydettiği en büyük katliâmları yapmaları ile nefretler zihinlere kazındı, çareler arandı.

Çare birlik ve beraberlikte bulundu. Gerçekten tarih bize gösteriyor ki, Doğu özellikle Ortadoğu ne zaman zaafa düştüyse, iç ihtilaflarla parçalandı ise, kavim-kabile gibi unsuriyetçilik ve ırkçılık gibi hastalıklar nüksettiyse, Batı’nın yumruğu hemen tepelerine inmiştir. İskender’den Roma’ya, Haçlı savaşlarından Birinci Dünya Savaşı’na ve günümüz savaşlarına kadar hep böyle olmuştur.

Haçlı savaşları, onca kan ve zulümden sonra, küçük beyliklerin direnmesi ve Selahaddin Eyyubî’nin çevresindeki ittifak ile noktalanmıştı. İslâm dünyasındaki birlik ruhunun daha sonra Yavuz Sultan Selim ile pekişmesi Batının tasallutunu beş asır uzakta tutmuştu. Osmanlı’nın İslâm birliğini sağlaması, aslında tarihin en büyük başarılarından birisidir ve bu bölge için nadir hadiselerden sayılır. Birlik bu kadar önemli olmakla birlikte Osmanlı’nın bunu sağlaması aslında çok da zor olmadı. Mazideki kanlı Moğol ve Haçlı istilâları halkı ve akıl sahiplerini o kadar dehşete düşürmüştü ki hayallerindeki birlik idealini Osmanlı’da buldular ve Peygamberimizin (asm) yarım gün dediği yaklaşık beş yüz sene gibi tarih için uzun bir süre sayılacak şekilde sımsıkı sarıldılar. Bu süre hem bölgenin hem de dünyanın en uzun süreli barış ve huzur dönemleri sayılmaktadır.

Aslında Haçlı savaşları hiç bitmedi. Osmanlı devletine karşı da bir çok Haçlı savaşı ilân edildi. Nice birleşik Avrupa orduları bozguna uğratıldı. Ancak savaşlar artık Orta Doğu’da değil, Avrupa’nın ortasında olunca Ortadoğu hiç hissetmedi bile.

Dünyanın çeşitli bölgelerinde küçük devletler, küçük olmalarına rağmen, tarih boyunca varlıklarını devam ettirmişler ve barış içinde yaşayabilmişlerdir. Ancak Ortadoğu ve Anadolu bütün bunlardan farklı bir hususiyet arzeder. İlk medeniyetlerin kurulduğu bölge olmasından mıdır, ekonomik zenginlikten midir, ya da iç içe geçmiş ve asırlarca birlikte yaşayan unsurların çeşitliliğinden midir bilinmez ama bu bölgede küçük devletler barınamamış ve huzuru sağlayamamıştır. Düşman her zaman Roma gibi büyük olmuş, buna karşılık da bölge ancak Emevî, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi güçlü olmak zorunda kalmıştır. Aksi takdirde Batının kanlı tırnakları hep doğunun gırtlağında olmuştur.

Batı, Doğu’yu işgal ederken hep gerçek niyetini gizlemiştir ve her zaman vitrinine bir medeniyet projesi koymuştur. Aristo’dan ders alan İskender Helen medeniyetini dünyaya yayacaktı, şehirler kurdu kütüphaneler açtı. Ancak bugünkü Lübnan ve Filistin’de kendisine direnen birkaç şehir halkını diğerlerine ibret olsun diye çoluk-çocuk demeden, bugünkü İsrail’in yaptığı gibi, katletmesi gerçek niyetleri su yüzüne çıkardı ve Helen medeniyeti projesini daha başta iflas ettirdi. Eski Yunanlıların yarı çıplak giyimleri, en basit temizlikten ve edepten mahrum yaşantıları, eski peygamberlerden miras kalan dinî terbiyeye sahip o zamanki bölge halkı tarafından bile aşağı görülmüş ve reddedilmişti. Daha sonra Roma da benzer bir çok uygulamalara imza attı fakat hiçbirinde muvaffak olamadı. Tarihte Roma’yı da en çok uğraştıran bölge olarak Filistin bilinir. Roma’nın Hıristiyanlık öncesi ilahlarının kabul edilmeyişi en büyük mesele olmuştur.

