Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

Ayılma zamanı



Sarhoş deyince…

Maddeten sarhoşluğun nasıl bir durum arz ettiğini hemen herkes bilir. Başı dönmüş, kendinden geçmiş, beden ve duygu kontrolünü kaybetmiş bir insan manzarası.

Sarhoşluk neden menhus bir zevk veriyor?

Sarhoşluğun insana menhus (uğursuz, kötü) ve kısa bir zevk veren yönü, gerçeklerden ve meşgul eden düşüncelerden biraz olsun insanı koparması ve unutturmasıdır. Ya sonra…

Geçici olarak unutulan hayatın gerçekleri daha ağır bir şekilde insana yükleniyor. Hayata karşı iç direnç biraz daha azalıyor. Ümitsizlik insanda hükmetmeye başlıyor. Hakiki vazifelerini yapmamaktan gelen elemler insanı daha bir sarsıyor.

Sarhoşluk, bedenin maddî fonksiyonlarını azaltırken, manevî fonksiyonlarını da yavaşlatmaktadır. Böylece düşünce ve fikir aktivitesi en asgarî düzeye inmektedir.

Sarhoşluk tercihi de zaten, düşünmemek ve varolan düşüncelerden uzaklaşmak içindir.

Aklı, kalbi sarhoş olanlar

Bizim bahsedeceğimiz sarhoşluk ise, aklın ve kalbin sarhoşluğudur. Aklın, kalbin sarhoşluğu, dünyanın fani boğuşmalarını ve hadiselerini merakla takip etmek şeklindedir.

İnsan, önceliklerini kaybedip, yapması gereken sorumluluklarını yapmayınca, bu halin verdiği sıkıntıyı, tasayı geçici bir süre unutmak için, aklı, kalbi yine bu gerçekler dışındaki dış dünya hadiseleriyle meşgul etmektedir.

İşte gerçeklerden bu geçici kaçışa, bir nevi sarhoşluk hali denmektedir. Vazifesini yapmamaktan gelen elemleri geçici olarak unutturduğu için de insana uğursuz, kötü, pis, zararlı bir zevk vermektedir.

Meselâ Allah’a kulluğunu hakiki anlamda yerine getiremeyen bir insan, bu getirememekten kaynaklanan elemi unutmak için, dünyanın boğuşmalarını izlemeye ve onlar hakkında gereksiz bir yığın bilgi toplamaya devam etmektedir.

Böyle bir vaziyete düşmüş olan insan, aklı ve kalbi sersemleştiği için sağlıklı düşünme ve adım atma kabiliyetini de kaybetmiş olacaktır. Oysaki o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçüktür. Ama herkesin o dairelerle ilgilenmesi neticesinde cazibedar bir hal almıştır. Yani herkes o dairelerin olup bitenlerinden bahsediyor. Onlardan soruyor, onlarla ilgileniyor. Böyle olunca insan kendisini o işleri bilmeye, yorumlamaya görevli imiş gibi düşünüyor.

Halbuki ne o olaylar hakkında onun görüş ve düşüncesine baş vurulacak, ve ne de olayın sebep ve sonuçları o kişiye bir zarar veya menfaat getirecektir.

Hatta nefis dairesindeki ihmaller arttıkça, dış dünyadaki gündemler, daha yoğun bir şekilde insana hücum edecektir. Bu hücumlar kalp ve ruhta marazlar meydana getirecektir. Kalp ve ruhun hastalığı nispetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet artmaktadır. Bunun için manevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik eder ve akliyat ile iştigal eden de emraz-ı kalbiyeye müptela olur.

Aklı olan, aklı geveze eden ve kalbi boğan böyle bir hale kendini muhatap eder mi?

Asıl vazifelerde durum nedir?

İnsan bu dünyaya bir kez geliyor. Ömrü de az. Önemli işler ise pek çok. Ve bu dünyada yapılacak işler sonucu ebedî âlem kazanılacaktır. Onun için buradaki yapılacak işler önemsiz değil. Kulu Yaratan kulluk denen emir ve yasaklarla onu mükellef kılmış.

Durum böyle iken, kalbi boğan meseleler, aklı sersemleştiren hadiseler ve hiçbirinin üstesinden gelemeyen ve gelemeyecek olan siyaset cereyanlarıyla olan kişinin meşguliyeti ve merakı, oldukça şiddetli bir tokat vurmaktadır.

Bu tokat hissedilmiyorsa, dünya ile sarhoşane ilginin uyuşturması sonucudur.

***

Hangi dairede yaşıyorsunuz?

İnsan, hayatı, nefis dairesinden başlayıp, hane, komşu, sokak, mahalle, şehir, ülke, yeryüzü ve kainat daireleri olmak üzere yaşamaktadır.

Her insan için en hayatî ve önemli işler kendi nefis dairesi ve hane dairesindedir. Diğer dairelerde ise bazen ve ara sıra vazifeler olabilmektedir.

Her an ilgi gerektiren daire ile, arasıra ilgi gerekecek daireler birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü insana ebedi bir hayatı kazandıracak dairenin işlerini bırakıp, dünyanın öbür ucundaki geçici işlerle ilgilenmek, akıl divaneliğinden başka ne olabilir?

Aklı başında olan insanın gündemi, ebedî bir saadeti kazandıracak meselelerle oluşacaktır. Kulluğumun neresindeyim? İbadetlerimi hakkıyla yapabiliyor muyum? İlim elde ediyor muyum? Çocuklarıma dinlerini, imanlarını öğrettim mi? Örnek bir baba/anne olabiliyor muyum? Allah, eşim, çocuklarım, komşum benden razılar mı? Hayatım Hazreti Peygamberin hayatına ne kadar benziyor? gibi soruların cevaplarıyla meşguldür.

Ve aslında insanlar bir araya geldiklerinde, sabah namazına nasıl kalktıklarından, küçük çocukları namaza ve tesettüre nasıl alıştırdıklarından, nasıl hasta ziyaretine gittiklerinden, en son hangi kitabı okuduklarından, hangi meseleyi tefekkür malzemesi yaptıklarından bahsetmelidirler ki, gündemler böylece oluşsun.

İnsanın yaratılış maksadının ‘ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek’ olduğu gündemden hiç mi hiç düşmemelidir.

Netice… Ayılma zamanı

İnsan, var olan bu ilgi ve merakını yanlışta kullanırsa, dünyanın düzeltilemeyen hadiseleri onu tahrip edecek, ümitsizliğe sevk edecektir. Bu aşırı ilgi, kişiyi ister istemez bir tarafa meylettirecek ve taraftar yaparak, yapılan zulümlere de ortak etmiş olacaktır.

Böylece insan oturduğu yerde ‘zalim’ sıfatı kazanacak, Allah’ın rahmetinden ümidini kestiği için de şiddetli tehdid-i İlahi tokadına mazhar olacak ve zalimlerin zulümlerine hasbi olarak manen iştirak edecektir. Sonuçta hem dünyada hem de ahirette cezasını çekecektir.

Bundan daha düşündürücü divanelik ne olabilir?

İşte Ramazan ayı, orucun oruç, namazın namaz olabilmesi için tam bir fırsat ayıdır.

Kafası karışmış, aklı dağılmış, kalbi hadisat fırtınalarıyla boğulmuş; kendi gerçeklerine sırtını dönmüş, ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, benden ne isteniyor sorularına bigane bir insan, kalkmış, kendinden geçmiş, akli ve bedeni kontrolü kaybetmiş, ne dediği anlaşılmayan bir sarhoş aramaktadır.

Bu asır, herkesi bir şekilde biraz olsun sarhoş etmiştir. Birisi içerek sarhoş olurken, diğeri izleyerek sarhoş oluyor. Kendinde değil insanlar. Oruçla, akıp giden zaman dilimlerine ‘dur!’ denilebilir. Geçen zamanlar sorgulanabilir. O zaman kimse kimseyi, sarhoş haliyle kınamamış olur. Kafalar öyle gereksiz malumatla dolu ki, ayıklamalı faydasızları.

