Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Cevat ÇAKIR

“Toprak yoksa hayat da yok”



Erozyon, toprağın yağmurun ve rüzgarın etkisiyle nehir ve denizlere akıp gitmesidir.

Tema Vakfı’nın araştırmasına göre Türkiye’nin yüzde 90’ı erozyon tehlikesine maruzdur. Türkiye genelinde kaybedilen 1 milyar 400 milyon ton toprağın 500 milyon tonu tarım arazilerinden gitmektedir. Bu topraklarla 25 cm kalınlığında tarla oluşturulsa 2 milyon dekar tarla oluşur.

2 milyon tarla da Türkiye şartlarında 600 bin ton buğday yetiştirilir. Cenab-ı Allah bir çok nimetini toprak unsurunun eliyle bize gönderdiği için toprağın korunması gerekir.

Menşeimiz olan toprağın bir çok görevi vardır.

“Toprağın, kudreti Rabbaniye ile nebatata analık edip yetiştirdiği gibi kudreti ilahiye ile, taş dahi toprağa dayelik (analık) edip yetiştiriyor.”1 “Hazine-i Rahmet kapısı2 (...) toprak unsuru da arzın kalbidir.3

Ülkemizde olduğu gibi dünya genelinde de toprakla ilgili ciddi problemler vardır. Dünyanın çölleşmesinden korkuluyor. Bunun için BM 2006 yılını çölleşmeyle mücadele yılı ilan etmiştir. İngiliz Independent gazetesi de, çölleşmeyle ilgili olarak “küresel felaket için geri sayım” diye konuyu manşetine taşımıştır.

BM Çevre Programının (UNEP) hazırladığı son rapora göre çöl ekosistemi ve buna bağlı olarak yer kürenin tamamı, iklim değişikliği, yeraltı sularının bilinçsiz ve aşırı tüketimi sebebiyle büyük tehdit altında. Rapora göre 500 milyon kişinin yaşadığı ve bugün çöl sayılan, yeryüzünün yaklaşık 33.7 milyon kilometre karesindeki özel bitki ile hayvan türleri, acil tedbir alınmazsa 50 yıl içinde yok olacak.

Türkiye, dünya ülkeleri arasında çoraklaşmanın en fazla görüldüğü ülkelerden biri. Bu çölleşmeyi durdurarak toprağın ayağımızın altından kaymasına engel olabiliriz. Her karış boş toprağı ağaçlarla kaplamak bunun için yeterlidir.

Aslında bizi kültürümüz buna çok musait. Peygamber Efendimiz (asm) “Elinizde bir ağaç filizi varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar zamanınız varsa mutlaka dikin”4 diye buyurmuştur.

Dipnotlar:

1- Sözler, 255; 2- Sözler, 306;

3- Mesnevi-i Nuriye, 305;

4- Buhari, el-Edebü’l Müfred, s, 168.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sağır ve kör tarih



Afyon’dan yazan bir okuyucumuz hatırlattı.

Kanal D’de ekrana gelen Sağır Oda’nın bir repliğinde “Said Nursî de Teşkilât-ı Mahsusa da yer aldı” ifadesi geçiyor.

Dünkü köşesinde değerli kalem ustası Latif Salihoğlu detaylı bilgi verdi. Tekrara lüzum yok...

Diyeceğimiz o ki;

Sağır Oda’yı yazan ekip “derin bilgiler” yutturacağım diye resmen saçmalamış...

Tarihe de bu kadar “sağır” kalınmaz ki!

Koskoca Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayat eserinin hangi sayfasında “teşkilât-ı mahsusa” bahsi var!

Bırakın sağırlığı, bunlar aynı zamanda kör!

DİNî KADROLAŞMA!

CHP’yi anladık da... Anavatan Partisi’ni anlamakta zorlandık...

TRT’ye ortaklaşa verdikleri soru önergesinde “kadrolaşma”yla birlikte “dinî yayınların tarikatlara teslim edildiği” iddialarını gündeme getirdi....

Gerçi Devlet Bakanı Beşir Atalay,

“Bizim hükümetimiz TRT’ye en az müdahale eden hükümettir” diye cevap vermiş.

Zaten istedikleri bu:

Mümkün olduğu kadar “hiç” müdahale ettirmemek!

Atalay, TRT eski Genel Müdürü İsmail Cem döneminde “kadrolaşma” olduğunu ve dinî yayınların o dönemde arttığını söylemesi gibi, kaçamak bir cevabı vermemeliydi.

Ne yani:

Küçük bir azınlığın dışında “dinî yayınlardan” kim rahatsız?

SEZER’İN REKOR SIRRI

Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’i pahalı açılışlarda veya gündeme damga vuran toplantılarda göremezsiniz.

O Çankaya’da oturur, saati gelince yatar. O saatten sonra kıyamet kopmuş, ne gam?

Hatta zaman zaman bazı kalemşörler Sezer’i gündeme bîgâne kaldığı için hafif yollu eleştirir.

Derken...

Önceki gece KanalTürk’ün yeni yayın döneminde resepsiyona geldi... Geldi de ne oldu?

Şu oldu: Tam dört saat resepsiyonda kaldı.

Bu bir rekor!

Peki resepsiyonda ne vardı da, Sezer saatlerce kalabildi?

Bir kere KanalTürk, derin devletle ilişkileri olduğu bilinen ve CHP’ye yayınlarını tahsis etmekten çekinmeyen Tuncay Özkan’ın kanalı.

İkincisi:

Gecede sanatçı Emel Sayın ile Erol Evgin’in sahne aldığı bir an vardı.

Evgin, “Mustafa Kemal’i düşünüyorum” adlı şarkısını seslendirdi.

Ve “hazırûn”a dönerek:

“Atatürk bu gün olsaydı, Türkçe ibadet olurdu” dedi.

Evgin, hem Cumhurbaşkanı Sezer, hem de CHP Lideri Baykal tarafından uzun uzun alkışlandı.

Eminim, Cumhurbaşkanı Sezer’in memnun olduğu bu gecede dört saat bile az bile gelmiştir.

Bir taraftan CHP’ye yakınlığı ile bilinen bir TV kanalı, bir tarafta CHP Lideriyle birlikte, bir taraftan “Türkçe ibadet” özlemiyle yatıp kalkan bir sanatçı!

İşte “çağdaş Türkiye!”

Sezer daha ne istesin?

KINALI KUZULAR

TRT 1’de yayınlanan “Kınalı Kuzular” dizisinin ilk iki bölümü ekrana geldiğinde seyirciler ekrana kilitlendi.

İzlerken gözyaşlarına boğulmamak elde değil. Çünkü orada bir tarih anlatılıyor. Masal değil. Hatta bu “Sır”lı diziler gibi hayâl mahsulü kahramanlardan da oluşmuyor, bire bir gerçek.

Çünkü, Çanakkale Destanı’nı anlatan ve savaşta şehit olan 13 askerin mektuplarına dayanılarak senaryosu hazırlanan bir dizi bu.

Denilebilir ki, fazlası yok, eksiği var.

İlk bölüm yayınlandıktan sonra, TRT’yi arayan şehit ailelerinin yakınları ağlayarak teşekkür ediyor. Bize gelen “geribildirimler” de o yönde. TRT bu yolda devam etsin.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Siyaset rüzgârı ve DYP



Siyaset rüzgârı, merkezden esmeye başladı. Sağın merkezinden toplumsal uzlaşmanın duyarlılıklarına uzanan ve kapsama alanına ötekini de alan bir genişleme yelpazesiyle. Son aylarda çözüm odaklı siyaset üretmede demokratik cesareti ortaya koyan DYP, iç heyecanını ve vatandaşın beklentilerini seslendirmede farklılık yakalamaya devam ediyor.

Güneydoğu’dan “Dağdan ovaya siyaset” söylemi ile kamuoyuna yeni bir açılım kazandıran Ağar, ardından gerekçelerini ve iddiasını sürdürmeyi başardı.

