Yasemin YAŞAR |
|
Günahlar ve dünyadaki etkisi |
İnsanın işlemiş olduğu günahlar, dünya ve ahirette derin yaralanmalar açar. Kalbe ve bedene zarar veren günahlar, manevî yaralanmalara, manevî yaralar vesvese ve şüphelere dönüşür. Şüphe ve vesvese ise, imanı zedeleyen bir hastalıktır. İnsanın manevî mekanizmasının en önemli bir parçası olan ve iman mahalli olan kalp bozulmaya başlayınca, akıl da hikmeti kaybetmeye başlar. Böyle bir bedende artık nefis hükmünü icrâ eder. Dolayısıyla günahlar insanı hakikî ilimden mahrum eden bir hastalıktır. İlim, Allah’ın kalplere attığı bir nurdur. Günahlar ise bu nuru söndürür veya zayıflatır. İmam Şafiî’ye gelen bir talebe, ezber gücünün zayıfladığından dert yanar, buna karşı İmam, günahları terke irşad eder. İnsanların sosyal tabakalarına bakıldığında fakir insanların derd-i maişet kaygısı olduğu gibi, zengin insanların da derd-i maişet kaygısının olduğu görülür. O halde geçim sıkıntısı ile fakirlik arasında fark vardır. İnsan Allah’ın verdiğine kanaat ederse, geçim darlığı çekmez. Şayet gözü açsa, ne kadar zengin olsa da, yine derd-i maişetten kurtulamaz. Çünkü işlenen günahlar insanda manevî dinamikleri, ulvî hisleri bozar. Bir insanın maişeti iyi de olsa, iktisat ve kanaat düsturlarını bozup, tama ve hırs hastalığına yakalandığı için, bereketi kaçırır ve geçim darlığına mahkûm olur. Demek ki, günahlar rızıktan mahrumiyete sebeptir. Bir hadis-i şerifte, “Bir kul yaptığı günahtan dolayı rızıktan mahrum edilir” buyurulur. Bir başka hadiste, “Takva rızkı celb ettiği gibi, takvayı terk de fakirliği celp eder” buyrulmuştur. Diğer taraftan, cemiyet hayatına bakıldığında çoğu kez, günahların içerisinde olup da, maişet derdi çekmeyen, bolluk içerisinde yaşayan insanların varlığı dikkat çekmektedir. Ehl-i imanın da kafasında sorular oluşturan bu çelişkiyi yine bir hadis-i şerif çözmektedir. “Günahlarına rağmen, Allah’ın bir kula arzuladığı dünyalıkları verdiğini görürsen, (bil ki) bu bir istidraçtır, helâka doğru bir çekiştir.” Dolayısıyla rızkı çekmede günahları terkten daha etkin bir şey yoktur. Derd-i maişetin herkesi sardığı bu zamanda belki de temelde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır. Günahların yüzlerce vahim neticelerinden birisi de, kişinin, kalbinde kendisi ile Rabbi arasında kıyas edilmeyecek kadar bir soğukluk ve yalnızlık hissetmesidir. Böyle bir insana dünyanın lezzetlerini de getirseniz, onun yalnızlığını ve soğukluğunu gidermez. Risâle-i Nur satırlarında münafıkların ruh hallerinden bahsedildiği Bakara Sûresi 14 ve 15. âyetlerin tefsirinde bu mesele şöyle geçer: “Onların nifak hastalığı, imanın hilâfına kalpleri ifsat eder. Kalbin fesadı yetimliği intaç eder. Yani bozuk olan bir kalp, kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir.” (İşârâtü’l-İ’câz) Günahların bir başka neticesi ise, her işin ona zor gelmesidir. Hangi işi yapmaya kalksa, ona kapılar kapanır ve zorlaşır. Çünkü her kim Allah’tan sakınırsa, Allah işlerini ona kolaylaştırır. Günahlar ise bilâkistir. Günahların çirkin ve en kötü neticelerinden birisi de, kalbin kararmasıdır. Her günah tövbe ile temizlenmezse, kalpte siyah bir nokta bırakır. Göz için karanlık ne ise, kalp için günahlar da aynıdır. Mü’minin gücü kalbin gücüyle olur. Kalp günahlar ile zayıflatılıp, körleştiğinde gerek maddî, gerekse manevî kuvvetten düşer. En önemlisi ise, insanın basireti zayıflar. Basiretin zayıflaması ise, hikmeti kaybettirir. Yani insânî mükemmelliğin iki esası olan, hakkı batıldan ayırt etmek ve hakkı batıla tercih etmek erdeminden mahrum olur. Böyle bir kalp, yavaş yavaş korkunç hastalıklara yakalanır. Bu hastalığın neticesi, Resûlullah’ın (asm), onlardan Allah’a sığındığı sekiz hâlete kadar varır. Bunlar, “tasa, hüzün, acizlik, tembellik, korkaklık, cimrilik, borç altında kalmak ve zillettir.” Ayrıca, günahların cezalarından biri de, günahların bir başka günahı doğurmasıdır. Nasıl iyilik iyilik getirirse, günahlar da başka başka günahları getirir. Böylelikle insanın hayır tarafı zayıflayıp, günah işleme iradesi güçlenir. Hâsılı, manevî hastalıkların ve ahlâk oluşumunun giriş kapıları hükmünde olan günahlar, dünya ve ahirette insanı türlü türlü felâketlere atmaktadır. Günahların temelinde yatan ‘akibeti görmeyen kör hissiyât’ın terbiye edilmesi gerekir. Asrın manevî doktoru olan Risâle-i Nur, daha dünyadayken günahların ortaya çıkardığı vahim neticeleri ve imanın içindeki lezzeti göstermektedir. 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kötü alışkanlıklardan kurtulmanın yolları |