Ramazan ayı, maddeten ve manen sarhoşluktan kurtulma ayıdır.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Papa’ya selâm, hizmete devam



İslâm dünyası başta olmak üzere son günlerin en büyük gündem maddesi “Papa” efendinin marifetleri oldu. Herkes kendi açısından olayı yorumlamaya çalıştı ve çalışıyor.

Bana göre Papa kendine düşen vazifesini yapıyor. Kaderin fetvasını icra ediyor. Sebebi ise, büyük ekseriyetle Batı dünyasındaki insanların sadece bir kısmının manevî ihtiyaçlarının sembolik simgesi durumuna düşmüş ve çözüm üretemeyen “ruhban sınıfının” önündeki engel bir “tökezlemeyi” gerektiriyordu. Papa bunu bilerek veya bilmeyerek icrasını gerçekleştirdi.

Üç milyardan fazla insan topluluğu için “semboliklikten” öte gidemeyen tahrif olmuş bir dinin, şahıslara indirgenmiş ve insanlığa hiçbir faydası kalmamış prensiplerinden kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Dışardan bir müdahale çok daha büyük tepkileri çekeceği için içten bir “eylem” lâzımdı. Bence kader onu Papa’nın diliyle yaptırdı.

Hayalî “Sovyet Diktatörlüğü”nün yıkılması nasıl kendi içinde olduysa, semâvîlikten tamamen uzaklaşmış bir dinin yerine “hak dinin” hakikatlerinin devreye girmesi de yine, Onu gönderen Îlâhî güç tarafından—fıtrat kanunu olarak—büyük bir tahribat olmadan gerçekleşmeliydi ki masumlar daha sağlıklı hakikatleri görüp ulaşsınlar.

İşte kaderin bu fetvasıyla Papa hem Müslümanların tembelliğinin gubarını—tozunu—dağıtmıştır, hem de hakikatlerin araştırılmasına ve İslâmiyet’e yaklaşmaya kendi diliyle yardımcı olacaktır. Tıpkı Bush ve neocon ekibinin kasten plânladıkları “11 Eylül Sendromunun” kendi ayaklarına dolandığı ve başlarına belâ örüp tökezledikleri gibi. Bu konuda belki de Papa’ya “teşekkür!” borçluyuz! Allah korusun Hz. İsa’ya (as), Papa’nın yaptığı tarzda bir saldırı, Müslümanlar tarafından yapılsaydı, Batılıların yapacağını hiç birimizin hayali almazdı.

11 Eylül’den sonra, İslâmiyet’i “terörle” örtüştürmeye uğraşan “menhus ruhun” aksine olarak kâinatın güneşi ve dengesi olan Kur’ân hakikatlerini araştırmaya yönelen Amerikan ve Batı halkının çoğu Kur’ân’ın mu’cize hakikatleri ile bire bir karşılaşınca hidayete erenlerin sayısı yüz binleri geçip milyona ulaşmaya başlamıştır.

Amerika’nın izinde ve güdümünde giden ve kimlik arayan Avrupalıların da ayılması için bir “tetik” lâzımdı. Galiba bu tetiğin, biz Müslümanların gayretsizlik ve gafletinden dolayı Papa’nın eliyle olmasına kader fetva verdi. Gaybın mutlak sahibi Allah’tır. Bilinmez. Bu bir şahsî yorumdur.

Türkiye’de olsun, âlem-i İslâm’da olsun, iman ve Kur’ân’a hizmet için, ayrı sahalarda hizmet vermeye çalışan, kendi aralarında çok lâzım olan bu birlik ve dayanışmayı henüz gündemlerine alamayan bir çok İslâmî grup, cemaat, tarikat ve kişilere İlâhî bir ihtar ve ibret dersi olarak da bu olayı yorumlamak mümkün. Asrın bütün dertlerine, olaylarına Kur’ân’dan reçeteler sunan aziz ve muhterem Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, sağ olsaydı bu konuda ne gibi bir tavır takınırdı diye düşündüm.

Herhalde onun en bariz hali olan, olaya mantıklı, muhakemeli, tehevvüre kapılmayan ve “çözüm” üreten müdahalesini yapardı. Yani bu konuda telif ettiği eserlerden bir demetin hemen bir talebesi tarafından Papa’ya ulaştırılmasının yollarını mutlaka arar ve bulurdu diye düşünüyorum. Arkasından talebelerine bu konuyla ilgili Risâle-i Nurdaki bütün hususları okur, onların var olan akidelerini bir defa sağlamlaştırırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere, bu konuyla ilgisi olan her kuruluş ve şahsa “İslâmiyet’in yüksek ahlâkını, Kur’ân’ın evrensel mesajlarını, Hz. Peygamberin ‘rahmet’ peygamberi olduğunun bütün delillerini” âcilen ‘matbuat’—basın—yoluyla ilânını sağlar ve bu konuda müthiş bir tahşidat yapardı.

Sonra da, bütün bu hadiselerin arkasında “sır” perdesinin olduğunu, “istikbalin-geleceğin” kayıtsız şartsız İslâmiyet’in ve Kur’ân’ın hâkimiyetinde olacağını, müspet hareket edip sarsılmadan İman-Kur’ân hizmetine devam edilmesi lâzım geldiğini söylerdi, diye düşünüyorum.

Netice olarak, Papa, büyük ölçüde bilerek bu büyük gafı yapmıştır. Ama baltayı da ayağına vurmuştur. Kâinatın güneşi olan Kur’ân’a hiçbir güç, şahıs, fikir leke getirememiştir, bundan sonra da getiremeyecektir. Hıristiyanlık ve tefessüh etmiş batı medeniyetinin intıfası (sönmesi) ve ıstıfası (sâfîleşmesi) süreci bu konuşmadan sonra daha da hızlanacak, İslâmiyet güneşinin parlaması hız kazanacaktır. Bütün hükümlerini akla tespit ettiren İslâmiyet’in “Tevhid” akidesi, gündeme damgasını vuracaktır inşallah.

Kâinatın Efendisini (asm) karalamaya çalışanların yüzleri, akılları, nesilleri, fikirleri kararmıştır. O pak, sade, temiz, saydam Nur-u Muhammedî ve Gül-ü Muhammedî olarak kıyamete kadar insanlığın rehberi, önderi, hâmîsi ve şefîi olarak devam edecektir.

Müslümanlar olarak, şu andan itibaren İslâm’ı araştırmaya başlayacak şu an “Hıristiyan” fakat istikbalin “potansiyel Müslümanları”na kucak açmaya hazır mıyız?

NOT: Bu geceden itibaren idrak edeceğimiz on bir ayın sultanı Ramazan ayınızı tebrik eder, mânevî hazinelerimize bereket getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder, duâlarınızı beklerim.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Sadece spor mu?



Zafer mi, hezimet mi, rezalet mi, reklam mı pek belli değil gibi, ama kesin olan nokta şu ki, Türkiye F1 Formula yarışmalarının ödül töreninde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı sayın Talat’ı ödül veren konumunda kullanarak güya Türkiye’nin Kıbrıs tezine ve Kuzey Kıbrıs Cumhuriyetine meşruiyet kazandırma taktiği bize pahalıya patladı gibi.

FIA, F1 yarışma organizasyonunda sporun siyasete âlet edildiği gerekçesiyle Türkiye’ye tam 5 milyon dolar para cezası kesti. Bu ceza kimilerince ucuza geçiştirilmiş bile sayıldı. Artık bundan başta sayın Hisarcıklıoğlu olmak üzere kimler sorumluysa onların düşünmesi gerekir. Zaten hükümet, ilk elde 5 milyon doların organizasyonu tertipleyenlerce ödenmesi gerektiği kanaatini belirtmede gecikmedi. Her kimin cebinden çıkarsa çıksın boşu boşuna milyon dolarlar havaya uçtu gibi. Bu kadar para cezası pahasına reklama değer mi, değmez mi zaman gösterecek.

