|
|
Şaban DÖĞEN |
Bütün sene Ramazan olsa |
|
Allah Resûlünün (a.s.m.), “Eğer ümmetim Ramazan ayının şeref ve kıymetini hakkıyla bilmiş olsalardı, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi”1 buyurduğu, herşeyiyle farklı, şanlı, mânâlı, şaşaalı, değerli ve büyük Ramazan ayı ile şerefyâb olduk.
Bu ay ruh ve kalblerin yıkandığı nurlu atmosfer dört bir yanı sardığı bir ay. Lütfun, ihsanın, bağışın, bağışlanmanın, sevabın sağnak sağnak yağdığı bir ay.
Ramazan her bakımdan seçkin ve zengin. Bilebilenler için büyük bir fırsat… Göz kamaştırıcı, büyüleyici özelliklere sahip.
Bu ay içerisinde nice ufuklar, ummanlar açılır önümüze. Ruhen, kalben başka âlemlerde seyahatlar yapar, şaşırtıcı kazançlarla yüz yüze geliriz.
Neler kazanılmıyor ki bu ayda? Günahlardan arınmak bir kazanç. Kat kat artan sevaplar bir kazanç. İbadet ve hayırlarda yoğunlaşarak mânen zirvelere tırmanmak bir kazanç. Rahmet denizinde yüzmek, af ve mağfirete ermek bir kazanç. Bir gecede bin aylık mânevî bir geliri elde edebilmek eşsiz bir kazanç. En büyük kazanç ise Cehennemden kurtulmak.
Daha Ramazan’a girmeden onu karşılamak için tutulan oruç, yapılan hayır ve ibadetler onun şan ve şerefinin de diğer bir göstergesi değil midir?
Melek değiliz. Beşeriz, şaşabiliyoruz. Zaman zaman isteyerek veya istemeyerek kulluk elbisemizi günah çamurlarına beliyor; yıkamak, temizlemek için zaman ve zeminler arıyor, günahların ağır yükünden kurtulmak için fırsatlar kolluyoruz. Bir o kadar da ibadet ve hayırlarla mânevî kazancımızı arttırmak için âdetâ kendimizi yiyip bitiriyoruz.
Burada âhiret ticareti için bulunduğumuza göre bu ayda yüzümüzü ağartacak böylesine kârlı ticarette elimizi çabuk tutmaktan başka ne yapabiliriz ki?
Bunu azıcık kavrayan insanın sevinç ve mutluluğundan uçacak hâle gelmemesi mümkün değil. Âhirette kavuşacağı meyveleri daha dünyadayken tatmaya başlar insan. Peygamberimizce (a.s.m.) verilen şu müjdelere bakın:
“Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemden kurtuluştur.”2
Ramazan’ın geldiği bir günde Resûl-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurdu: “İşte bereket ayı olan Ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. Bu ayda yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir, duâlar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder.”3
Ramazan’ınızı tebrik eder, hayır, rahmet, bereket ve saadetlere vesile olmasını Rabbü’l-Âleminden niyaz ederim.
Dipnotlar:
1. Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2:102.
2. A.g.e., 2:95.
3. Beyhakî, Sünen, 2:99.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rahmet ve müjde ayı geldi |
|
Günlerin, gecelerin ve ayların sultanı geldi. İçinde rahmetin, bağışlanmanın, azaptan kurtulmanın ve cennetle müjdelenmenin kucaklar dolusu bulunduğu ibadet ayı geldi. Allah’a her el ve gönül açanın kabul edildiği, her adımın faziletle karşılandığı, her yönelişin makbûliyetle mukabele gördüğü, sevap değeri eşsiz Ramazan ay’ı geldi.
Hoş geldin rahmet ayı.
Gönüllere müjdeler olsun! Arınmak isteyenlere müjdeler olsun! Tövbe etmek isteyenlere müjdeler olsun! Yepyeni ve günahsız bir hayata doğmak isteyenlere müjdeler olsun! Rahmet ile kucaklaşmak isteyenlere müjdeler olsun! Âhiret için nefes alıp vermek isteyenlere müjdeler olsun! Allah’a yaklaşma fırsatı arayanlara müjdeler olsun! Nefsini ve şeytanını ibadet ile şoklamak isteyenlere müjdeler olsun! Cehennem ateşinden kurtulmak isteyenlere müjdeler olsun! Her türlü dertten ve ıztıraptan Allah’a sığınmak isteyenlere müjdeler olsun! Allah’tan Cennet ve Cemal isteyenlere müjdeler olsun!
Kucağını, elini, avucunu, cebini sayısız müjdelerle doldurmuş mübarek bir ay geldi bu gün. Mübarek Ramazan-ı Şerif geldi.
Öyle bir ay ki bu ay, başında ibadete yönelen herkes merhamete eriyor. Ortasına gelindiğinde Allah’ın emrine duyarlı olup oruç tutan herkes bağışlanıyor. Sonuna gelindiğinde Allah için oruç tutup günahlardan sakınan herkes Cehennemden kurtuluyor. Ve Cennete Reyyan kapısından girmeyi hak ediyor.
Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan Kıyamet Gününde yalnız oruçlular girer. Onlarla birlikte başka kimse giremez. ‘Nerede oruç tutanlar?’ diye çağırılır ve oruç tutanlar oradan Cennete girdirilir. Sonuncusu da girdi mi, artık kapı kapanır ve o kapıdan bir daha kimse giremez.”1
Oruç tutup şu Peygamber Müjdelerine erenlere binler tebrikler…
* Peygamber Efendimiz (asm) bildirdi ki: Allah ü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurdu: “İnsanoğlunun her işi kendisi içindir. Ancak oruç değil. Oruç benim içindir. Ve onun mükâfatını Ben veririm. Oruç, günahlardan koruyan bir ameldir. Oruç tutmaya başladınız mı, oruçlu olan kimse kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın! Biri ona söverse yahut bağırıp çağırırsa, sadece, ‘Ben oruçluyum!’ desin. Allah’a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağzının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar zamanında, diğeri orucunun sevabı ile Bana kavuştuğu zamandadır.”2
* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ramazan ay’ı gelince Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve şeytanlar bağlanır.”3
* Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “Ramazan Ay’ının ilk gecesi geldiğinde, şeytanların ve cinlerin azgınları bağlanır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve hiç biri açılmaz. Cennet kapıları açılır ve hiçbiri kapanmaz. Bir çağırıcı şöyle seslenir: ‘Ey hayır isteyen! Kollarını sıva! Ey şer isteyen! Vazgeç bu ayda şerden.’ Ramazanda Cehennem ateşinden kurtulan nice insan vardır! Bu her gece böyle devam eder.”4
* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim inanarak ve Allah’tan sevap umarak Ramazanda oruç tutarsa geçmiş günahları affedilir.”5
* Bir adam geldi ve Peygamber Efendimize (asm) şöyle sordu:
“Yâ Resulallah! Üzerime farz olan namazları kılıp Ramazan ayında oruç tuttuğum, helâli helâl bilip haramı haram bildiğim ve bunlara başka bir şey ilâve etmediğim zaman Cennete girer miyim?”