Basından izlediğimiz kadarıyla, hafta sonu Denizli’deki miting, vatandaşla kucaklaşmanın ve onu merkeze almanın sinyallerini veren sıcak buluşmalara sahne olmuş. Geçmişin birikimlerini ve misyonun emektarlarını harekete geçiren bu gayretler, dünün ihmal edilmiş mensuplarına nefes aldırdığı gibi, yön veren bir kılavuz görevi de görmektedir.

Nitekim, bugün İstanbul’da sivil anayasa paneli yapacak olan DYP, 12 Eylül’ün ürünü mevcut anayasayı tekrar sorgulama ve bireyi esas alan bir yapılanmanın sinyallerini veriyor.

Akademisyenler, siyasetin duayenleri ve medya üçlüsü ile yeniden düşünmenin, çözümü siyasette ve meydanlarda aramanın yanında Ar-Ge boyutlu ilmi mutfak çalışmaları da siyaseti güçlendirmektedir.

Yaşanan bu süreci, bundan sonrasına ait tasavvurları ve hedefleri, DYP’nin ileri gelen bir isminden dinleme imkânımız oldu. Muhatabımız, birikimlerine inanan, siyasetin tecrübe imbiğinden geçmiş, Demokrat Parti-Adalet Partisi çizgisine vakıf yaklaşıma sahip bir çerçeve çizdi.

Bu hafızayı günümüze adapte etmenin, gençliği çekim merkezine almanın ve kalitelerini vitrine taşımanın hazırlığı içinde olduklarını, tabanı önemsediklerinin üzerinde durdu. Egede son bir haftadır yaptıkları ziyaretlerle ilgili izlenimlerini heyecanla aktardı. Vatandaşla kaynaştıklarını ve özlemle kendilerine sarıldıklarını anlattı. “Bizden bekledikleri, onların hassasiyetini anlamak, samimiyet ve tevazu içinde hizmet etme heyecanımızı yansıtmaktır” dediğinde inançlı ve karalı bir başarıya kilitlendiğini müşahede ettim.

Bir özeleştiri yapma ihtiyacı duydu. Geçmişte merkezî atamaların ve listelerin tanziminin oluşturduğu kırılmalara ve rehavete sebebiyet veren yanlışlara değindi. “Siyaseti, siyasetçi yapmalı. Teşkilat ve bölge şartlarına göre tabanın tercihlerine saygılı olunmalı. Gittiğimiz her yerde teşkilatların en çok seslendirdiği konu bu” dedi. Çünkü geçmişte ağızları yanmış. Umutlarını diriltmeye çalışıyorlar.

Genel başkanın çıkışlarının olumlu dalgasının doğru algılandığına değinen muhatabımız, sonuçtan memnundu.

Parti olarak ev ödevlerine daha çok çalışmanın, toplum önderleriyle diyalog kurmanın ve entelektüel mesajlara ağırlık vermenin yoğunluğuna girmişler. Her katmandan görüş ve teklif alıyorlar. İstişarî sistemlerini her kesime yaygınlaştırıyorlar.

Lider kadrosunun güçlendirilmesi, seçmeni okuyacak teşkilat bilincinin arttırılması ve söylemlerini en makul ve geniş demokrasi zeminine oturtmanın devam eden hazırlıkları içindeler.

Muhatabımız, yeni simalarla kadro zenginliğine açık olduklarını belirtti. Farklılığı bireyin talepleri ile özdeşleştirecek bir yapılanmanın sürekliliğine değindi.

Uzun sohbetimizin sonunda bende oluşan kanaat; Siyaset rüzgârında DYP yelkenini şişirecek bir atmosferin oluştuğudur. Eğer halkın rüzgârına bağlı kalır, kendi yelkenine de sahip çıkarsa, DYP’nin önünde ciddi bir engel görünmüyor.

Genel başkanın avantajı; öncelikle maratoncu ve enerjik bir yapıya sahip olması. İkincisi de halkın içinde olması. Dur durak bilmeden yakaladığı sosyal sonuç ve yakaladığı performans, ciddi strateji ve çalışma dosyaları ile de besleniyor.

DYP kurmayından edindiğimiz izlenim, bu mayanın tuttuğu.

Sohbette son dört seçimin analizinden bugüne yolculuk yaparken, en dikkat çeken şey bilgi, birikim ve öngörünün öne çıkmasıydı.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İzmir'de iki gün



Geçen hafta bin kişiyi aşkın bir cemaatla Cuma namazı öncesi dersimizi yaptıktan sonra, süratle Esenboğa Havaalanına ulaştık. Yıllık iki milyon yolcu kapasitesi on milyona çıkartılan ve dünya standartlarında inşâ edilen havaalanı terminalini içinden yeni görüyordum. Çok büyük ve modern bir yapıydı. Dusseldorf veya Singapur terminallerini andırıyordu. Gerçekten, Ankara gibi bir başşehre ancak böylesi yakışırdı. Emeği geçen herkesi kutluyoruz.

Terminal mescidinde ikindi namazını edâ ettikten sonra güvenlik birimlerinden geçtik. Saat 15.00’te uçağımız hareket etti. Biraz sonra bir kuş gibi yerden göklere doğru yükseldik. Yüzlerce ton demir yığınını havada uçurmayı başaran insanlık için Bediüzzaman, uçakları gördükçe “Nevimle iftihar ediyorum” dermiş. Bulutların üzerinde saatte 850 km. hızla İzmir’e yol alan uçağımızda ben de nevimle iftihar ettim. Cevşen faslından sonra gazetemi okumaya başladım. Bitirdiğimde İzmir semalarına gelmiş ve bir saatlik yolculuk sonunda büyük bir kartal gibi Adnan Menderes Havaalanına sağ salim inmiştik. Terminal dışında bizi bekleyen Adnan bey ve arkadaşlarıyla kucaklaştık ve hizmet merkezimize geçtik. Çünkü, akşam orada lise ve üniversite düzeyindeki gençlerle sohbetimiz vardı. Tayin edilen saat geldiğinde, çevre ilçelerden de gelen gençlerle geniş salon tamamen dolmuştu. Dâvâ adamlığı ruhu kazanmaktan, Nurları sürekli ve düzenli okumaya; bir kişinin imanını kurtarmak için şevkle çalışmaktan, ülke meselelerine sahip çıkmaya kadar değişik konuları okuduk ve sorulu cevaplı müzakere ettik. Üç saate yaklaşan sohbetimiz bittiğinde hepimiz bu neticeden istifade etmiştik. İzmir ve civarının bu gayretli gençlerini tebrik ediyorum. Özellikle, Manisa’nın Turgutlu ilçesinden gelen genç kardeşlerimi alkışlıyorum. Hepsine hizmetlerinde başarılar diliyorum.

Cumartesi günü, önceden yapılan bir görüşme sonucu Başak FM radyosundayız. Çok geniş bir yelpazede dinleyici kitlesi bulunan ve yayınlarından dolayı ödüle lâyık görülen bu radyoda bir saatlik bir program gerçekleştirdik. Gazetemizin üstlendiği misyonu, cemiyetteki ahlâkî yozlaşmadan kurtulmanın çareleri, tahkîki imanın önemi ve aktüel konulardaki görüşlerimizi paylaştık. Bize böyle bir imkânı verdikleri için Başak FM yönetimine buradan şükranlarımı sunuyorum. Bütün ehl-i iman gruplarına kollarını açan ve ayırım yapmadan imkânlarını tahsis eden yönetimine ve çalışanlarına Cenâb-ı Hakkın yardımcı olmasını niyaz ediyorum.

