Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Gerçekler ortaya çıkar



Gerçeklerin uzun süre gizlenemeyeceği, her yeni ‘belge’nin ortaya çıkmasıyla bir defa daha anlaşılıyor. Aynı günkü gazetelerde yayınlanan farklı haberler, ‘belge’ler konuşunca bazılarına susmak düştüğünü ortaya koydu.

Meselâ, “Hitler’in ordusunda Yahudiler de varmış” başlıklı bir haberi gazetelerde okumak şaşırtıcı oluyor. Çünkü Hitler, bütün dünyada Yahudi düşmanı olarak bilinir ve tartışması hâlâ devam eden “soykırım”a imza attığı öğretilir.

İlgili haberde şu bilgiler yer alıyor: “20’nci yüzyılın en büyük soykırımını Yahudilere karşı uygulayan Hitler’in ordusunda, aralarında general ve amiral rütbesine de yükselmiş Yahudi askerlerin bulunduğu ortaya çıktı. Dil öğrenmek için gittiği Almanya’da arşiv araştırmaları yapan American Military University tarih kürsüsü öğretim üyesi Bryan Mark Rigg, ‘Hitler’in Yahudi Askerleri’ adlı kitabında Auschwitz’te bile gardiyanlık yapan Yahudiler olduğunu ve bunların da soykırıma katıldığını belgeledi. Rigg, toplam 1671’i Nazi-Yahudi’nin ele alındığı kitabında, 161 Yahudi’nin savaşırken öldüğünü, 244’ünün Demir Haçı, 1’i Gümüş Alman Haçı, 19’u Altın Alman Haçı, 18’inin de Almanya’nın en üst düzey askerî madalyalarından Şövalye Haçı ile ödüllendirildiğini anlatıyor.” (Akşam, 14 Eylül 2006)

Hitler’in ordusunda görev alan böyle ünlü Yahidilerin olması önemsenecek ve tarihin yeniden yorumlanmasını gerekli kılacak ‘bilgi’ler değil midir? Kimbilir, zamanla-içerde ve dışarda-daha ne gibi sürprizlerle karşılaşacağız?

***

Kartelin ‘şeriat şoku’

Hollanda Adalet Bakanı Piet Hein Donner’in, İslâm, laiklik ve şeriatla ilgili beyanları, belki de en fazla Türkiye’deki ‘bir kısım medya’yı endişelendirdi. Hollandalı bakanın beyanlarının Avrupa’da tartışma başlattığını duyuran gazeteler, ilgili haberi “Şeriat şoku” başlığıyla vermişler. Piet Hein Donner’in beyanlarının tartışma başlatması tabiîdir. Hele hele bu beyanlar Türkiye’deki ‘bir kısım aydın’ için şok edici olmanın da ötesinde bir anlam ifade eder. Ama aynı zamanda var olan ‘dünya gerçeği’ni de gösterir.

İlgili haberde şu bilgiler var: “Tepkiler üzerine, iktidardaki Hıristiyan Demokratlar Birliği’ne (CDA) mensup Adalet Bakanı Donner, şeriat düzenini savunan biri olmadığını ısrarla vurguladı, yalnızca teoride böyle bir geçişin mümkün olabileceğini anlatmak istediğini belirtti ve Hollanda’daki Müslümanların kendi geleneklerine göre yaşamaları için daha fazla özgürlük tanınması gerektiğini söyledi. Donner, “İslâmiyet, şeriat kanunlarının getirilmesi anlamına gelse de Hollanda tarafından kucak açılmalı. Hollanda’da halkın üçte ikisi şeriat yasalarını isterse, bu mümkün olmamalı mı? Bunu yasal olarak engelleyemezsin ki. Çoğunluk ne derse o olur. Demokrasinin özü işte budur” dedi. Hollanda’da laiklik konusunda “kantarın topuzu kaçtı” değerlendirmesinde de bulunan Donner, bu sebeple ülkede İslâmın güçlenmesine “aşırı” tepki gösterildiğini ifade ederek, “Tanrıya inanmanın geri kafalılık olduğunu düşünecek kadar kibirlilik sergileniyor” diye konuştu. İslâmın Hollanda’da yerini bulması gerektiğine dikkat çeken Piet Hein Donner, “Müslümanlara ait değerlere ve geleneklere de saygı duyup kabullenmeliyiz. Müslüman din adamları beni ziyarete geldiğinde ’hadi gidip bir şeyler içelim’ diyemem” ifadesinde bulundu.” (Hürriyet, 14 Eylül 2006)

İşte inanca ve insana saygı. Yeni 28 Şubat süreçleri oluşturmak için ‘değirmene su taşıyan’ medya için bu beyanların ‘şok edici’ olmasını her halde normal görmek lâzım...

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Nasıl bir ‘görüntü’ taşıyoruz?



Yüzümüz duygularımızın haritası

Doğrusu çoğu zaman, ‘yaşayıp gidiyoruz, sürünüp gidiyoruz’ diye diye nasıl bir görüntü taşıdığımızı unutuyoruz.

Oysa ki duygularımızda olup bitenler, dış gündemimizi etkiliyor.

İç karmaşa, yüz hatlarında, alın çizgilerinde kendini gösteriyor, tabiî iç huzur da...

Kişiyi görür görmez, ‘mutlu insan’ ya da ‘kaygı dolu’ deriz. Hele hele birkaç cümle kurunca, iç atmosfer kendiliğinden gündeme oturuyor.

Onun için, yüzümüze ve bedenimize yansıyan, duygularımızın haritasıdır.

Bu, zamanla bizim görüntümüzü oluşturur.

***

Davranış okumaları anlamlı

Biz fark etmesek de, muhataplarımız bizi okuyorlar.

-‘Ne oldu sana komşu, oldukça kederli gözüküyorsun.’

-‘Sevincin gözlerinden okunuyor.’

-‘Bir şeyler var, ama çözemiyorum.’

-‘Çökmüşsün be kardeşim.’

-‘Ooooo! Gençleşmişsin...’ gibi ifadeler, davranış okuma ifadeleridir.

Bu ifadeler çoğu kez, bizim de içimizden, ‘evet ya, adam bildi’ dediğimiz cinsten doğruluk taşımaktadır. Nitekim yüzler, gözler, eller ve bir bütün olarak beden, muhatabımızla etkili bir şekilde konuşmaktadır. Onları eğitmek ve değiştirmek de mümkündür.

Onun için gerçek görüntülerimiz komşularımızda saklıdır.

***

Sahte kimlik ve gerçek kimlik

İnsanlar nazarındaki görüntümüz, aslında gerçek kimliğimizdir. Çevremizden bizi değerlendirenler, bizi ‘olduğumuz gibi’ gördüklerinden, ortaya konan düşünceler, yorumlar büyük oranda doğrudur. Ama insan kendini değerlendirirken, hata ve kusurlarını görmezden gelerek sahte bir kimlik oluşturabiliyor.

Hep merak ederiz, ‘Yanlarından kalkıp gittiğimiz insanlar acaba bizim hakkımızda neler söylüyorlar?’ diye. Ya da ‘Uzun yıllar komşuluk yaptığımız komşumuzun bizim hakkımızdaki kanaati nedir’ diye. Bu merak anlamsız değildir.