Peygamber Efendimiz (asm):
“Evet!” buyurdu.6
Allah bu ayda bütün oruç tutanları bağışlasın. Âmin.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Müslim, Nesâî
2- Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî
3- Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
4- Tirmizî
5- Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ahmed
6- Müslim
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bir koyup otuz bin alma fırsatı |
|
Üç Ayların üçüncüsü mübarek Ramazan-ı şerif, yine şeref verdi. Allah rızasına uygun yapılan ibadet, duânın yanında her güzel hal, tavır, söz, hareket veya işin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde otuz bine çıkar. Bu pekçok uhrevî faydaları kazandıran âhirete yönelik ticâretin bir kudsî pazarı ve hakikat ve ibadet ehli için mümtaz bir meşheri (sergisi) ve üç ayda seksen sene bir ömrü iman ehline temin eder...1
Ve bu kudsî meşhur gecelerde (kandil gecelerinde) on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.2
En büyük ve en önemli sermayelerimizden birisi ömrümüz, zamanımız değil mi? Acaba bir dakikada ne kadar sevapları nasıl kazanabiliriz? Bir arkadaşımızın e-posta adresimize gönderdiği çizelge şöyle:
1 dakikada;
- 5 defa Fatiha Sûresini seri bir şekilde okuyabilirsiniz. Fatiha Sûresini bir defa okumak 1400 sevaptır. 5 defa okununca bir dakikada 7000 sevap elde edebilirsiniz.
- 10 defa İhlas Sûresini okuyabilirsiniz. 10 defa İhlas Sûresi 3 Kur’ân hatmine bedel sevap kazandırır. Hergün bir dakikanı İhlas Sûresine ayırsan ayda 300 defa, senede 3600 defa İhlas okumuş olursunuz. Bu da 1200 hatm-i şerife bedel olur.
- Kur’ân’dan bir sahife okuyabilirsiniz.
- Kısa bir hadis, kısa bır âyet ezberleyebilirsiniz.
- 30 defa kelime-yi tevhid okuyabilirsiniz.
- 100 defa “Sübhanallahi ve bihamdihî” diyebilirsiniz. Denizlerin köpüğü kadar günah da olsa bağışlanır.
- 40 defa “Lâ havle...” çekebilir, cennet hazinelerinden 40 hazine elde etmiş olursunuz.
- 60 defa “Estağfirullah el azim” diyebilirsiniz; bağış ve affa nâil olursunuz.
- Bir dakikada duâ, tefekkür, tezekkür gibi kalbî taatlerde bulunursunuz. Kalbin ameli yerine göre ömre bedel olur.
Acaba milyarlarca YTL ile bile paha biçilemeyen kaç yüz bin dakikaları boşa geçirmişiz, eyvah, eyvah, eyvah!
Dipnotlar:
1. Şuâlar, s. 424.; 2. A.g.e., s. 433
TEBRİK:
Mübarek Ramazan-ı Şerifin camiamız, milletimiz, ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Lübnan, Irak, Filistin, Çeçenistan, Keşmir ve sâir bölgelerdeki Müslümanlar için necata ve hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Arkadaş seçimini ciddiye almalı |
|
İyi ve hayırlı bir arkadaş ve dost çevresi ne kadar faydalı, ne derece yararlı ise; hoş olmayan, boş ve bir faydası olmayan dost, akran, akraba çevresi de o derece zararlı, o kadar faydasızdır.
Bizi doğruya, güzele, faydalı olmaya yönlendiren hemhâl olduğumuz insanlar iki dünyamızın da sürur ve huzuruna vesile oldukları gibi; bizi yanlışa, eğriye veya faydasız mecralara sevk eden ve bu gibi yollara girmemize sebep olan dost da olsa, akraba da olsa sonuç itibarıyla zararlı ve hayırsız insanlardır.
Yapılan araştırma ve tespitler hemen hemen bütün insanların, müspet veya menfî mânâda dost ve arkadaşlarından etkilendiğini ve onların tesirinde kaldığını haber veriyor.
Dost ve arkadaş çevresinden etkilenenlerin başında da gençler geliyor. Gençlerimiz anne-baba veya öğretmen, hoca gibi büyüklerden ziyade yaşıtı olan arkadaşlarından daha çok etkileniyorlar. Büyüklerinin hiçbir telkinini, tavsiyesini dinlemeyen en sert mizaçlı gençlerimizin birbirlerine karşı olan nazik anlayış ve itaatleri calib-i dikkattir.
Arkadaş etkisinde kalma olayı her yaş, her sınıftaki insanlar için geçerli bir durum olmakla beraber, daha çok çocuklar, gençler ve genç hanımlar için çoklukla vuku bulan bir olaydır.
Müspet etkilenme dediğimiz, yani birbirinin iyi taraflarını, güzel huy ve alışkanlıklarını örnek alarak taklit etmek bu işin makul ve makbul yönü olduğu gibi; bir de menfî etkilenme dediğimiz dost, arkadaş olan iki tarafın birbirinin hoş olmayan, kötü huy ve alışkanlıklarını hiçbir süzgeçten geçirmeden, olduğu gibi kabullenmesidir.
Halbuki doğru olan; birbirimizin iyi, güzel huy ve alışkanlıklarını örnek alarak, bunlardan istifade etmek ve hoş olmayan, zararlı tutum ve davranışlara da müşteri olmamakla birlikte, beraber olduğumuz o dostumuzu da bunlardan vazgeçirmek için ona yardımcı olmaktır.
Bediüzzaman bu durumla ilgili olarak “Sohbette insibağ vardır” diyerek önemli bir tesbitte bulunuyor. Yani dost ve arkadaşların kendi aralarında yaptıkları konuşma ve sohbetlerinden mutlaka bir etkilenme söz konusudur. Birbiriyle dost olan insanlar bilerek veya bilmeyerek şu veya bu şekilde birbirinden etkilenirler, birbirlerinin faydalı veya zararlı alışkanlıklarını belki de hiç farkında olmadan kaparlar.
Burada karşılıklı birbirine tesir etme olayı meydana geldiği gibi, bazan da taraflardan birisi sürekli etkileyen, diğer taraf da etkilenen konumda olabiliyor. Dost ve arkadaş olan kişilerin kültür seviyeleri, örf ve âdetleri birbirinden çok farklı değilse çoğunlukla karşılıklı eşit şekildeki bir etkileşim söz konusu oluyor. Kültür seviyeleri farklı ise veya taraflardan birisi çok aktif, diğer taraf pasif bir karaktere sahip ise veyahut da daha bilemediğimiz farklı istidat ve kabiliyetleri söz konusu ise iki taraftan birisi sürekli etkileyen, diğer taraf da etkilenen taraf olarak rollerini oynamaya devam ederler.
Şurası ayrı bir gerçektir ki ister etkileyen, ister etkilenen tarafta olmuş olalım, günümüzde arkadaş grubumuzun üzerimizdeki etkisi küçümsenecek gibi değil. Ve bu gerçeği her halükârda gözden ırak tutmamakta sayısız faydalar var.
Zamanımızda hayırlı bir dost ve arkadaş grubu sayesinde iyi ve doğru olanı yakalama imkânını kazanmış ve bu sayede dünyasını mamur ve huzurlu kıldığı gibi, ebedî hayatını da kurtarabilmenin gayretiyle şuurlu ve huzurlu bir mü’min olmanın tadını çıkaran nice insanları biliyoruz.