Şimdi asıl konu, paranın miktarı ya da sahamızın ve daha sonraki yarışmalar için pistimizin kapanmayıp açık tutulması yönünden en az zararla çıkışımız değildir şüphesiz. Asıl konu FIA’nın verdiği cezanın gerekçesinin “sporun siyasete âlet edilmesi” olduğudur. Burada düşünüp durmalı, durup düşünmeliyiz. Avrupa’nın ve demokrasi kültürü almış ülkelerin bir şeylerin siyasete âlet edilmemesi düşüncesi ve felsefesi bizce dikkate alınması gereken bir husustur. Çünkü siyasete âlet edilen konuların çokluğu ve çeşitliliği gerçekten ferdî ve içtimaî hayatta içinden çıkılmaz problemlere kaynak teşkil etmektedir. Gerçi Avrupa bunun kötü örneklerini geçmişte yaşamış ve bedelini de ödemiştir. İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya lideri Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalizm ideolojisini haklı ve kuvvetli göstermek için Berlin Olimpiyatlarını nasıl bir şeref, haysiyet ve propaganda malzemesi yaptığı filimlere konu olacak kadar meşhur bir olaydır. Ne var ki sonu hüsranla bitmiştir, insan bile sayılmayan zencilerin olağanüstü performanslarıyla bütün insanların eşit olduğu, renk, ırk, coğrafya açısından insanlar arasında doğuştan üstünlük inancının bir uydurma iddia olduğu anlaşılmıştır. Fakat maalesef bu olaydan ders almayan devlet ya da zümreler hâlâ faşizan iddia ve inatlarını devam ettirmişler ve tarih önünde mahçup durumda kalarak bu günlere gelirken artık eski saçmalıkları bir kenara bırakmaya başlamışlardır. Bırakmayanları ölü sayabilirsiniz ve tarih onları zaten bir kenara bırakacaktır.

Sporun siyasete âlet edilmesinin en düşük bedeli eğer 5 milyon dolarsa—ki bu parayla sözgelimi kaç tane okul yapılırdı—diğer alanların siyasete âlet edilmelerinin bedelini ve maddî zararını artık siz hesaplayın. Bunları hesap ettiğimizde üzülmemek elde değil. Sözgelimi bilimin, ilmin siyasete âlet edilmesinin bir devlete veya bir millete kaça patlayacağı hesabını yapacak olursak zararın büyüklüğü karşısında üzülmenin bile az kalacağını görürsünüz. Kahrolmayı bile belki az görenlerimiz olacaktır.

Kışlanın, askeriyenin siyasete bulaşarak silâhın ve rütbenin siyasete âlet edilmesi durumunda o ülkenin ve o milletin milyar dolarlık zararlara gark olduğunu aklı başında olan insanlar net olarak görebilirler.

Mabedlerin, kutsal değerlerin ve hele de inançların siyasete âlet edilmesinin kaç milyar dolar ya da trilyon dolara mal olduğunu da yine erbabı bilecektir.

Hukukun, yargının siyasete âlet edilmesinin zararları içine devletin ve mülkün helâkine kadar gidebilecek zararları da ekleyerek dolar hesabını yapacak olursak vaziyetin vehameti daha bir ortaya çıkar.

Bütün bunların yani sözgelimi, cami, kışla, okul ve mahkeme salonlarının siyasî iradeye göre yönlendirildiğini ve şekillendirildiğini topyekün hesap ederseniz insanların çıldırması içten bile değil. Zarar bilançosunun rakamlara sığmayacağını varın siz hesap edin.

Türkiye’de sadece spor mu siyasete âlet ediliyor yoksa daha başka unsurlar da var mı, bunun analizini siz değerli okuyucularıma bırakıyorum. Ahh ah..

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Yanlış taraftaki Papa



Yeni Papa’nın, İslâm aleyhindeki söylediklerinden çok takındığı tavır, İslâmiyet ve Hıristiyanlık arasındaki mühim farkların anlaşılması yönünden önemlidir.

Bilindiği gibi Hıristiyanlığın ilk birkaç asrı mazlum olarak, karşısındaki zalim de olsa yumuşaklıkla ve miskinlikle mukabele şeklinde geçmiştir. Ancak İmparator Constantine’in Hıristiyanlığı kabulüyle din bambaşka bir hal almış ve artık devletleşmiştir, hatta Romalılaşmıştır. Risâle-i Nur’daki ifadeyle “zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta” karar kıldı. Yani nerede bir zorba, nerede bir diktatör varsa arkasında artık papa vardı.

Zorba bir Avrupalı kral bir muhalifini mi yok edecek, en büyük yardımcısı en büyük destekçisi bir papadır. Ona bir kılıf bulup muhalifin güya şeytana satılmış ruhunu yakarak kurtaracak papa hemen hazırdır. Ya da Galileo gibi, yöneticilere ve rahiplere itaatte kusur eden bir ilim adamı “Dünya dönüyor” mu dedi, eğer hata ettiğini söylemeseydi, yüzlercesi gibi yakılmasına İncil’den gerekçeler hazırdı. Ne büyük bir inat ve ne büyük bir kibirdir ki, dünyanın döndüğü kadar açık bir hakikat olan Galileo hadisesi hakkındaki hata, bin bir zorlukla ve teville yakın zamanda ancak kabul edilmiştir. Onun için güneş gibi açık olan Peygamberimizin (a.s.m) getirdikleri ile ilgili inkârlarına özür beklemek boşunadır.

Yine nerede bir iç savaş, nerede bir mezhep kavgası varsa ya da haçlı savaşlarında olduğu gibi yüz binlerce çapulcu, İslâm ülkelerini yağmalamaya çıktıysa, arkalarında yine papalık vardı. Ya da büyük Fransız ihtilaline giden süreçte olduğu gibi ilim adamlarına, hürriyetçilere ve fakir halka karşı her türlü baskı ve zulmü reva gören derebeyleri ve kralların yanında da, birkaç şato ve arazi geliri karşılığında, Hıristiyan rahipler vardı. Bu davranışlarıdır ki, ilim adamlarını, hürriyetçileri ve fakir halkı dine küstürmüştür. Yanlış olarak İslâmiyeti de aynı zanneden Batılılar İslâm dinine de mesafeli durmuşlardır. Aslında Batının korktuğu İslâm değil, kilisenin bu kötü şöhretinden dolayı dindir.

Halbuki İslâm tarihi, zulme, diktatörlüğe ve kavmiyetçiliğe karşı duran Hz. Hüseyinlerle, zalime destek mânâsına gelmesinden korkarak hayatı pahasına makam ve mevkileri reddeden İmam-ı Âzamlarla doludur. Ama Batıda böyle din adamı bulamazsınız, onlar her zaman yanlış taraftadır.

Manzara gerçekten ilginç. İsrail ve birkaç Hıristiyan devlet Filistin ve Lübnan’la birlikte dört Müslüman ülkeyi işgal etmiş çoluk çocuk demeden katliâm yapıyor, her gün yeni bir işkence merkezi ortaya çıkıyor. Dünyadaki bütün insan hakları teşkilatları işgalcilerin uyguladıkları şiddeti lânetlerken, bir papaz efendi de çıkmış bütün dünyanın aksine zulme kılıf bulmak için, mazluma “senin dinin şiddet dini” diyor. Aslında bu, tahrif edilmiş, nesh edilmiş bir dinin, bir anlayışın, bir medeniyetin tamamen iflasının, ölümünün ve bittiğinin resmen ilânıdır.