‘Ben Hakk’ı bilirim, bana ne, insanlar ne düşünürse düşünsün’ diyen kişi, bir şeyleri eksik bırakıyor demektir. Çünkü Hakk’ın rızası da halkın rızasından çok ayrı değildir.

Komşu öylesine bir yorum yapmaz. O genelde bizim gerçek görüntümüzü sunar. Yapılan yorum, yıllardır oturmuş bir kanaatin yorumudur. Bizim katılmadıklarımız varsa da, onlar kendimizde görmediklerimiz veya görmek istemediklerimizdir.

Komşu birer aynadır.

Ama tabiî komşu da komşu ola...

***

‘Komşu kanaati’ne dikkatler çekiliyor

Hadis-i şerifler, komşunun bizim hakkımızdaki taşıdığı kanaatlere dikkatleri çekiyor; “İyiliği yap, kötülükten sakın, yanlarından kalktığın zaman halkın senin hakkında söyleyeceklerinden hoşlanacağın şeyleri gözet ve yap.”

“Komşun seni iyi diye överse, sen iyisin; kötü diye yererse, sen kötüsün.”

“Kişinin Allah katındaki derecesini öğrenmek istiyorsanız, bulunduğu topluluktan kalktığında veya öldükten sonra arkasından yapılan övgülere bakın.” (Camiü’s-Sağır, 1. Cild).

Hadis-i şerifler bizi komşu, arkadaş ve dostlarımızın bizim hakkımızdaki kanaatlerini dikkate almaya çağırıyor. Onun için Allah katında ne anlam ifade ettiğimiz, insanlar arasında ne anlam ifade ettiğimizle doğrudan alâkalı.

Tabiî buradaki komşu; apartmandaki kapı komşumuz, alt-üst katlardaki komşularımız olabileceği gibi; iş yerindeki oda arkadaşımız, spordaki maç arkadaşımız, yolculuktaki yol arkadaşımız da bir komşuluk ihtiva edebilmektedir.

Hadis-i şeriflerdeki muhteva, komşuluk anlayışının iyice yozlaştığı günümüzde, tekrarla nazarlarımıza sunulması gereken bir derstir.

Komşular arasındaki şikâyetlerin artması, iyiye alâmet değil.

Hz. Aişe (ra) anlatıyor:

Allah Resulü’nden (asm) şunları işittim: “Cebrail bana komşu hakkına riayet olunmasını o kadar vasiyet etti ki, onu mutlaka mirasçı yapacak sandım.”

***

Ne dersiniz komşunuz hakkında?

Komşu sizin hakkınızda ne der?

Değerlendirelim efendim.

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Kısa bir misafirlik



İnsan aşırılıkları ve mübalâğasıyla vardır. Halbuki doğru olan, kazançlı olan her şeye gerçek değerini, gerçek fiyatını verebilmek ve onu doğru şekliyle kabullenebilmektir. Bizim, insan olarak en büyük aşırılığımız, en radikal davranışımız kendimizi şu dünyada sonsuz bir ömre sahip sanmamızdır.

Bu sebeple geçici bir hayata sonsuz bir fiyat biçiyoruz, sınırsız bir hırs ile çabalıyoruz. Misafir olduğumuz evde, ya işgalci gibi davranıyoruz ya da neredeyse evi sırtımıza almaya varan gayretlere ve endişelere giriyoruz, bu uğurda pek çok değerleri feda ediyoruz.

Aslında dünya coğrafyasındaki keşmekeşin en önemli sebeplerinden birisi de budur. Şu dünyaya bakın: Haksızlığın olduğu her yer; kendilerini ölümsüz, devletlerini ebedî, mülklerini yıkılmaz ve güçlerini tükenmez olarak görüp ona göre kendine hayat tarzı çizenlerle doludur. Halbuki tarihe bakıldığında; ebedî olan, bâki kalan ve sonsuz olan hiç bir şey yoktur.

Zaman onların üzerine öyle bir sünger çekmiş ki, pek çoğu günümüz insanı için sadece bir arkeolojik kazıdan arta kalandır. Eğer dünyanın ömrü uzun olsaydı bu günün güçlüleri de, ileriki çağın daha da çağdaş insanları için, ilkelliği ile ilginç birer arkeolojik değer olacaktı. Bizim medeniyetimizin kalıntıları, kendimize göre çok modern ve ileri olan güya ölümsüz değerlerin kayda alındığı arşivler ve kayıt metotları, onlara göre belki de çivi yazısı ya da hiyeroglifler gibi antika kalacaktı. Bizim “ölümlü insan için, bir çok insanın malı ve canı pahasına güya ölümsüz dev piramitler niçin yapılmış” diyerek hayretimizi gizleyemediğimiz gibi onlar, daha da ilginç sorular soracaktı.

Piramitler ilk yapıldığında kimbilir ne kadar parlak, ne kadar göz alıcı ve ne kadar muhteşemdi. Şimdiki haliyle ilk hali arasındaki fark; belki de, firavun ile mumyası arasındaki fark gibiydi, ya da eninde sonunda öyle olacak. Dünyayı ebedî sanan ve ona göre yaşamaya çalışan, ona göre mülkler edinen insanın hali, misafir olarak gidilen evde, çocukların kurduğu oyunlara ve oyuncak evlere benzer. Çocuklar için oyunun zevki belki de gerçek ile anlık zevkleri ve anlık yanılmaları birbirine katıp karıştırmaktadır. Ancak aşırıya kaçıldığında ne oyunun tadı kalır, ne evin, ne de misafirliğin… Misafir rahat etmek istiyorsa ev sahibinin ve misafirliğin kurallarına uymak zorundadır.

Toplum modernleştikçe gecekondular azalıyor diye düşünürüz. Fakat gecekondunun sadece işgal edilmiş bir arsa ve üstündeki plansız bir bina değil, bir yaşantı ve hayat tarzı olduğunu unutmamak gerekiyor. Dünyayı ebedî sanarak kalın gaflet perdesi altına giren toplumlar, misafir olarak geldiği dünya mülkünde derme çatma da olsa bir gecekondu kapma yarışına girmişlerdir. Halbuki nasıl şehirlerin bir imar planı varsa, dünya mülkünün de kader kalemiyle çizilmiş bir planı ve programı var ve burası kimseye ebedî olarak verilmemiştir. Misafirhane olduğunu anlamak için, vaktiyle misafirhanede kalanların uzayıp giden isim listesine, yani kabirlere bakmak kâfidir. Firavun da, köle de listede sadece bir isimdir. Fazlası, listedeki ismin yanına düşülmüş bir hatıra notudur, kısa bir hayat hikâyesidir, yeni misafirlere ibretli bir derstir.

Fizikî şartlar olarak misafirliği en iyi anlama imkânına sahip olan Hz. Âdem ve Hz. Havva idi. Cennet gibi bir mülkten dünyaya gelmek, saraydan çadıra geçmek gibi bir şey. Ancak insanın kendi eliyle kazanmadığı, bir yaprağını dahi halk etmeye gücünün yetmediği göz alabildiğine ormanlar, yeşil alanlar, dağlar, denizler, çöller, içinde insanın emrine âmade milyonlarca hizmetkâr canlılar ve üstünde harika bir gökyüzü ile koca dünya mükemmel döşenmiş tam bir misafirhaneydi. Sonraki insanlar misafirhanede doğup büyüyenler gibi gerçek şartları ve çevreyi fark etme imkânı daha az olanlardır. Bu sebeple olsa gerek dünyanın babalarımızdan bizlere miras kaldığını zannediyoruz, halbuki bize miras kalan dünya değil, kıymetli bir misafirliktir.