Akşam yeni hizmet merkezindeyiz. İzmir ve Manisa’nın ilçelerinden de gelenlerin katılımıyla 100 metrekarelik salon tamamen dolmuş, arkadaki geniş odalarda bile boş yer kalmamıştı. 250 kişiyi aşkın bir kalabalıkla paylaştığımız ders ve sohbet hepimiz için bir feyiz ve şevk kaynağı olmuştu. Bir sene önce yapılan ortak duâlar bu geniş mekâna vesile olduğu gibi, daha büyük ve müstakil bir binâ nasip etmesi için Allah’a tekrar duâ ettik. Çünkü, Ege’nin incisi diye takdim edilen İzmir ilinde, ancak öyle merkezler hizmetin yükünü kaldırabilir. Toplumdaki okumama hastalığından etkilenen bizlerin, güçlü bir irâdeyle Nurları hem kendimiz, hem âile efradımız, hem de bir araya gelerek birlikte düzenli okumalara ağırlık vermemizin lüzumunu, günahların her çeşidine mesafeli durmamızın gereğini, sene boyu sürecek haftalık paylaşıma dayalı Kur’ân hatimlerinin önemini ve Cevşen gibi duâlardan sürekli mânevîyatımızı beslemenin hizmet edebilmek için ne kadar gerekli olduğunu ve sâire mütalâa ettik. Çünkü, geleneksel Nur hizmetlerinin içini dolduran bahsi geçen hakikatler özümüzü korumayı ve ruh-u aslîden uzaklaşmamayı temin eder. Bunlar bize en büyük kuvvetimiz olan ihlâs, uhuvvet, sadakat, tesanüd, istikamet, tevâzu, mahviyet, terk-i enâniyet, fenâfi’l ihvan, teşrik-i mesâi, teslim, tevekkül, takvâ, nefsine güvenmemek, kendini beğenmemek, şahs-ı mânevî havuzunda erimek gibi Allah’ın rızasına mazhar kılan ahlâkları kazandırır. Lâkaytlığı ve gevşekliği izâle eder. Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak vadilerinde koşturur. Hamiyet, gayret ve hizmet etme duygularını galeyana getirir. Aksi takdirde dünyevîleşme başlar. Mâneviyata karşı gabileşme oluşur. İbâdetler zevksizleşir. İman hizmetindeki şevk gittikçe sönmeye yüz tutar. Zâhirî zekâvet ve dirâyet altında enâniyet, benlik, gurur, kibir, riyâ, kendini beğenmek, nefsine güvenmek, kendini herkesten akıllı ve ileri görmek, başkalarını küçümsemek ve beğenmemek, rekâbet, kıskançlık, haset ve basit hesaplar gibi ihlâsı kıran ve tesânüdü bozan haller meydan alır. Onun için özü ve ruh-u aslîyi korumak her şeyin başıdır.

Soru cevap faslıyla üç saatlik sohbet vaktinde tamamlanmıştı. Bu kudsî iman ve Kur’ân hizmetinde emeği geçen herkesi tebrik ediyor ve şevkle hizmete sahip çıkan bu fedakâr ve gayretli dâvâ adamlarından Rabbimin râzı olmasını niyaz ediyorum.

Pazar sabahı bir saatlik yolculuktan sonra Esenboğa’ya indiğimizde, kudsî bir hizmete iştirak etmenin mutluluğunu yaşıyorduk.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Liman krizi



Türkiye’nin AB sürecinde gelinen nokta, içeride ve dışarıda “Başından beri beklenen kopma nihayet gerçekleşiyor” şeklinde özetlenebilecek yorumlara konu oluyor.

Sebep, AB Konseyinin haftaya toplanacak olan liderler zirvesine “Limanlarını Rum gemilerine açmadığı takdirde Türkiye ile müzakerelerin sekiz başlıkta askıya alınması” yönünde açıkladığı tavsiye kararı.

Diğer başlıklarda ise, müzakereler açılsa bile kapatılmaları yine liman krizinin istenen şekilde çözülmesi şartına bağlanıyor.

Gerçi müzakereleri başlatma kararının alınmasını takiben geçen bir yılı aşkın zaman zarfında sadece bir başlık açıldı ve kapandı.

Diğer fasıllarda, tarama süreçlerinin tamamlanması dışında herhangi bir mesafe kat edilebilmiş değil.

Nitekim bu durumdan hareketle, müzakerelerin zaten çoktandır fiilen askıda olduğu kanaatini dile getirenler dahi mevcut.

Peki, gerek Türkiye, gerek Avrupa, gerek dünya dengeleri açısından çok kapsamlı ve köklü değişiklikler getirecek bir sürecin “liman krizi” gibi küçük ve basit bir konuya takılarak tıkanmasının mantıklı izahı var mı?

Yok. Ama zaten bu tıkanma görüntüsünün önemli sebeplerinden biri de bazı AB liderlerinin basit iç politika hesapları değil mi?

AB, tek taraflı olarak Rumları birliğe almak suretiyle yaptığı vahim hatayı, en azından Kıbrıs Türklerine uyguladığı ambargoları kaldırarak bir ölçüde de olsa telâfi edebilirdi.

Ama hem bunu dahi yapmıyor, hem de Türkiye’nin üyelik sürecini, kendisinin katkılarıyla iyice kördüğüm haline gelen Kıbrıs sorununa bağlamak suretiyle işi iyiden iyiye çıkmaza sokuyor. Ve böylece, AB’yi küresel bir güç haline getirme vizyonuyla da çelişen inanılmaz bir basiretsizlik sergiliyor.

Tabiî, madalyonun diğer yüzünde Türkiye ve Kıbrıs cenahının hataları söz konusu.

Bunlardan biri, geçenlerde Dışişleri Bakanı Gül’ün söylediği gibi, AB’nin Rumlara kapıyı açma kararına Denktaş’ın masadan kalkarak yaptığı talihsiz katkı. Gül, Denktaş biraz dişini sıkıp sabredebilseydi masadan kalkan tarafın Rumlar olacağının bizzat Klerides’in itiraflarıyla sabit olduğunu anlatıyor.

Keşke Denktaş, görevdeki son yıllarında kendisini ablukaya alan “derin Ankara”ya değil de, seçilmiş hükümete kulak verseydi!

Bizim cenahtaki bir diğer hata, Prof. Eser Karakaş’ın vurguladığı gibi, 1998’e kadar Rum gemilerine açık olan limanlarımızın, 28 Şubat döneminde—hangi akla hizmet içindir bilinmez—kapatılmış olması. Sessiz sedasız şekilde yıllarca devam eden o eski uygulamadan ne zarar görüldü ki vazgeçildi?

Eğer bu karar Rumlara karşı elimizde bir koz olsun diye alındıysa, geldiğimiz nokta açıkça gösteriyor ki, tam tersine öyle yaparak taşınması zor bir yükü daha sırtlanmışız.

1974’teki Kıbrıs harekâtından sonra olayı diplomatik bir çözüme de kavuşturma noktasındaki başarısızlığımızın yol açtığı kamburlara böylece bir yenisini daha ilâve etmişiz.

Bakalım, Türkiye ve AB karşılıklı hatalarıyla girdikleri bu tünelden çıkabilecekler mi?

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çan da çalalım mı?



Mecliste muhalefet kulisine girince, bir anda irkildim.

Kulisin hemen girişinde TRT’nin tüm yöneticileri bir yandan ekrandaki tartışmayı izliyor, öbür taraftan da notlar alıyorlardı.

Gazeteci kökenli milletvekilleri sırayla kürsüye çıkıyor, kâh TRT’yi savunuyor, kâh eleştiriyorlardı.

Bir an siyah beyaz televizyon döneminde yaşadığımızı düşündüm.

Koalisyon pazarlıklarından, hükümetlerin çökmesine, gensoru önerilerinden, seçim mücadelesine kadar birçok kavgaya yataklık ederdi TRT…

Erbakan Hocanın parmağını ekrana doğru uzatıp, “Seni gidi TRT seni. Ben diyorum güneş, bunlar kesip yıldız yapıyor” diye bir sallaması vardı.

Ancak Özal’la birlikte özel radyo ve televizyonların kurulmasının önü açıldı, TRT çaptan düştü.