“Ekmek bulamazsanız pasta yeyin” anlayışına en büyük desteği veren rahiplerin takipçilerinden, bu gün Ortadoğu’daki sömürüye karşı çıkmalarını beklemek, ya da Ortaçağdaki engizisyonların bizzat icracılarının mensuplarından bu günkü zulme karşı çıkmalarını beklemek aslında fazla hayalcilik olmamalı. Alınlarındaki bunca kara lekeyi temizlemek için insan haklarını ve mazlumları savunmak en başta onların işi olmalı. Ama maalesef son Papa, önceki asırlarda olduğu gibi generallerle, petrol ve silah tüccarlarıyla kol kola. Tarihlerindeki tek istisna, İkinci Dünya Savaşı sonrası komünizme karşı takındıkları tavırdır. İki bin yıldır beklenen, kaderin biçtiği misyon budur, hepsi bu... Eğer o görevi de yapmamış olsalardı belki de Fransız ihtilâlinden buyana çöküşe giden Hıristiyanlık silinip gidecekti.

Papa, Doğu Roma imparatorunun bir sorusunu naklediyor, cevabı değil. İmparatorun halini anlamak mümkün. Çünkü İslâm, onları eski çağların tahıl ambarı Mısır’dan kovmuş. Canlı bırakmadık diye düşündükleri ve şehirlerini tarla haline getirdikleri Kartacalıların çocukları Endülüs’ü kurmuş. Kaç defa kılıçtan geçirdikleri Kudüs’ü, Filistin’i boşaltmak zorunda kalmışlar.

İpek yolu, baharat yolu yerli sahiplerini bulmuş. Kana ve altına doymayan İskenderler, Sezarlar ve haçlı kralları doğu topraklarına ayak basamaz hale gelmişler. Tabiî imparator, haksızlıklara destek vererek Roma’yla bütünleşen Hıristiyanlığın tam aksine, mazlumu savunarak önlerini kesen İslâm’a karşı bir şeyler söylemek zorunda hissetmiş kendini. Papa da, anlaşılan önümüzdeki yıllar için Roma’nın şahsında Batının akıbetini görüyor.

Aslında bizim niyetimiz Batının eksiğini, katliâmları ve sömürüyü sayıp dökmek değildir. Ancak onların da kan dökmeden, zulmetmeden ve sömürmeden de Batının var olabileceğini kabul etmeleri gerekiyor. En küçük bir krizde yok olacağız endişesiyle Doğu’ya saldırmaktan vazgeçmeleri gerekiyor.

Bu gün kilisenin ya da Papa’nın meselesi aslında daha da derinlerde. Artık kiliseler boşalıyor. Çoğu neredeyse müze ve konser salonu halinde. Camiler ise hem doğuda, hem de batıda dolup taşıyor. Ancak bazılarının zannettiği gibi kiliseleri boşaltan Müslümanlar değil, bizzat yanlış tarafta duran son Papa gibileridir.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nasıl galip geldiler?



Sahabe, imanlarından aldıkları şevk ve gayretle sadece İlâ-yı Kelimetullah için didinmiş, köşe bucak koşmuş, insanları imanın huzur dolu iklimine kavuşturmuşlardı.

Önlerinde hiçbir kuvvet dayanamıyordu onların. Çünkü ölüme gülerek gidiyorlardı. Ölümü yokluk olarak değil, gerçek diriliş olarak gören insanların önünde ne durabilirdi? Başkaları ölümden kaçıyor, kendi yerine başkalarının ölmesini istiyor, onlar ise ölüme koşuyorlardı. Ölmeyi göze alan insanlar neden korkarlardı? Allah yolunda ölmek gerçek dirilikti. Allah Kur’ân’ında onların diri olduğunu bildirmiyor muydu?

İşte onlar bu duygularla Bizans sınırları içinde bulunan Antalya’ya kadar dayanmış; Rumları perişan, darmadağan etmişlerdi. Bizans Hükümdarı Herakliyus bu yenilgiyi bir türlü hazmedememiş, askerlerine sebebini sormuştu. Dikkatlerini çeken gözlerine çarpan özelliklerini bir bir saymışlardı.

Onlar o güne kadar rastlamadıkları birçok fazileti üzerlerinde taşımaktaydılar. Gecelerini ibadet, gündüzlerini de oruçla geçirirlerdi. Söz verdiklerinde onu mutlaka tutarlardı. İyilik için varlardı. İyiliği emredip kötülükten sakınırlardı. İnsafı elden bırakmaz, birbirlerine karşı insaf ve şefkatle davranırlardı.

Ya kendileri? Şarap içmek, zina yapmak, haram yemek, sözlerine sadakat göstermemek, gasbetmek, zulmetmek normal olaylardan olmuştu onlar için. Kötülükleri emredip Allah’ın rızasına uygun davranışları yasaklıyor, yeryüzünde fesat çıkarıyorlardı.

Bunları tek tek sayan askerler, “Biz böyle, onlar öyle olunca mağlup olmamak mümkün mü?” demekten kendilerini alamamış, Herakliyus da, üzgün bir şekilde “Doğru söylüyorsunuz” demek zorunda kalmıştı.

Evet, insanı insan yapan, yücelten, yükselten değerler bunlar.

Galip getiren fazilet ve hakikatler bunlar.

İşte Sahabe ve sonraki nesiller, bu hasletlere sahip oldukları müddetçe hep zaferden zafere koştular.

Huzurlu ve mutlu olmanın yolu da buradan geçiyor. İnsan ne ölçüde güzel ahlâka sahip, fazilet ehli ise o ölçüde mutluluk dolu bir kalbe sahip oluyor, rahat bir hayat sürüyor.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Zekâtı Allah yoluna sarf etmek



Muhtelif okuyucularımız: “İman ve Kur’ân hizmeti veren merkez ve birimlere zekât verilir mi?”

Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebîlillâh” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillâh, ‘Allah yolunda’ demektir: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfını kapsar. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden tüm hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor. Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem ve değişik hizmet donanımı almıştır. Binaenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve ilân etmek, iman hakikatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak gibi alanlardan birini veya bir kaçını yürütmeyi görev bilmiş hizmet birimlerinin arsa, bina, araç-gereç… vs. ayırt etmeden zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlere, ihtiyaçları olan silah, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şafiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikamet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silah, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vasıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir.

Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silahla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı maddî cihad yerine manevî cihadın ön plana çıktığını, bunun da kitapla, kalemle, yayınla, neşriyatla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan çağdaş âlimler, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler. Yusuf El-Kardavî cihadın sadece silahla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihadı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, imanı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî tebliğ merkezlerinin yaptıkları çalışmaların “cihad” manasından ayrı düşünülemeyeceğini; binaenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikle bulunduğunu kaydeder.1

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir.2 Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor3; “Medresetü’z-Zehra”nın, yani Risâle-i Nur hizmetlerinin İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği yüksek yararlılıkla, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor.4

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının topluca yaşanması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatları güden hizmet birimlerinin her bir ihtiyacı için doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi millettir. Bunun için bir talebenin veya kişinin şekilden ibaret bir tezgâhla aracılık etmesine hiç gerek yoktur.

Zekâtlarımızı Allah yoluna sarf edelim. Allah kabul eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388 2- Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81 3- Münâzarât, S. 64 4- Münâzarât, s. 81

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Her şeye rağmen İslâm galip olacak



Şöyle maziye dönüp sathî bir nazar atsak bile İslâm aleyhinde çevrilen tuzakları fark edeceğiz. Çok değil, 25-30 sene öncesinden kısa bir tarama yapalım:

SSCB, Afganistan’da mağlubiyetinden sonra, dış politikada, kendisine rakip olarak İslâm’ı seçti. Bütün dünyada, fıtrî olarak dine yönelen meyilleri kırmak için, bir yandan İran devrimini, 12 Eylül darbesini desteklerken; öbür taraftan İslâm’ı, onların hatalı, kusurlu beşerî şahıslarında “asan, kesen, yakan, yıkan, köktendinci, öcü” gibi göstermeye çabaladı. İslâmiyetin dalga dalga yayılması ve artan nüfûs, bir kısım çevreleri fenâ halde korkutmuştu. Hıristiyan din adamları ve sâir odaklar bu endişeyi açıkça dile getirmekten de çekinmiyorlardı: Dinler büyük bir kriz içinde. Mânevî değerlerin hiçe sayıldığı günümüzde, İslâmiyet altın çağını yaşıyor. Müslümanların sayısı çığ gibi artıyor. 21. yüzyıl, büyük bir İslâmî uyanışa sahne olacaktır.1

Aynı yılın Şubat’ının ilk haftasında Almanya’da yayınlanan ve oldukça etkili bir konumda bulunan Der Spiegel’in, “Dünya’da 1 milyar 200 milyon (1999’dan evvel, 1,5 milyarı aştığı ve ilk defa Hıristiyan nüfûsu geçtiği açıklanmıştı) Müslüman yaşamaktadır. İslâm Batı’nın kapısına dayanmıştır. Asya ve Afrika’da, 46 ülke [56 olmalı] resmen Müslüman olduğunu söylemektedir. İslâm dini hızla yayılmaktadır”2 şeklinde tercüme ettiği korku da aynı kapıya çıkıyordu.