Diğer taraftan yanlış bir arkadaş ve dost seçiminin sonucu olarak nice pırlanta misâl tertemiz gençlerin kısa bir zamanda pek çok kötü alışkanlıklara girdiğini, daha hayatının baharında iken bunalımlarla, hatta intiharlarla burun buruna, acılı ve elem verici bir yaşantı içinde ömür dakikalarını tüketmekte olduğunu görüyoruz.
O halde dost ve arkadaş çevremizin seçimini hafife almamak, gerekli duyarlılığı ve hassasiyeti göstermek durumundayız. Bizi iyiye, güzele çağıran, ebedî hayat yolculuğunda bize yoldaş olacak, samimi, can dostları arayıp bulmalı ve onların nümune-i imtisal olacak huy ve davranışlarını rehber edinmeliyiz.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habip FİDAN |
Ramazan’la dönüyoruz... |
|
Nihayet bir kez daha, “Hoşgeldin ya şehr-i Ramazan” türünden mahyaların yakıldığı on bir ayın sultanı Ramazan ayına yetişme fırsatı bulduk. İnşallah mahyaların ışıl ışıl parladığı gibi, kalbimizde tutuşan iman da parıldar. Her şeyin O’na şuurlu bir şekilde yöneldiği bu aya erişmek; iman, ibadet ve tefekkür açısından ne büyük saadet! Özellikle tefekkür açısından insana tatlı bir huzur verdiğini, ibadete başka bir letâfet kattığını belirtmek lâzım.
Her ne kadar henüz “gün görmüş” kafilesinin sonlarından bir yerlerde olsak da bu hayatın caddelerinde, Ramazan ayı bize geçmiş-gelecek ve an arasında ciddi bağlar kuracak naif bir hayalî gezinti sağlıyor. Meselâ Hicrî takvim özelliğinden dolayı Ramazan ayının her yılda, bir önceki yılın tarihinden on gün evvel idrak edilmesi, beni türlü tefekkür ufuklarında gezdiriyor.
Takvimler 23 Eylül’ü gösteriyor. Ekinoks denilen gece ve gündüz eşitliğinin eşiğindeyiz. Ramazan ayı bu yıldan itibaren gündüzün daha uzun olduğu zaman diliminde arz-ı endam etmeye hazırlanıyor. Gündüzün uzun ve sonra kısa, yine uzun olduğu zamanlarda karşıladığım Ramazanları daha dün gibi hatırlıyorum. Bu döngü, bir bakıma Ramazan ayının, yılın her ayını taçlandırdığı hissini veriyor bana. Evet, günlerin kısa olduğu Ramazan aylarını hep birlikte idrak ettik. Şimdi de Ramazan ayı günlerin uzun olduğu takvim yapraklarına adım adım yol alıyor. Bu, bana, hangi şartta olursa olsun, insanoğlunun ibadeti yapıp yapmama iradesini ne derece göstereceğini tecrübe açısından mihenk taşı gibi geliyor.
Bununla birlikte, hemen her şeyin kâinatta döndüğünün simgesi olan Mevlevîliğin semahına benzer tatlı bir dönüşün zaman üzerinde de gerçekleştiğinin apaçık göstergesi gibi geliyor, Ramazan’ın hemen her ayda idrak edilişi. Ramazan, âdeta Allah için hemen her ayın üzerinde Hüma kuşu gibi gezinip onu bir Zümrüd-ü Anka misâli güzelleştirerek rahmeti zamanın her köşesine serpiştiriyor. Ramazan dönüyor, Ramazan’la birlikte biz de dönüyoruz günlerin, haftaların, ayların, mevsimlerin ve yılların izinde…
Dönerken çocukluğumuz, gençliğimiz, yetişkinliğimiz, ihtiyarlığımız ve belki de ölümümüz dahi İlâhî bir raksa tutuşurcasına etrafımızda dönüyor. Hâl böyle olunca, bir dost sohbetinde “Yahu, daha dün gibi hatırlıyoruz Ramazan’ın uzun günlerde tutulduğu anları. Yılar ne çabuk geçiyor!” türünden içli söyleyişleri duydukça, aslında yılların geçmediğini, döndüğünü diyesim geliyor. Doğrusal bir zamandan çok, döngüsel bir zamanın varlığı beni “O’ndan geldik, O’na gideceğiz” hakikatine doğru götürüyor.
Bütün bunlar bir yana; bu düşünceler bizi insanın ne kadar âciz, fakir ve merhamete muhtaç bir yolcu olduğunu gösterir kanısındayım. Ramazan’a kadar belki de hesapsız ve şuursuzca tükettiğimiz nimetlerin esas sahibi olmadığımızı ve merhamete ne kadar muhtaç olduğumuzu idrak etmek, sözünü ettiğim dönüşte yer alan bir yolcu olduğumuzu daha çok hatırlatır bize. İşte bu yolculuğu, zamanın belli dilimlerinde mümkün olan en kısa zamanda çok faydalı bir şekilde geçirmenin vasıtalarından birisi de Ramazan’dır.
Hayırlı işlere mükâfatın bire bin verildiği Ramazan’ın İslâm âlemine hayırlı olması dileğiyle…
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ramazan’ın bereketi |
|
Feyiz dolu bir ayın rahmet sağanağı altında ömrü bereketlendirmenin ilk günündeyiz. Hüşyar bir kalbin emanetleri ile hazırlandık bugüne. Niyetlendik oruç/savm ibadetine.
Dün akşam kimseye randevu vermeden teravihe koştuk. Bir arada göremediğimiz mahallemizin farklı sima ve mizaçları ile omuz omuza namaza durduk.
Cami çıkışı “Allah kabul etsin” duâsı ile musafaha faslı, eski dostlarla hasret gidermenin, yeni yüzlerle ısınmanın ve muhabbet tesis etmenin çok sıcak atmosferine vesile oldu.
Sohbetini ihvanlar meclisinde devam ettirmek isteyenler, çayla birlikte Kur’ân ayının mânâsı üzerinde mütalaa kabilinden demlendirdiler huzur veren konuşmaları.
Önceden sahurun hazırlıkları yapılmıştı zaten. Manevî gıdanın bolluğuyla bu özel sezon/ay içinde maddî rızkın da bereketi kat be kat artmıştı.
Herkes, sahura kalkmak için biraz erken uyudu. Beraberce, bütün aile fertlerinin eksiksiz olduğu uyku saatinde, gafletten uyanırcasına kalkılarak mahmur gözler açıldı. Sofra kurulup, birlikte oruca niyetlenerek ve vücudun ihtiyaç dengesi göz önüne alınarak midenin hakkı verildi ikram sofrasında. Böylece, mide gün boyu dinlenmeye alındı.
Evdeki küçükler, büluğa ermemiş çocuklar “Anne ne olursun, bizi de kaldır” masumiyetinde fıtrî bir taleple oruçlu muamelesine muhatap olmak isterken, ebeveynler “Daha küçüksün” dediler, ya da sahura kaldırıp, sabah kahvaltısı gibi özel sofraya misafir ettiler.