Evet tarih şimdi çok gerilerde kaldı. Pek çok şey değişti. Ancak değişmeyen şeyleri de unutmamak gerekiyor. Biz tarihi bir kenara atsak da Batı başucu kitabı olarak tutuyor ki, burası her zaman hayalinde. Batı şimdi sadece ne Haçlı, ne Roma ve ne de Yunan. Batı şimdi onların hepsi, ilaveten bir de İsrail. Ancak Batının unutmaması gereken bir şey daha var ki, o da Batının zaferleri hep kısa sürmüştür. Artan zulüm dağılmaya ve boyun eğmeğe değil, toparlanmaya ve gayrete sebep olmuştur.

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Zalimler için yaşasın Cehennem!



Zalimler İslâm ülkelerinde kan akıtmaya devam ediyor. Ortadoğu yine kan gölü! Masum çocuklar, kadınlar, siviller hunharca katlediliyor. Zulmüyle bütün dünyanın nefretini üzerine çeken ABD idaresi ve onun uydusu İsrail vicdansızca dünyaya meydan okuyor. Hak ve hukuk tanımıyor.

Kaderin hükmüne bir diyeceğimiz ve de asla itirazımız olamaz. Olmamalı. Yoksa başımızı örse vurur kırarız. Kader mutlaka adalet eder. Onda da şüphemiz yok.

Ancak hikmetin sırrını çözmeye çalışıp haddimizi aşmadan neden “imtihan” olduğumuzu araştırıp kusur ve günahlarımız için Rahmet-i İlâhiyeden af ve mağfiret dileyebiliriz.

Neden Müslümanlar ve İslâm ülkeleri bu felâketlere maruz kalıyor?

Kendimizi sıgaya çekmenin zamanı! Af ve mağfiret dilemenin, mazlûmların yanında, zalimlerin karşısında olmanın tam vakti.

Bu kan ve zulüm yapan zalimleri boğmalı. Duâya ve insanî yardımlara devam. Kin, inat, maddî mukabele Müslüman cemaat ve grupların düsturu olmamalı. Müslüman kendi inancı ve manevî değerlerine sadık yaşamalı.

Müslüman ülkelerden olan Filistin yarım asırdan fazla, Irak yirmi yıla yakın, Afganistan ve Pakistan da on yıla yakın bir zamandan beri kan ağlıyor, kan yoğuruyor, kan kaybediyor, kan akıtıyor ve kanla oynuyor.

Elli sekiz İslâm ülkesinde, şöyle veya böyle “kan” var.

Akan kan, kahir bir ekseriyetle Müslüman kanı. Ama Sünnî, ama Şiî, Alevî, ama Arap, ama Türkmen, Endonezyalı, Cezayirli, Mısırlı, Filipinli… vb. Fark etmiyor. Kan Müslüman’dan akıyor. Akıtanlar ise, Asya münafıklarıyla Avrupa gaddar zalimleri.

Zalimler iş başında. Masum ve maznunlar hamisiz ve sahipsiz, çaresiz.

Bu kan deryasının görünen sebeplerinin en önemlileri ise:

Münafıklık, düşmanlık, inat, menfaat, enaniyet ve benlik, küfür, tarafgirlik, menfî milliyetçilik, fitne, taassup, maddeperestlik, gaddarlık, vahşîlik, maneviyat fukaralığı, hırs, tuğyan, isyan.

Bu asrın insanını en iyi bir şekilde tahlil edip yorumlayan, vahşileşen ve azgınlaşan insanlık ruhunu asıl gaye ve amacına çekmek için bir asra yakın ömür sermayesini sarf eden Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ânî ve imanî reçetelerine sarılmayan başta Müslümanlar olarak bizler ve tüm insanlık âlemi daha çok vahşice ve hunharca manzaralarla karşılaşacak ve tâbi olacak gibi görünüyoruz. Allah muhafaza etsin.

