|
|
Hüseyin EREN |
Acıların açtığı |
|
Gurbet gömlek gömlek… Yalnızlık katmer katmer… Avuç içleri açıkta, yürek yağmalanıyor… Gönül hüzünle örtülü…
Yalnızlık denizinde yüzmeyi bilmiyorsan, öğrenmekten başka çaren var mı? Yakın kim? Sevgili ne kadar sayar? Aşk ne işe yarar?
Kalp kaynamadan hikmet taamları nasıl pişer? Öyle acı ateşler vardır ki ancak kalp bilir tadını. Kim nasıl tarif edebilir onu? Kelimeler kaybolur, sözler sükût eder, sazlar kırılır acıdan…
Sen varsındır, bir de senle beraber kederin… Kelimesiz ve sessiz konuşursun kederinle… Kimse duymaz, kimse görmez seni… Gecenin koynunda iniltilerle inliyorsundur…
Kesret kanatır yaralarını… Kalabalıkların kabullenişi kandırıcıdır… Araftasındır… Kaçmak istersin de kaçamazsın Kaf dağlarının ardına…
Yollar kıvrılır durur önünde… Düğüm düğüm döner uzayıp giden günler… Bir ağaç ararsın gövdesine yaslanacağın, gölgesinde serinleyeceğin… Sıcak rüzgâr kumuyla vurur yüzüne…
Yüzün yere eğik yürürsün gündüz ve gecede… Gece ve gündüz eşittir şavksızlıkta… Gün ışığında kandil de olsa elinde bir işe yaramaz… Leylasızsındır Mecnun çöllerde…
Göğe bakarsın, bakışların Ay’sız yere düşer… Tesellisizdir yıldızlar… Siyahî bulutlar gezinir üstünde, sığınacak sıcak bir sevgi, saracak bir şefkat ararsın… Üşürsün…
Bülbüller çile çınlatır kulaklarına… Gözlerin görmez olur gül güzelliğini… Ellerin kanar çiçek dikenlerinden… Düşüncelerin darmadağın… Duyguların durgun ve donuk…
Hikmet açlığından yüreğine taş bağlayasın gelir, sökecek bir taş bulamazsın… Baka kalırsın yol üstünde… Yürümeye mecalin yoktur… Kalkıp koşmak istersin, kayarsın…
Her yeri karamsarlık karanlığı mı kaplamış? Hiç mi ışık yok? Yollar bitmiş, her şey tükenmiş mi? Kalp kimsesiz mi? Kapılar kapalı mı? Sevgi serap olmuş, şefkat kaçmış mı? Vefa ulaşılamaz mı olmuş? Dostluklar tüketilmiş, hoşgörü hiçliğe mi atılmış? Anlayışlara duvar mı örülmüş?
Ne arıyorsun, nerede arıyorsun? Karanlık olmadan ışık, hastalık olmadan şifa, dert olmadan deva, sıkıntı olmadan ferahlık bilinebilinir mi? Bilinirlik bilinmezlik örtüsünün altında… Zıtlar dünyasının izafiliğinde üzülüp sevinmiyor muyuz?
Görünmek isteyen Rahmet, dert, keder olmadan nasıl bilinecek ve görülecek? Keder kader değil, asıl keder kaderi kabullenememek… Rahmeti itimat onun celbine vesile, tenkit ise terkine…
Her şey geçicilik nehrinde akarak eriyor… Nehir ne kadar çağlasa da sükûn denizi hepsini yutuyor… Ömür uzun değil, ölüm uzak değil… Uzun olan elemlere götüren emeller…
Yerin renkli çiçekleri kara topraktan, göğün aydınlık yıldızları karanlıktan çıkmıyor mu? Yıldız ve çiçeği buluşturan yakınlık, görmeyi “görmek”le mümkün… Karanlıkta hikmet ışıkları çakabiliyorsan gurbet gömleği vuslat elbisesine dönüşüyordur…
Yalnız olan yalnızlıktır… Kâinat sevgi hamurunda şefkatle yoğrulmuşsa küreler ve kalp birbirinden uzak değildir… Sonsuzluk soluklarımız kadar yakındır…
Kabuğunu kırmayan çekirdek çürümeye mahkûmdur… Kalp kabuğunu kırmadıkça, dert yalnızlığında yokluklara yuvarlanacaktır…
Kabuk acı ile çatlar, sonrasında şefkat gövdesi sevgi dalları üzerinde hikmet meyveleri görünür… Böylesi bir ağaç olmak için acıya sabır, kedere kabullenmek gerekiyor…
Bir acı çekirdek yüzlerce tatlı meyveye “meyve” veriyor… Toprak altında yalnız olan çekirdek, göğün göğsüne sevgi ve şefkat nişanesi olarak asılıyor…
Acıların açtığı kapıdan sabırla yürüyen, ömür ağacında sonsuzluk meyvelerini yetiştiriyordur… Üzüntüler üzülmeye değmez… Hadi tevekkülle gül, o da gülsün…
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
ÖSS ve değişen öğrenci profili |
|
2005 yılında ÖSS sınavına başvuran aday sayısı 1 milyon 730 bin iken, bu yıl aday sayısı 1 milyon 537 bine geriledi. Bunun yanında sınavı geçerli sayılan ve 160 puan ve üzeri alarak Meslek Yüksek Okulları, Genel Yetenek sınavı ile öğrenci alan programlar ve açık öğretime tercih yapma hakkı kazanan öğrenci sayısı 683 bindir. Bu yıl ise bu rakam 971 bine çıkmıştır.