Meğerse bize göre çaptan düşmüş. Meclisteki tartışmaya baktım, sanki izlenme rekorları kıran bir kurummuş gibi, üzerinde kıyasıya bir rekabet yürütülüyor. TRT’den dolayı muhalefetin bu hükümete, araştırma önergesi değil, bilakis beceriksizlik plâketi vermesi gerekiyor.

TRT’nin başına bir genel müdür atayamayan, anayasayı değiştirecek güce sahip tek başına bir iktidar örneği ile karşı karşıyayız.

Önce Ulaştırma Müsteşarı, ardından Başbakanlık müsteşarı yardımcısı. Yani ısrarla televizyoncu olmayanlarla Türkiye’nin en büyük yayıncı KİT’ini yönetmeye çalışıyor AKP.

Peki, TRT içinden bu işi yapabilecek beceride insanlar yok mu? Olmaz mı? Var da hükümet de bunu görecek feraset yok.

Bu yüzden TRT tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor.

Meclisteki tartışmada muhalefet sözcüleri en çok TRT’nin başarısız Papa yayınından dolayı eleştiriyorlardı kurumu.

İlginç, çünkü Papa yayınından dolayı TRT’ye ateş püskürenlerin başında Başbakan Erdoğan geliyor.

Başbakan Esenboğa’da Papa’yı karşıladıktan sonra Riga’daki NATO toplantısına uçmuştu.

Erdoğan, Papa ile görüşmesi sırasında sehpanın üzerinde TRT mikrofonunu görünce, görüşme canlı yayınlanıyor düşüncesine kapılmış. Görüşmeden sonra canlı yayınlandı mı diye sorup, “hayır” cevabını alınca, küplere binmiş.

Bu yüzden hem TRT’den kapsamlı bir savunma istenmiş, hem de Erdoğan danışmanlarından birine “Bu rezalet senin eserin” diye bağırmış. Hem de geziye iştirak eden gazetecilerin duyacağı şekilde.

Mecliste TRT hesaplaşması Papa üzerinden yapılıyor da sanki birileri Papa’nın kıyam duruşundan bir samimiyet testi üretmeye çalışmıyor.

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Papa’nın Sultanahmet Camiinde kıyamda durduğunu belirterek, “Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu haç çıkarabilir mi?” diye bir soru ortaya attı.

O konuya geçmeden önce bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Papa’nın ziyareti ile bir kez daha gördük ki, korkularımızdan başka korkacak bir şeyimiz yok.

Papa ziyareti başından sonuna kadar Türkiye ve İslâm dünyası başta olmak üzere insanlık adına başarılarla dolu olarak geçti.

Ertuğrul Özkök’e göre bu bir samimiyet sınavıydı. Hayatının her aşamasında yaşadığı “dönekliği dışarıya bir erdem gibi sunma huyu” olan Özkök, kendinde bir hoşgörü testi yapıyordu.

Ancak yine çok ustaca becerdiği gibi, her şeyi birbirine karıştırarak.

Mecliste muhalefet kulisinden çıkıp, iktidar kulisine geçince, Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın etrafının gazeteciler tarafından neden sarılı olduğunu işte o zaman fark ettim.

Özkök’ün de din adamı modellerinden olan Mehmet Aydın da, Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da defalarca izah ettiler. Papa’nın yaptığı kıyam duruşu bir hoşgörü örneği. Zaten camiyi ziyareti dahi güzel bir adım. Ancak camiyi ziyaret ederken, boynunda taşıdığı ‘haç’a ses çıkarılmaması da göz ardı edilemez karşı bir hoşgörü örneği.

Ancak Papa camide kıyamda durmakla saygısını ifade ederken, orada İslâmiyeti filan seçmiş değil. Saygı gösterdi, kendi saygınlığının artmasını sağladı.

Ayrıca kıyamda dururken, kendi dinine göre dualar okudu.

Amaçları farklı da olsa, Mustafa Başoğlu ve Ertuğrul Özkök çok üzülecekler, ama salavat getirmedi.

Bardakoğlu sadece Hıristiyan dünyasını değil, Budizmin hâkim olduğu ülkeleri dahi ziyarete gittiğinde onların dinî temsilcilerini mutlaka ziyaret ettiğini, ibadet ettiği mekânları ziyaret edip, hürmet gösterdiğini söyledi.

Ayrıca Dışişleri Bakanı Abdullah Gül başta olmak üzere yurt dışında bulunan insanlarımızın birçoğu namaz vakti geldiğinde başka imkânları yoksa en yakın kiliseye girip, namazlarını eda ettikleri biliniyor. Mehmet Aydın’ın da Berlin’de bir kiliseyi ziyareti sırasında tanık olduğu gibi kıbleyi gösteren işaretler de bazı kiliselerde mevcut.

Ayrıca Papa’nın kelime-i şahâdet getirip Müslüman olması ya da kıyamı tamamlayıp, namaza durması gibi bir beklenti olmadığı gibi, Ertuğrul Özkök birkaç saniye huzur makamında beklemenin karşılığı olarak, ayine katılmamızı ya da istavroz çıkarmamızı bizden beklemesin.

İyi ki Papa camide ezanı dinlemedi. Bu kafayla Özkök bize “Camide ezan yerine çan çalacak mısınız?” diye sorar mıydı, bence sorardı...

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zor zamanda şeyhe sığınmak



Türkiye’nin gerçeklerinden habersiz olanlar, attıkları her adımda batağa biraz daha saplanmış oluyorlar. İşlerin kolay halledilme imkânı varken, yanlışta ısrar ve inad edenlerin, “Amerika’yı yeniden keşif yürüyüşüne çıkanlardan” ne farkı var?

Atılan fitne tohumları ve ekilen rüzgârlar sebebiyle ‘fırtına’ biçilen bir dönemdeyiz. Hemen her gün, hatırlatmaktan hicap duyduğumuz ‘tecavüz’ hadiseleri yaşanıyor. Yapılan çirkinlikler o derece ayyuka çıkmış ki, insanlar hadiseleri tahlil edip, ‘Bütün bunların sorumlusu kim?’ sorusunu dahi akıllarına getiremiyor.

Şırnak’ta yaşanan çirkin bir hadise sonrası, infiale gelen halkı teskin etmek için devreye ‘şeyh’in girmesi, Türkiye’yi ‘idare edenler’e bir şeyler hatırlatmalı. İsterseniz önce “Sapığa linci, panzerdeki şeyhin konuşması önledi” başlığıyla verilen haberi kısaca hatırlatalım: Şırnak’ta 2 kız çocuğuna tecavüz ederek öldüren ve 6 çocuğu da benzer şekilde rahatsız ettiği iddiasıyla tutuklanan bir ‘sanık’ ilçe halkı tarafından linç edilmek istenmiş. Hastahane kapısına toplanan halk, “Sapığı bize verin, linç edelim” diye sloganlar atmış. Polis ve asker, halkı teskin etmekte yetersiz kalınca devreye Baki Kutlu isminde, bölgede ‘şeyh’ olarak bilinen imam-hatip girmiş. Başında sarığıyla polis panzerinin/aracının üzerine çıkan ‘şeyh,’ halkı sükûnete çağırmış ve hadise daha fazla büyümeden önlenmiş. (Akşam, 5 Aralık 2006)

(Aynı haber, pek çok gazetede yer aldı. Ancak, hadisenin bu yönüne yeteri kadar dikkat çekilmedi.)

Bu ve benzeri hadiseler Türkiye’de ilk defa yaşanmıyor. Halkı Müslüman olan Türkiye, her zaman ‘din âlimleri’ni dinlemiş ve onlara değer vermiştir. Buna benzer hadiseler Kurtuluş Savaşı yıllarında da olmuştur. En bilinen örneği, Sütçü İmam örneğidir ki, Cuma günü camide hutbe okurken; “Vatanımız işgal altındayken biz burada kalamayız” diyerek düşmana bayrak açmıştır. Aynı şekilde, savaş sırasında bütün Türkiye’de düşmanla mücadele edenlerin başında din alimleri/hocalar bulunmuştur.