Bu kavurucu sıcakta, yürekleri dağlayan feryatlar Filistin, Lübnan, Irak, Afganistan başta olmak üzere daha bilemediğimiz bir çok İslâm coğrafyasından yükseliyor.

Bu inanılmaz manzaralar karşısında, bazan ister istemez insan olduğumuzdan utanır duruma geliyoruz. Mensup olduğumuz insanlık ailesinin hunhar ve gaddar vampir ruhlu kasaplarından ötürü.

Maddî ve fiilî olarak yapacağımız fazla bir şey olmasa da duâ ederek tesellî buluyor ve yaratana olan inancımızdan dolayı rahatlamaya çalışıyoruz.

Sevgililer sevgilisinin “Ya Rab, beni zulmetmekten ve zulme uğramaktan muhafaza et!” nidasına uyup bu tür duâları daha fazla seslendirerek, yapılan zulümlere iştirak etmeden men etmeye çalışmalıyız.

Mağdur ve mazlûm Müslüman kardeşlerimiz başta olmak üzere tüm dünyada haksızlığa maruz bırakılan masum insanların Yaratana sığınması, birbirleriyle ittifak ve dayanışma ruhu içerisinde, bu hunhar ve yamyam ruhlu, eli kanlı insan bozması canavar ruhlu kasapların zulümlerini kendi başlarına çevirmesi için daha etkili, ihlâslı ve sürekli duâlar ederek kalplerimizi serinletmeye ve tesellî bulmaya çalışıyoruz.

Allah bütün inananların yardımcısı olsun. Zalimlere bilmeden yardımcı olanları çabuk bu gaflet uykusundan uyandırsın. Hak ve istikametli yolu bulmalarını sağlasın. Asıl zulmü yapanların da, yaptıklarının dünyada ve ahirette karşılığı ne ise, Kahhar-ı Zülcelâl tarafından o verilsin inşallah. (Âmin)

Not: Geçmiş Regaib kandilinizi ve üç aylarınızı tebrik eder, duâlar eder, bilmukabele samîmî ve ihlâslı duâlarınızı beklerim. N.E.

05.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ortadoğu'nun kanserli uru



“Baskın esnasında, hamile kadınların karınları yarılarak bebekleri dışarı çıkarılmış, kurbanların organları parçalanmış, çocuklar dövülmüş ve tecavüze uğramıştır. Deir Yassin katliamı sırasında, 52 çocuk annelerinin gözleri önünde öldürülmüş ve daha sonra da başları kesilmiştir. 60’dan fazla kadın ise, vücutları parçalanarak öldürülmüştür. Baskından sağ olarak kurtulabilenlerden bir anne, yaşadığı dehşeti şu şekilde aktarmıştır: ‘Bir askerin 9 aylık hamile olan kızımı yakaladığını gördüm. Makinalı tüfeğini önce çenesine doğrulttu, sonra içinde ki tüm mermileri kızımın üzerine boşlattı. Hepsi birer kasaba dönüşmüşlerdi. Daha sonra bir bıçak çıkardı ve kızımın karnını yarıp bebeğini dışarı çıkardı…”*

Gözü dönmüş İsrail askerlerinin yaptıkları ve İsrail’in politikasının ne kadar insanlık dışı olduğu işte bu cümlelerde açıkça görülüyor.

İşte İsrail budur…

***

İsrail kurulduğu günden bu yana kana doymuyor. Yaptığı insanlık dışı saldırılarla ünlenen ve “terörist devlet” olarak anılan İsrail, bu kötü Ünvanını son günlerde daha da pekiştirdi. İnsanlıktan nasibini almayan İsrail yönetimi, Filistin ve Lübnan’da kundaktaki bebekler, kadınlar ve yaşlıları ABD yapımı silâhlarla acımasızca katlediyor. Yüzbinlerce insanı evinden yurdundan ediyor, etmeye de devam ediyor.