Hayat bir çok sıkıntısıyla, keşmekeşi ile “çilelidir” deriz. Fakat şu dünya misafirhanesinin merhametli sahibinin iltifatıyla misafirlik yine de rahat ki, insan mümkün olduğunca uzatmaya çalışıyor. Yine bu rahatlığıyla ve de eşyaya alışmanın verdiği ülfetle hayat çok uzun gözüküyor ve misafirliğimizi unutuyoruz. Halbuki geriye bakıldığında ya da yaşlılara sorulduğunda dünya misafirhanesinin de “üç günlük” olduğu fark edilecektir. Hesap gününde ise bu misafirliğin daha da kısa olduğu dehşetle görülecektir. Nitekim Mü’minun Sûresi’nde ifade edildiği gibi “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” sorusuna misafir gibi yaşamayanlar büyük bir pişmanlıkla “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık” diyecekler. Demek ki bu kadar kısa süreli bir vazifeyi yerine getirememenin ve emanete hıyanet etmenin, ebedî hayat için gerekli şeyleri tedarik etmemenin pişmanlığı ve ezikliği duyulacak.

Yazımızı Risâle-i Nur’dan bir söz ile noktalayalım: “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir.”

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Manevî temizlik için önemli fırsatlar



İçinde bulunduğumuz şu günler; yani “şuhur-u selâse / üçaylar”, mü’minler için hem çok büyük bir fırsat, hem de çok önemli bir nimettir. Kıymetini bilen akıl, iz’an, idrak ve feraset sahibi olanlar için “manevî bir fuar, panayır, bayram” hükmündedir. Bu mübarek günler, gerçek ve derin mânâ ve önemini bilenler için değerlendirilecek büyük bir fırsattır.

Neler yapılabilir?

Mânen yeni bir dönemin içinde olduğumuzu fark etmek, en başta gelen bir sorumluluk ve şuurdur. Ondan sonra bu “manevî mevsimin” Âlemlerin Efendisine (asm) gelen hediye ve nimetlerini düşünüp, idrak edip ona göre günlük, aylık, yıllık hayatımızı tanzime, programlamaya gayret etmektir.

Bu manevî atmosferin uhrevî hediyelerinden en önemli olanları:

* Üçaylarda her türlü sevabın en azından ona katlanması.

* Şeytanın hareket sahasının sınırlanması. Rahmet kapılarının açılması.

* Manevî atmosferin bütün cihanı, özellikle de âlem-i İslâmı kaplaması.

* Kalplerin, gönüllerin, akıl ve bedenin manevî hazlarla coşup Allah’a karşı “kulluk” vazifesini daha dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışma gayreti içinde bulunması… vb. çok önemli kazançlardır.

Şimdi insanlığın önüne yep yeni bir İslâm anlayışı ve perspektifi açan Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Cennetmekân müellifinin bu mübarek aylar olan “Şuhur-u Selâse” konusunda Müslümanlara bıraktığı manevî mirasa ait bazı hakikatlere kısaca bir bakalım.

Hem şahsî, hem ailevî, hem de İslâm dünyasını kuşatan bir sıcaklığı, atmosferi, manevî kazancı öne çıkaran, çok önemli bir kuvveti keşfedip Müslümanların önüne koyan müthiş bir tesbit: “Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâmın manevî havası, umum ehl-i imanın ahiret kazancına ve ticaretine ciddî teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı sâfileştiriyor, güzelleştiriyor, müthiş ârızalara ve fırtınalara mukabele ediyor.”

İşte imanlı gönülleri bu manevî havanın önemine karşı uyaran bir hatırlatma ve ihtar: “Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymettar leyâli-i mübarekeleri tebrik ediyoruz.”

Bütün duyguların “maddiyata” yöneldiği böyle bir zamanda, üç ayda “seksen sene” manevî bir ömür kazandıracak hakikatin ifadesi: “Evvelâ: Seksen küsûr sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz.”

Duâların kabulünün öne çıktığını nazara veren, şahs-ı manevîyi öne çıkaran nazik bir ihtar ve yardım çağrısı: “Fakat bu şuhur-u mübârekenin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde halis duâlarınızla bize yardım ediniz.”

Bu mübarek ayların kıymetini takdir bâbında söylenen bir ikaz, hatırlatma ve bir hayat tecrübesini paylaşma gereğinin ifadesi: “İkinci mesele: Ben hem kendimde, hem bu yakındaki Risâle-i Nur talebelerinde şuhur-u muharremeden sonra bir yorgunluk ve şevkte bir fütur görüyordum.”

Dünya hayatının cazibesinin çekim sahasını ve tehlikesini hatırlatan önemli bir tesbit: “Şuhur-u muharremeden sonra, hususan bahara yakın, hayat-ı dünyeviye gafleti bir derece fütur vermekle beraber, bazı sarsıntılar ve hastalıklar ve askerliğe gitmek cihetinde Risâle-i Nur’un hizmetine bir derece zaaf gelmiş diye endişe ediyordum.”

Şimdi inananlara düşen görev: En büyük nimet olan hayat dahil, bu dünyada maddî ve manevî bütün kazançları bize lütfedip bahşeden Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifemizi yerine getirip, verdiği maddî ve manevî nimetleri bu mübarek aylarda onun emri doğrultusunda onun yolunda—meşrû dairede—sarf etmek olmalıdır.

Gölgesi üzerimize düşen, ayların sultanı mübarek Ramazan ayından önceki bu mübarek günlerin idrakini bilerek, birlikte, hakkıyla değerlendirebilmek ümit, temennî ve duâsıyla...

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Eylül düştü toprağa



16-9-2006 yine bir Eylül çaldı kapımızı. Dünya kurulalıdan beri kaç Eylül yaşandı acaba? Hüzün, umut karışımı kaç yaprak düştü toprağa ve toprak kaç Eylül gömdü bağrına? Her şeyi bilen biliyor elbette yaşanmışlıkların tamamını. Dökülenleri, yapılanları, ölüp dirilenleri, düşüp kırılanları ve yeniden inşa olanları biliyor elbette…

Bir Eylül daha gelip kondu işte hayatımıza. Güneş biraz daha sararmış, rüzgâr daha bir hissettiriyor varlığını ve yapraklar bırakıyorlar kendilerini tutundukları o güvenli dalların ellerinden birer birer yere.

Önce yüreğimize uğrar Eylül. Bitirmenin adıdır bir tarafıyla. Her şeyin bittiği, güvenli dallarından teker teker düşüp, bir şeylere karıştığı yerdir. Yeni bir mevsim başlangıcından çok daha ötedir Eylül. Yüreğimizin en hüzünlü sokak ve caddelerinde yürüyüşe çıkarır bizi. O yüzden biraz hasret kokar. Çünkü giden bir çok güzelliğin ayrılığı ince bir sızıyla kalbimizde o gitmelerin yaralarını hatırlatır. Gençliğimiz gibi, sevdiklerimiz gibi ve onların ardından yiten duygularımızın boşluğu illâ durup durup bize ayrılığı hatırlatır. Ve her ayrılığın da gönlümüzde diğer yanı hasrettir.