Sahurun seher vaktinde kendine has en sakin ve rahmanîlik kokan masumiyetinde, midenin doyumuyla birlikte vücut sisteminin diğer organları da ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Kalbin sadefinde din-i hakkın terennümü hissedilir. İman mahallinden ulviyet fışkırmaya başlar. Muhabbet tohumları yeşerir. Gönül sofrası hep açık kalır bu ayın kalbi mutmain eden ikliminde.
Ruhun ibadet zevki artar. İnşirah bulur bütün hasseleri ile. Dem ve damara dolaşır, gufran ayının safiyete teslim ettiği bütün sırları. İbadetin ruhu olan ihlasla kelâm-ı kadime sarılır. Sabah namazı öncesi, cüzünü okur. Tatlı bir halin zihni açık tutan en verimli saatinde mânâsını kavramaya, okuduğu İlâhî mesajları hazmetmeye çalışır.
Tefekkür kapıları açılır bu defa. Düşündüğü mânâlarla haşrolur. Beyin kayıt alır akıl defterine. Ramazan, hikmeti kucaklar sahurun en lâtif ve mânen temizlenilen saatinde.
Sabah namaza durulduğunda; yer, gök her şey durmuştur o an. Duâ ayında, Kur’ân’ın nazil olduğu hususiyetle, Allah’a iltica etmenin en safi ubudiyeti yaşanır. Huzur-u İlâhîde olmanın müstesna hâli ve tasavvuru gayr-i kabil vicdanî lezzet içinde hidayetin doyumsuz hazzı ve şevki ile dolar.
Evde, cemaatle veya camiye giderek kılınan namazın artan feyzi, sevap kazandıran rahmet tecellîlerinin kutsiyetiyle, huzur-u daimîye mazhar eder.
Rızkına iş hayatı için erken gitmek isteyenler uyumadan yola koyulur, bir kısmı biraz dinlendikten sonra işe veya okula gider. Ya da evin manevî direkleri olan yaşlılar, olgunluğunu aşmış sabır ve sükûnet abideleri olarak uyumaya çekilirler.
Oruç başlamıştır artık. Sözün iktisadı, konuşma orucudur. Göz korunmuştur mahrem sınırlarda. Kulak sesin meşruiyetinde dinlemiştir hakikat incilerini. Mide temizlenmiştir biriken ağır gıdalardan ve diyet gerektiren mecburiyetlerden.
Gün ortasında ve ikindide iki defa namazın huzuru ile tazelenir cami/cemaat şuuru. Mukabelelerde, mukabil ruhlarla hemhal olunur. Zikir sarar her duyguyu, düşünceyi ve bedeni.
İftar çoktan hak edilmiştir. Heyecanla aile/dost meclisi kurulmuştur mü’min otağına, ikram sofrasına. Bismillah dendiğinde, ezanın “Allahu ekber, Allahu ekber” nidaları çınlamıştır kulağında. Nimetleri düşünüp yerken, yemek duâsı için “Âmin” diyen sese yönelir herkes. Enerjinin sürekli arttığı bu demden sonra bir rahatlama olur. Akşam namazından sonra teravihe koşan bir heyecanla tekrar cemaate karışır.
Aciz ve fakir bir kulun şuur dolu, şükür dolu, nimet dolu Ramazan ayı, herkese mübarek olsun.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Ramazanla yenilenmek |
|
Bu gün yeni ve farklı bir gün.
Yaşanmakta olan her gün gibi yeni, yaşanacak günler kadar farklı.
Yeni, zîra ilk defa yaşanmakta. Yaşandığı nisbette yaşatarak feyzini bereketini ziyadeleştirmesi ve hatırlandıkça hayatta iz bırakıp ruha haz vermesi cihetiyle de farklı.
Çünkü bu gün Ramazan ayının ilk günü.
İslâm Âlemi, bu gün yeni bir Ramazanı daha idrak ve ihya etmeye başladı. Bu ayın her gününü ve o günlerin her anını yenilenme hissiyle yaşayarak kendini de maddî ve mânevî yönden yenileyecek.
Eskimeyen bir yenilik olacak bu.
Ebedî yenilik.
***
Yenilenme ihtiyacı, hilkatin iktizasıdır.
Önce zaman yeniler kendini. Ardından da canlılar ve insanlar.
Zaman her an yenilenen nurânî bir akıştır. Bu akış içerisinde her canlı, türüne göre muayyen zamanlarda yenilenme temayülü içine girer, şartlara intibak eder ve yenilenmeye başlar.
Hayatın her safhasında her an yaşanan yenilenme seyrini genellikle bitkiler bahar mevsiminde çiçeklerle, meyvelerle; hayvanlar da belli zamanlarda yaptıkları hayat hamleleri ile gösterirler.
İnsanlarsa yenilendiklerini sadece bilirler.
Aslında her nefes her şeyiyle yenilenen insanın, bu hususiyetini diğer bütün canlılardan daha fazla idrak etmesi ve çeşitli vesilelerle hayatının her hâlinde göstermesi gerekir.
Çünkü hayat, ancak yenilendiği takdirde devam edebilir.
Lâkin ünsiyet etme illetine müptelâ olan insan, zamanın akışına da ünsiyet ettiğinden yenilenmenin tezahürlerini dışa aksettirmek bir yana, çoğu zaman kendisi bile pek fark etmez.
Zamanın akışında kaybetmek gibi bir mânâ olmadığı, kaybedilmeye de tahammül edemediği için bu hususiyetin insana bir vesile ile hatırlatılması gerekir.
Bunu yapmanın en uygun zamanı da Ramazandır. Yenilenme hayatın her safhasında yaşansa da ancak Ramazanda bârizleşir ve gözle görünüp kalpte hissedilebilecek alenî bir hâl alır.
Zîra Ramazan zamanın baharıdır.
Yani mânevî ve uhrevî yönden hayatın yenilenme mevsimidir.
Ramazan gelince hayat renklenir ve zamanın akışı âhenkli bir tenevvür şekline girer. Onun için yalnız kendini yenilemekle kalmaz, yenilenme meylini sürekli hâle getirir.
Bu da ayın hilâl hâliyle anlaşılır.
Ramazan ayının hududunu ayın hâlleri tayin eder.
Müslümanlar ayın hilâl hâlini görünce anlarlar Ramazanın geldiğini. Aydaki gelişmeleri gün be gün takip ederler. Onun temsil ettiği uhrevî mânâları yaşarlar, beşerî meziyetleri taşırlar, içtimaî huzuru, süruru paylaşırlar ve onunla birlikte nuranîleşirler.
Nihayet, ay nuranî teşekkülünü tamamlayıp bedir hâlini aldıktan sonra tekrar hilal olduğunda uğurlarlar.
Ardından da hayatın yeni bir faslını yaşamaya başlarlar.
Bu itibarla hilâl yenilenme temayülünün tecessümüdür.
***
Ramazan, zamanın ziynetidir.
İnsanlar ancak o gelince anlarlar zamanın değerini.
Sadece anlamakla kalmazlar, an be an yaşamaya çalışırlar.