Sayısal değerlerin diliyle konuşacak olsak; geçen yıla nazaran aday sayısındaki azalmaya mukabil (yüzde 11), 160 puan ve üzeri puan alan adaylarda yüzde 42’lik artış söz konusudur.
Bir enteresan tesbit daha yapmak istiyorum. İkinci aşamayı geçemeyen, dört yıllık lisans programı tercihi yapamayan aday sayısında da yüzde 42’lik bir artış gerçekleşmiştir. 288 bin aday artmıştır. Diğer bir tanımla 185 puan ve üzeri alan aday sayısı geçen yıl 987 bin iken bu yıl 530 bine inmiştir. Yani, yüzde 42 daralma yaşanmıştır. Derecelendirme de üst dilimin oransal artışı olmadığı gibi başarı grafiğini yukarıda tutan azalmıştır.
Daha özet bir ifadeyle, bir yıl öncesinin aday fazlalığı azalırken, barajı aşan aday sayısı artmış, lisans düzeyinde tercih hakkını kazanan ise tam tersine düşüş kaydetmiştir.
Bunun anlamı şudur: Yeni sınav sistemi ile birlikte ilk defa karşılaşılan sonuçlar hem şaşırtıcı, hem zorlayıcı hem de başarının üst diliminde maratonu göğüsleyen gençleri elimine etmiştir.
Ön lisans tercihi yapabilecek öğrenci sayısının artışı kontenjan artışlarına yansımamıştır. Yüzde 4’lük bir ilâve kontenjan verilmiştir. Vakıf üniversitelerinde ise aslan payı bir artış görülmektedir. Yüzde 35 oranında ön lisans kontenjanları artmış ve büyük oranda yerleştirme sağlanmıştır.
Önümdeki tablo değerleri ile sizleri meşgul etmemek için bir kısım değerleri yazmaya çalıştım. Anladığım kadarıyla, yeni sınav sistemine başta öğrenciler ve dershaneler olmak üzere rehber hocalar ve üniversiteler uyum sağlama zorluğu yaşamışlardır.
En bariz şekliyle, lisans programları tercih yapma hakkı kazanan öğrenci sayısındaki yüzde 42’lik azalma / daralma beraberinde yeni bir yaklaşımı getirmiştir.
Bir defa öğrenci profili değişmiştir. Çok başarılı öğrenciler seçme ve yerleştirme tercihlerinde rahat olamamışlardır. Bir kısmı kazanamamıştır. İkinci yerleştirme öncesi, kararını yeniden sınava hazırlanmakta bulan çok öğrenci var.
Vakıf üniversitelerinde yaptığım bir ön araştırma ve bilgiyi de sizinle paylaşmak istiyorum. Vakıf üniversitelerinde iki kesimin ağırlıklı eğitim aldığı bilinir. Bunlardan biri gelir düzeyi çok yüksek ailelerin vasat bir puanla kazanan öğrencileri, diğeri ise eğitimli bürokrat ailelerin sınırlı ancak ekonomik yeterlilik kapasitesi olan katmanın çocukları.
Bu yıl inanılmaz bir öğrenci profili kayması var. Yukarıdaki iki kesimin dışında Anadolu ortalaması olan esnaf ve orta ölçekli işadamı diyebileceğimiz kültürel dokusu daha muhafazakâr bir tablo ile karşılaştıklarını ifade eden ilgililer, değişimin ayak seslerine işaret ettiler.
“Öbür tabakalar nereye gitti?” demekten kendilerini alamıyorlar. Yeni sistemin meslek liseleri için uyguladığı katsayı dengesizliğinde de yeni bir kalitenin çıktığını belirtmek zorundayım.
Beğenilmeyen sistem farkında olmadan veya kasıtlı tutumuna rağmen desek bile şunu başardı: Her meslek kümesinin en iyileri artık liseye başlarken inanarak tercih yaptığı bölümün en başarılıları arasında kıyasıya bir rekabet ortamında meslekî lisans yapma yarışına girmiş oluyor. Kısa vadede alt kümeyi memnun etmeyecek bu tablo, sadece ekonomik güce dayalı tercihleri kırdığı gibi az çalışarak iyi sonuca gitmenin önünü de tıkamaktadır. Üniversiteler de bu yeni profile hazırlanırlarsa, demografik değişimin demokratik sinyalleri artacaktır.
Bütün bunlara rağmen, köklü bir sistem değişikliği kaçınılmaz görünüyor.
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
11 Eylül'ü salim kafayla değerlendirmek |
|
Aradan beş sene geçti. Artık, daha sağlıklı düşünebiliriz; düşünmeliyiz.
Şu 11 Eylül’de ABD imparatorluğu sembolü Ticaret Merkezlerini yerle bir ettiği ileri sürülen (öyle olsa bile mutlaka bu iş planlanmış ve o yöne yönlendirildiği anlaşılan) Usame bin Ladeni yakalayamadığına göre…
Ardından Afganistan işgal edildiğine göre… Irak’ın eski diktatör lideri Saddam Hüseyin el-Kaide ile ilişkilendirildiğine ve nükleer silâh bulunamadığına ve hatta balon, hatta kocaman bir yalan olduğu ispatlandığına göre…
Ve Irak işgal edildiğine göre… Lübnan kan gölüne çevrildiğine göre ve İran ve Suriye ateş hattına çekilmek istenildiğine göre… Ve her geçen gün hava Müslümanların aleyhinde geliştiğine göre…
“Burada bir iş var!” diye düşünmemiz gerekmez mi?