Bağımlılıklardan kurtulma reçetesi hayâli değil. Gerçek ve sonuç alıcı tedâvinin yalnız imânla mümkün olduğunu Asr-ı Saadet modeli ispat eder: O mutaassıp, cahil, vahşî toplulukların damarlarına işlemiş; bağımlılık hâline gelmiş alkol dahil bütün kötü alışkanlıklar; çok kısa zamanda kaldırılıp, yerlerine en güzel ahlâkî değerler yerleştirilmiştir.1 Acaba, meşrû yolda da olsa alışkanlıklardan doğan bağımlılıkları nasıl önleyebiliriz? Yine imân, Kur’ân nurları ve ibâdetler imdadımıza yetişiyor. Şöyle ki: * Para/mal-mülk bağımlılığı, putçuluğunu “zekât ve sadaka” önler. * Her türlü menfaatleri, zevk ve lezzetleri çeken temel duygularımızdan şehvet gücünün aşırılık ve bağımlılığını, ancak “Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanıp, oruç tutmakla” engelleyebiliriz. * Ayrıca, midemize acımalı; az, öz yemeli; sofradan doymadan kalkmalıyız. Dilin, kapıcı; midenin, cesedi idare eden efendi ve hâkim2 olduğunu; kapıcıya çokça rüşvet verirsek sağlığımızın bozulacağını unutmamalıyız. * Dünya hayatının zevk ve bağımlılığından sıyrılıp; lezzet, zevk, mutluluk ve huzur mu istiyoruz? Meşrû dairedeki keyfe iktifâ edelim. O, keyfe kâfî. Gayr-i meşrû bir lezzetin içinde bin elem olduğunu3 hatırımızdan çıkarmayalım. * Heyecan ve hareket üzerine yaratıldığımızdan; beyin üretmek; el ayak hareketten lezzet aldığından; rahatımız yalnız çalışma ve mücâdelededir.4 * Faaliyet zevk ve lezzet verir. Özellikle ilmî, fikrî faaliyetler içinde olmalıyız. Hakikî lezzet, yalnız Allah sevgisinde, imânda, ulvî meşgalelerdedir. * Devamı olmayan şeyde lezzet olmadığından5 fâni şeylere kalbimizi bağlamamamalıyız. * Dünyadaki lezzetli şeyler, yalnız zevk ve lezzet için değil; şükür için verildiğini düşünerek; ayrıca lezzetlerde binlerce elemi fark ederek nefsimizi ikna edip kötü alışkanlıklara düşmekten ve bağımlılıktan kurtulabiliriz. Ve şu gerçekleri bir levha, tablo yapıp, yattığımız veya çalıştığımız yerin karşısına asmalıyız: Dünya madem fâni. Madem ömür kısa. Madem gayet lüzumlu vazifeler çok. Madem hayat-ı ebediye burada kazanılacak... Madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacak. Madem ‘Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez...’ Madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhiretini unutmasın, âhiretini dünyaya fedâ etmesin, ebedî hayatını dünya hayatı için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin.6
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 216. 2- Lem’alar, s. 144. 3- Sözler, s. 132-133. 4- Münâzarât, s. 136, 139 5- Mesnevî-i Nuriye, s. 110 6- Mektûbât, s. 73 23.01.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Darbecilerin aklı, vicdanı var mı ki? |
Akıl ve vicdan... İnsanı hayvandan ayıran, yerinde kullanmak şartıyla insanı insan eden yüksek hasletlerdir bunlar. Aklı başında olan kimse, ne kendine zarar verir, ne de ülkesine, milletine, devletine zarar verecek işler yapar. Aynı şekilde, vicdanı sağlam olan kimse, ne kendine zulmeder, ne de başkasına. Kısaca: Akıllı kimse, zararlı değil, daima yararlı işler yapar. Vicdanlı kimse de, asla zalimlik yapmaz, daima adâletle iş görür. Darbecilerde ise, ne akıl var, ne de vicdan. Zira, hem ülkenin ilerlemesine darbe vurarak hayırlı gelişmeleri sekteye uğratıyorlar, hem de adâlet terazisini bozmak ve muhalif gördüklerine toplu cezalar vermek sûretiyle, boylu boyunca zulme giriyorlar. Yakın tarihimizde yaşanan kanlı darbeler, bu vahşiyane gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtıyor. Darbeciler, darbeye gerekçe hazırlamak ve kendilerini kurtarıcı gibi göstermek için, işe senaryo yazdırmakla başlamışlar. Ardından "kaos plânları"nı devreye sokmuşlar ve nihayet şartları olgunlaştırdıktan sonra darbe yapıp yönetime el koymuşlardır. 1960'ta da, 1980'de de yapılan budur. Dolayısıyla, 27 Mayısçılarla 12 Eylülcülerde vatan–millet hayrına olacak akıl, vicdan denilen insanî meziyetlerden eser yok... Onlarda, sadece halkı yanıltıp kandırmaya yarayacak bir "şeytanî zekâ" var, o kadar. Şimdi, bugünlerde ayyuka çıkan "Balyoz Plânı" örneğinden hareketle, geçmiş darbe dönemlerinde neler olduğuna ve nelerin yapıldığına kısaca bir nazar gezdirelim...