Nitekim, dün hayatın hay huyları ile biraz fazla meşgul olan insanlar zamanın akışını ancak saatler ve vakitler vasıtasıyla takip edebiliyorlardı. Bunları yaptıkları nisbette de zamanı değerlendirdiğimizi zannediyorlardı.
Halbuki bu gün pek çoğu, dün derin uykuya daldıkları için varlığını idrak etmedikleri bir vakitte kalktı ve yine dün yapmadığı bir şeyi yaparak ibadet iştiyakıyla yiyip içmeye başladı.
Sahur, saat tam beşi on dokuz dakika geçe bitiyordu.
O dakikaya kadar kalkıp bir şeyler yiyip içmek makbul addedilirken, ibadet vakti olması hasebiyle o andan itibaren hiçbir şey yememek ve içmemek gerekiyordu.
Her zaman enfes yemekler, leziz meyveler yemekten ve envai çeşit meşrubât içmekten hoşlanan insanlar, sahur vaktinin hitamından sonra yememenin ve içmemenin de yemek, içmek kadar lezzetli olduğunu hissettiler.
Bir dakika önce yapabildikleri bir işi bir dakika sonra yapamayınca anladılar zamanın akışı içinde dakikaların, saniyelerin, hatta saliselerin ve daha küçük zaman dilimlerinin de olduğunu.
Aynı ince işleyişi ve hassas itinayı namaz vakitlerinde de müşahede edince zamanın her ânının kendince bir değerinin olduğunu ve yeri geldiğinde başka hiçbir ana tercih edilemeyeceğini idrak ettiler.
Şair Beliğ’in, ‘İntizar üzere olur, sâim olan akşama’ mısraı ile de ifade ettiği gibi bilhassa oruçlu olanlar akşamın olmasını gittikçe artan bir ihtiyaç ve iştiyakla beklediler.
Çünkü iftar yine saat tam on dokuzu dokuz dakika geçe olacaktı.
Bu vakitten bir dakika önce yiyip içmek haram olduğu gibi, akşam ezanını müteakip iftarın olduğu bilindiği halde yemeyi, içmeyi geciktirerek orucu açmamak da doğru bir hareket değildir.
Orucun tam iftar vaktinde açılması makbuldür.
Böylece açlık lezzeti eziyet hâline gelmeden tokluk lezzeti başlar.
Bu hâl bir bakıma zamanın yenilenişi, daha doğrusu insanın, zamanın her an yenilenmekte olduğunun farkına varıp kendini yenileme şuuru kazanma fırsatı bulmasıdır.
Bu ince sırrı idrak eden insanlar; dakika, saniye, salise gibi küçük zaman dilimlerine değer verip değerlendirmeye çalıştıkları nisbette hayatlarının değer kazandığını anladılar.
Ramazan gelince oruç tutarak zamanın ince işleyişini yaşayanlar, Ramazanın zamanın ziyneti olduğunu ve her bir hasenâta binlerle, onbinlerle mukabele edildiğini öğrendiler.
O andan itibaren de hayatlarını Ramazanla tezyin etmenin hazzını hissettiler.
***
“Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine, hem insanların hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem niâm-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.”
Said Nursî, böyle sıralamış orucun hikmetlerinden bazılarını.
Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine sığınarak verdiği nimetler karşısındaki şükrünü eda etmek maksadıyla tutulan orucun ve onun vesilesiyle yaşanan Ramazanın, fert ve cemiyet hayatına bakan cihetleri de birer yenilenme vesilesidir.
Oruç fert, Ramazan cemiyet hayatında ifa eder bu yeniliği.
Çünkü bu gün, güne oruçlu başladığını müdrik olan insanlar, kendilerinde dün söyleme cesareti buldukları bazı sözleri bu gün söylememeleri gerektiğini fark ettiler.
Aynı şekilde, dün zamanın keşmekeşi içinde söylemeyi akıl edemedikleri bazı sözleri ve düşünemedikleri mânâları, bu gün gizlice düşünüp aşikâr bir şekilde telaffuz etmeyi vazife bildiler.
Böylece mânevî mânâları ve uhrevî hazları muhtevî bazı kelimeleri vird edindiler ve her fırsatta tekrarlayarak hem vazifelerini yerine getirdiler, hem de yaptıkları işlerden engin bir haz aldılar.
Yaptıkları hareketler de söyledikleri sözlerden pek farklı değildi.
Bazen insanlar, oruçlu olmadıkları zamanlarda kendilerini daha serbest hissederlerdi. Onun için şaka yollu veya ciddi tavırlarla akıllarına gelen her hareketi yaparlardı.
Bazen de yapmaları gerektiğine inandıkları, yaptıkları takdirde maddî mânevî pek çok faydasını göreceklerini çok iyi bildikleri hâlde, ibadet mânası taşıyan bazı vazifelerini yapmakta tembellik ederlerdi.
Lâkin Ramazan gelip de oruç tutmaya başladıkları zaman genellikle ünsiyet neticesinde tezahür eden bu gibi rehavet hâllerini veya malayâni hareketleri terk ettiler ve eski hareketlerine nisbetle yepyeni bir insan hâlet-i ruhiyesine bürünüverdiler.
Oruçlu insanların ruh dünyalarında yaşadıkları bu farklılaşma kılık kıyafet, hâl hareket, tavır ve davranışlarına aksederek çevresindeki mudakkik insanlar tarafından da fark edildi.
Bu fark ediliş, ekser insanların fikir dünyalarında örnek alıp onun gibi olma temayülü başlattığı için ferdî meziyetler içtimaî bir mahiyet arzederek umumîleşti.
Ramazan da asıl işte o zaman tecessüm etmeye başladı.
Bu temayülle birlikte camiler temizlenip ışıklandırıldı, minarelere Ramazanı tedai ettirecek mahyalar yazıldı, meydanlara ışıklı levhalar takıldı, iftar ve sahur çadırları kuruldu.
Hemen bu gece başlardı Ramazan davulcuları manidâr maniler söyleyerek mü’minleri sahura kaldırmaya. Bunlara Ramazan pidecileri, Ramazan meşrubatçıları da eklenince şehirlerden kasabalara, köylere, mezralara kadar bütün yerleşim birimleri serâpâ yenilendi.
Ramazanla başlayan yenileşme temayülü bununla da kalmadı.
Radyolar, televizyonlar yayın akışlarını Ramazana göre ayarlayıp iftar ve sahur için özel programlar yaparak; gazeteler, dergiler Ramazana münhasır sayfalar hazırlayarak dinleyicilerinin, seyircilerinin, okuyucularının ruh dünyalarını o uhrevî hava ile tanzim edip hayatlarını Ramazanın mânevî tezyinatıyla süslemeye çalıştılar.
Şehri tam bir şehrayin süruruyla saran bu sesli, şekilli, renkli, âhenkli ve coşkulu havayı teneffüs eden ahâli, her hâli ile Ramazan uhreviyetine bürünürken, hasbelkader oralarda bulunan gayrimüslimler bile bu mânevî iklimin teşekkülüne vesile olup zemin izhar eden İslâm dinine ilgi duymaya ve sevmeye başladılar.
Zîra Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin âzamlarındandır.”