Dünyaca ünlü Alman Der Spiegel dergisi, “Muhammed kimdi? - İslâmiyetin sırrı” başlığıyla İslâm dinini kapak yaptı. Konuya 20 sayfasını ayıran dergi, dünyada hiçbir dinin İslâmiyet kadar hızlı yayılmadığına dikkati çekti. Dergi, “Peygamberin Gücü” başlığıyla verdiği haberde, İslâmiyet ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed ile ilgili geniş değerlendirmelerde bulundu. İslâmiyetin “inananlardan çok şey istediği, ancak inançlılara da çok şey verdiği”ni vurgulayan Der Spiegel, araştırmacıların Hz. Muhammed’in hayatı ve düşünceleri hakkında takdire değer bulgular ortaya çıkardıklarını yazdı. Bu tesbitler ile ilgili Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in yaşadığı bazı olaylara da yer veren dergi, dünyada hiçbir dinin İslâmiyet kadar hızlı yayılmadığına dikkati çekti.
İslâmiyette “Allah”la kul arasında arabulucu olarak papaz ya da rahip gibi hiçbir din görevlisinin bulunmadığına işaret eden dergi, İngiliz Felsefe Profesörü Ernest Gellner’in “İslâmiyet, dinden çok daha fazla bir şey. İslâmiyet, Allah’ın dünya için öngördüğü bir toplum düzeni tasarısı” şeklindeki sözlerine yer verdi.
İslâmiyet hızla yayıldığına göre ve bu durumda Müslümanlara yapılan eziyetler arttığına ve aleyhlerinde hava uyandırıldığına göre; düşünmemiz gerekmez mi?
11 Eylül tarihine kadar Afganistan, Taliban ve Usame bin Laden, ABD’nin terörist listesinde değildi. Şu halde, Bin Laden bahanesiyle Müslümanları “teröristlikle” yaftalamaya kalkıp; dikkat ve öfkeleri Müslümanlar üzerine yönlendiren kim? İşâretler, “korsan ve terörist İsrail”, güdümündeki İngiltere-ABD Yahûdileriyle II. Batı’yı göstermiyor mu? Bu sinsî komitenin oyunları aynen devam etmiyor mu? İslâmî inkişâfları hazmedemeyip bütün insanlığın ahlâk ve manevî hayatlarını dejenere etmek için, “uyuşturucu, fuhuş, müstehcenlik ve terör” silâhlarını da aynı ifsat komiteleri kullanmıyor mu?
Size de öyle gelmiyor mu ki, 11 Eylül terörünü hazırlayan ifsat komitesi…
11.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Elemli, ölümlü dünya |
|
Senelik iznimizin ikinci bölümünü, daha ziyade muhtelif merkezlere yaptığımız seyahat ve ziyaretlerle geçirdik.
Bu ziyaretlerin ağırlıklı kısmını Adapazarı, İzmit, Gebze, Geyve, Alifuatpaşa, Kuzuluk, İznik ile Bursa teşkil ediyor.
Seyahatlerden arta kalan zamanımızı ise, kitap okumak, ormanda gezinti yapmak, çevre düzenlemesi ve bağ–bahçe işleriyle uğraşmak şeklinde değerlendirmeye çalıştık.
Hidrojen enerjisi çalışmaları
atil günlerini birlikte geçirdiğimiz bir grup arkadaşla birlikte, İzmit–Adapazarı arasındaki Uzuntarla mevkiinde yirmi küsûr yıldır faaliyette bulunan Elimsan'ı ziyaret ettik, sahipleriyle görüşüp fikir teatisinde bulunduk.
Elimsan, geniş bir saha üzerinde kurulmuş olan büyük bir elektrik fabrikası. Bu fabrikada, elektrik trafosu ve yüksek gerilim hatlarında kullanılan bağlantı malzemeleri başta olmak üzere, enerji sektöründe kullanılan muhtelif mamüller üretiliyor. Ürettiği mamüller itibariyle de, dünyadaki emsâlleriyle boy ölçüşecek bir seviyeyi yakalamış durumda.
Elimsan'ın sponsorluğunda, son yıllarda periyodik olarak "Hidrojen Enerjisi Kongresi" düzenleniyor. Bu hususla alakalı olarak da detaylı görüşmeler yapıldı. Zira, ziyaret heyetinde bulunan bir arkadaşımız, hidrojen enerjisi konusunda dünya standartlarında uzmanlaşmış bir ilim erbabıydı. Halen yurt dışında çalışıyor.
Elimsan'dan sonra, yine aynı konu çerçevesinde olmak üzere, Gebze'deki (Çayırova) Yüksek Teknoloji Enstitüsünü ziyaret ettik. Buradaki uzmanlarla da hayli faydalı olduğuna inandığımız bazı görüşmelerde bulunduk.
Yüksek Teknoloji Enstitüsünde, hidrojen enerjisi üzerinde ciddî çalışmalar yapıldığına şahit olduk. Ancak, gelinen seviyenin dünya (özellikle de Avrupa) standartlarının hayli gerisinde olduğunu itiraf etmek durumundayız.