Daha yakın tarihlere gelirsek, Erzurum’da yaşanan benzer bir infialde, Naim Hoca (Gölleroğlu) halkı teskin etmiş ve linç hadiselerinin önüne geçmiştir. Benzer hadiseleri sıralamak mümkün, ama gerekli mi?

Bütün bu örnekler, dine, din eğitimine ve gerçek âlimlere olan ihtiyacı göstermiyor mu? İşte Türkiye’yi ‘idare edenler’in yanılgısı bu noktada ortaya çıkıyor: Dini ve dindarları dost bilmemek... Her defasında ‘irtica’ yaftasıyla millete öncü olabilecek din âlimlerini kötülüyor, engel olmanın yolunu arıyorlar. Oysa, gerçek din âlimlerinden ancak fayda gelir.

Türkiye’nin geneli böyle olduğu gibi, bilhassa Güneydoğu’ya bu konuda daha fazla dikkat etmek gerekir. Yine tarihten kısa bir hatırlatma yapalım: Bediüzzaman, Beytüşşebap’ta halkın ‘isyan’ ettiğini öğrenir. Sebebini sorar. “Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” derler. “Halbuki, bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.” (Tarihçe-i Hayat, s. 125)

Bu sebepledir ki, din ve İslâm; toplum hayatıyla mezc edilmeli ve onun birleştirici özelliğinden istifade edilmelidir. Yoksa, Şırnak’taki şeyhi polis panzerinin üzerine çıkartıp halkı teskin için hitap ettirmek ve (mesela) Fatih’teki şeyhi polis panzerinin içine hapsetmek çare değildir!

Türkiye’yi ‘idare edenler’ en önce bunun farkına varmalıdır...

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Özkök’e çifte cevap



Bugün gazetesinde yazan Nuh Gönültaş çok haklıydı: Gerçekten de Hürriyet gazetesine ve Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e bir dini danışman lazım. Ahmet Hakan’a soruyorsa bile kifayet etmediği ortada. Sultan Ahmed Camii’nde Papa’nın kıbleye dönerek kıyama durması karşısında karşı jest olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan da istavroz çıkartmasını istemişti. Halbuki ikisi aynı şey değil.

Hıristiyanlık Hıristiyoloji denilen Mesih sevgisi üzerine kurulu esnek bir dini anlayıştır. Sevgi (nefretini de doğurmuştur)nin dışında pek fazla kuralı yok. Kiliseler ikonalar ve heykeller ile süslüdür. Bu, putperestlik görüntüsünü andırmaktadır. Halbuki İslâmda kurallar bütünü var. Sevgi işin manevi kısmıdır. Zahiri kısmı ise kurallar. İkisinin ibadetleri veya anlayışları arasında karma yapmak ikisinin de özünü ve tabiatını bozar. İkisini de yabancılaştırır. Zaten dinlerin dejenerasyonunun en önemli yollarından birisi senkretizm veya eklektizm denilen seçmecilik ve onun teşkil ettiği karma yapılardır.

Zaten Hıristiyanlık da bize göre, Yunan düşüncesiyle Roma uygulamasının bir bileşkesinden ibarettir. Senkretiktir. Zaten bozulmasaydı ve Mesih, Arius çizgisinde ilerleseydi ve Paskal gibilerinin tavsiyelerine uysaydı mesele kalmayacaktı, en azından tevhid noktasında İslâmla birlikte olurdu. Özü bozulmasaydı İslâmın gelmesine zaten luzum yoktu. Bozulduğu için o bize uyabilir, ama biz ona uyamayız. Biz ona uyarsak biz de bozuluruz. İslâm özünü korumak için bu mânâda başkalarına benzemeyi yasaklıyor. Hakda birlik, batılda çeşitlilik esastır. Başkasının varlığını kabul etmek başkadır, onun doğruluğunu teslim etmek daha başkadır. Başkalarının varlığını kabul ve bu anlamda çeşitlilik anlamında İslâm çoğulcu bir öze sahiptir. Ama kendi içinde üniterdir. Biz onların bozulduğuna onlar da bizim Ariusçu çizgide sahtekârlığımıza inanıyorlarsa da bu ayrı bir husustur. Sapla samanı birbirine karıştırmamak iktiza eder.

***

Hıristiyanlık bize göre senkeritik bir anlayış ise de onlar elbette bunu kabul etmezler. İznik Konsili’nden itibaren kazandığı yapıyı eşsiz ve asil (unique) kabul ediyorlar. Bunlar karşılıklı tezler. Bunun ötesinde alt gruplarda (mezhep ve meşreplerde) eklektik veya senkeritik kimi anlayışlar Müslümanlara da bulaşmıştır. Misyonerler de Afrika’da başarılı olabilmek için kimi eklektik uygulamalara ses çıkarmamışlar, müsaade etmişlerdir. Çokeşlilik ve poligami bunlardan birisidir. Bunun ötesinde, aslında, Katolik Kilisesi de Ertuğrul Özkök’ün varmak istediği anlayışı reddetmektedir. Papalık Hıristiyanlararası Birliği Özendirme Kurulu Başkanı Kardinal Walter Kasper, Papa’nın, farklı uygarlıklar arasında dostluğu geliştirmeyi önemli bulduğunu; ancak bunun ‘senkretizme başvurulmadan yapılması gerektiği’ni de unutmadığını ifade etmiştir. Ali Bardakoğlu’nun Kilise’de istavroz çıkarması da kendisini inkâr ve senkretik bir durum olacaktı. Maalesef Diyanet İşleri’nin karşı çıktığı Tempo’nun kapağı da senkretik bir anlayışın sonucudur. Tempo dergisinin kapağında Papa Kur’ân okurken, Ali Bardakoğlu da elinde haç taşırken tasvir ediliyordu. Ertuğrul Özkök, Tempo’nun ortaya serdiği bu anlayışı makalesine taşımış ve yansıtmıştır. Baştan sona yanlıştır.

Köln Kardinali Joachim Meisner de Özkök’a reddeden anlayışı onaylamıştır. Bu bağlamda, kendi piskoposluğuna bağlı olarak görev yapan din öğretmenlerine çok dinli kutlamalara katılmalarını yasakladı. Kardinal Meisner tarafından yayımlanan genelgede, bu tür dini kutlamalara “Katolik Kilisesi”nin katılmaması talimatı verildi. Meisner’in sözcüsü Stephan Georg Schmidt Köln kentinde yaptığı açıklamada, “Burada sorun, herkesin aynı zamanda kendi tanrısına dua ettiği dini kutlamalar. Dinlerin ve tanrı düşüncesinin bu şekilde karıştırılmasının önlenmesi hedeflendi” demiştir. Özkök’ün oradaki karşılığı olarak “İnsancıl Okul Eylemi” adlı dini birliğin Başkanı Detlef Traebert ise Meisner’in aldığı kararı sert dille eleştirerek, bu tutumun Hıristiyanlığa uygun olmadığını ileri sürüyor. Traebert, daha önce farklı din mensuplarıyla birlikte ayinler düzenlenmesini yasaklayan Meisner’in, şimdi farklı din ve inançlardan insanlarla birlikte Noel şarkıları söylenmesine bile karşı çıktığını kaydediyor. Dinleri karma yapmak yerine, adam gibi herkesin kendi çizgisini muhafaza etmesi daha evladır.

***

İslâmı bir bütün olarak ve üniter bir pradigma olarak kabul etmek başka jest amacıyla bir iki ritüelini kopya etmek veya yerine getirmek daha başkadır. Bu mânâda Ali Bardakoğlu’nun da dediği gibi senkretizm yoluyla çizgileri birbirine karıştırmamak gerekir. Tersi popüler kültür açısından dikkat çekici olsa bile ebedi hakikat noktasında zararlıdır. Karşılıklı saygı göstermek yeterlidir. Kimi diyalog toplantılarında maalesef bu yöndeki ölçü kaçırılmakta ve Urfa toplantısında olduğu gibi zaman zaman senkeritik bir görüntü kazanabilmektedir. Bu iki tarafı da fazlasıyla rencide eder ve izleri karıştırır.