***
Sadece yeme, içme hâllerinden ibaret değildir Ramazan.
Söz, hareket, tavır, davranış; şehrâyin, mahya, davul, pide de değil.
Ramazan, her hâli ile ferdî, cemaatî ve içtimaî bir ibadet zamanıdır.
“İbadetin mânâsı, Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i rububiyetin ve kurdet-i samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir” der Bediüzzaman.
Ramazan içinde ibadetlerin bu mânâsı an be an yaşandığı takdirde ferdi, cemaati, cemiyeti, milleti ve ümmetiyle bütün âlem-i İslâm kendini yenilemiş olacaktır.
İnsan, Ramazan vesilesiyle maddî ve mânevî yönden yenilenmenin hazzını bir sefer hissettikten sonra o zamanı tekrar tekrar yaşayarak hep yeni kalmanın yollarını arayacaktır.
Her anı yeniden yaşayarak ebediyen yeni kalmanın yegâne yolu ise Ramazanı yalnız o aya mahsus saymamak, mânâsını hayata maledip ahvâlini bütün zamana yaymaktır.
Yani, her zamanı Ramazanmış gibi yaşamaktır.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Diyalog, birlikte yaşam ve uzlaşma |
|
IHH’nın davetlisi olarak ülkemize gelen Keşmir eski Cumhurbaşkanı Serdar Abdulkayyum, depreme katkıları nedeniyle Türk halkına şükranlarını sundu. Ayrıca Türk entelijansiyasıyla hasbihal etmek istemiş. Bu münasebetle kendisini dinledik. Papa’nın sözleri sohbetin eksenine damgasını vurdu. Sohbetin ana mihveri döndü dolaştı yine diyalog meselesine geldi.
Serdar Abdulkayyum diyalog meselesi üzerinden Türk halkının kutuplaşmasına, ikiye ayrılmasına veya sürtüşmesine bir anlam veremiyordu. Galiba, Türk halkının diyalog üzerinden kutuplaşmasının nedeni, birileri tarafından bu süreç veya süreçlerin manipüle ediliyor olmasıdır. Serdar Abdulkayyum diyaloğa karşı çıkmanın konuşmaya karşı çıkmak olduğunu, zira İngilizce anladığı kadarıyla diyaloğun mücerret konuşma dışında bir şey olmadığını söyledi. Gerçekten de, sadece Türk toplumu içinde değil neredeyse Abdulkayyum’un huzurunda da seçkin bir topluluk arasında bile bir diyalog kutuplaşması yaşanıyordu.
Abdulkayyum, İsviçreli teolog Hans Küng gibi birçok çatışma nedenlerini saydıktan sonra bunların en önemlisinin dini çatışma alanı olduğunu ve bu alanda diyalog olmazsa çatışmanın kaçınılmaz olacağını ve bundan da bütün tarafların zarar göreceğini beyan etti. Bu fitne ateşi yaş kuru bırakmaz hepsini yakar. Bu itibarla, diyalog konusunda Türkiye’de bir anlam kayması olduğuna işaret etti. Diyalog kelimesinin reconciliation (uzlaşma) veya compromise yerine kullanıldığını hissettiğini ifade etti. Halbuki dinler arasında tasavvur edildiği gibi al gülüm ver gülüm şeklinde bir pazarlık olamayacağı açıktır; olsa olsa karşılıklı görüşmeler çerçevesinde uyumu bozan bazı yanlış anlamaların önüne geçilebilir.
Sohbetteki bazıları da zaten dinlerarası diyalogdan maksadın mensupları ve müntesipleri arasında diyalog anlamına geldiğine işaret ettiler. Liseler arası yarışmanın liseliler arası yarışma olması gibi. Kur’ân’da ‘ves’eli’l karye’ yani köye sor ifadesinde olduğu gibi. Elbetteki dinler arasında eksiltme ve artırma şeklinde bir pazarlık düşünülemez. Bu mânâda mekanik bir uzlaşma da merduttur.
***
Toplantıda bazıları yine diyaloğu dinin ilke ve umdeleri düzeyinde bir uzlaşma şeklinde tasavvur ederek bu diyalog anlayışının sonucunda Ekber Şah’ın Din-i ilahisi gibi eklektik ve üçüncü bir dinin ortaya çıkmasına götüreceğini tasavvur ettiler. Aslında, zorlama ile yapılan eklektik dinlerin ömrü uzun olmamıştır. Aguste Compt’un din-i tabiisi veya Ekber Şah’ın din-i ilahisi uzun ömürlü olmamıştır. Din-i ilahi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm ve İslâmın bir bileşkesi gibiydi. Tutmamıştır. Ama Sihler gibi bazı eklektik anlayışlar tutmuştur. Ama o anlayışların zorlama ile alakası olmamıştır. Tabiii bir akışın sonucu gelişmiştir. Endonezya’da da Pançasila böyle dinlar arası bir uzlaşma doktrin idi ve bugün itibarıyla yürürlükten kalkmıştır. Pakistan’da bize göre daha keskin dini kavgalar yaşansa bile diyalog üzerine kavga yapan tek ülkenin bizim ülkemiz olması Abdulkayyum’u bile şaşırtmış olmalıdır. Serdar Abdulkayyum gerçekten de dünya ahvalini iyi özetleyen bir şekilde bir ararada yaşama modellerini geliştirmemiz gereğinden sözetti. Buna dair birçok ülkede enstitülerin kurulduğuna dikkat çekti. Diyaloğun medeni olmanın da bir tezahürü olduğuna işaret etti. Ve diyaloğun en önemli gerekçesi de birarada yaşamak zorunda oluşumuzdur. Bunun dışındaki arayışların dünya barışına en ufak bir katkısı dahi olmayacaktır. Kendini koruma refleksiyle dünyayı ateşe atmaktır.
Aslında Papa’ya yönelik Müslümanların öfkesinin altında, diyaloga yanaşması değil aksine diyalogdan kaçmış olması yatmaktadır. Fiilen de bunu ortaya koymuştur. Bugün dünyanın geldiği noktada yapılması gereken çoğulculuk anlayışının benimsenmesidir. Murad-ı ilahi de budur. Çoğulculuk içinde keskinlik izale edilecek ve bu, birlikte yaşamın da zemini olacak. Ve çoğulculuğun nihai hedefi de çokluk içinde barış ve birliğin sağlanmasıdır.
***
Müslümanlar açısından diyaloğun iki ayağı var. Bunlardan birisi litearafu sırrıdır. Yani tanış olmaktır. Yunus bunu şöyle formüle etmiş: “Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz...” Dolayısıyla diyalog hem tanışma hem tebliğdir. Kur’ân, Ehl-i kitabı ortak bir söze ve noktaya davet ediyor. Peki Hıristiyanları diyalog olmadan Kur’ân’ın istediği ortak noktaya onları hangi araçla ve nasıl çağıracağız? Kur’ân onları diyalog yoluyla ortak bir zemine çağırıyor. Bunun dışına çıkmak, Kur’ân’ı aşan bir dindarlıktır ve bunun sağlıklı bir dindarlık olmayacağı da izahtan varestedir.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Zihniyet değişmeli |
|
Türkiye, “AB yolunda ilerleyelim” diyenler ile, “Hayır, ilerlemeyelim” diyenlerin “bilek güreşi”ne sahne oluyor. Bu mücadelenin görünen yansıması Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesiyle ilgili açılan/ neticelenen dâvâlarda görülüyor.