Darbecilik oyunu
Birinci Ordu eski Komutanı e. Org. Çetin Doğan imzasıyla hazırlanan ve yekûnu beş bin sayfayı bulduğu belirtilen "Balyoz Plânı"na ilişkin bilgiler medyada yer alınca, ortalık bir anda elektriklendi. Bu kanlı plânın detayları okundukça, hayretler dehşete dönüştü. İnsanlarımızın aklı, hafsalası almıyor bu işi. Genelkurmay Başkanlığı da, giderek tırmanan bu gerilimin farkına vardı ve vakit geçirmeden bir açıklama yapılmasını gerekli gördü. Yapılan açıklamada, sözü edilen plân red veya inkâr edilmiyor. Sadece bunun 2003–2006 yıllarını kapsayan hayalî bir "Plân Semineri"nden ibaret olup, uygulamaya yönelik bir hedef ve maksadının bulunmadığı ifade ediliyor. Söz konusu açıklama, bizim dikkatimizi çeken bir ifade de şudur: "Bu Plan Seminerine ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir." Demek, ortada akıl ve vicdan dışı iddialar var ki, bu ifadeye gerek duyulmuş. Peki, iddia nedir? Meselâ, iddialardan birkaçı şudur: Darbeye zemin hazırlamak için, kaos ortamı hazırlamak. Camilerde bomba patlatmak. Baskınlar yaptırmak. Kanlı eylemler gerçekleştirmek. Sıkıyönetim ilân ettirmek. Binlerce insanı stadyumlarda toplayarak yargılamak. Muhalif gazetecileri tutuklamak. Muvafık gazetecileri kullanmak. Vesaire... Evet, bütün bunlar akıl dışı, vicdan dışı şeyler. Ancak, bunların hiçbiri, darbecilerin yapmayacağı şeyler değil. Nitekim, benzer şeyler daha evvelki "darbecilik oyunları" sürecinde yaşanmış. Meselâ, 1960 Darbesi öncesinde, kardeş kavgası kızıştırılmış, üniversite talebeleriyle polisler karşı karşıya getirilmiş ve pekçok gazeteci kiralık kalem olarak kullanılmıştır. Bazı gazeteler, "Öğrenciler Et–Balık Kurumundaki kıyma makinelerden geçirildi" diyecek kadar, akılla, vicdanla bağdaşmayan haberleri uydurmuştur. Keza, üniversitelerin hemen tamamında öğrenci ve hatta öğretim üyeleri kullanılmak sûretiyle, gerilim alabildiğine tırmandırılmış ve kanlı bir darbeye zemin hazırlanmıştır. Zaten, iktidar partisine diş bileyen ve onu ezmek için fırsat kollayan akıldan, vicdandan nasipsiz cuntacılar vardı. İşte, önceden hazırlanan "kaos planı"na göre, şartlar olgunlaştırıldı ve çok alçakça bir darbe yapıldı. Darbeciler, Demokratların tamamını tutuklattılar. Nezarethanelerden olsun, Yassıada'da olsun, onlara aylarca işkence çektirdiler. İçişleri Bakanı Namık Gedik'i işkencelerle bayıltıktan sonra Harp Okulu penceresinden atarak katlettiler. Üstelik, utanmadan buna "intihar süsü" vererek, cinayetlerini örtbas ettiler. Aynı gaddar zalimler, Başbakan Menderes'i, Dışişleri Bakanı Zorlu'yu ve Maliye Bakanı Polatkan'ı da dârağacına göndererek, Allah'ın lânetine müstehak olacak cinayetler işlediler. Keza, darbe sonrasında—yine önceden hazırlanan plân mucibince—binlerce subayı (Eminsular) emekliye sevk ettiler. Nice öğretim üyesini üniversiteden attırdılar. Aralarında Said Nursî'nin talebesi Mehmet Kayalar ile sâdık dostu Kinyas Kartal'ın da bulunduğu 483 kişi Sivas'taki toplama kampında aylar süren işkencelerden geçirdiler. Şimdi soruyoruz: Bütün bu yapılanların akılla, vicdanla bir alâkası var mı? Adnan Menderes gibi halkın hür iradesiyle iktidara gelmiş bir demokrasi kahramanını idam ettirenlerin doğru aklı ve adâletli vicdanı olabilir mi? Asla! İşte darbeciler böyledir ve önceden hazırlamış oldukları "darbecilik senaryosu" böylesine kanlı, zulümlü oyunların sahnelenmesini gerektiriyor.