20-27 Mayıs 1995 tarihli News Week dergisi, 1990’da, komünist sistemin çöküp en büyük hâmisi SSCB’nin dağılmasından sonra Avrupa’nın yeni fenomeninin “İslâm” olduğunu, “Müslüman Avrupa” başlığıyla kapak konusu yaparak meydana gelen boşluğu İslâmın doldurmaya başladığını hayıflanarak duyurmuştu. NATO eski Genel Sekreteri Willy Claes ile İngiliz istihbaratı M-15’in patroniçesi Stella Remington, İslâmın komünizm tehlikesinin yerine geçen yeni bir tehlike olduğu yolunda sözler sarf ettiği de biliniyor.3 “Kutsal Savaşlar” ve “Tanrı’nın Tarihi” başlıklı kitapların yazarı, eski bir rahibe olan İngiliz akademisyenlerinden Karen Armstrong, II. Avrupa’nın bu yaklaşımının, Avrupa’daki İslâm düşmanlığının tarihinin, Haçlılar dönemine kadar uzandığını söyler: “Biz Avrupa’da, ruhsuz ve lâik bir dünya yaratmaya çalıştık. Dinden kuşku duyar hale geldik. Komünizm çökmeye, neo-faşizm de ilkel bir ideoloji olarak yeniden hortlamaya başladığında, kendimize yeni düşmanlar aramaya koyulduk. Sonunda yeni düşmanı bulduk: İslâm. Böylelikle, tarihî deneyimlerin de etkisiyle, komünizme karşı sürdürülen soğuk savaşın yerini, İslâma karşı sürdürülmeye başlanan yeni bir soğuk savaş aldı. Onu, 1992’de Avrupa Konseyi’nin Lahey’de tertiplediği Avrupa’da Etnik ve Cemaatler İlişkileri mevzûlu panelde, “Avrupa’da bir İslâm tehlikesinden söz ediliyor. Biz Avrupalılar bütün Müslümanları temsil etmekten çok uzak marjinalist bazı grupları, bütünle bir düşünerek hatâ ediyoruz” diyen İsveç delegesi Mr. Nobel de te’yit eder.

Bosna-Hersek’te Müslümanlara karşı sürdürülen etnik kıyım; Cezayir olayları, 28 Şubat post-modern darbesi; Afganistan ve Irak’ın işgali, Lübnan’ın yerle bir edilmesi, Karikatür kirizi, Papa 16. Benediktus’un Peygamberimiz (asm) aleyhindeki kasıtlı, provokatif konuşması hep aynı tezgâhın oyunları ve sahneleridir.

Her şeye rağmen, bu tezgâhların tutmayacağını; yine Batılıların tesbitiyle aktaralım. İslâmın tüm dünya çapında yükselme eğilimi göstermesi konusunda kışkırtıcı çalışmalarıyla tanınan Oliver Roy ve Gilles Kepel gibi Fransız akademisyenler, İslâmın bütün zor şartlar ve engellemelere rağmen tüm dünya çapında hızla yükselişe geçtiğini itiraf ederler.4 Massachusetts’de Episcopal İlahiyat fakültesi dekanı olan Steven Charleston, inancın gelecekte insan hayatının merkezi olacağını söyler: “Avrupa’nın aydınlanması sonrası insan hayatı eğitim, politika, din olarak bölümlere ayrılmıştı. Bu ayırıcı çizgiler uzak gelecekte bulanıklaşacak ve insanlar mâneviyatın daha önemli olduğu bir dünyada yaşayacak. Önümüzdeki yüzyılın sonuna doğru dinî topluluklarda bir artış göreceğiz. İnanç, insan ilişkilerine ise pozitif bir etki yapacak.”5

İşte bunlara benzer yüzlerce teşhis, onlarca sene önce Bediüzzaman’ın, ye’sin rağmına olarak dünyaya işittirecek derecede kesin kanaatıyla ilân ettiği, “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-ı Kur’âniye ve îmaniye olacak”6 hakikatini doğrulamış bulunuyor.

Dipnotlar:

1. Kanada ve ABD Ortodokslarının ruhânî lideri Yohannis Jakovas/ Ağustos 1993, Ortodoks Zirvesi’ndeki konuşmasından; 2- Ali Ferşadoğlu, Özlenen İnsanlık ve Batının Çöküşü, s. 281-282.; 3- Age, s. 291.; 4- Age; 5- Yeni Asya, 21 Şubat 1999.; 6- Tarihçe-i Hayatı, s. 79-80.

23.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Meryem TORTUK

İncelikler yüzünden



Siz de incelikler yüzünden incitildiğini düşünenlerden misiniz? Hani hep karşı tarafı düşündüğü için sonunda kalbi kırılanlardan. Ya da hayal kırıklığına uğrayanlardan. Yani kaybeden taraf olanlardan. Ben inceliklerin insanı incitmekten çok büyüteceğine, çoğaltacağına ve aslında bunun insanı insan yaptığına inananlardanım. Hatta çok ileri giderek diyorum ki, insanı incelikler inşa ediyor bir anlamda ve ebedî hayatını kazandıracak ya da kaybettirecek olan şey de yaşayabildiği ve yaşatabildiği incelikler yüzünden olacak. Kaybettirmek bir yana varlığına ulaştıran şey bu ince düşüncelerden geçiyor. Çünkü eşyanın ve kulun hakkı bu ince düşüncelerde gizli. Eşyaya, insanlara ve kendimize muhatap olma tarzımız belirliyor bu dünyadaki yaşam biçimimizi. Dolayısıyla da sonumuzu…

Öncelikle şu var ki, Allah insanı bütün varlıklara halife olarak yollamış yeryüzüne. Ruhunu da, kendinde olan bütün güzel isim ve sıfatlardan kodlayarak inşâ etmiş. Bütün varlıkları Rahmaniyetiyle ve şefkatiyle kuşatan Yüce Zât, insanın da kalbine merhamet ve şefkati yerleştirmiş. Sonra da tüm yarattığı eşyayı emanet etmiş ona. Bizler ise bu dar kalıplarımızdan çıkarıp da kalbimizin başını, şöyle bir hakikatiyle bakamıyoruz eşyaya ve dolayısıyla aslına ulaşamıyoruz hayatın. Bu nedenle de hoyratlaşıyor davranışlarımız, incelikler kaybeden taraf oluyor zahirde. Gerçekteyse kalp kendi varlığına kodlanmış olanı seçiyor.

Yolda yürürken yaya kaldırımlarında sohbete koyulmuş insanların bu duruma aldırış etmeden sohbetlerine devam etmeleri bir haktır. İnsanların yere tükürüp başkalarının hem midelerini bulandırmaları, hem de sağlıklarını tehlikeye atmaları bir haktır. Hem de en büyük bir hak. Sonra sokaklara atılan yiyecek paketleri, meyve kabukları, sokakların da çöplük gibi kullanılması aynı derecede bir haktır birbirimiz üzerinde ve de sorumluluk.