Perşembe günü (21 Eylül 2006) görülen bir 301 dâvâsı (Elif Şafak hakkında açılan dâvâ) beraatle neticelenince, mahkûmiyet kararı bekleyen kişiler arbede çıkardı. Bu dâvâda beraat kararı verilmiş olması elbette “AB yolunda ilerleyen Türkiye” için önemlidir, ancak bunu yeterli görmek mümkün değil. Çünkü, TCK’nın 301. maddesi ile ilgili olarak açılan başka dâvâlar da var ve bunların nasıl neticeleneceğini bu günden kestirmek zor.
Bir kişi ya da bir dâvâya bakarak karar vermek yanıltıcı olabilir. Aslonan, bu konuda bir ‘zihniyet değişimi’ne ihtiyaç duyduğumuzdur. Bakınız, ilgili dâvâya ‘taraf’ olmak isteyen bir kitle var ve bunların tavırları, davranışları Türkiye’yi ‘ileri’ye götürmeyen yaklaşımlardır. Belki aynı şeyi onlar da, “301. madde kalksın” diyenler için düşünüyor alabilir, ama Türkiye ve dünya gerçekleri onları haklı çıkarmıyor.
Sıkıntı, ‘millet’in verdiği kararlara ‘devlet’in sahip çıkmamasından kaynaklanıyor desek abartmış mı oluruz? Millet neye karar vermiş: “Türkiye (inşaallah) daha hür ve daha demokrat olmalıdır, olacaktır.” “Bu karar nerede verilmiştir, böyle bir ‘seçim’ mi yapılmıştır?” diyenlere; bundan önce yapılan onlarca seçimi ‘delil’ olarak gösterebiliriz. Milletimiz her defasında daha hür ve daha demokrat olanları işbaşına getirerek bunu tecsil etmemiş midir? (Ya da, ‘özgürlüklere hayır’ diyenleri sandığa hapsetmemiş midir?) Milletin bu tercihini okuyamamak, en basit ifadesiyle ‘eksik’lik değil midir?
Tekrarlamakta fayda var: TCK’daki bir ya da iki maddeyi değiştirmekle meseleler hallolmuş olmaz. Türkiye’ye hakim olan ‘zihniyet’ değişmedikten sonra, hiç ilgisi olmayan maddeler de Türkiye’ye ‘ayak bağı’ olabilir. Nitekim, şu anda problem olarak önümüzde duran 301 ve benzeri maddelerin değiştirilmesi halinde, ‘yedekte bekleyen’ hangi maddelerin ‘piyasaya sürüleceği’ bile tartışılıyor. Geçmişte 163 ve benzeri maddeler Türkiye’de ‘iş’ görüyordu. İlgili maddeler kaldırıldı, ama ‘zihniyet’ değişmediği için şu ana kadar ‘uykuda’ bekleyen ‘yeni’ maddeler keşfedildi ve istendiğinde bunlar ‘iş’ görür hale geldi. Türkiye’nin yapması gereken şey; bir iki maddenin değiştirilmesi değil, topyekûn daha hür, daha demokrat ve daha özgürlükçü olma yolunda ilerlemeye ciddî karar vermek olmalıdır. Bazı maddelerin kaldırılmasının tartışıldığı bu günlerde, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kalkması için yalnızca bir iki maddenin değiştirilmesinin yetmeyeceğini hatırlatıp; yasalarda benzer sonuçlar doğurabilecek en az 14 madde olduğunu açıklamış. (Bianet.org, 21 Eylül 2006) İşte, önce ‘zihniyet’lerin değişmesi gerektiğini gösteren bir tesbit!
Dikkat çekici bir tesbit de İngiliz “Times” gazetesinden geldi. Gazete; “Bu dâvâlar, ‘Müslüman bir ülkenin asla Avrupa Birliği’ne üye olmaması gerektiğini’ söyleyenlere yaradı” demiş.
301 ve düşünce özgürlüğünü engelleyen maddeler, aynı zamanda belki de asıl Türkiye’nin AB üyeliğine engel oluyor. Bu oyun, bu tuzak bozulmalı. Bunun yolu da ‘zihniyet’in değişmesinde.
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Neler oluyor? |
|
İsmail Ağa Camii emekli imamı Bayram Ali Öztürk Hocanın, Pazar sohbetinden sonra camide uğradığı suikast… Başbakan Tayyip Erdoğan’a Söğüt şenliklerinde yapılan saldırılar… Terör örgütünün saldırılarının artması… Cumhurbaşkanının son günlerdeki açıklamaları ve bu açıklamalara bazı çevrelerin desteği…
Malum gazetelerde ihtilali çağrıştıran başlıkların artması… Mahkeme önlerinde yaşanan “ulusalcı” protestolar… Okulların açılması ile birlikte artan şiddet olayları…Bunları arda arda koyduğumuzda “Türkiye’de yine bir şeyler mi tezgâhlanıyor?” sorusu akla geliyor.
Eylül ayı geldiğinde ihtilalci kafalara neler oluyor? Gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın NTV’de katıldığı canlı yayında söylediği, “Kırk yıldır medyanın içindeyim. Biz bu filmi çok gördük. Acaba 28 Şubat gibi yeni bir müdahale zemini mi hazırlanıyor?” diye sormuştu.
Son gülerdeki bu olayları görünce sanatçı İlhan Şeşen’in bir şarkısı aklımıza geldi: “Neler oluyor bize, bize neler oluyor.” Evet gerçekten neler oluyor bize, neler oluyor Türkiye’de?
***
Bu soruların cevapları önümüzdeki günlerde netleşecektir. Bizim burada dikkatini çekmek istediğimiz bir başka konu var. Uluslararası Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (UPSAM) “Gençler Hayatı Nasıl Algılıyor?” başlıklı anket sonuçları açıklandı.
Lise çağındaki öğrencilere uygulanan anket 17 şehir merkezinde gerçekleştirilmiş. Bin 850 gence 38 soru yöneltilirken çarpıcı sonuçlar ortaya çıkmış. UPSAM yetkilileri anket sonuçlarını değerlendirirken, anketin en önemli sonucunun gençlerden yükselen “çığlık” olduğunu söylüyor ve bu çığlığa kulak verilmesi ve çözüm bulunmasını istiyor.
Anket, okullarda ve sokaktaki şiddetin toplumu tehdit eder boyutlara geldiğini ortaya koyuyor.
“Gençler kimleri örnek oluyor? İnternet ve bilgisayar oyunlarının şiddet üzerindeki etkisi nedir?” sorularına cevap niteliğindeki anket sonuçlarına göre, internet ortamı gençlerin sağlıksız mesajlar aldığı bir ortam.
Gençlerin izledikleri televizyon dizilerine bakıldığında şiddet içeren programlar en başta yer alıyor. Anket çalışmasında “Kendinize yetişkin olarak kimi örnek alıyorsunuz?” sorusuna birinci sırada “Polat Alemdar”ın ifade edilmesi bunu kanıtlıyor.