12 Eylül'ü olgunlaştırma plânı
27 Mayıs Darbesi gibi 12 Eylül Darbesinin de aynı odak ve aynı kafa yapısı tarafından sahneye konulduğundan zerre kadar bir şüphemiz yok. Üstelik, her ikisinin de birbiriyle benzerlik arz eden birçok yönü var. 12 Eylül Darbesinin zahirî gerekçesi "anarşi"ydi. Görünürde sağ–sol çatışması vardı. Kardeş kavgası yaşanıyordu. Sonradan yapılan açıklamalara göre, aynı silâh, üstelik aynı gün içinde hem sağcının, hem de solcunun elinde patlamış. Yani, zıt görüşteki insanlar aynı silâhla vurulmuş. Gerek bu gibi çatışmalar olsun, gerekse Taksim Meydanı'nı kana bulayan ve gerekse Maraş ile Çorum'daki katliâmlı olaylar (1978) olsun, bütün bunların önceden planlanıp hazırlanan kanlı senaryonun birer parçası olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Kanlı senaryo, darbeye zemin hazırlamak ve darbecileri kurtarıcı gibi göstermek maksadıyla sahneye konuluyordu. Nitekim, 2. Ordu eski Komutanı e. Org. Bedrettin Demirel, bilâhare bu gerçeğe parmak basarak, 12 Eylül Cuntası lideri Kenan Paşanın 1979'da "Biraz daha bekleyelim ki, darbe olgunlaşsın..." dediğini, ifşa edecekti. Bu, sadece "Bekleyelim, biraz daha kan aksın" demekten de ibaret değil; belki "Bu işte bizim de bir katkımız olsun" demek anlamına geliyor. Bu meyanda, söyleyecek daha çok şey var. Ancak, yerimiz dar ve şimdilik bu kadarı yeter diyerek, başlıktaki ifadenin kısa cevabıyla noktalıyor: "Hakikatte, darbecilerin ülkeye yarar sağlayacak ne bir aklı var, ne de vicdanı." 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Fahri UTKAN |
|
Darülaceze ve huzurevleri |
20 Ocak kuruluş yıl dönümü olan Darülaceze Müessesesi ile huzurevlerinden bahsetmek istiyorum. Darülaceze Müessesesi, padişah iradesiyle 1895 yılında İstanbul da kurulmuş olup, 15 Nisan 1916 tarihli Darülaceze Nizamnamesine göre yönetilmektedir. İlk kuruluşu Dahiliye Nezareti bünyesinde olan Darülaceze, Osmanlı Devleti döneminde değişik bakanlıklara bağlı olarak hizmetlerini sürdürmüş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti döneminde doğrudan doğruya hükümetçe, Cumhuriyetin ilânından bir süre sonra da Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekâletine bağlı olarak idare edilmiştir. 08.03.1999 tarihinden bu güne kadar İçişleri Bakanlığına bağlı olarak hizmetlerini sürdürmektedir. Darülaceze Nizamnamesine göre amacı: “İstanbul’da doğmuş ve yerleşmiş olup da malül, iş göremez durumda olan geçinmesini temin edecek miktarda mala malik olmamakla beraber kazanabilme imkânlarından da âciz olduğu halde İstanbul’da veya taşrada kanunen kendisine bakacak kudrette ve mükellefiyette bulunmayanlar ve sokakta bulunmuş olanlara” hizmet etmektir. Artık her şehirde görülen (aslında görülmemesi gereken) bir kurumdan bahsetmek istiyorum: Huzurevleri. Huzurevi, belirli bir yaşın üzerindeki vatandaşların, ücret veya belirli bir bağış karşılığında kaldıkları bakım evleridir. Türkiye’de, 60 yaş ve üzerindeki muhtaç yaşlıları korumak, bakmak, sosyal, psikolojik ve fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak, sürekli bakıma ve rehabilitasyona ihtiyaç duyanlara bakım ve rehabilitasyon hizmeti vermekle görevli ve yükümlüdürler. Huzurevleri, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğüne bağlıdırlar. Türkiye’deki çoğu huzurevi devlete ait olmakla beraber, özel huzurevleri de bulunmaktadır. Türkiye’de huzurevlerine kabul şartları (kuruma göre değişkenlik arz edebilir): 1. 60 yaş ve üzeri yaşlarda olmak, 2. Kendi ihtiyaçlarını karşılamasını engelleyici bir rahatsızlığı bulunmamak, yeme, içme, banyo, tuvalet ve bunun gibi günlük hayat faaliyetlerini bağımsız olarak yapabilecek durumda olmak, 3. Ruh sağlığı yerinde olmak, 4. Bulaşıcı hastalığı olmamak, 5. Uyuşturucu madde ya da alkol bağımlısı olmamak, 6. Sosyal ve/veya ekonomik yoksunluk içinde bulunduğu sosyal inceleme raporu ile belirlenmiş olmak. Bizim şehrimizde de birkaç tane bulunan “Huzurevi”nde birçok tanıdığımız veya tanımadığımız yaşlılarımız yaşıyor. Bizim kültürümüzde aile büyüklerimizin bu şekilde, bir çeşit yaşlı bakımevi de diyebileceğimiz evlerde yerleştirilmesi ve bakılması yoktur. Yukarıda belirttiğim gibi, Osmanlı devrinden kalan ve halen hizmetlerine devam eden, yalnız İstanbul’da Darülaceze denilen bir müessese vardır. Şimdi bakıyoruz, maalesef Kocaeli gibi her şehrimizde en az 1 tane açılıyor. Huzurevlerinin açılması, hiç olmamasından belki bir bakıma iyi bir durumdur. Fakat dediğim gibi, hiçbir huzurevi insanın kendi evi özellikle torunlarıyla yaşanan bir ev gibi “huzurlu” olamaz diyorum. Gelecekte huzur evlerine ihtiyaç duymayan nesillerin gelmesini dergâh-ı İlâhiye’den diliyorum.