Bir yanıyla hatırlananlar ayıdır Eylül. Onca faniliğin boşluğunu yüreğimize yüklemesi de bundandır belki de kim bilir? Hatırlatmak içindir, yok olmayı, hiç olmayı, yüreğimizin bu yokluğun ve hiçliğin içindeki sancılarını. Yokluğa katlanamayacaktır yürek çünkü. Bilir bunu Eylül’ü gönderen ve Eylül. O yüzden hatırlatır bize yokluk ve hiçlik bir seçimdir. Ve insan seçtiklerinin eseridir. Her Celâlin içinde Cemaliyle de yansıyan Zat bilir Eylül’ün öbür yüzünü. Göstermek istediği de bu sarı zarfın içinden toprağa düşen tohumlardır zaten.

Bir yanıyla yeniden inşadır Eylül. Sarı zarftan toprağa saçılan tohumların hasretle baharını beklediği yerdir. Kalbimize gömdüğümüz ötelere ait binlerce umut, arzu, hayal, yitirme ve kavuşmanın tohumlarının yüreğimize serpildiği mevsimdir. Gözlerimiz bakışlarıyla hep sonsuz olana çevrilirken, avuçlarımızdan arza ulaşan da hep bu yeniden var olma duâsıdır.

Eylül’ün toplamı, hasret, bekleme ve inşadır…

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mücedditler zinciri



Bursa’dan Mustafa Şahin/Erdoğan Akdemir: “Asırlara göre Mücedditler kimlerdir?

Bediüzzaman Hazretleri, Âyetü’l-Kübra risâlesinde kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın görüp izlediklerini anlatır. Seyyah, peygamberlerin (as) meclislerinden sonra, Dokuzuncu Mertebe’de, imanının kuvvetinden gelen ulvî bir hakikat zevki ile peygamberlerin dâvâlarını ilme’l-yakîn sûretinde kesin ve kuvvetli delillerle ispat eden ulema, asfiyâ ve sıddikîn denilen ve ilimde derinliği olan müçtehit muhakkiklerin dershanelerinden çağırılır. Çağrıya uyan ve muhakkiklerin dershanelerine giren seyyah görür ki, binlerle dahi ve yüz binlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan derin tetkikleriyle başta Allah’ın vacip varlığı ve birliği olmak üzere bütün müsbet îmânî meseleleri ispat ediyorlar. İstidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde, her birinin kuvvetli ve yakinî bürhanlarla imanın usul ve erkânında hemfikir olmalarını ve ittifak etmelerini çok yüksek bir hüccet olarak gören Seyyah, bu yüksek hüccetin karşısına onların tamamı kadar bir zekâ ve ehliyet sahibi olmayanın asla çıkamayacağını anlar.

Bu muhteşem ve geniş dershanede, muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurların, yeryüzünün yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını gören seyyah, öyle bir îman kuvveti bulur ki, bütün inkâr ehli toplansa onu zerre kadar şaşırtamaz ve sarsamaz!1

Üstad Bedîüzzaman, Âyetü’l-Kübra’da isim vermeksizin, fakat “binlerle” diyerek “çokluk” belirten bir üslûpla ifade ettiği bu ilimde derinliği olan müçtehit muhakkiklerden bir kaçının ismine On Dokuzuncu Söz’de yer verir. Ebû Hanîfe, İmam-ı Şafiî, Bâyezıd-ı Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbânî (Rh.a.) gibi imamlar, muhtelif asırlarda hidâyet güneşinden aldıkları feyiz ile çiçek açan “milyonlar münevver meyveler”den sadece bir kaçıdır.2 Hazret-i Üstad Meyve Risâlesinde de muhakkik, müçtehit ve sıddikîn imamları “milyarlar” kesret ifadesiyle telâffuz eder.3

Peygamber Efendimiz’in (asm) verdiği, her bir asırda bir müceddid-i din geleceği haberine Bedîüzzaman’ın nazarıyla yaklaşmak, en sağlıklı yoldur. Yani müceddidler her bir asırda, her bir meslekte, her bir meşrepte, her bir ilim dalında ve her bir memlekette ayrı ayrı değerlendirilmeli, sayıları kesinlikle sınırlandırılmamalıdır. Ancak her bir daldan numune göstermek mümkündür. Söz gelişi, siyasette Ömer İbn-i Abdülaziz müceddid olduğu gibi, fıkıhta İmam-ı Azam Ebû Hanîfe, İmam-ı Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Mâlik (ra); tasavvufta Ma’ruf-u Kerhî, Bâyezıd-ı Bistâmî, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Bahaeddin Nakşibend, Şemseddin-i Tebrizî, Mevlânâ Câmî, Mevlânâ Halid Bağdâdî; ahlâkta Ahmed Yesevî, Şeyh Edebâlî; hadiste Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Buhârî, İmam-ı Müslim, Tirmizî; feyz, hârikalar ve kerâmetlerde Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylânî, Ahmed er-Rüfâî; gizli sırların keşfinde Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî; tarîkat ve akaidin inceliklerinde ve mertebelerinde İmam-ı Rabbânî ve nihâyet asrımızda “îman hakîkatlarının keşif, tahkîk ve hakka’l-yakîn sûretinde görülüp anlatılmasında” Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin müceddid-i din olduğunda şüphe yoktur. Bu sayılanların dışında da, hiç şüphesiz burada yer veremeyeceğimiz kadar, fakat başımızın tâcı bulunan çok sayıda müceddid gelmiş ve görev yapmıştır.

Bunların her biri, ayrı bir ummandır. Bu zincirin asrımızdaki halkasından tutunmaksa,—inşaallah—bizi bütünün feyzine ve hidayetine ulaştırır.

Allah cümlesinden razı olsun. Âmin.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 110

2- Sözler, s. 218

3- Şuâlar, s. 179

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kahve, tv ve mezarlara göçen beyinler!



Goethe Üniversitesi Arap-İslâm Bilim Tarihi Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Fuat Sezgin, “Müslüman bilim adamları duraksamasaydı atom iki yüzyıl önce parçalanabilecekti. Modern anlamıyla birçok bilim dalının kuruluşu ve kökeni Müslümanlara dayanıyor. Bugünkü Batı medeniyeti İslâm medeniyetinin çocuğudur, devamıdır. Ancak bugün bunu ne Batılılar, ne de Müslüman dünyası biliyor” diyor.

Matematik, tıp, astronomide olduğu gibi, Portekizlilere mal edilen modern denizcilik biliminin de kurucusunun Müslümanlar olduğunu söyleyen Sezgin’e göre, 15. yüzyılda Müslümanlar denizde mesafe ölçebiliyordu.