Okul başarısı, gelecek ve sınav kaygısı öğrencilerin en çok zorlandıkları konuların başında geliyor. Gençlerin yüzde 79’u “sınav kaygısı” yaşadığını ifade ediyor. Gençler “Hayatta en çok korktuğunuz şey” sorusuna ise ilginç cevap vermişler: ÖSS…
Anketin en çarpıcı ve ürkütücü sonuçlarından birisi de “Hiç sigara içtiniz mi?” ve “Hiç alkol kullandınız mı?” sorularına verilen cevaplarda ortaya çıkıyor. Lise çağındaki gençlerin yüzde 72’si sigara içtiğini, yüzde 66’sı da alkol kullandığını söylüyor. Uyuşturucu kullananların oranının da yüzde 26’larda çıkması gençlerin hangi durumla karşı karşıya olduğunu gözler önüne seriyor.
Bütün bunlar anket sonuçlarının iyi tahlil edilmesi ve çözüm yollarının bulunması gerektiğini ortaya koyuyor. Anketin sonunda toplumun neler talep ettikleri sıralanmış. Bunların arasında aile eğitim programlarının başlatılması, eğitim kurumlarında şiddetin uygulanmaması, televizyon programlarının çocukların yararına olacak şekilde izlettirilmesi, internet konusunda aileler ve gençlerin bilinçlendirilmesi…
Bütün bu sonuçlara baktığımızda okullardaki şiddetin en önemli nedenlerinden birisinin din eğitimi ve öğretiminin eksikliği olduğu söylenebilir. Öncelikle din eğitimi ve öğretiminin önündeki kısıtlamaların kaldırılması, yeni yetişen nesillerde millî ve manevî değerlerin köklü biçimde yerleştirilmesi gerekiyor.
Eğitimciler Birliği Sendikası’nın raporunda yer alan şu görüş ile yazımızı noktalayalım: “Sevgi, dostluk, barış gibi toplumu bir arada tutan değerler de temelde yine din ve ahlâk eğitiminden beslenmektedir. Bu sebeple din öğretimi, bu alanda boşluk bırakılmayacak şekilde güçlendirilmelidir…”
Doğru söze nedir?
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Risale-i Nur ve Papalık |
|
Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ mektuplarının toplandığı Emirdağ Lâhikası isimli eserinin ikinci cildini açanlar, Papalık Makam-ı Âlîsi Kalem-i Mahsusu Başkitabet Dairesi antetli, Vatikan çıkışlı, 22 Şubat 1952 tarihli ve Vatikan Bayn Başkâtibi imzalı şöyle bir mektupla karşılaşırlar:
“Efendim! Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakkın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat (teşebbüs) eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.” ( s. 303)
Katolik dünyasının kalbi olan Vatikan’ın İslâma bakışında henüz yumuşama belirtilerinin pek fazla su yüzüne çıkmadığı bir dönemde Bediüzzaman—Kur’ân’ın mucizeliğini ve Peygamberimizin risaletini izah ve ispat eden—Zülfikar adlı eserini niçin Papa’ya göndermişti? Ve Vatikan’dan iletilen cevabî mesajı, kıyamete kadar okunup istifade edilecek olan bir eserine niçin koydurmuştu?
Bu dikkat çekici tavrın sır ve hikmetleri, aradan yıllar geçtikten sonra ortaya çıkıyor. İşte 90’ların başında Paris Papalık Epskopatlığı tarafından hazırlanan rapordan pasajlar:
* Hıristiyan olup da son aylarda İslâmiyeti tercih ettikleri resmen tesbit edilen kişilerin sayısı 58.135. Bunların dışında, bir sene içinde 130 bine yakın Hıristiyanın daha İslâmiyeti kabul edeceği tahmin ediliyor.
* İslâmı seçen eski Hıristiyanlar, bu tercihlerinin asıl sebebi olarak, yüzde 74 oranında, materyalizmin yol açtığı boşluk ve panik karşısında İslâmın tesellî, huzur, kurtuluş, yaşama gücü ve sevinci vermesini gösteriyorlar.
* Yeni Müslümanların yüzde 89’u, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) örnek ve efsaneden uzak gerçek hayat mükemmelliğini, İslâmiyeti tercih edişlerindeki ana saik olarak görüyor.
* İslâm tarihini ve İslâmî eserleri okuyarak Müslüman olanların oranı yüzde 30; Mevlâna, Gazalî gibi İslâm âlimlerinin eserleri, hadis kitapları ve İslâm ülkelerinde çıkan çeşitli kitaplar vesilesiyle İslâmı seçenler yüzde 38.
* Yeni Müslümanların yüzde 32’si, Risale-i Nur’un tercümesini okuyarak İslâmı seçtiklerini söylüyorlar. Risale-i Nur’un insan ve kâinata bakışının kendilerini bunalımdan ve boşluktan kurtardığını ifade eden bu Müslümanlar, İslâmdan başka hiçbir izah tarzının kendilerini tatmin etmediğini kaydediyorlar.
Raporlardan birkaç cümle daha:
“Avrupa’da gerek Katolik, gerekse Protestan cemaatine bağlı olan kiliseler son yıllarda cemaat yokluğundan kapanmakta ve başka işleri tercih edenlerin çokluğu karşısında kiliseler papazsız kalmaktadır. Buna karşılık, sadece Fransa, Hollanda, Belçika, Almanya, Lüksemburg ve Danimarka’da son beş yılda kapanan veya işyeri haline getirilen yahut cami şekline tahvil edilen kiliselerin sayısı 1800’ü aşmış, bu memleketlerdeki camilerin sayısı 2500’ün üzerine çıkmıştır. Gerekli tedbirler alınmazsa, önümüzdeki on yıl içinde Hıristiyan Avrupa’nın din mozayiğinde büyük değişme meydana gelebilecektir.”
Batı toplumunda giderek hız kazanan “Hıristiyanlıktan İslâma yöneliş”te Risale-i Nur tercümelerinin sahip olduğu role dikkat çekilen bu ilk Papalık raporunun ardından, müteakip senelerde de benzer raporlar hazırlandı mı, o zaman on yıl sonrası için öngörülen “değişme” yönünde ne gibi gelişmeler meydana geldi, Papalığın bu konuda en son değerlendirmesi hangi istikamette; bilmiyoruz.
Ama işaretler “manevî fütuhat”ın bütün hızıyla sürdüğünü ve muhterem Mehmet Emin Birinci’nin Yeni Asya’nın 23.3.2005 sayısında çıkan mülâkatında “Hıristiyan Nur talebelerinin birincilerinden” olarak nitelenen Thomas Michel örneğinde görüldüğü gibi bizatihî Vatikan’ın içine kadar nüfuz ettiğini gösteriyor.
(Evvelce 10 Nisan 2005 günü yayınladığımız bu yazı, geçtiğimiz 23 Mart’ta gazeteyle birlikte verdiğimiz ‘Türkiye’nin şansı: Bediüzzaman modeli’ ilâvesinde de çıkmıştı. Son gelişme ve tartışmalar üzerine bir kez daha okunmasında fayda gördüğümüzden, tekrar yayınlıyoruz.)
24.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|