HUZUR EVLERİ
Huzur evi deniyor Huzursuzluk kol geziyor İçlerini doldurmuş birçok pir-i fani. Gözleri bir dost arıyor.
Sinek avlanması gerekirken Yer bulmak zorlaşıyor. Geleni gideni belli değilken Toplumun, ailenin huzuru yok ediliyor.
Kadını erkeği ile birçok yaşlı Hepsine bir bak gözleri yaşlı. Kimi oturmuş tespih çekiyor. Kimi de gözleri önde eğik başlı.
Hangisinin çocuğu var aramayan Hangisinin parası var bilinmeyen Yine de birçoğu mübarek yüzlü Yüzünden merak ve gülme eksilmeyen.
Her bir huzur evi Olmuş sanki gam evi Dışları süs içleri sönük Olur mu hiçbir aile evi?
Huzuru arama huzur evinde. Sonunda mekânın olur senin de. Ana baba yük olmasın evinde Gerçek huzur imanlı gönüllerde.
Olmasın hiçbir büyüğümüz için Daimî kalınacak bir mekân Son nefesini versin ailesiyle o şerefli insan. Bunun için de ailede hükmetmelidir İMAN. 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tatbikatsız darbe olur mu? |
Maalesef, geçmişten ibret ve ders alınmadığı için hadiseler tekrarlanıp duruyor. Taraf gazetesinin ‘dizi’ gibi yayınladığı (20-22 Ocak 2010) “Balyoz darbe planı”nda yok yok. Herkesi dehşete düşüren ‘darbe planı’ Genelkurmay tarafından da toptan reddedilmedi. Bunun yerine, “Onlar darbe planı değil, ‘savaş oyunları’ ve eğitim tatbikatlarıdır” anlamına gelecek izahlar yapıldı. Aynı açıklamada, iddialarla ilgili olarak “Akıl ve vicdanı olanın kabul etmesi mümkün değildir” de denilmiş. (Bugün, 22 Ocak 2010) Gerçekten de dile getirilen iddialar akıl dışı, ama geçmişte yaşanan fiili ihtilâller ve sonrasında yapılanlar ‘akıl içi’ miydi ki? İhtilâlcilik ve darbecilik temelde akıl dışı bir iştir. Buna rağmen ortalama her 10 yılda bir hükümetlerin ihtilâllerle devrildiğine şahit olmadık mı? O halde iddiaları ‘akıl dışı’ diyerek ‘yok’ sayamayız. Hepimiz biliyoruz ve bilmeliyiz ki, ‘akıl dışı’ da olsa bunları ve daha da kötülerini yapmak isteyen darbeciler, ihtilâlciler ve ihtilâl severler Türkiye’de vardır! Belki ‘uç’ bir örnek olacak, ama başörtülü öğrencilerle aynı salonda durmayı dahi kendisine yakıştıramayan ‘aydın’ların varlığına şahit olmadık mı? Üstelik bu kişi, her an öğrencilerle iç dışlı olan bir ‘aydın’ idi! Dün olduğu gibi bugün de ihtilâlleri destekleyen ‘aydın’lar var. Zaten silâhlı bürokrasi, görünüşte ‘sivil’ olanlardan destek ve yardım görmese ihtilâl planlayabilir mi? Bazıları bugün “Ergenekon dâvâsı” kapsamında tutuklu bulunan ‘aydın’ların, orduyu ‘görev’e dâvet eden pankartlar taşıdığını unuttuk mu? Tabiî ki bu ‘görev’den maksat, ilk fırsatta darbe yapıp sivil iktidarı devirme ‘görevi’ydi. Yoksa, ‘asker kışlasına dönsün, kendi işini yapsın’ talebi değildi. Yine planda bahsedilen ‘bombalama’ları ‘akıl dışı’ bulanlara hatırlatmak lâzım: Şu an emekli olan bir asker bürokrat, “İlimize tayin edilen hakimleri korkutmak ve istediğimiz gibi karar vermelerini sağlamak için lojmanların yakınlarında bir iki bomba patlattık” anlamına gelen açıklamalar yapmamış mıydı? Görüldüğü üzere bomba patlatmak bazılarının ‘gen’inde var. Milletin helâl reyleriyle iktidar yüzü görmeyen ‘tek parti’ anlayışına mensup siyasetçiler de her daim ihtilâle ve ihtilâlcilere destek vermediler mi? Gündemi meşgul eden darbe planları sonrasında bu siyasetçilerin susması da bir anlamda bu planları sahiplenmek anlamına gelmez mi? Meselâ, ‘akıl dışı’ olduğu söylenen bu planda bazı gazetecilerin ‘liste’lendiği anlaşıldı. Peki, bu ‘liste’ ilk defa mı yapılıyor ki ‘akıl dışı’ olsun? Daha önce de muhtelif zamanlarda ve muhtelif meslek mensuplarının listeleri yapılmadı mı? En çarpıcı olanı, 28 Şubat sürecinde yapılan listelerdi. İş o kadar ileriye götürülmüştü ki, değil holdingler, ‘köfteci’lerin bile ‘yeşil sermaye’ye mensup olup olmadıkları noktasında tasnif edilmişti. İfşa edilen “Balyoz darbe planı”nda; kesintisiz eğitimin 10 yıla çıkarılması, ezanın Türkçe okutulması, faizsiz finans kurumlarının engellenmesi gibi ‘tanıdık talepler’ de yer almış. Bugüne kadar bu talepleri dile getiren ‘sivil’lerin kimler olduğu hatırlanırsa, ortaya tam bir ‘işbirliği haritası’ çıkmaz mı? Bundan önce yapılan darbeler plansız ve tatbikatsız olmadığı gibi; bundan sonra yapılmak istenecek darbeler de tatbikatsız ve plansız olmaz. “Bu planlar tutar mı?” denilirse; “Tutmaz İnşaallah” demekten başka ne yapabiliriz? 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Mini değişiklikler “çözüm” olmaz |