Biriyle muhatap olurken yüzün tebessüm etmesi de bir haktır. Aynı zamanda da peygamber mirası. Kim bilir belki de o kişinin tek sermayesi o tebessüm olacaktır. Bir şey alırken teşekkür etmeyi bilmeyen bir insan, Allah’a da teşekkür etmeyi bilmez. Küçük bir çocuğun başını okşamayan insan, insanları da tam sevemez. Birini kandırdığını sanan insan, aslında önce kendini kandırır. Duygularında var olmayanı sırf minik çıkarları için varmış gibi gösteren biri önce kendi duygularını öldürür.

Kısır çıkarlar yüzünden başkalarının varlığını hazmedemeyen ve ona kötülük düşünen biri önce kendine kötülük etmiş olur.

Bunları biliriz elbette hepimiz, biliriz de, zihinde bilmekle kalpte bilmek arasındaki o ince çizgide kaybederiz işte.

Rahman’a ulaştıran yollar çok ince, bir zerre kadar minik, ama kâinatı ayakta tutacak kadar büyük. İşte akıbetimizi belirleyecek ve başımıza gelecek olan son nokta da incelikler yüzünden olacak.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hidrojenli günler (1)



Daha evvelki bir yazımızda "hidrojen enerjisi"nin ehemmiyetine kısaca temas etmiştik.

Bu konu, teknik olarak ilgi sahamıza girmiyor. Ancak, dünyada günden güne artan bu son derece tasarruflu enerji sektörüne dikkatleri çekmeye kendimizi mecbur hissediyoruz.

Tâ ki, halkımızın konuya ilgisi devam etsin, yoğunlaşsın ve ülkemiz hiç olmasa bu hususta ileri ülkeler seviyesinden geri kalmasın.

İşte, aşağıda bu konuya dair bazı yeni bilgiler bulacaksınız.

Hidrojen enerjisi, bugüne kadar tesbit edilmiş en temiz, en tasarruflu enerji kaynağıdır.

Bu enerjinin elde edilmesi için, çok az miktarda metan gazına ihtiyaç var. Metan gazı ise, gübreden ve ağaç çürüğünden kolaylıkla elde edilebiliyor. Kaldı ki, aynı gübre, atılmayıp tarlada da kullanılabiliyor.

Hidrojen enerjili yakıt pilleri, şimdilerde bütün dünyanın gözde ürünleri arasına girmiş bulunuyor. Bunlar, cep telefonundan tutun da, otomobil, uçak, gemi, hatta büyük şehirlerin ısı ve aydınlatma ihtiyacına kadar, hemen her sektörde kullanılmaya elverişlidir.

* * *

Şimdi de, size hidrojen enerjisi ve yakıt pilleri ile ilgili olarak elimize ulaşan son bir haberi sunarak, dünya çapında konu uzmanı olarak bilinen Prof. Nejat Veziroğlu'nun dilinden özet bazı bilgiler aktarmaya çalışalım.

Haberin başlığı: Hidrojenli otolar geliyor!

ABD'li otomobil firması General Motors (GM), hidrojenle çalışan otomobilleri bir yıl sonra 'deneme sürüşüne' çıkarıyor. Yakıt piliyle çalışan 100 otomobil, 2007 yılı sonbaharında müşterilerin hizmetine sunulacak.

(GM), Chevrolet markasıyla ürettiği otomobilin yakıt pilinin en az 80 bin kilometre ömrü olacak. Hidrojenli motorların, 2010'a doğru ise piyasaya sürülmesi bekleniyor. Daha önce de ABD'li Ford ve Japon Honda firmaları yakıt piliyle çalışan modeller üretmişti. Bu modeller de deneme aşamasında. Yakıt pilleri, hidrojenle oksijen arasındaki elektrokimyasal reaksiyon sonucu enerji üretiyor ve çevreyi hiç kirletmiyor.

Bir sonraki yazıda: Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Hidrojen Enerjisi Konseyi Başkanı Prof. Dr. Nejat Veziroğlu'nun yeni gelişmelere dair açıklamasından çarpıcı bazı bölümler yer alacak.

Günün Tarihi

Yalçın bir muhalif: Hüseyin Cahit

23 Eylül 1954: Politikaacı, gazeteci–yazar Hüseyin Cahit Yalçın (1874–1957), Demokrat Partilileri haksız yere tenkit ettiği gerekçesiyle 26 aylık hapis cezasına mahkûm edildi.

Bu tarihlerde Kars milletvekili olan Hüseyin Cahit'in mahkûmiyetinin sebebi, CHP'nin yayın organı gibi neşriyat yapan Ulus gazetesine çıkan “Gözü kapalı oy vermek” başlıklı yazısıydı. Bu yazıda, DP'lilere yönelik çok ağır tahkir ve tezyifler yer alıyordu.

Üsküdar Cezâevinde yatan CHP’li (aynı zamanda eski İttihatçı) Hüseyin Cahit’i ilk ziyaret edenlerin arasında muhalefet lideri İsmet Paşa oldu.

Bu ziyaretin ardından, yine eski İttihatçı olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar da devreye girdi ve yasanın kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak Hüseyin Cahit'in cezasını kaldırdı.

Muhalif bir karakter

Etkili ve kapasiteli bir kişilik olan Hüseyin Cahit'in, aynı zamanda "muhalif" bir karaktere sahip olduğu anlaşılıyor.

İşte, "Yalçın muhalif" olarak bir Hüseyin Cahit portresi:

* 1908'de başlayan II. Meşrutiyet'in ilânıyla birlikte edebiyata ara vererek politikaya girdi.

* Ağustos 1908'de Tevfik Fikret ile birlikte Tanin gazetesini kurdu.

* İttihat ve Terakkinin siyasî alanda âdeta bir kalemşoru, bir tetikçisi oldu.

* Aynı yıl yapılan seçimde İstanbul mebusu ((1908–1912) oldu.

* 1913'ten sonra tek parti haline gelen İttihat ve Terakkiyi tenkide başladı.

* İstanbul'un işgalinden sonra, Haziran 1919'da Malta'ya sürüldü.

* 1922'de Tanin'i yeniden neşre başladı. Ankara hükümetine yönelttiği ağır tenkitler ve eski İttihatçıları savunması yüzünden, 1923'te İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. 1925'te müebbet sürgün cezası ile Çorum'a gönderildi.

* Bu tarihten sonra, Mustafa Kemal'in ölümüne kadar politikanın dışında kaldı.

* M. Kemal'in ölümünden sonra, İsmet Paşanın teklifiyle tekrar politikaya döndü. 1939–1954 yılları arasında Çankırı, İstanbul ve Kars milletvekilliği yaptı.

* 1950'den evvel DP'ye karşı nisbeten yumuşak sayılabilecek tavrını, seçimlerden sonra alabildiğine şiddetlendirdi. DP kitlesini cahillikle ve "gözü kapalı" oy vermekle suçlamaya başladı. Bu sebeple de, dokunulmazlığı kaldırılarak cezaya çaptırıldı.

Yalçınlar, Yalmanlar...

Eski İttihatçı ve İttihatçılar içinde masonik çevrelerle sıkı münasebeti olduğu bilinen Hüseyin Cahit Yalçın'ın kökeninde, ayrıca "Arap düşmanığı"nı başlatan Selaniklerle de sıkı bir teması olduğu anlaşılıyor.

Anlaşılmayan, ancak hayli dikkat çekici bulunan nokta ise, "Yalçın" ile "Yalman" ad veya soyadlı meşhûrların Selaniklilerle ilgili müşterek noktalarıdır.

Bilindiği gibi, Yalçın ile Yalman, aynı anlamı taşıyor: Dik, sarp, çetin...