Ânî ölümler ve fecî kazalar
İzin müddetini geçirdiğimiz günlerde, sıklıkla yaşanan ölümler ve trafik kazası vak'alarını duyduk. Bunların bir kısmını, gazetemizde çıkan "Taziye" ve "Geçmiş olsun" ilânlarından sizler de biliyorsunuz.
Bilvesile, yakınları vefat eden dostlara bir kez daha taziyelerimizi sunarken, hasta ve yaralı durumdaki dost ve kardeşlerimize ise geçmiş olsun dileğinde bulunuyoruz.
Bu arada, çok ânî bir ölüm vak'asına şahit olduk ki, anlatamadan geçemeyiz.
Bulunduğumuz beldede, Bursa'dan "Motorcu Ömer Abi" diye bilinen Ömer Ekler Ağabeyle komşu evlerde oturuyorduk. (Üstad'ın otomobilini tamir etmekle de mâruftur.)
Bir gün sabah saatlerinde evlerinde bir telâş olduğunu fark ettik. Hemen koştuk gittik ki, Ömer Ağabeyin muhtereme eşleri Ayten Hanım âniden düşüp bayılmış.
Sol tarafında da kısmî felç belirtileri olan Ayten Hanımı yarım saat içinde gelen ambulansla hastahaneye kaldırdığımızda, vücudunda hiçbir hareket yoktu.
Önce Geyve Devlet Hastahanesine, hemen ardından Sakarya Devlet Hastahanesine götürülüp derhal yoğun bakıma alındı. Doktorların açıklamasına göre, hasta şiddetli beyin kanaması geçiriyor.
Yirmi dört saat boyunca yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtulamayan Ayten Hanım, 30 Ağustos Çarşamba günü Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Herbir taraftan hastahaneye koşup gelen aile efradını teselli etmek kolay değildi.
Aynı gün cenazeyle birlikte Bursa'ya gittik. Merhume, ertesi gün İstanbul dahil Bursa ve civar şehirlerden gelen kalabalık bir cemaat eşliğinde ebedî istirahatgâhına tevdi edildi.
Tam da Cevşenü'l–Kebir duâsı okunduğu anda düşüp komaya giren Ayten Hanımteyzeye Cenâb-ı Hak'tan rağmet ve mağfiret diliyoruz.
Uyanma vakti
Koğuş kalk! Meclis uyan!
* Askerlik yan gelip yatma yeri değil: Askerimiz Lübnan'a gitmeye hazır olsun.
* Meclis yan gelip yatma yeri değil: Milletvekilleri yaklaşan seçimlere hazırlıklı olsun.
* Bakanlık yan gelip yatma yeri değil: Kültür Bakanı uyuklamamaya gayret etsin.
* Başbakanlık yan gelip yatma yeri değil: Başbakan'ın Çankaya'ya çıkmasına herkes hazırlıklı olsun.
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kaderi anlayalım |
|
Fatma Şengün: “Kader meselesini açar mısınız? Meselâ ben bir insanı öldürdüm; bu benim ve onun kaderimizde mi vardı, yoksa ben mi istedim? Bu meselede suçlu kimdir?”
Bedîüzzaman Hazretleri Kader Risâlesinde, kader ile cüz’-i ihtiyarînin, bir kulun iradî fiillerinde nasıl birleştikleri sorusuna yedi vecihle cevap verir. Bu vecihlerden altıncısında, îtikâdî mezheplerin cüz’î iradeye bakışını ele alır. Buna göre, cüz’î iradenin özü “meyelân”dan ibarettir. Yani cüz’î irade, fiillerimiz öncesinde bilincimizde meydana gelen bir ön meyildir. Biz bir şeye meylederiz, bizim meylimizin hemen akabinde, yani bizim niyet ve yönelişimizden hemen sonra Cenâb-ı Hak yöneldiğimiz fiili yaratır. Ancak meyil ve yöneliş bize ait olduğundan sorumluluk da bize aittir; Yaratıcı sorumlu değildir.
Bu konuda Ehl-i Sünnet akaidinde ihtilâf yoktur. Fakat Mâtüridî’ler ve Eş’ârî’ler kulun yönelişinin özünde yatan “meyelân”ın, yani ön meylin statüsünü ve kime ait olduğunu tartışmışlardır. Mâtüridî’lere göre meyelân itibarî bir emirdir, yani farazî bir varsayımdan ibarettir; kula verilebilir. Fakat bu meyelân Eş’ârî’lere göre farazî değil, mevcuttur. Dolayısıyla kula ait değildir. Bu meyelânı yaratan Cenâb-ı Hak’tır. Bu durumda Eş’ârî mezhebine göre bu meyelandaki “tasarruf” farazîdir ve kula aittir.
Bedîüzzaman Hazretleri burada her iki mezhebi birleştirir. Ona göre ister meyelan olsun, ister meyelandaki tasarruf olsun; her ikisi de nisbî bir emirdir, yani farazî bir semboldür, yani varsayılan bir hattır; hakikî bir vücudu yoktur. Yani bu meyelan veya bu meyelandaki tasarruf bir varsayımdan ibarettir. Varsayım ise, tam bir illet istemez. Dolayısıyla küllî irade, yani Cenâb-ı Hakk’ın iradesi kulun ihtiyarını ve iradesini ortadan kaldırmaz.
Öyleyse, o farazî emir nasıl bir hareket yapar ki, hemen arkasından dilediği şey İlâhî kudret tarafından yaratılır ve sorumluluk kula ait olur?