“1982 Anayasası güvensizlikler üzerine kurulu, hiç kimseye güvenmiyor. Cumhurbaşkanına güvenmiyor, yürütmeye güvenmiyor, yasamaya güvenmiyor, yargıya güvenmiyor ve millete güvenmiyor. Milletin temel sözleşmesi, millete güvenmiyor. Bugün demokrasi, hukuk, insan hak ve hürriyetleri alanında yaşadığımız bütün sorunların kaynağı Anayasa. Bunda herkes müttefik. Öyleyse gelin vatandaşına, hükümetine, cumhurbaşkanına, yasama organına, yürütme organına, yargı organına güvenen, güven esaslı olan bir anayasayı hayata geçirelim…” Bu sözler AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’da ait. Bozdağ, Zaman’da yayınlanan röportajında, (21.1.2010) bunları söyledikten sonra şunları hemen peşinden not düşüyor, “Endişeler, korkular, vehimler üzerine kurgulanan bir yaklaşımdan vazgeçelim dediğinizde, ideolojiler devreye giriyor ve bir uzlaşma bulunamıyor.” Anayasa tartışmaları yine Ankara’nın gündeminde. Ancak bu değişiklik tamamı ile ilgili bir değişiklik değil, mini bir değişiklik… Hükümet 22 Temmuz 2007 seçimlerinin hemen ardından hazırlattığı “sivil anayasa” çalışmalarını değişik sebeplerden dolayı rafa kaldırmasının ardından zaman zaman böyle çıkışlar yapıp, “mini değişiklik” yapılmak için nabız yokluyor. Ancak “madem bu anayasa millete güvenmiyorsa niçin mini değişiklikler ara ara gündeme getiriliyor” bu sorunun cevabı yok. ««« Geçen yıl Mart aylarında hızlı trenin sefere başlaması dolayısıyla trende açıklamalarda bulunan Başbakan Tayyip Erdoğan, “Anayasa’nın tümünü değiştiremeyeceğiz” demiş ve değişikliğe gidilecek maddeleri bireysel başvuru, ombudsman, siyasî partiler ve seçim kanunları” şeklinde sıralamıştı. Aradan geçen süre içinde bu değişiklikler gündeme getirilmedi. Şimdi yine 5 maddelik bir anayasa değişikliği gündemde. Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir kısmının TBMM tarafından seçilmesi, HSYK’nın yapısının değiştirilmesi, Türkiye milletvekilliği, parti kapatmaların zorlaştırılması ve ombudsmanlık gibi konular var. Geçtiğimiz hafta Köşk’te yapılan bir programda Cemil Çiçek, anayasayla ilgili, “Bu araç yağ yakıyor, egzozu patlak, lastikleri kabak. Hangi becerikli şoför olursa olsun bu arabayla bir yere gidemez” demişti. Ancak bu parlamento aritmetiğinde anayasayı kökten değiştirmenin mümkün olmadığını da söylemişti. AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdulkadir Aksu da, parlamentonun uygun gördüğü zamanda anayasa değişikliğinin gündeme gelebileceğini ifade ederek, değişikliğin muhtevasının ne olacağına ilişkin soruyu, “Hedefimiz tüm Anayasa değişikliği ama bu olmazsa parça parça yapılabilir. Şu anda erken. Biraz sabırlı olun” şeklinde cevaplamıştı. Yani anayasayı değiştirecek irade olan hükümet diyor ki, “Anayasa değişmeli ama zamanı değil, konjonktür uygun değil, biraz sabırlı olun…” Değiştirilmemesinin nedenini de muhalefetin destek vermemesine bağlıyor. Bir bakıma topu taca atıyor. Buna en güzel cevabı Hukukçular Birliği Başkanı Sinan Kılıçkaya verdi. Ankara Haber Müdürümüz Umut Yavuz’a söylediği şu cümle aslında hükümetin kulağına küpe olacak nitelikte: “Yarın bir gün hiç kimse ‘CHP, MHP muhalefet etti veyahut TSK istemedi de anayasa değişmedi’ demez. ‘AKP değiştirmedi der.” ««« Geldiğimiz nokta, TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülen referandum süresini indiren AKP Grup Başkanvekili Bozdağ’ın imzasını taşıyan kanun teklifi Yüksek Seçim Kurulu’nun önerdiği şekilde kabul edildi, referandum süresi 60 gün oldu. CHP’nin anayasa değişikliği ile ilgili nokta değişmedi, “Anayasa değişikliklerini engellemek için elimizden gelen çabayı göstereceğiz” demeye devam ediyor. MHP ise önceleri “CHP’yi ikna edin biz varız” derken, şimdi “Anayasa değişikliği erken ya da genel seçimlerden sonra yapılsın” noktasına geldi. Bu noktadan sonra, eğer hükümetin kafasında hem seçim hem de referandumu aynı sandıkta yapmak varsa o zaman neden anayasanın tamamı millete sorulmasın. İhtilâlcilerde millete sorup onay (!) almamışlar mıydı? Neden tamamı değiştirilip öyle millete gidilmesin? Çünkü, böyle “mini değişiklikler”le çözüme varılamayacağı net bir şekilde ortaya çıktı. Artık şu görülebiliyor. Hangi konuya el atılırsa atılsın ihtilâl anayasası engel teşkil ediyor. Son olarak askere sivil yargı yolunu açan kanun da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu aşamada mini değişliklerin çözüm olmayacağını görmek lâzım. Bu yüzden Türkiye’de birçok meselesinin çözmenin yolu anayasanın tamamının ele alınıp insan haklarına saygılı, demokrat, özgürlükçü, sivil bir anayasa hazırlamaktan geçer. 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Bu açıklama yetmez |