En kötüsü de budur. Bir doğru ile bir yanlışın birnleştirilmesinden doğru hasıl olmaz. Üçüncü bir doğruyu ortaya çıkarmaz. Ortaya çıkan bir başka yanlışın bir başka türevi olur. Bardakoğlu ‘imamlar seyircilerin keyfi için haç çıkarmaz’ diyerekten Hıristiyanlardan sonra bir Müslüman kimliğiyle Özkök’e cevap vermiştir.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İslâmın istediği mü'min



İnsan İslâmın emirlerine uyduğunda melekleri dahi geçebilir, değil insanlar, melekler bile hayran kalır ona.

Meleklerin saygı duyduğu, övüp duâ ettiği böyle seçkin insanlar topluluğuna mazhar olan bir asır varsa o da Asr-ı Saadettir. Diğer yüzyıllarda da insanlar bu hakikatlere ayna olabildikleri ölçüde yücelmişlerdir.

Allah’ın Kur’ân’ında açıkça razı olduğunu belirttiği bu müstesna topluluk bütün güzellikleri üzerinde toplamış bir topluluktu. Kavgadan gürültüden uzak; kardeşlik, dostluk ve barış içinde yaşayan, gıptayla seyredilen insanlardı.

Şu örnek insan modeline bakın! Allah Resûlü (asm) mü’mini anlatırken, “Mü’min başkalarının kusurlarını başa kakan, lânet eden, kaba, çirkin söz ve davranışlarda bulunan, edebe aykırı konuşan insan değildir”1 buyururlar.

Olmaması gereken özelikleridir bunlar mü’minin. Demek mü’min, kendi kusurlarıyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarını görmeye, sayıp dökmeye, lânet okumaya ne vakit bulur ve ne de bunlara dünyasında yer verir. O güzelliklerin insanıdır. Centilmenlik, nezaket ve efendilik sembolüdür. Gönül Kâbesini imarla uğraşan, gönüller fetheden, gönüllerde taht kuran sempatik, cana yakın, sevgi ve şefkat insanıdır.

Mü’minler sevgi, şefkat ve birbirlerine iyilik yapmakta bir vücudun azaları gibi olacak,2 bir binanın kenetlenmiş taşları gibi kenetleşecek, birbirlerine kuvvet vereceklerdir.3 Aralarına bozgunculuk ve kötülük sokmaktan şiddetle kaçınacaklardır.4

Mü’min sevgi, saygı ve şefkat insanıdır. Küçüklerine sevgi ve şefkatle, büyüklerine de saygıyla davranır. Allah Resûlünün (asm) dilinde bu, “Küçüklerimize sevgi, büyüklerimize saygı duymayan bizden değildir”5 şeklinde ifadesini bulmuştur.

Sevginin, şefkatin, saygının hükmettiği bir toplumda kötülüklere yer yoktur. Orada barış ve huzur rüzgârları eser. “İman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olamazsınız”6 Nebevî hakikati sevgiyi imanın en güçlü unsuru olarak zikreder.

Kısaca birbirlerini seven, sayan, kenetleşen, birbirinin yardımına koşan insanlar topluluğu istiyor İslâm bizden.

Dipnotlar: 1. Tirmizî, Birr: 48. 2. Buharî, Edeb: 37, Müslim, Birr: 66. 3. Buharî, Salât: 88. 4. Ebû Davud, Edeb: 50. 5. Tirmizî, Birr: 15. 6. Tirmizî, Kıyame: 56.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Faiz, teşebbüs ruhunu kırar



İslâm’da alışveriş helâl kılınmış, faiz yasaklanmıştır. Kur’ân’ın dilinde “fazlalık” demek olan “riba-faiz”, “ödünç verilen mal veya para karşılığında şer’an yasak olan kârın, fazlalığın alınmasıdır” şeklinde târif edilir. Medine devrinde birkaç merhaleden sonra faizin her türlüsü yasaklandı:

“Ey iman edenler! Faizi kat kat yemeyin. Ve Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.”1 “Faiz yiyenler, kabirden ancak kendilerini şeytan çarpmış bir kişi gibi kalkarlar. Bunun sebebi onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demeleridir. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.”2

Resûl-i Ekrem de (asm) faiz hakında, şu ibretli tesbiti yapmıştır: “Aralarında faizin yaygınlaştığı hiçbir topluluk yoktur ki, fakirliğe maruz kalmasın. Aralarında rüşvet yaygınlaşan hiçbir topluluk yoktur ki, korkuya maruz kalmasın.”3 Sanki günümüzdeki toplulukları tasvir etmektedir. Cemiyet olarak çektiğimiz fakr u zaruret, bunun açık delili değil mi? Keza, Peygamberimiz (asm):

“Ashabım! Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de, Abdülmuttalibin oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Lâkin ana paranız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.”4

Faiz, ekonomik hayatı allak-bullak eder. Bunun içindir ki, çağdaş Avrupa ekonomileri, faizi “sıfır”lamaya çalışıyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle faiz, “Sen çalış, ben yiyeyim” felsefesini yaygınlaştırır. Gerek banka, gerekse bankerler vasıtasıyla toplanan küçük tasarruflara, cüz’î bir pay “faiz” verilse de, onlar tarafından birkaç defa devir yoluyla çalıştırılmakta, başkasının sırtından kat kat kârlar elde edilmektedir. Para ile para kazanıldığından sanayi ve yatırımlar durmakta; bu arada, üretim düşmekte, mal pahalanmakta, bunun bedeli de tüketiciye yansıtılarak ödetilmektedir. İşte dehşetli bir zulüm! Yılların sanayicisi İshak Alaton, faizin uyuşturucu bağımlılığı gibi bir hastalık olduğunu ve yukarıdaki bütün tespitleri “Faiz müptelâsı yapıldım, kolay para kazanma bağımlısı oldum. Geçen günlerde yalnızca bir hafta sonu yüzde 360 ile bankada tuttuğumuz paradan Amerikalı bir yatırımcının bir yılda kazandığı kadar faiz kazandım”5 şeklindeki itirafıyla özetliyor!

Faiz, sermayenin tek elde toplanmasına sebep olur ve piyasa, umumun ihtiyaç ve taleplerine göre değil, sermayedarların hırs ve kanaatsizliğine göre teşekkül eder. Hırsın ve kanaatsizliğin sınırı yoktur. Bu da, hem ticarî hayatı, hem ticârî ahlâkı zedeler. Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmakta ve küçük tasarrufçuyu, faiz müesseselerinin bir kölesi durumuna düşürmektedir. Bu açıdan bakıldığında faiz, “baskı, zulüm, kin ve nefret” tohumları eker.

Faiz, hazırcılığa alıştırır. İnsanları tembelleştirir. Çalışma, ticaret, alışveriş, özetle teşebbüs ruhu ve şevkini kırar. Aynı zamanda güveni sarsar. Sanat, ticaret gibi meşrû yolları dumura uğratır.

Faize bulaşan insanların, borçlarını ödeyebilmek için, hangi gayr-i meşru yollara baş vuracakları beli değildir. Ülkemizde, eskiden beri, faiz ve borçların yaygınlaşması ile, banker iflasları, intiharlar, cinayetler, kumar ve fuhşun nice insanları mahvettiği, nice yuvaları yıktığı bilinen bir gerçektir.

Faiz insânî duyguları, yüce, ulvî hasletleri öldürür. Faiz, meşrû alışverişe, birbirine emniyet ederek ortak olmaya mani olduğundan ve tek kurtuluş yolu görüldüğünden, yasaklanan bir sisteme bel bağlanılmış demektir. Bu da, hakkı red, batılı tercih etmek mânâsına gelir. Bundan dolayı, “hak”ka karşı gizli bir düşmanlık kokusu yayıyor!

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Âl-i İmran, 130.; 2- Bakara, 275.; 3- Fethü’r-Rabbani, 15:70.; 4- Sire, 4.251.; 5- Zamansız Sözler, s. 198.