Said Nursî Hazretlerine göre, meyelan denilen bu emr-i itibarî bir rüçhâniyet kazansa, yani her hangi bir şey içimizde binlerce tercihler içinden bir tercih olarak doğsa ve diğer tercihlere nazaran üstünlük kazansa, onu fiiliyata geçirebiliriz. O anda onu terk edebilir veya yapabiliriz. İşte tercih ettiğimiz şey kötü bir fiilse, yani meylettiğimiz ve yöneldiğimiz şey çirkin bir iş ise, Kur’ân o anda insana diyor ki: “Yapma! Şerdir! Haramdır!”
Mu’tezile’nin dediği gibi eğer kul fiillerinin yaratıcısı olsaydı ve icada iktidarı bulunsaydı, o vakit ihtiyârı ve irâdesi ortadan kalkardı. Çünkü bir şey vacip olmazsa vücuda gelmez. Yani tam bir illet olmalı ki, bir şey vücuda gelebilsin. Tam illet ise, illet ile elde edilen şeyi zorunlu ve vacip olarak gerektiriyor. Bu defa da beşerin ihtiyar ve iradesi kalmıyor. Oysa irademiz her saniye başı defalarca tercihler yapıyor ve hepsinde de bağımsız hareket ediyor. Öyleyse irademiz, yaptığı tercihlerden ve tasarrufta bulunduğu meyillerden sorumludur.
Burada Bedîüzzaman: “Madem katli yaratan Cenâb-ı Hak’tır; niçin bana kâtil denilir?” sorusunu sorar ve cevaplar: Sarf İlmi kâidesince ism-i fâil, nisbî bir emir olan masdardan doğmaktadır. Yani katil ismi, “katl” mastarından doğmaktadır. Hâlbuki katli yaratmak hâsıl-ı bilmasdardır, yani yaratma fiili görünüşte mastara terettüp etmektedir ve fakat masdardan kaynaklanmamaktadır. Yani katl ayrıdır, katli yaratmak ayrıdır. Öyleyse katil ayrıdır, Hâlık ayrıdır. Katlin, yani ölümün Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bir mahlûk olması, katili sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü masdar, yani katl işi, yani öldürme fiili bizim kesbimizdir. Yani katli biz yaparız. Katil unvanını da biz alırız. Sorumluluk da bizim olur.
Bu durumda biz içimizdeki öldürme meylini iptal etmemekten, bunu yürürlüğe koymaktan ve bir ölüme sebep olmaktan dolayı sorumluyuz. Bizim tetiği sıkmamıza bağlı olarak, Cenâb-ı Hakk’ın ölümü yaratmış olması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Öldürme isteği ile harekete geçen ve öldürme fiilini işleyen bizden başkası değildir. O halde katil de bizden başkası değildir.1
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 431.
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
28 Şubat değirmeni |
|
Dünya 11 Eylül’ün yıldönümünde ‘dönen dolaplar’ı tartışırken, Türkiye’de ‘bir kısım medya’ “28 Şubat değirmeni”ne su taşıma telâşında. İşlenen menfur bir cinayet ve ‘katil’in de ortadan kaldırılması, cinayeti ‘çözülmesi zor’ bir hale getirdi.
Amerika’daki “İkiz Kule”leri hedef alan 11 Eylül saldırılarının (2001) kamuoyuna nasıl anlatıldığını bir düşünelim. Bir de sonraki günlerde/ aylarda ve hatta yıllarda ortaya çıkan gerçekleri hatırlayalım. Özetle, dünya kamuoyuna aktarılan bilgilerin büyük bir kısmının ‘yalan’ olduğu ve yanlış bilgilerin ‘kasıtlı’ şekilde anlatıldığı, yazıldığı ve çizildiği ortaya çıktı.
11 Eylül 2001’deki terör saldırısının ardından konuşan ABD Başkanı Bush, adeta dünyayı ‘iki’ye bölmüş ve “Ya yanımızdasınız, ya da siz de teröristsiniz” anlamına gelecek beyanlarda bulunmuştu. O tarihlerde, “Bu beyan ve açıklamalara ihtiyatla yaklaşalım” diyenlerin sözü ise hiç dinlenmemişti.
Aradan yıllar geçti ve 11 Eylül’ün büyük ölçüde başka maksatlar için planlandığı ve bütün dünyanın aldatıldığı ortaya çıktı. Tabiî bundan sonra başka bilgi, belge ve gerçeklerin de ortaya çıkacağını unutmayalım...
Ayrıca, Afganistan ve Irak’ın işgali esnasında gündeme taşınan konularla; aynı konuların bugün değerlendiriliş şekline de bakalım. Bütün bunlar, “komplo senaryoları”na hak vereren gelişmeler olarak tarih sayfalarındaki yerlerini aldılar.
Türkiye’nin büyük bedeller ödeyerek geride bıraktığı “28 Şubat süreci”ne de bu gözle bakmakta fayda var. Sürecin olgunlaşması için kullanılan ‘malzeme’lere ve ‘bir kısım medya’nın bu konuda üstlendiği ‘görev’i hatırlayalım. Öyle ki, hazırlanan ‘andıç’lar sebebiyle, aynı gazetelerin yazarları suçlanmış ve işsiz kalmıştı. (Meselâ, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas v.d.)