Taraf'ın gündeme getirdiği “Balyoz planı”yla ilgili açıklamasında Genelkurmay Başkanlığı, planın varlığını doğruluyor. 1. Ordu Komutanlığınca 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında icra edilmiş olan Plan Seminerinin, Genelkurmay Başkanlığı 2003-6 yılları Tatbikatlar Programında bulunduğunu belirtiyor. Buna göre seminerin gayesi: Dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât Planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimini sağlamak. Ve seminerin, giderek tırmanan bir gerginlik dönemini kapsayan bir senaryo içerisinde uygulandığı belirtildikten sonra şöyle deniliyor: “1. Ordu Komutanlığı sorumluluk bölgesinde icra edilen bu Plan Seminerinde, Ordu Geri Bölge Emniyeti ve savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi halinde de, uygulanan sıkıyönetim konuları üzerinde durulmuştur.” Açıklamadaki unsurları daha yakın ve derinlemesine tahlile çalışırsak şunları ifade edebiliriz: Dediğimiz gibi, böyle bir seminer, Genelkurmay’ın 2003-6 dönemindeki Tatbikatlar Programı çerçevesinde, zikredilen tarihte yapılmış. Genelkurmay’a göre, konu dış tehdit. Ama sonraki ifadeler kafaları karıştırıyor. “Giderek tırmanan bir gerginlik”ten kasıt ne? Plandaki “uçak düşürme” senaryolarına konu olacak şekilde Yunanistan’la yaşanacak bir gerginlik mi, yoksa 2002 seçiminden çıkan sonucu irticanın yeni bir zaferi olarak gören değerlendirmelerin dayanağı gösterilecek bir iç gerginlik mi? Açıklamanın devamındaki “ordu geri bölge emniyeti, savaş hali ve sıkıyönetim” ifadelerinin de, meseleye açıklık getirmek bir yana, zihinlerdeki soru işaretlerini daha da arttırdığı aşikâr. Genelkurmay, “Bu plan seminerine ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir” gibi hükümlerle bu istifhamları cevaplandırmış olmaz. Keza, “söz konusu iddiaları ciddîye alarak üzerinde yorumlar yapılmasının bilgi kirliliğine yol açacağı ve bunun özellikle toplumumuzda tedirginlik meydana getirmek isteyenlerin amacına hizmet edeceği” şeklindeki ifadelerle de konu kapatılamaz. Varsayalım ki, camilerin bombalanması ve uçakların düşürülmesi gibi, Çetin Doğan’ın da “çılgınlık” olarak niteleyip reddettiği senaryolar açısından bu değerlendirme kabule değer telâkkî edilsin. Ama balyoz planına ilişkin haberlerdeki diğer ayrıntılara ne diyeceğiz? Ve asıl önemlisi, Genelkurmay’ın bunlar için diyeceği birşeyler yok mu? 200 bin kişiye varan tutuklama listeleri; bunları koymak için stadyumların ayarlanması; gazetecilerin “tutuklanacaklar” ve “işbirliği yapılacaklar” diye tasnif edilip buna göre listeler hazırlanması; Çarşaf ve Sakal adı verilen düzmece “irticaî eylem” planları; darbe kabineleri ve bürokrat operasyonları; Türkçe ezanı yeniden hayata geçirme hazırlıkları... Dış tehdide ilişkin bir seminerde savaş haliyle ilgili senaryoların geliştirilmesinde garipsenecek bir durum olmayabilir. Ama sıkıyönetimden de söz ediliyorsa, bunun gerekçesi açıklanmalı değil mi? Kaldı ki, 28 Şubat brifinglerinde “İrticaya karşı da gerekirse silâh kullanırız” tehditlerinin savrulduğu ve bunların bir kısım akredite medya tarafından manşetten duyurulduğu, hâlâ unutulmuş değil. Bütün bunlar ve daha birçok şey, adı geçen balyoz planıyla irtibatlı olarak detaylarıyla neşroluyor. Genelkurmay’ın bunlara da açıklık getirmesi lâzım ki, zihinlerdeki sorular cevaplarını bulabilsin. Çetin Doğan’ın belgeye dair beyanları dış tehditten çok, “irtica tehdidi”nin altını çiziyor. “Bu tehditle mücadele bizim yasal görevimiz” diyen Doğan, ek dayanak olarak EMASYA planlarını gösteriyor. Ama Genelkurmay onlara hiç değinmiyor. Acaba Genelkurmay bu kadarlık bir açıklamayla yetinmek suretiyle, diğer soruları cevaplandırma işini, balyoz planının asıl sorumlusu konumundaki Çetin Doğan’a ve arkadaşlarına mı havale ediyor? Farz edelim ki, öyle olsun. Ama öyle bile olsa, madem ki o seminerin Genelkurmay bünyesindeki kurumsal bir program çerçevesinde gerçekleştiğini açıkladı; o halde detaylarını da gizlememeli. O planların içeriğini kamuoyu ile de paylaşmalı. 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Obama’nın itirafı: Ortadoğu’da başarısız oldum |