İşte, Selanik dönmeleriyle bağlantısı olup isminde aynı anlamlı kelimeyi taşıyan bir grup Yalçın ve Yalman meşâhir: Hüseyin Cahit Yalçın, Şiar Yalçın, Soner Yalçın, Yalçın Küçük ve Soner Yalçın'a göre Selanikli Sabetaist Yalmanlar: Osman Tevfik Yalman (M. Kemal'in öğretmeni) Ahmet Emin Yalman, Rifat Yalman, M. Vacit Yalman. (Efendi–2, s. 41.)

* * *

Selaniklilerin bir kısmı zaman zaman Demokrat olarak da bilinmişlerdir. Zira, DP'nin içinde de masonlar, sabetaistler, vesaireler vardı.

Bu hususla ilgili, dedesi Selanik’te tüccar olarak bilinen Naim Beyin torunu edebiyatçı Şiar Yalçın’dan bir hatıra notu naklederek bitirelim.

Fatin Rüştü Zorlu'nun Dışişleri Bakanlığı zamanında devlet hizmetine alınan Şiar Yalçın şunları yazıyor: "Beni herkes Demokrat zannederdi. İhtilâl oldu (1960), bizim resimlerimizi koydular, 'Fatinistler' diye. Halbuki tam aksine, ben hararetli bir CHP’li idim, İsmet Paşacı idim.” (Bkz: Şiar'ın Defteri; Şiar Yalçın, İletişim Yayınevi)

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yanlış hesap



Giderek artan işaretler, birilerinin ülkeyi yeniden 28 Şubat benzeri, hattâ daha ağır bir ortama sokmak istediğini gösteriyor.

Hedef hem AB sürecinde gerçekleşen kısmî demokratikleşme reformlarını dondurup eski düzene dönülmesini sağlamak, hem bir ölçüde tavsayan 28 Şubat’ı tekrar canlandırmak, hem de on yılını doldurmak üzere olan bu süreçte başarılamayanları tamamlamak.

Sezer’in “dogma ve boş inançları öğretmek”le suçladığı okul ve kursların kapatılmasını isteyen mesajı, son şıkka ilginç bir örnek.

Anlaşılan, 28 Şubat’ta imam hatiplerin orta kısımlarıyla çok sayıda Kur’ân kursunun kapatılmış olması, Sezer’i “kesmemiş” olmalı.

Üniversite açılışlarında rektörlerce verilmeye başlanan “irtica” mesajları da, konunun önceden yapılmış bir görev dağılımına uygun şekilde paslaşarak devam ettirilmek istendiğini düşündürüyor.

Aslında Yargıtay Başkanının da adlî yıl açış konuşmasında buna uygun sözler söylemesi bekleniyor olmalıydı.

Ama Osman Arslan tam tersini yapıp, laikliğin tanımsız ve belirterek, cumhuriyete bağlı dindarları suçlamanın yanlış olduğunu ifade ederek işi “bozdu.”

Onun için de günlerce boy hedefi yapıldı.

Şimdi, oradaki “mevzi kaybı”nın, yargı cenahındaki başka atraksiyonlarla telâfisine çalışıldığını akla getiren bazı gelişmeler oluyor.

Danıştay Başsavcılığı seçiminden çıkan sonuç, bunlardan biri. Gelecek yıl Yargıtay Başsavcılığına da “zehir gibi” birini seçtirmenin hazırlıkları herhalde şimdiden başlamıştır.

Yeni cumhurbaşkanıyla yeni Meclisin seçileceği 2007 yılında gelişmeleri kendi hesaplarına uygun şekilde yönlendirmek isteyen statüko cephesinin, çok önceden başlattığı çok yönlü tahkimatı her cihetiyle yoğunlaştırarak tam gaz sürdürdüğü açıkça görülüyor.

Eski ve yeni Genelkurmay Başkanlarının irticaya vurgu yapan mesajlarıyla, Büyükanıt’ın konuşmalarının “sert başlangıç” şeklinde duyurulması, hattâ hızını alamayan bazı gazetelerin bu beyanları “Yakarım, yıkarım” gibi manşetlerle yansıtması da, sahneye konulmak istenen oyunun bir parçası olsa gerek.

Açıkça belli ki, eski bir film yine vizyonda.

Ancak bu filmin artık eskiden olduğu gibi iş görmesi pek o kadar kolay görünmüyor.

Bir defa, AB sürecinde alınan mesafe, Türkiye'nin yeni bir 28 Şubat tüneline sürüklenmesini ciddî anlamda zorlaştırıyor. AB’nin, özellikle asker-sivil ilişkilerinde demokratik standartlara uymamız noktasındaki ısrarlı takibini sürdürdüğü bir ortamda, askerin başı çektiği yeni bir postmodern müdahale sürecinin başlatılması söz konusu olabilir mi?

İç kamuoyunda da hava farklı. Bilhassa dışarıya açılmanın daha kârlı olduğunu keşfeden sermaye kesimi, ülkenin tekrar içe kapanmasına yol açabilecek tavırlara artık soğuk.

Toplumda demokrasi, hak ve özgürlükler noktasında daha güçlü bir duyarlılık da oluşmaya başladı. Bunun kararlı bir “hakkını savunma” refleksini sonuç vermesi, emrivaki ve dayatmaların başarı şansını iyice azaltabilir.

Umarız, dayatmacılar bunu bir an önce fark ederler de, boşuna yeni sıkıntılar yaşatmazlar.

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çocuklarımız neler okuyor?



Eğitim sistemimizin sıkıntılarını aşması yolunda ne kadar konuşsak, yazsak ve çareler arasak yeridir. Çünkü gençler ‘istikbalimizi teslim edeceğimiz kişiler’dir. 14 milyonu aşkın öğrenci ders başı yaptı, ki bu rakam, pek çok ülke nüfusundan daha fazladır. Meselâ, komşumuz Yunanistan’ın nüfusu bu rakamdan daha azdır.

“Büyük başın ağrısı da büyük olur” kaidesince, bu kadar genç nüfusu olan Türkiye’nin de eğitim sisteminin problemsiz olması düşünülemez. Asıl problem, sıkıntıları görmezden gelmek ve çare aramamaktır.

Peki, bu kadar kalabalık bir öğrenci nüfusuna sahip olan ülkemizde, istikrarlı bir eğitim sistemi olduğunu söylenebilir mi? İstisnalar olmakla birlikte, neredeyse her yıl çocuklarımıza okutulan kitaplar değişmekte ve güya yenilenmektedir. Ancak içerisindeki bilgiler de yenileniyor mu?

Bazı konulardaki ‘teknik’ düzeltmelerin yapıldığı muhakkak. Mesela, artık konşumuz Yunanistan’ı ‘denize dökmüyoruz.’ Bu yönde atılan adımlar mutlaka faydalı ve gereklidir, ancak yeterli olduğunu söyleyebilir miyiz? Kitaplardaki ‘tarih’ düzeltmeleri, sadece ‘dış dünya’ ile mi sınırlı kalıyor? Aynı düzeltmeler ‘yakın tarih bilgileri’nde de yapılıyor mu?

Kamuoyuna açıklanan bilgilere göre böyle bir düzeltme yapıldığını söylemek zor. İlköğretimde okuyan iki öğrenci velisi olmamız sebebiyle kitaplara ‘şöyle’ bir baktık ve ciddî bir yenilenme olmadığını gördük. Bu konuları araştırmak veliler olarak hepimizin görevi olmakla birlikte, eğitim sistemiyle ilgili görüş beyan eden bütün eğitim sendika ve derneklerinin de işi olmalıdır. “Çocuklarımız neler okuyor/ ders kitaplarının eksiği, fazlası nedir?” konusunda olması gereken araştırmaların yapıldığını söyleyemek mümkün değil. Hatırladığımız kadarıyla geçtiğimiz yıllarda MAZLUMDER, “din dersi” kitapları hakkında bir rapor hazırlamıştı. Tarih Vakfı da benzer bir çalışmayı “tarih” kitapları için yapmış ve alternafit kitaplar hazırlamıştı. Benzer çalışmalar yapan kuruluşlar varsa bile, bu çalışmalar yeteri kadar anlatılıp kamuoyu ve veliler bilgilendirilememiştir.