28 Şubat sürecinde yaşanan ‘andıç’ların ortaya çıkması sebebiyle; ‘bir kısım medya’nın bundan sonra aynı/benzer tuzaklara düşmeyeceğini düşünebilirdik. Ama ne yazık ki son günlerdeki yayınlara bakınca aynı tuzağa düşme ihtimalinden bahsetmek lâzım. Belki de daha çetrefilli bir tuzak!
İstanbul’un Fatih’inde yaşanan menfur cinayet sonrası bazı gazetelerin manşetlerine bakınca kendimizi İstanbul’a yabancı hissettik. Ya onların bahsettiği İstanbul, ya da 10 milyon insanın yaşadığı İstanbul farklı! Çarşamba semtini öyle bir vasıflandırıyorlar ki, duyan da başka bir ülkeden bahsedildiğini zannedecek. Çarşamba semtinin —İstanbul’un ya da başka illerin semtlerinden— ‘farklı’ tarafları vardır. Ama bu durum hem bu günün mes’elesi değil, hem de Türkiye’nin bilmediği, yabancı olduğu ya da rahatsız olduğu bir ‘farklılık’ değildir. Orada da, başka il, ilçe ya da semtlerde her türlü görüşe mensup olanlar bir arada huzurlu bir şekilde yaşamaktadırlar. “Başka din ve kültür”lerle bile bir arada yaşamak ‘zenginlik’ sayılırken, aynı din ve kültürün farklı tezarühü niçin dışlanmak ve suçlanmak ister?
Kişi ya da kişilerin kanun önünde suç addedilen başka faaliyet ya da ‘eylem’leri var ise, onun hal yeri de hukuk sistemi ve adalet mekanizmasıdır. Manşetlerle insanları ve toplulukları suçlu ilân etmek en başta ‘basın ahlâk ve kuralları’na aykırı değil midir?
Geçmiş 28 Şubat’lardan ibret almamışçasına yeni “28 Şubat’lar”a su taşıyan medyayı ibretle izlemek lazım. Ama unutmadan hatırlatalım: Taşıma su ile değirmen dönmez... İnşallah Türkiye’nin önünü kapamayı ve ufkunu karartmayı hedef alan her türlü oyun boşa çıkar.
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Ramazan’a güzel bir hediye |
|
Risâle-i Nurların tamamını seslendirmeyi hedefleyen Asya Prodüksiyon, Ramazan ayı öncesi Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi'ni çok farklı bir sesle dinleyicilerin hizmetine sundu. Böylelikle; zaman bulamamaktan yakınanlar, okuma açığını, bulunduğu her ortama uygun vasıtalarla dinleyerek giderebilecekler. Ev hanımları iş yaparken, yolda olanlar kulaklıkla dinleyebilecek. İş yerinde bilgisayar başındaki insanlar rahatlıkla dinleyip motivasyonları olumlu yönde etkilenecek.
Sade ve anlaşılır bir üslûpla seslendirilen eser, Mehmet Ali Özkan tarafından okundu. Sözkonusu çalışma ses cd’si (audio) ve ses kaseti formatlarında hazırlandı. İlk girişinde, okunan risâlenin adı, muhtevası, telif edildiği yer ve yıl gibi ayrıntılı bilgiler yer alıyor.
Bir diğer özelliği de Arapça metinler okuyanın kendi okuyuşu olması ve Risâle içindeki parçaların indeksli olarak kaydedilmesi. (Cd’den dinleyen dinleyici hangi parçayı dinlemek istiyorsa, kolayca ulaşıp onu dinleyebiliyor. Tekrar dinlemelerde, aradığı yeri bulmada kolaylık sağlıyor.) Cd’lerde okuyuşun altında bir fon müziği özellikle kullanılmamış. Müzik tercihi kişiye göre değişim gösterdiği için sade bir seslendirme yapılmış.
Ramazan, İktisat, Şükür Risâleleri, Risâle-i Nur Külliyatı’ndan 29. Mektub-İkinci Risâle Olan İkinci Kısım (Ramazan Risâlesi), 19. Lem’a (İktisat Risâlesi) ve 28. Mektub-Beşinci Risâle Olan Beşinci Mesele (Şükür Risâlesi) olmak üzere üç temel risâleden oluşan bir eserdir.
Ramazan Risâlesi’nde orucun yetmiş hikmetinden dokuz hikmeti açıklanır. 1935 yılında Isparta’da Türkçe olarak telif edilen İktisat Risâlesi ile Şükür Risâlesinde ise konuyla ilgili âyetlerden yola çıkılarak iktisat ve şükrün önemi üzerinde durulur.
Daha önce İhlâs Risâlesi'ni seslendirerek piyasaya sunan Asya Prodüksiyon önümüzdeki günlerde de Küçük Sözler ve Hastalar Risâlesi'ni seslendirmeyi planlıyor.
Büro ve temsilcilerimizin dikkatine: Satış ve Pazarlama Servisimiz, Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi için Ramazan ayı öncesinde özel bir kampanya düzenleyecek. Kitap, cd ve kasetten oluşan bu set özel indirimlerle satışa sunulacak. Ramazan ayının mânâ ve hikmetlerini yakın çevrelerine duyurmak isteyenler için kolaylık sağlayacak bu set, Ramazan ayı için güzel bir hediye olacak.
***
Enstitü sayfası yeniden
Altı yılı aşkın bir zamandır Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından hazırlanan ve her hafta Cuma günü gazetemizde yayınlanan “Enstitü” sayfalarına, 7 Temmuz 2006 tarihinde daha sonra yeniden beraber olma dilekleriyle bir süre ara vermiştik.