ABD Başkanı Obama, birinci yılını doldururken bir çok konuda hayal kırıklığına uğrattı. Hatta son aylarda giderek Bush’laşmaya başladı. Afganistan’da şiddeti arttıran politikası da bunun bir örneği. Time dergisine verdiği son röportajında da Ortadoğu konusundaki başarısızlığını itiraf ediyor. “Ortadoğu barış sürecinde ilerleme kaydedilmedi ve ilk baştaki bütün çabalarımıza rağmen ilerlemenin istediğimiz yerde olmadığını söylemek doğru olacaktır”. Ancak asıl düşündürücü husus bu cümlenin peşinden geliyor: “(Ortadoğu sorunu) gerçekten çok güç bir sorun… İçine girdikçe aşılmaz olduğunu görüyorsunuz. Eğer her iki taraftaki siyasal sorunları önceden görseydik, beklentileri bu kadar yükseltmezdik”. Bu acı itiraf; Obama’nın İsrail’in amaç ve politikalarını yeni yeni anlamaya başladığını gösteriyor. Özellikle Doğu Kudüs ve diğer işgal altındaki Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri kurmama konusunda Netanyahu’yu ikna edememesi Obama’yı şaşırtmış. Demekki danışmanları ona İsrail’in kendi çıkarları sözkonusu olduğunda ne kadar acımasız ve katı olabileceğini anlatmamışlar. Clinton’un eski özel temsilcisi Robert Malley, “asıl sürpriz İsrail’in tavrında değil. Asıl sürpriz Amerika’nın bu konudaki baskısında. Bu kadar yoğun ve açık bir adımı daha önce hiç görmemiştik” diyor. Zavallı Obama! Yahudi inadını kırabileceğini sanıyor. ABD çevreleri Obama’nın bütün samimiyetiyle Netanyahu’ya olağandışı bir baskı yaptığını söylüyorlar. O ise, hamisinin bu baskılarına sanki meydan okurcasına hem utanç duvarını örmeye hem de yeni yerleşimler kurdurmaya devam etti. Peki İsrail’i Amerika’nın baskısına boyun eğdirmeyen, bu süper gücü elli yıldır kendi çıkarları için kullanmasını sağlayan husus nedir? Nüfus değil. Çünkü Amerika’da altı milyon İsrail’li yaşıyor. Ama Amerika’daki Yahudi lobisi çok güçlü. Amerikan siyasetinde ve ekonomisinde en etkin noktaları tutmuşlar. Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC), Başlıca Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı, Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü, Washington Yakındoğu Politikası Enstitüsü bunların yalnızca bir kaçı. Bir araştırmaya göre bu lobilerin sayesinde Amerika İkinci Dünya Savaşından bu yana 140 milyar dolar yardım göndermiş İsrail’e. Bu yalnızca görünen kısmı. Yahudi lobisi Amerikan medyasını da yönlendirme gücüne sahip. Ayrıca politikacıların kampanyalarına yaptıkları cömert katkılarla seçilmeden önce onları bağlıyor. Öyle ki; Temsilciler Meclisi’ne İsrail karşıtı bir yasa tasarısının gelmesi ihtimaline hiç fırsat vermiyorlar. Eski Cumhuriyetçi Çoğunluk lideri John Boehner bir Yahudi konferansında; “yeni çoğunluk lideri olarak, benim liderliğim döneminde, herhangi bir yönüyle İsrail karşıtı olarak algılanacak bir yasa tasarısı Temsilciler Meclisinde asla görüşülmeyecektir” diyordu. ABD, BM Güvenlik Konseyinde 1982 yılından bu yana İsrail karşıtı 32 kararı veto etti. Amerika’nın aklı başında uzmanlarının, bu kayıtsız şartsız desteğin, hem Müslüman hem de Avrupalı dostları küstürdüğü uyarılarına kulak tıkadı ABD yönetimleri. Son zamanlarda ABD’nin İsrail’i kayıtsız şartsız destek politikasının değiştiği söyleniyor. Hatta Türkiye’nin İsrail’e karşı bu kadar güçlü bir tavır takınmasının ardında da bu sebebi arayanlar var. Bizce bu yanlış bir değerlendirme. Zira İsrail ne yaparsa yapsın, ABD’deki güçlü Yahudi lobileri gücünü korudukça, Amerikan yönetimi destekleyici tavrından vazgeçemez. Obama’nın başarısızlık itirafı da bunu teyit ediyor. Bu yüzden Ortadoğu’ya barışın Amerikan baskılarıyla geleceğini beklemek boş bir hayaldir. Eğer Ortadoğu’ya barış gelecekse, bu barış Türkiye ve Ortadoğu’daki öndegelen Müslüman ülkelerin birlik ve beraberlik içinde İsrail’e tavır koyması ve Filistin’i desteklemesiyle mümkün olacaktır. 23.01.2010 E-Posta: [email protected] |