07.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Teneke düdükseverin zikir üzüntüsü



Hürriyet yazarı Bekir Coşkun'a göre, memleket elden gitmek üzere.

Amiral gemisinde seyreden bir vatanperver olarak, haliyle bu duruma son derece üzülüyor. Onu böylesine üzüntüye gark eden sebepler ise, bir değil, bir dizi. İşte o dizinin bir bölümü:

* Uygarlık umutlarını yerlebir eden "karşı devrim" hareketleri.

* Sinemaların, tiyatro salonlarının yerini alan Arabistan görüntüleri.

* Cumhuriyet okullarını geride bırakan tarikat okulları.

* Zeki çocuklara gece yurtlarda yaptırılan zikir seansları.

* Belediyelerde, şurada burada çoğalan türbanlı memurlar.

* Teneke düdükler eşliğinde çaldıkları "10.Yıl Marşı"nın yerini, şimdi yankılanan zikir seslerinin almış olması.

Evet, bu ve benzeri gelişmeler, yılların gazetecisi, köşe yazarı Bekir Coşkun'u derinden üzmüş, hatta bir ölçüde ümitsizliğe sevk etmiş.

5 Aralık (2006) günkü yazısında tek tek sıralamış olduğu bu "tehlikeli değişim"den yüksek sesle yakınıyor ve inanmayanlara "Gidip görün Anadolu’yu" diyerek, açık adres olarak da doğum yeri Urfa'yı gösteriyor.

Söz konusu yazısında, geçenlerde bu mübarek şehrimize yapmış olduğu kısa seyahat dönüşünde intıbalarını anlatırken, hemşehrilerini jurnallemenin yanı sıra, üzüntüsünden bakın nasıl da "âh û vâh" ediyor:

"Laik cumhuriyete karşı gerçekleştirilen 'karşı devrim'in nasıl başarıldığını, uygarlık–çağdaşlık umutlarının nasıl yerle bir edildiğini gözlerinizle görmelisiniz.

"Cumartesi sabahı dolaştığım Urfa’nın, o bir zamanlar tiyatro salonunun bulunduğu, sinemaların yer aldığı, şık restoranların sıralandığı ünlü caddesine baktım: Sanki Arabistan.

"7 cumhuriyet okuluna karşı 14 tarikat okulu kurabilmiş yobaz.

"Köylerden, yoksul beldelerden toplatılmış zeki çocuklara yurtlarda gece zikir seansları yaptırıldığını anlattılar bana.

"Belediyelerde, hastanelerde, kamu kurumlarında artık türbanlı memurlar var.

"Baba ocağında, babamın 'Kendi yaptığımız teneke düdüklerle onuncu yıl marşını çalardık' dediği evde, hafta sonu oturup bunları düşündüm..."

Hakikat–i hâli bilmeyen de zannecek ki, şanlı Urfa şehrimiz, yeniden düşman işgaline mâruz kalmış.

Evet, Coşkun'un yazdıklarını ciddiye alanlar, bir an için kendilerini tutamayıp "Allah, Allah! Şanlıurfa'mız yine Fransız keferesinin işgaline mi uğradı yoksa?" diye tereddüt geçirebilirler.

Ama hayır. Çok şükür, ne bir düşman tehlikesi var Urfa'da, Anadolu'da, ne de bir işgal girişimi söz konusu.

Rahatsızlık duyulan şey, olsa olsa "Allah Allah" nidâlarının teneke düdük seslerini bastırmış olmasıdır. Bundan da, ancak işgal kuvvetleri ürperir. Vaktiyle ürperip kaçtığı gibi...

Günün Tarihi

Fırtınalı günlerin âlim, halim ricâli: Said Halim

7 Aralık 1921: İttihat–Terakki döneminin (1908–1918) en kapasiteli devlet ve hükümet adamı, eski sadrâzamlardan Said Halim Paşa, Roma'da bir Ermeni terörist tarafından vurularak şehit edildi.

Kısa biyografi

Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın torunu, vezir Halim Paşanın da oğlu olan Said Halim Paşa, 1864’te Kahire’de doğdu.

Henüz küçük yaşta iken, ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. İyi bir tahsil gördü. Ayrıca, gittiği İsviçre’de de siyasî ilimler sahasında yüksek tahsil yaptı. İstanbul'a döndüğünde (1888) Şûrâyı Devlet (Danıştay) üyeliğine tâyin edildi. Ardından “Rumeli Beylerbeyliği” pâyesine sahip oldu. 1900'de aleyhinde jurnaller verildiği için, Yeniköy'deki meşhûr yalısında arama yapıldı. Sakıncalı bir şey bulunamamasına rağmen, baskı altında tutuldu. Sonunda dayanamadı ve kardeşiyle birlikte Mısır’a gitti.

II. Meşrutiyetin ilânı üzerine İstanbul’a döndü. Bu kez Şûrâ-yı Devlet Reisi (1912) oldu. Bir sene sonra Hâriciye Nazırı ve Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesinden sonra da (1913) Sadrâzam oldu.

Said Halim Paşanın sadrazamlık müddeti yaklaşık dört sene sürdü. Ancak, hiç rahat yüzü görmedi.

Bunun birinci sebebi, peşpeşe gelen büyük savaşlar: Birinci ve İkinci Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı.

İkinci sebep ise, komitacı tabiatlı İttihatçıların bitmek bilmeyen baskı ve ihtirasları.

Başlangıçta Hariciye Nazırlığını da deruhte eden Sadrazam Said Halim, 1915 yılına gelindiğinde ise, bakanlık vazifesini bıraktı. Hatta, başbakanlıktan da istifa etmek istedi. Ancak, buna mani olunduğu için vazifeye devam etti.

Bu zaman zarfında, Dahiliye Nazırlığı, yani İçişleri Bakanlığı görevini yürüten kişi ise, İttihatçıların en ihtirazlı adamı Talat Paşaydı. Hani o, Ermenilere yönelik "Tehcîr Kànunu"nu çıkartan ve uygulayan kişi...

Talat Paşa, bağlı bulunduğu başbakana önemli hemen hiçbir konuda gerekli bilgiyi iletmiyordu. Onu kukla gibi yönetmek istiyordu.

Said Halim Paşa, Dünya Harbi dahil birçok hayatî gelişmenin haberini bile başka kaynaklardan alıyordu.

Sonunda, bu densizliklere dayanamadı ve Şubat 1917'de Sadrâzamlık görevinden kesin sûrette ayrıldı.

Politika dışında ilmî çalışmalar yapmakla da meşgul olan Said Halim, en tehlikeli günlerde de İstanbul'dan ayrılmadı.

Dünya Haribini müteakiben başlayan İstanbul'un işgali günlerinde (10 Mart 1919), tutuklanarak tevkif edildi. 22 Mayıs’ta da İngilizler tarafından, diğer bazı siyasî mahkûmlarla birlikte Malta adasına sürgüne gönderildi. İki yıl kadar burada kaldı. 29 Nisan 1921’de serbest bırakıldı. Ancak, İstanbul’a gelmesi kabul edilmedi. Çaresiz, oradan İtalya’ya gitti. Roma'da 7 Aralık 1921 günü bir Ermeni terörist tarafından vurularak şehid edildi.

Eserleri

Said Halim Paşa, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca biliyordu. Kendisinin çokça önem verdiği tefekkür ağırlıklı birçok eseri var. Bir kısmının isimleri şöyle: İslâmlaşmak ve Taassub, Mukallidliklerimiz, İnhitât-i İslâm, Buhrân-ı Siyâsimiz, Meşrutiyet, Buhrân-ı İctimâîmiz, Buhran-ı Fikrimiz.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Mukaddes yolculuk



Günler ayları kovaladı ve aylar yeni bir hac mevsiminin kapılarını mü’minlere tekrar açtı. Tarihte hiçbir zaman böyle bir kalabalık ve gönüllü bir beraberlik görülmedi.