Batılıların “Müslümanların bizden çok ileride olduklarına şüphemiz kalmadı. Ama nasıl oluyor da bu kadar ileri insanlar bugün bu kadar geri haldeler?” sorularına mukabil “Ben de 60 yıldır bu sorunun cevabını arıyorum” diyen Prof. Sezgin, “Evvelâ, umumiyetle dinin veya dinin bir müessesesinin gerilemede mesul olduğuna inananlar var. Ben bunu tamamıyla reddediyorum. İslâm dini, bu ilimleri hiçbir medeniyette tanımadığım bir şekilde geliştirdi ve zirveye çıkardı. Himaye etti. Tabiî bu, İslâm dünyasında mutaassıplar yoktu mânâsında değil. Ama onlar hiç tesir icra edemediler... Din, ilmi teşvik ediyordu, asla baltalamıyordu. En büyük alimlerin, tabiî ilimler sahasındaki kitaplarını okuduğumuz zaman bakıyoruz Bismillah ile başlıyor, Elhamdülillah ile bitiyor. Modern bir bilim adamı nasıl çalışıyorsa onlar da öyle çalışıyorlardı. Bu şartlar altında Müslüman dünyada ilim büyük bir gelişme gösterdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru İslâm medeniyeti ve bilimi duraklamaya başladı”1 diyor.

İstatistiklere göre, bugün de 6 bini aşkın ilim adamı ve akademisyeni Batı üniversite ve araştırma merkezlerine kaptırdık. Buna beyin göçü deniyor.

Beyin göçü, bu değil aslında. Çünkü, oralarda yine ilim-fikir üretiyorlar. Asıl beyin göçü kahvelerde, tv karşısında ve mezarlarda! Acaba hiç çalıştırılmadan kaç yüz milyon beyin mezara göçtü; kaçı kahvelerde ve tv karşısında öldü!

Beyin araştırmaları ve sinir-bilim dalı uzmanları, bir insanın günde ortalama on bin sinir hücresini yitirdiğini, ömrü boyunca da yüzde 5’lik bir kaybı olduğunu belirterek, bunu önlemenin yolunun, beyni kalıpsallıktan çıkartıp şaşırtmaktan ve hafıza geliştirme yöntemlerini kullanmaktan geçtiğini tesbit etmişlerdir.

Beyin hücrelerinin ölmesinde en büyük faktör strestir. Strese yol açan ise olumsuz düşüncelerdir.2 Beynimizin hafıza şubesinin zayıflaması ve harap olmasının bir diğer sebebi, daha doğrusu en büyük sebebi, onu çalıştırmamak, yeni bilgilerle takviye etmemektir.

Kullanılmayan duyu ve uzuvlarımız tıbben dumura uğradığı gibi, birer cevher olan zekâ ve hafıza da çalışmazsa paslanır. Beyin hücreleri dışındaki tüm vücut hücreleri hemen her sene kendisini yenilemektedir. Beyin hücrelerimizin yedi yılda bir yenilendiği ve beyin hücrelerinin ölümünün, yaşlılıktan değil, kullanılmamasından ileri geldiği ifade edilmektedir. Nörolojik araştırmalar, beynin çalıştırılmadığında hantallaşarak sair uzuvlar gibi kireçlendiğini göstermiştir.

Bilhassa televizyonun düğmesine hâkim olmalı; bu mümkün değilse ya ondan uzak durmalı, ya da onu evden uzaklaştırmalıyız. Yoksa o beynimizi göçürecek!

Dipnotlar:

1. Zaman, 12.04.2004.;

2. Prof. Dr. Nurselen Toyga, Yeni Asya/25 Mart 2003.

16.09.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yassıada'da hazân günleri



Bundan kırk beş yıl evvel (1961) Yassıada'da yaşanan hazan günleri, aslında bütün Türkiye'nin acı ve ıztırap yüklü "hüzün günleri"dir.

Şâir Faruk Nâfiz'in tâbiriyle o bir avuçluk kara parçasında "Bir vatan derdi birikmiş"ti.

Şair, dosdoğru söylüyordu. Çünkü, bir Demokrat olarak kendisi de oradaydı ve aynı dert ile hem–dert idi.

Marmara Denizini "bir mavi göz"e, Yassıada'yı ise, o gözdeki bir "elem ketresi"ne benzeten şair, Yassıada'nın o günkü hazin manzarasını işte şu ölümsüz mısralarla resmediyor:

Bilmiyor gülmeyi sâkinlerinin binde biri;

Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada.

Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;

Mavi bir gözde elem katresidir Yassıada.

Evet, o günlerin Yassıada'sında hakikaten bir vatan derdi birikmişti.

Bu büyük dert ile yanan milletin gözlerinden ise, damla damla elem katreleri akıyordu. Bilhassa, o yılki Eylül ayının tam ortalarına gelindiğinde, akan gözyaşı damlaları, adeta sel olup taşmaya başladı.

Zira, 14 ayrı dâvâdan yargılandıkları halde, cezayı gerektirecek bir tek suçu tesbit edilemeyen Adnan Menderes ve yüzlerce partili arkadaşı, o günlerde en ağır cezalara çarptırıldı.

Mahkeme kararları arasında 13 kişi için de idam cezası vardı.

Bunlardan üçünün infazı 16 ve 17 Eylül günlerinde yapıldı ki, her üçü de hür irade ile seçilmiş güzide birer vatan evlâdıydı: Biri Maliye Bakanı Polatkan, biri Dışişleri Bakanı Zorlu ve biri de Başbakan Adnan Menderes idi.

Berin Hanımın çilesi

Bir yıldan fazla süren kahır ve çile yüklü Yassıada günleri, 27 Mayıs (1960) darbesinden hemen sonra, yani Haziran ayının daha ilk yarısında başlamıştı.

İşte, mazlûm başbakanın eşi Berin Hanımın 13 Haziran 1960 tarihli mektubunda Adnan Menderes'e hitaben yazmış olduğu ifadeler:

"Adnancığım,

"Üç gündür senden bir haber alamadığım için çok meraktayım. İki gündür gazeteler Yassıada’ya götürüldüğünü yazıyor, fakat katiyetle bir şey öğrenemediğim için büyük üzüntüdeyim.

"Buradayken, her gün senden el yazınla tezkere alıyor, seviniyorduk. Bugün posta ile mektup gönderebileceğimizi söylediler. Hemen bir telgraf çektim. Senin de bana telgrafla sıhhatini bildirmeni rica ederim.

"Akşam gazetesinde senin bana çektiğin bir telgraf yayınlandı. Fakat bana böyle bir telgraf gelmedi. Daha doğrusu Ankara’dan gittikten sonra, hiçbir mektup ve telgrafın gelmedi. Bu merak beni harap ediyor. İnşaallah sıhhattesindir ve haberini alır sevinirim."

Bu sözlerin sahibi, daha iki hafta öncesine kadar Türkiye'nin mukadderatında söz ve irade sahibi olan seçilmiş bir başbakanın eşi...

Ne hazin bir durum, değil mi?

Esasında, bundan çok daha hazin bir durum da şudur: İhtilâl günü yakalanıp gözetim altına alınan başbakanın aile efradı, Başbakanlık Konutundan kapı dışarı edilir. Berin Hanım, bu durumda ne yapacağının şaşkınlığı içinde, Adnan Beye şu satırları yazarak bir fikir ister:

"Köşkü tahliye etmemiz lâzım. Bana ne tavsiye edersin? Acaba bir apartman katı mı aratayım? Yoksa İzmir veya Aydın’a mı gideyim? Bir fikir verirsen çok sevineceğim.

"Artık ne kadar yalnız kaldığımı tahmin edersin. Aydın’ımla beraber her an sana, sıhhatine duâ ediyoruz."