23 Mart 2000 tarihinde, Bediüzzaman Hazretlerinin 40. vefat yıldönümü dolayısıyla başlayan ve Risâle-i Nur adına hatırı sayılır bir birikimin ortaya çıkmasına vesile olan bu altı yıllık süreçte bine yakın çalışma ortaya konmuştu. Olayları ve olguları harfî bakış açısıyla yorumlayan ve bizlere farklı pencereler açan “Mânâ-i Harfî” köşesiyle birlikte, Risâle-i Nur’da adı geçen kişilere ait “Portre”lerin yayını da aralıksız devam etti. Portreleri kitap olarak neşretme taahhüdü ise henüz gerçekleşmemekle birlikte, bu yöndeki hazırlıkların devam ettiğini ve birkaç kitap halinde yayınlanacağını bir kez daha ifade edelim. Bunların yanında, Enstitü sayfalarında bazen dünyanın ve Türkiye’nin gündemine, bazen de kendi gündemimize uygun makaleler yayınlandı. Yayınlanan önemli metinlerden bazıları ise Ulusal Risâle-i Nur Kongreleri ve Arama Konferanslarının sonuç bildirileri oldu.
Risâle-i Nur’u anlama ve anlatma çabalarına önemli bir katkı sağlayan Enstitü sayfamızın, alışılan formatı ve konularıyla 15 Eylül tarihinden itibaren yeniden karşınızda olacağı müjdesini vererek hayırlı hizmetlere vesile olmasını diliyoruz.
Hepinize hayırlı haftalar...
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
İçeriden patlatma olmasın |
|
Belli kırılma dönemleri var Türkiye’nin... Önemli görev değişiklikleri bu dönemlerin başında geliyor. İktidar değişiklikleri, Genelkurmay Başkanlığındaki devir teslimler ve nihayet Çankaya savaşları.
Bu dönemler, sistemin geleni, yeni gücü test etme dönemleridir. Aynı zamanda gelene, “hoş geldin” partisi verilirken, süreci yönetmek için bir inisiyatif savaşına girilir.
Tansu Çiller politik geçmişi az, hırslı, enerjik bir başbakandı. Başbakan olduğu hafta Türkiye adeta yangın yerine dönmüştü. Şehirler basılıyor, Şırnak’ta, Cizre’de günler süren şehir savaşları veriliyordu.
Tecrübesiz Başbakan devasa bir sorun devralmıştı. Test edildi. “Terörü durdurmak için ne gerekiyorsa yapın” dedi. Zaten istenen buydu. Ne gerekiyorsa yapıldı. DEP’lilerin içeri tıkıldığı, köy ve mezraların boşaltıldığı kimi yerde ise yakıldığı, faili meçhullerin korkunç düzeylere çıktığı bir dönem oldu.
Gri bir dönemdi. Demokrasisi az, kapalı devre işleri çok bir süreç yaşandı.
Şimdi bir iktidar değişimi yok ama kritik bir görev değişimi yaşandı. Türkiye’de ismi en çok tartışma konusu olanlardan biri Orgeneral Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı oldu.
Ama yaklaşık 1 yıldır hakkında çıkan söylentiler, tartışmalar son günlere kadar sarkan iddialar sebebiyle yaralı.
Bu yapılanlar Büyükanıt Paşa’yı test etme süreci. Büyükanıt’ın tahrik olma katsayısı belirlenmeye çalışılıyor. Ortada bir meczubun işlediği bir cinayet var. Rejim çok şey borçludur bu meczuplara. Meczupların Anıtkabir’deki gösterileriyle 28 Şubat sürecini başlatmadık mı? Meczupların işlediği suikastler, askeri sokaklara dökmedi mi?
Bu ülkede rejime en çok hizmeti kimler etti desem, meczupların ilk üçe gireceğinden kuşkum yok. Şimdi yine bir meczup olayıyla karşı karşıyayız. Sakın bunun burada kalacağını sanmayın. Önce elde ne var ona bakmak lâzım.
Ortada bir cinayet. Linç edildiği iddia edilen bir katil. Ve tam karşımızda kapalı yapıları ve ticarî faaliyetleri ile bir İsmailağa Cemaati.
Eksik olan ne? Henüz bu senaryonun “Fadime Şahin”i eksik.
Biraz sabredin, parasal ilişkiler servise konulmaya başladı. Bilin ki sırada cinsellik var.
Senaryo deyip, ta baştan olayın üzerine bir şal örtmek istemiyorum. Tam tersine çok iyi araştırılıp, aydınlatılması gereken bir cinayetle, pardon iki cinayetle karşı karşıyayız.
Çünkü bu cinayetten birilerini tahrik etme amacıyla yararlanmak isteyenler var.
3 Eylül günü sabah namazında öldürüldü Bayram Ali Öztürk Hocaefendi. Kısa sürede bu olay farklı bir hal almaya başladı. Önce katilin cami içinde linç edilmiş görüntüsü yayınlandı.
Bu görüntünün cemaate yakın bir internet sitesinde yayınlanması, buradaki kuşkuyu kaldırmadığı gibi hatta böylece daha da inandırıcı bir kisveye bürünmesini sağlar.