Ağırlıklı olarak öğrencilerin gündemini meşgul eden fen ve matematik gibi derslerin yanı sıra, çocuklarımızın okuduğu (meselâ 8. sınıf) kitaplar arasında yer alan “Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi” dersleri ile “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi”ne yeteri kadar ehemmiyet veriliyor mu? Örnek olması bakımından 8. sınıf ‘din dersi’ kitapı (orta boy) 128 sayfa, ‘insan hakları ders kitabı’ 160 sayfa, ‘inkılap tarihi’ ders kitabı ise 224 sayfa olduğu görülüyor. Belki merak edenler olur: Aynı sınıf öğrencilerinin matematik ders kitabı (büyük boy) 153, fen bilgisi ders kitabı da (bb) 170 sayfadan ibarettir. (Okullara göre kısmî değişiklikler olma ihtimali vardır.)

Verdiğimiz örnekler sadece sayfa sayısı itibarıyladır. Asıl önemli olan, bunların kaçar saat okutulduğu ve daha da önemlisi; neyin, nasıl okutulduğudur. Yani kitapların ‘muhtevası’ acaba ‘çağın şartlarına’ uygun mudur?

Her defasında ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşmaktan bahsedenlerin bu konularda da kafa yorması gerekmez mi? “Din dersi” kitabında (8. sınıf) 11 adet Mustafa Kemal fotoğrafı (tek ve toplu halde) kullanılırken, 2 tam sayfa da ‘okuma parçası’ başlığıyla “Konfüçyüs’ten Güzel Söz ve Öğütler” yer alıyor.

“İnkılap Tarihi” kitabında ‘doğru’ değişiklikler var. Tabiî bu kıyaslama, kendi öğrencilik yıllarımızda okullarda öğrendiğimiz bilgilerle bir karşılaştırmadır. Mesela, M.Kemal’in Samsun’a gidişi, bize öğretildiği gibi değil, daha objektif olarak öğretiliyor. Şimdiki bilgiler de tarihî belgeleri tam yansıtmıyor, ama doğruya yakın bilgiler var. Biz, ‘M.Kemal, Samsun’a gizlice gitti’ diye öğrenmiştik. Şimdi ise, M.Kemal’in “Osmanlı Hükumeti tarafından 9. Ordu Müfettişliği göreviyle görevlendirildiği” anlamındaki bilgiler öğretiliyor. (Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Yeni Çizgi Yayınları, s. 69) Bu bilgiler, son yıllarda ortaya çıkan belgelere daha yakın ‘doğru’ bilgiler. (M. Kemal’in Samsun’a gidişiyle ilgili bilgileri son olarak tarihçi/yazar Murat Bardakçı kamuoyuna açıklamıştı. Hürriyet, 22 Mayıs 2005)

Yakın/uzak tarihimiz, mutlaka belgelere uygun şekilde çocuklarımıza anlatılmalı. Uzmanlar’ın bu konuya el atmasını ve ders kitaplarındaki hataların/eksiklerin düzeltilmesini telep etmek ‘veli ve vatandaş’ olarak hakkımız...

23.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Muamma ve muallâk



“Türklüğü, cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini, devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında arttırılır. Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”

Büyük eleştirilere neden olan Türk Ceza Kanununun eski 159. maddeye karşılık gelen 301. maddesi işte bu düzenlemeleri getiriyor.

Maddeye gelen eleştiri, hangi eylemin “eleştiri,” hangilerinin ise “aşağılama”ya girdiğinin açık ve net yazılmaması, savcı ve hâkimlere geniş yorum hakkı bırakmasına yapılıyor. Bir çok kişi bu maddenin “muallâk hükümler” içerdiği görüşünde hemfikir.

Düşünceyi ifade özgürlüğünün önünde engel olarak görülen TCK’nın 301. maddesinin değiştirilmesi ya da kaldırılması yolunda Avrupa Birliği ve kamuoyundan gelen taleplere rağmen, hükümet içinde netlik yok. Geçtiğimiz Salı günü olağanüstü toplanan Meclis’in görüşeceği kanunlar arasında da yer almayan ve Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 301. maddeden Hrant Dink’in 6 aylık cezası Yargıtay Ceza Kurulu’nca onandı.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Devlet Bakanı Ali Babacan 301. maddenin değişmesini istiyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, “Oturur konuşuruz” derken, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin, “Yargıtay’ın içtihat kararlarını beklemekte fayda olduğu” görüşündeler. AKP Grup Başkanvekili Gündüz ise “Bu madde kalkmalı. Ekimde Meclis’e gelir” diyor. Yani hükümet içerisinde bu konuda bir netlik halen yok, her kafadan başka bir ses çıkıyor.

Adalet Bakanı Çiçek, “Her şeyi AB istiyor diye yapacak değiliz. Biz istiyorsak, kendimiz için istiyorsak o başka. Ancak uygulamayı görmek lâzım. Bakın geçenlerde Yargıtay ‘Basın abartabilir’ diye karar da aldı. Bir denge bulunacak elbette. Yoksa niyet kötü olursa, bugün bu yasayı değiştirirsiniz, yarın biri bir başka maddeden dâvâ açar” diyor.

İngiliz araştırmacı Kirsty Hughes, AB üyeliği sürecinde eleştirilerin önemine dikkat çekerken “Gazetecileri mahkûm ettiren 301. maddeyi değiştirirseniz birçok eleştirinin önü kesilir” şeklinde haklı bir tavsiyede bulunuyor.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk ise, 301. maddenin tamamen kaldırılmasını savunanlar arasında. Selçuk, TCK’daki 216, 301 gibi maddelerin tez elden değiştirmesi gerektiğini söylerken, “Düşünce suçu ahlâka aykırıdır” diyor.

AB Komisyonunun, Türkiye’yle ilgili ilerleme raporunun açıklanmasını 8 Kasım’a ertelemesinin Türk Ceza Kanununun 301. maddesinin değiştirilmesi yönünde artan çabalarla ilgili olabileceğini söyleniyor.

“Baba ve Piç” adlı kitabında “basın yoluyla Türklüğü aşağıladığı” gerekçesiyle Türk Ceza Kanununun 301. maddesinden yargılamaya başlanan yazar Elif Şafak’ın, ilk duruşmada “suç unsuru oluşmadığı ve yeterli delil bulunamadığı” gerekçesiyle beraat etmesi “içtihatlar” açısından önemli; ancak “muallâk hükümler”i içeren maddenin başka hâkim veya savcılarca nasıl değerlendirileceği de meçhul.

301. maddeden beraat eden Elif Şafak da buna dikkat çekiyor: “301. maddede iyileştirmeye gidilmesini umuyoruz. Defalarca bu maddenin yanlış kullanıldığını gördük. 301. madde olduğu sürece bu dâvâlar bitmeyecektir. Bu dâvâ bitecek, bir başka dâvâ başlayacak…”

“Hakaret etmekle, eleştirinin” sınırlarının çizilmediği, birisi için fikir özgürlüğü anlamına gelen bir cümle, bir savcı tarafından “hakaret” olarak nitelendirilebilecektir. Bu maddenin değiştirilmesi, çelişkilerin giderilmesi gerekiyor. Çiçek’in dediği gibi “niyet kötü olursa” dâvâlar açılmaya devam eder.

Artık düşünce ve ifade özgürlüğü önünde tehdit oluşturacak maddelerin kaldırılması gerekir. Bunun içinde de içtihatları beklemeden 301. madde ya tamamen kaldırılmalı ya da “özgürlükçü” hale getirilmelidir. Tabiî bu arada diğer düşünce önünde engel olan maddeler de bu çerçevede değerlendirilip, düzeltilmelidir.

Bu yapılmazsa önümüzde günlerde Türkiye’nin imajını zedeleyecek dâvâ ve mahkûmiyetlerin artacağı aşikârdır…

23.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004