İlk mektuba cevap

Yassıada'ya götürülen Adnan Menderes'ten gelen ilk "sıhhat haberi"ne karşılık, fedakâr eş Berin Hanım şu cevabî mektubu yazar:

"Yassıada’dan ilk sıhhat haberini gece aldık. Ne kadar sevindik bilemezsin. Buradayken her gün haberini alıyorduk. Meğer benim için ne büyük teselliymiş. Dört gündür habersiz kalınca adeta harab olduk.

"Gazetelerde geceyi gömlekle geçirdiğini öğrenince çok üzüldüm.

"Neyse... Çamaşır, para göndereceğim ama, nasıl bilemiyorum. İsteğini bana hemen yaz.

"Aydın, bana büyük destek oluyor yavrucak. Her an sana duâ ediyoruz. Sıhhat ve selâmetle bize seni kavuşturması için Allah’a yalvarıyoruz."

50 kelimelik mektuplar

Yassıada'ya toplatılıp aylarca sorgulanan mazlûm Demokratların mektuplaşmalarına kelime limiti getirilmişti. Aileleriyle, dostlarıyla olan mektuplaşmalarında, en fazla 50 kelime yazabilirlerdi. Limiti aşan kelimeler, anında sansürleniyordu.

Menderes çifti, bu 50 kelimelik tasarruf hakkını, sadece birbirleri için kullandı. Başkaca hiçkimseye, hiçbir mektup yazmadılar. Ancak, buna rağmen düzinelerce iftiralara uğradılar.

Karşılıklı mektuplar, çoğu kez zamanında ulaşmaz, ulaştırılmazdı. İşte, bu durumdan yakındığını da ifade eden Menderes'in mektuplarından bazı cümleler:

"Berin'im, iki gündür mektup alamadım."

"Berin'im, dün de mektup gelmedi, 9 tarihinden sonra alamadım. Neredesin, onu dahi bilemiyorum, teessürümü tahmin edersin.

"Berin'im, dün, 10'dan 14'e kadar 7 mektubunu aldım. Bunlar mektup değil, her kelimesi bir damla gözyaşı. Ve bunlar içime damla damla aktı."

* * *

Hazân mevsimi hüzünlü olur. Yassıada'nın hazânı ise, yakıcı bir alev gibi hüzünlendirir insanı.

Zira, böylesi bir hazân mevsiminde, tutundukları hür irade dalından kopartılan üç güzide vatan evlâdının boğazına idam ilmiği geçirildi ve hoyratça savruldu bir avuçluk ada toprağına.

Ve, o toprak parçası, tüm Anadolu halkının gözünde adeta bir elem katresine dönüştü.

Şehitlerimiz için tam kırk beş yıldır katre katre hazin gözyaşları akıtırız da, darbeyi yapanların o kaskatı yüreğini bir nebzecik olsun yumuşatamadık.

Onlara göre, hâlâ "Şartlar olgunlaşırsa, darbe meşrû olur"muş.

Oysa, şartları olgunlaştıran da yine kendileri...

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

AB'nin hassasiyeti



Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, yeniden hareketli bir sürece girdi.

Türkiye’nin AB yolculuğunu yavaşlattığı yönündeki açıklamalar ve Financial Times gazetesinin, “Ali Babacan nerede?” diye sorması ile başlayan hareketlilikten sonra, Babacan bu uyarıdan mı bilinmez, apar topar Avrupa’ya gitmiş, Hollanda ve Brüksel’i kapsayan turunda AB yetkilileri ile görüşmelerde bulunmuştu. Yani, bir nevî Avrupa’dan gelen ikazlar, hükümeti hareketlendirmişti.

24 Ekimde yayınlanacak “İlerleme Raporu” öncesinde, Avrupa Birliği’nden gelen uyarıların ardından Avrupa Parlamentosu, Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler içeren bir raporu kabul etti.

Tavsiye niteliği taşıyan taslak rapor, Strasbourg’da Avrupa Parlamentosu’nun 25-28 Eylül’de yapacağı genel oturumda nihaî olarak oylanacak. Türkiye’nin “ciddiyetten uzak” olarak değerlendirdiği rapor ile ilgili Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Hollandalı parlamenter Joost Lagendijk , “raporun dilini ağır bulduğu” eleştirisi getirdi. Yani, rapordan ne Türkiye, ne AB çevreleri memnun… Bu yüzden “memnun olunmayan” konuların genel oturumda düzeltilebileceği konuşuluyor.

Burada önemli olan, 24 Ekim’de yayınlanacak İlerleme Raporu… Türkiye’nin üyelik yolculuğu açısından büyük önem taşıyan ilerleme raporu, aday ülkelerdeki siyasî, sosyal ve ekonomik gelişmeleri, yılda bir kez, bir önceki rapor doğrultusunda inceleyen bir belge.

Raporda, itiraz edilebilecek konuların yanında, Türk halkı için önemli olabilecek ve düzeltilmesi gereken konular da yer aldı. Özellikle ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmadığı yönündeki eleştiriler, dikkate değer. Başta 301. madde olmak üzere, Türk Ceza Kanunu’nda “keyfî yorumlamaya uygun olduğu” iddia edilen bazı maddelerin değiştirilmesi isteniyor.

AB’li yetkililer 301. maddenin kötüye kullanıldığını belirtiyorlar. Lagendijk, “Umarım hükümet 301’in çalışmadığını ve bu tür dâvâların Türkiye’yi yıllarca geriye götürdüğünü görür. Bakan Abdullah Gül’ün dediği gibi bu dâvâlar Türkiye’nin imajına ‘Geceyarısı Ekspresi’ adlı film kadar zarar veriyor. Hükümetin değiştirmesi gereken bir şey varsa, o da 301. maddedir. Bu konu hem Avrupa Parlamentosu’nun raporunda var, hem de Avrupa Komisyonu’nun ilerleme raporunda yer alacak. Eğer 301 değişirse, Avrupa’da insanların Türkiye’ye olan eleştirel bakışı değişir. Böyle önemli bir konuda ilerleme sağlanırsa, Kıbrıs sorununa bile yaklaşım değişir, Türkiye’nin eli çok güçlenir” uyarısını yaparken, Türkiye, 301. madde gereğince açılan dâvâların birçoğunun beraatle sonuçlandığı tezini savunsa da bir taraftan da “değiştirilebileceği” sinyallerini veriyor.

Düşünce özgürlüğü açısından sıkıntı oluşturan, pek çok kişinin “canını yakan” 159. madde TCK değişikliği sırasında 301. madde olarak yeniden düzenlenmiş, cezanın alt sınırı 6 aya düşürülürken, ‘tahkir ve tezyif’ kavramlarının yerine ‘aşağılama’ kelimesi kullanılmıştı. Ancak “aşağılama” kelimesinin daha muğlâk ve belirsiz olduğu gerekçesiyle, bu ifade biçiminin “yasakçı yorumlar”a imkân sağlayacağı söylenmişti. Nitekim bazı mahkeme kararlarında bunun doğruluğu ispatlanmış oldu.

Görünen o ki, Türkiye, AB ile ilişkilerde ilerleme sağlanması için TCK’daki 301. maddeyi iptal etmesi veya değiştirmesi gerekiyor. 301. madde Avrupa’nın temel değerlerine aykırı bulunuyor. Hükümetin “Özgürlükçü düşündüğünü söyleyen herkese dâvâ açılmasına imkân tanıdığı” yönündeki eleştirilerine kulak vermesi gerekiyor.