Allah kullarını mukaddes beldeye çağırdı. Asırlar, bir bir onun getirdiği nur ile aydınlandı.

Ne yorgunluk, ne yol meşekkati, ne maddî zayiâtlar, bu kudsî yolculuğu engelleyemedi.

Ve şimdi binlerce mü’min, fevc fevc Mekke ve Medine’ye akın ediyorlar.

Dilleri ayrı, ırkları ayrı, yaşları ayrı, ülkeleri ayrı...

Ama, aynı safta namaza duruyorlar, aynı secdeye baş koyuyorlar. Takdir bu.

Artık artan yorgunluk, kota engeline takılıyor.

Geçen yıl içini çekerek, kura çıkmadığı için hayıflananlar, bu yıl ertelenen sevinç ve mutluluğun sevinci ile coşuyor.

“Ya Rab! Bize de nasib et!” diyorlar.

Geçen yıl rahmetli kayınpederimin yerine vekâleten bu topraklara ayak basmayı Cenâb-ı Hak nasip etti.

1993 yılında ise gazeteci arkadaşlar ile ilk haccımızı huzur içinde ifa etmiştim.

Geçen yıl çok mümtaz dostlar ile bir aya yakın çok güzel günler geçirdik.

Diyanetin uzman kadroları ile fazla sıkıntı çekmeden görevimiz ifa ettik.

Ve bu muhteşem manzara karşısında manevî iklimin ılık rüzgârlarına kapılıyorsunuz.

Mekke, Medine, Arafat, Hira dağı, Sevr dağı, Uhud dağı, Beytullah, Mescid-i Nebevî ve daha niceleri...

Doyumsuz bir haz içinde hacı adayları bu manzaraların ikliminde dolaşıyor.

Güle güle gidiniz!

Bizim selâmlarımızı unutmayınız.

Bu güzel yolculuk hayırlı olsun. Âmin.

07.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın zatını kavramak



Diyarbakır’dan okuyucumuz: “Aklımda hep Yüce Yaratıcı var. Rahmetini ve gücünü düşünüyorum. Bu caiz mi? Bu düşündüklerim imanımı ne kadar etkiliyor? İmanımı güçlendirmek için ne yapmam gerekiyor?”

İnsan kendisine verilen sıfatlarla, kendisini Yaratanı bilmek, bulmak, tanımak, sevmek, itaat etmek ve bu istikamette kabiliyetlerini geliştirmekle yükümlüdür. Fakat elbette düşüncede sınırlarımız var. Allah’ın Yüce Zatını düşünmeye güç yetiremeyiz. Biz Allah’ın eserleri üzerinde kafa yorup Allah’ın büyüklüğünü ve rahmetini kavramakla mükellefiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakkın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat zatının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrarını keşfedemezsiniz. Allah’ın azametini hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz”1 buyurmak sûretiyle dikkatimizi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaştırmamızı önerir. Kur’ân’ın da tavsiyesi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaşmamızdır.2

Risâle-i Nur, Allah’ın rahmet eserleri, varlıklar ve yaratılmışlar üzerinde Kur’ân rehberliğinde yoğunlaşan bir tefekkür hazinesidir. Okudukça imanımızı güçlendirir; taklitten tahkike çıkarır; işiterek inanma seviyesinden, düşünerek, sorgulayarak, araştırarak, görerek ve yaşayarak inanma derecesine yükseltir.

Saîd Nûrsî Hazretleri, Cenâb-ı Hakka “bilinen birisi” çerçevesinden bakılacak olursa bilinemeyeceğini; çünkü böyle bilginin kulaktan dolma ve taklit bilgiden öteye geçmediğini; Allah’ın ancak “bilinemez ve kavranamaz bir mevcut” unvanıyla bakılırsa tanınabileceğini; çünkü baştan, bilinmeyen bir mevcut oluşu kabul edildiği takdirde, Zât-ı Akdesin özünü ve mâhiyetini kavramaya çalışmak yerine, kâinâtı baştan başa kuşatan sınırsız sıfatlarını kavrama gayreti içine girileceğini, böylece Cenâb-ı Hakkı tanımanın ve büyüklüğünü kavramanın mümkün olacağını beyan eder.3

İnsana verilen azıcık ilim, birazcık kudret, küçücük irade ve sair sıfatların Cenâb-ı Hakkın sonsuz ilim, sınırsız kudret ve hadsiz irade gibi eşsiz büyük sıfatlarını anlamamız açısından bulunmaz bir ölçü kabul edilmesi gerektiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; insanın biricik vazifesinin de kendi bünyesine konulan bu ölçücüklerle Hâlık-ı Zülcelâlini tanımak olduğunu kaydeder. Meselâ, der ki: “Sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î irâden ile bu hâneyi muntazaman yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hânenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbîr bilmek lâzımdır.”4

İnsanın hiçlik, yoksulluk, zayıflık ve ihtiyaç içinde olmak gibi noksan sıfatlarının da, bu sıfatlardaki eksikliği sürekli olarak tamamlayan Yaratıcının yüce sıfatlarını gösterdiğini nazara veren Saîd Nursî Hazretleri; insanın hiçliğinin Allah’ın sonsuz kudretine; insanın zayıflığının Allah’ın sonsuz kuvvetine; insanın yoksulluğunun Allah’ın eşsiz zenginliğine; insanın ihtiyaç içinde yuvarlanışının ise Allah’ın sınırsız rahmetine en kuvvetli birer işaret olduğunu kaydeder.5

Bedîüzzaman Hazretleri, Allah’ın tüm sıfatlarının tüm kâinatı kuşattığını, Allah’ın varlıklara dayalı ilgi bölünmesinin ve bilgi eksikliğinin imkânsız olduğunu; “koca kâinatı idare edenin, küçük mahlûkatı başka ellere bırakmayacağını” beyan eder.6 Bedîüzzaman, Allah’ın zerre ile güneşi aynı kudretle yarattığını izah eder ve bu izahını şeffaflık, denge, düzen, soyutluluk ve itaat sırlarıyla ispat eder.7 Böylece, Allah’ın küçük şeyleri bilmediğini iddia eden felsefecileri eleştirirerek8; Sâni-i Kadir’in büyük varlıkları küçük şeyler kadar rahat îcad ettiğini, makro âlemi mikro âlem kadar kolay yarattığını, küçükleri de büyükler kadar sanatlı var ettiğini ispat eder.9 Bedîüzzaman, “Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır,”10 ayetini hatırlatarak, kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu iddia eden Mu’tezileyi de Kur’ân’la susturur.11

Bedîüzzaman Hazretleri, ne küçük şeylerin, ne de kulun fiillerinin hiçbir şekilde Cenâb-ı Hakkın tasarrufu dışında düşünülemeyeceğini güneş ve nur misaliyle açıklar. Güneş esasen cismanî bir varlık olduğu halde, nuru bütün dünyayı kuşatmaktadır. Tek başına sınırlı bir bölgede bulunuyor iken, ışığı ve parlak eşya vasıtasıyla tüm dünyayı ihata etmektedir. Saîd Nursî burada sorar: “Cenâb-ı Hakkın Nur isminin maddî, cüz’î ve câmid bir âyinesi olan güneş böyle müşahhas iken küllî hükmüne geçebiliyor ise, küllî işlere mazhar olabiliyor ise, Zât-ı Zülcelâl, Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?”12

Dipnotlar: 1- Suyûtî, Câmi’üs-Sağîr, 1/132; Aclûnî, Keşf’ul-Hafâ,1/311; 2- Rûm Sûresi, 30/50; 3- Mesnevî-i Nûriye, S. 111; 4- Sözler, S. 118; 5- Şuâlar, S. 68; 6- Sözler, S. 381; Mektûbât, S. 62; 7- Sözler, S. 486; 8- Sözler, S. 501; 9- Mektûbât, S. 242; 10- Sâffât Sûresi, 37/98; 11- Sözler, S. 405; 12- Sözler, S. 558; Mektûbât, S. 229

07.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004