1948 yılında Ortadoğu’nun göbeğinde kanserli ur gibi kurulan İsrail, kurulduğu günden beri hep kan ve gözyaşına neden oldu. İsrail’in nasıl kurulduğuna bakıldığında, bu sözlerimizin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

* * *

Filistin topraklarındaki karışıklık, 1917’de burada bir Yahudi devleti kurulması girişimiyle başlar. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour, 1917 yılında Filistin toprakları üzerinde Yahudi devleti kurulacağı yolunda bir deklarasyon yayınlar. Filistin toprakları, 1918 yılında İngilizler tarafından işgal edilir. İngiliz işgali, 24 Temmuz 1922 tarihinde Milletler Cemiyeti tarafından onaylanır ve Filistin toprakları resmen İngilizler’in vesayetine verilir.

İngiliz işgalinden sonra Yahudilerin Filistin topraklarına göçü de hızlanır. İşgal yönetimi, Yahudilerin “vaad edilmiş’’ olarak nitelendirdikleri bu topraklara yerleşebilmeleri için her türlü imkânı hazırlar. 1919’da Filistin’de Arapların sayısı, Yahudilerin 16 misliyken, 1947’de Yahudi sayısı ile Arap sayısı eşit duruma gelir. Bu yıldan sonra ayaklanmalar, çatışmalar, katliâmlar İsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadar devam eder.

İsrail Devleti’nin kurulmasından önce Filistin halkını yaşadıkları topraklardan çıkarma görevini Haganah, Irgun ve Stern çeteleri yürütür. İsrailliler 1948 öncesinde bu terör örgütleri ile daha sonra da İsrail ordusu aracılığı ile tarihte eşine zor rastlanır bir terör uygular. Geleceğin İsrail Başbakanlarından Irgun Terör Örgütü lideri Menahem Begin, uyguladıkları terörün stratejisini şu sözlerle tarif eder: “Arapların savaşı, ancak evlerinin, kadınlarının ve çocuklarının savunması üzerine kurulu olabilecek.” Yani, İsrail'in savaşı masum halk ile olacaktır…

Gerçekten de o tarihten beri Müslümanlar evlerini, çocuklarını ve kadınlarını İsrail teröründen koruyabilmek için mücadele veriyor. Üstelik bu terör, İsrail Devleti’nin sistemli bir devlet politikası olarak süre gelmiştir.

* * *

Şu iyice bilinmelidir ki, önce bu sorunun adını doğru koymak gerekir. Ortadoğu’daki sorun İsrail sorunudur. İsrail’in işlediği katliâmlardır.

İsrail’in giriştiği insanlık dışı saldırılar bir savaş olarak kabul edilemez. Bu saldırılar hiçbir şekilde meşrû kabul edilemez. İsrail bir devlet gibi değil hiçbir kuralı olmayan bir terör örgütü gibi davranmaktadır.

Şimdi Ortadoğu’da “Yeni Ortadoğu” plânları masum insanların kanı üzerinden yapılıyor. Ama biz inanıyoruz ki, zulüm abad olmaz. Zalimler için yaşasın cehennem…

* * *

Son bir not: Türkiye-İsrail Dostluk Grubu’ndan 70’in üzerinde milletvekili İsrail’in “devlet terörü”ne tepki göstererek istifa etti. İstifalar daha da artabilir. Bizce verdikleri karar doğru. Yapılması gereken de bu… Ancak bizim burada dikkatimizi çeken İsrail kurulduğu günden bu yana Ortadoğu’da hep yaptığı zulümleri ile anılırken Meclis’in neredeyse yarısına yakının (550 milletvekilinden 263’ü bu gruba üyeydi) “Dostluk Grubu”na üye olmaları oldu. Yani, İsrail “devlet terörü”nü şimdi yapmıyor ki…

Biz bir anlam verEmedik, ya siz?

*Arafat Hijazi, Deir Yassin: The Roots and Dimensions of the Crime in Zionist Thought, s. 63

05.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004