AB projesinin temel hedefi, insanların arzuladığı barış ve huzur içinde özgürce yaşamak, belli standartlara insanları taşımak; hem refah açısından, hem de insan hak ve özgürlükleri açısından insanları barış ve huzur içinde yaşatmak olduğuna göre, özgürlükleri kısıtlayan bu ve benzerî maddelerden kurtulması gerekiyor.

Türkiye demokratikleşme projesi olan AB’den vazgeçemeyeceği gibi, AB’nin de Türkiye’yi dışlaması mümkün görünmüyor. Çünkü AB’nin oluşumu, Avrupa’nın güvenliğini, ekonomik refahını, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri sağlamak olduğuna göre, gerek Türkiye ve gerekse de AB’nin birbirine ihtiyacı var.

“Medeniyet ve demokrasi projesi” olan AB konusuna yarın da devam edelim…

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tuzağı bozmak için



Göz göre göre gelen ve çorap söküğü gibi süren olayların, farklı alanlarda cereyan etseler de, aynı hedeflere yöneldikleri açık:

Türkiye’yi bir kez daha istikrarsızlaştırıp yönetilemez hale getirmek; insanların demokrasiye olan inanç ve güvenini sarsmak; din ve etnik menşe hassasiyetlerini kaşıyıp tahrik ederek insanları birbirine düşürmek...

Aslında bunlar yeni şeyler değil. Çok partili demokrasiye geçmemizden beri bu hedeflere yönelik provokasyonlar hep yapılageldi.

Ve bunlar çoğunlukla, halkın seçtiği yöneticilerin alaşağı edildiği açık veya örtülü darbe ve müdahalelerle nihaî amacına ulaştı.

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’ün ortak yönlerinden biri, üçünün de sokak eylemleri kullanılarak gerçekleştirilmiş olmalarıydı. 27 Mayıs öncesinde hükümeti protesto şeklinde yapılan bu eylemler, 12 Mart ve 12 Eylül’de terör ve anarşi olaylarına dönüştü.

İşin ilginç tarafı, bu olayların 12 Mart’ta bazı eski 27 Mayıs cuntacılarınca örgütlendiği, 12 Eylül’de de bazı subaylarca yönetildiği noktasındaki iddia ve ifşaatların tekzip edilmemesi.

Aslında bu ifşaat ve itirafların birer suç ikrarı veya suç duyurusu olarak algılanıp, hukukî zeminde takibi gerekir. Ama henüz demokrasimiz mâlûm sebeplerle o olgunluk ve dirayete erişebilmiş değil. Öncelikle de bu takibi yapacak bir kamuoyu duyarlılığı yok.

Bu yüzden, benzer süreçleri yaşadıktan sonra darbecilerden hesap sorma aşamasına bizden çok daha önce geçmiş olan Güney Amerika ülkelerinin hâlâ çok gerisindeyiz.

Provokasyonlardan bir türlü kurtulamayışımızın en önemli sebeplerinden biri de bu.

Ancak yaşadığımız tecrübelerden hiç ders almadığımız da söylenemez. İstenen seviyede olmasa da, geçmişe oranla provokasyonlara karşı daha müteyakkız, kurulmak istenen tuzakların farkına varabilen, artık oyuna gelmeme kararlılığını yansıtan bir toplumsal bilincin oluşmaya başladığı ifade edilebilir.

Bu yüzden olmalı, son dönemdeki tahrikler, hassas ve duyarlı alanların tamamını içine alan bir genişlik ve kapsamda tezgâhlanıyor.

Bir taraftan bölücü terör olayları tırmandırılıp, şehit ailelerinin tepkileri dahi farklı noktalara kanalize edilmek istenirken, diğer taraftan “milliyetçi” çatışma senaryoları sahneye konuluyor ve eşzamanlı olarak “irtica” temasına dayalı tahrikler vizyona sokuluyor.

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın görevi devralırken yaptığı konuşmada dile getirdiği “Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne hiçbir zaman bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir” tesbiti, topluma bakan yönüyle böyle bir tabloyu yansıtıyor.

Çözüm ise, selefi Özkök’ün veda ziyaretlerinden birinde kullandığı şu sözde mevcut:

“İhtiyacımız olan tek şey demokrasidir.”

Umalım ki, yaşadığımız kritik süreçte tüm organ ve kurumlarıyla devlet de, tüm kesimleriyle toplum da bu sözde dile getirilen gerçeğe uygun şekilde demokrasiyi sahiplensin.

Ve esas itibarıyla demokrasinin tahribini amaçlayan provokasyonları, demokrasimizi daha da pekiştirip geliştirerek boşa çıkaralım.

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Su ve Türkler



Ülkemize tatil için gelen Kuveyt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Salam Al-Albani, Türkiye'nin su kaynaklarını yeterince değerlendiremediğini söylemiş. Ortadoğu'da su sıkıntısının çok büyük olduğunu ifade eden Al-Albani şöyle konuşmuş: "Türkler susuzluğun ne demek olduğunu bilmiyorlar. İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt'te inanılmaz bir su sıkıntısı var. Bu ülkede yaşayanlar artık deniz suyunu arıtarak kullanmaya başlıyorlar." (Yeni Asya, 31 Ağustos 2006)

Hava, su, toprak, ateş; anasır-ı erbaa delinen dört unsurun önemlilerinden olduğu için Cenâb-ı Allah da Kur'ân-ı Kerim'de su mânâsına gelen el-Ma kelimesini 63 defa zikretmiştir. Su ile ilgili olmak üzere deniz mânâsına gelen "bahr" kelimesi 41 kere, yine deniz mânâsına gelen "nehr" 54 kere, sel mânâsında "seyl" kelimesi 2 yerde, yağmur, yağdırma gibi mânâlarda 15 kelime geçer.1

Peygamberimiz de (a.s.m) suyun önemi ile ilgili olarak, "Bir Müslüman susamış bir Müslüman kardeşinin susuzluğunu giderirse Allah da kıymet günü ona ağzı mühürlü Cennet içeceğinden içirir."2 "İki şey vardır ki, onları başkalarından esirgemek helâl olmaz: su ve ateş"3 buyurmuştur.

Said Nursî Hazretleri de suyu umumî nimetlerden saymaktadır.4 Cenâb-ı Allah'a binlerce şükür ki, bize yaşayan her şeyi kendisiyle yarattığını buyurduğu suyu5 çokça bahşetmiş. Ama değerini bilemediğimiz için yeterince de şükrünü eda edemiyoruz.

Değerini bilemediğimiz şundan belli: O mübarek hediyeyi bazı yerlerde öylesine kirletmişiz ki, değil içen o sularla sulanan mahsuller insanları hasta eder oldu. İşte Ergene Nehri bunlara bir örnektir.

Balıklara izafeten denilen "Ol mahiler ki, derya içreler deryayı bilmezler" ifadesi bizim için de geçerli. Her tarafımız temiz sularla kaplı bunları hem kullanamıyoruz, hem de kirletiyoruz. Bu hal ciddî bir şükürsüzlüktür. İnsanoğlu nimetler elden gitmeden değerini anlayamıyor. Sonra "keşke" der ama faydası olmaz.

Suyun önemiyle ilgili olarak savaş sırasında susuzluğu yaşayan Saraybosna Şarkiyat Enstitüsünde görevli Amina Kupusoviç, "Osmanlı Su Medeniyeti" adlı Uluslararası Sempozyumda sunduğu tebliğde şunları söylemiş: "Su hakkında en iyi susuz kalanlar konuşur. Onlar suyun değerini, güzelliğini ve faydasını bilirler. Ben Bosna'dan geliyorum ve hemşehrilerimle birlikte Saraybosna kuşatması sırasında susuzluk ya da en azından suyun kıtlığı tecrübesini yaşamış bulunuyorum. Savaş günlerinde bir bardak temiz su çok şey ifade ediyordu. Suya güçlükle uzaktaki kaynak veya çeşmelere kilometrelerce yürüyerek ulaşıyorduk. Bu yolda pek çoğumuz hayatını kaybetti.6

Evet kilometrelerce yürümek veyahut musluğu çevirdiğimizde suyun akması. Kilometrelerce yürümeden önce kıymetini bilmemiz gerekiyor. Suyu kullanırken azamî derecede iktisatlı kullanmamız gerekiyor. Her zaman ve her yerde. Hele Peygamberimizin (a.s.m) Hz. Sa'd'a abdest alırken suyu fazla kullanmaması için "Nehir kenarında dahi olsanız7 ikazını duyduktan sonra.

Dipnotlar:

1- Osmanlıda Su Medeniyeti, 232

2- Ebu Davud, Zekât, 41

3- Taberi'nin Sağırından

4- Mesnevî-i Nuriye, 202

5- Enbiya, 30

6- Osmanlıda Su Medeniyeti, 105

7- Müsned, 2/221; İbn Mace, Taharet: 48

16.09.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Misyon ve maşa



Olaya bakın:

Dünyanın öbür ucu Çin’de bir Türk işadamı bir “organize”ye imza atıyor.

Hemen aklınızdan, “acaba hangi başarıya imza attı” diye düşünürsünüz.

Çünkü bir “Türk”ün tâ “Çin”de ne işi olabilir. Değil mi ama? Başarısı(!)na bir bakalım:

“Miss Bikini of Universe...”

Yani, Türkçe karşılığı: “Kâinat genç kızlar bikini yarışması”nı düzenliyor...

Peki Çin’de bir Türk işadamının düzenlediği yarışmayı kim kazanıyor dersiniz?

Bir Pakistanlı genç kız!

Şaşırdınız değil mi?

Peki, bu Pakistanlı genç kız nerede yaşıyor? Tahmin ettiğiniz gibi Pakistan’da değil.

Amerika Birleşik Devletlerinde!

Haberi yapan Milliyet gazetesi şöyle duyuruyor manşetinde:

“Miss Bikini of Universe adlı güzellik yarışmasında ABD’de yaşayan Pakistanlı Mariyah Moten’in bir ödül kazanması, şeriat ülkesi olan Pakistan İslâm Cumhuriyeti’nde tepkilere sebep oldu.

“Miss Bikini’ye, güzellik yarışması düzenlemeyen ülkesi adına Pakistan’dan habersiz katılan Moten, Pakistan’ın modern yüzünü gösterdiğini söyledi. Mariyah Moten, yarışmada medyanın en çok ilgilendiği yarışmacıya verilen ‘Medyanın En İyisi’ ödülünü kazandı!” (a.g.g.)

Dahası, bu genç kız sözlerini şöyle tamamlıyor: “Bütün engelleri yıktım, önümüzdeki yıllarda ‘Miss Bikini’ ünvanını taşıyacak daha pek çok Pakistanlı olacaktır.”

Üstlendiği misyonu görüyorsunuz. Pakistan zaten kendi problemleriyle boğuşan ve sorunlarını halletmeye çalışan bir ülke.

İslâm ülkesi olması hasebiyle, kuşkusuz Batılı ülkelerin “ilgi alanı”nda. Bu yüzden “Amerikan” patentli askerî “darbe”lere de tıpkı bizim gibi maruz kalmış ve hatta, yine bizde olduğu gibi bir darbe sonucu “başbakan asmış” dost bir ülke. İslâm ülkesi olduğu için, hem içten, hem de dıştan bir takım “tahribata” maruz kalmaması düşünülemez.

Nitekim bu “güzellik yarışmaları” da Pakistan toplumunu bozmak için “fesat komite”lerinin organize ettiği pis oyunlardan bir tanesi...

Üzücü olan; Müslümanlara yapılan tahribatın, yine bir Müslüman tarafından yapılıyor olması... Yani bunu organize edenler, “maşa” kullanıp ellerini kirletmiyor.

Türkiye’de yapılan tahribat ortada. Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyamete...

Bu yarışmayı organize eden Türk işadamı Çevik Suha Alpaylı, Mariyah Moten’in yarışmaya Pakistanlı kadınların özgürlük arayışını dünyaya duyurmak için katıldığını söylüyor.

Diyor ki:

“Bu yıl Çin’de 2. kez yapılan yarışmaya 43 ülkeden yarışmacı katıldı. Pakistanlı Mariyah’ı yarışmaya belli bir amaçla soktu. Diyorlar ki, ‘Türkiye de bizim gibi Müslüman. Türkiye’den bu tür yarışmalara genç kızlar katılabiliyor. Ama bu özgürlük Pakistan’da yok. Biz de aynı özgürlüğe sahip olmak istiyoruz.’ Bu görüşlerini yarışmada da açıkladıkları için medyanın ilgisini çok çektiler. Pakistan dışında yaşayan Pakistanlı kadınları örgütleyip hak arayışı peşindeler.”

Ne “hak”kı? Ne “özgürlüğü?” Ne “örgütü?”

Müslümanlara verilen “hak” sınırlı.

Müslümanlara verilen “özgürlüğü” bilmeyen yok. Afganistan, Irak ve Pakistan ortada...

Ya “örgüt?” Örgütlenme ise, ancak sefahat noktasında oluyor... Ki bu noktada çok başarılılar! Gerisi lâf-u güzaf!

ÜNLÜ ÇİNGENELER

Doğrusu “ünlü çingeneleri” okuyunca ağzım açık kaldı.

Çingene Kültür Dernekleri Federasyonu san’at dünyasında sivrilen ünlü çingeneleri açıkladı. Bakın onlar kimmiş:

Türkan Şoray, Sibel Can, Ebru Gündeş, Muazzez Ersoy, Orhan Gencebay, Adnan Şenses, Sibel Turnagöl, Sadri Alışık, Nalan Altınörs, Burhan Öcal, Kadri Şençalar, Mustafa Kandıralı... Evet, liste bu. (Türkiye’de Çingene Olmak, Mustafa Aksu)

Hatta, kimliğini saklayarak bürokraside yükselen isimler bile var:

Meselâ 12 Mart Muhtırası sonrası Başbakanlardan ve aynı zamanda Anayasa Proesörü Nihat Erim.... Yine Erim hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan ve ekonomiyi düzeltmek için Türkiye’ye çağrılan Atilla Karaosmanoğlu...

Türkiye’nin ilk kadın valisi Lale Aytaman...

Ecevit Hükümetinde Dışişleri Bakanlarından Turan Güneş...

Ünlü orkestra şefi Prof. Dr. Hikmet Şimşek... Ve MHP’li Sadi Somuncuoğlu...

Bakalım hangi ünlü, ismi geçtiği için kitabı yalanlayacak?

16.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004