Görüntünün ardından linç sırasındaki ses kayıtları servise konuldu. Şalvar ve cüppeden taviz vermeyecek kadar değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir cemaat söz konusu. Ve bu cemaatin yetiştirdiği en büyük âlimlerden birisi vaaz sırasında, kalbine bıçak saplanarak öldürülüyor, “vurun, öldürün” sesleri arasında birileri ise oturmuş ses kaydı alıp, görüntü tesbit ediyor.
Bayram Ali Öztürk Hoca Efendiyi öldüren Mustafa Erdal’ın kardeşi yıllardır gittiği caminin o gün çok kalabalık olduğunu ve tanımadığı birçok insanın o gün camide olduğunu söylüyor.
Bu tür suikastlerde failin canlı olarak ele geçirilmesi, olayın aydınlatılması açısından hayati önem taşıyor. Güvenlik birimleri en çok failin can güvenliğini sağlamaya özen gösterir. Çünkü failin ortadan kaldırılması demek sadece olayın aydınlatılmasını önlemez. Suikastten daha önemli olan bağlantılarının ortaya çıkmasını engeller. “En iyi katil, ölmüş katildir” birileri için. Susması yeter. Katilin susturulmaması için çaba gösterir güvenlik güçleri. Çünkü hem bağlantıların ortaya çıkarılması hem de ileriye yönelik planların öğrenilmesi açısından hayatî derecede önemlidir.
Bıçak saplandıktan sonra birileri cemaati, “vurun, öldürün” diye tahrik ederken, aynı zamanda katilin ebediyen susturulmasını mı sağladılar acaba? Bu nokta çok önemli... Böyle düşünmemizi sağlayan ise olaydan sonra görüntü ve ses kayıtları başta olmak üzere servis yapılmaya başlanması.
Şimdi cinayet unutuldu, cinayetin üzerinden bildiğimiz bir rejim oyunu oynanmak isteniyor.
Zaten cinayet ya da İsmailağa cemaatinin yapısı o kadar önemli değil. Sadece istenilene uygun çok iyi bir malzeme vermeleri.
Birileri “hoş geldin” partisi yapıp, istihbaratçı deyimiyle içeriden patlatma oyunu oynuyor olmasın...
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Stoiber ve Papa |
|
Yakında Brezilya ile birlikte Türkiye’ye de bir ziyaret planlayan Papa 16. Benediktus’un anavatanını ziyaretinde kendisine hoşamedide bulunanlardan birisi de Almanya’da gerileyen katolikliğin merkezi olan Bavyera Başbakanı Edmund Stoiber di. Stoiber son günlerde İslâm ve Müslümanlarla ilgili talihsiz beyanatından dolayı Müslümanların şimşeklerini üzerine çekmiş bulunuyor.
Konuşmalarını hiç bir açıdan yapıcı addetmek mümkün değil. Son sıralarda maalesef basınla birlikte kimi Avrupalı politikacılar Müslüman-Hıristiyan uyumuna katkıda bulunmak bir yana, aksine ikili ilişkilere büyük darbeler indiriyorlar. Ve bunu yapanların pek marjinal partilere mensup oldukları da söylenemez. Geçenlerde Fransa’da merkez partilerden birisinin lideri de yine ulu orta İslâma sataşmış ve hakaret düzeyinde iifadeler kullanmıştı.
Danimarka Başbakanı Rasmussen’in de Hazreti Peygambere yönelik karikatürleri yayınlayan gazeteye desteğini biliyoruz. Bu bağlamda, Zaman gazetesinden Ali Halit Aslan’ın bir araştırmasının sonuçları manidardı. Batı’da İslâm fobisinin arkasında iki temel faktörün olduğuna işaret ediliyordu. Birisi, siyasiler, diğeri de gazeteler. İki koldan İslâma saldırıyorlar ve tarihi husumeti unutmuş halk yığınlarına ve tabakalarını muayyen doğrultuda yeniden kışkırtıyorlar. Bu ikiliye bir üçüncüsü olarak, Bernard Lewis gibi veya Huntington gibi kimi ‘şer nazariyatçıları’ da ilave edilebilir.
Stoiber, Bild gazetesine verdiği demecinde, “Hıristiyanlık, günlük yaşamımızı belirleyen bir kültür. Hıristiyanlığın İslâmiyetten farkı, hoşgörüsüzlüğü reddetmemiz, din özgürlüğü vermemiz, kadın-erkek eşitliğini desteklememiz ve zorunlu evliliklere kararlı şekilde karşı çıkmamız. Bizim için her insan özeldir, her insanın onuru, özgürlük hakları ve eşit hakları vardır” demişti.
***
Bu ifadeler, 11 Eylül sonrasında Berlusconi’nin ‘Batı medeniyeti İslâm medeniyetinden üstündür’ demesinden pek de farklı değil. Almanya’daki Müslüman kuruluşları, İslâmiyete eleştiriler yönelten Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı ve Bavyera eyaleti Başbakanı Edmund Stoiber’e tepki gösterdi. Almanya Müslümanlar Merkez Konseyi, Stoiber’in Müslümanlara karşı ayrımcılık yaptığını, sonuçta inançlı Müslümanların insani duygulara sahip olmadığı şeklinde yorumda bulunduğunu belirtti. İslâm Konseyi de Stoiber’i, İslâmiyeti bariz bir şekilde aşağıladığı gerekçesiyle eleştirdi. İslâm Konseyi, Stoiber’in bu açıklamalarının sorumsuzca olduğunu belirterek, İslamiyet’te zorunlulukla yapılan hiçbir evliliğin geçerli olmadığına işaret etti. Hıristiyanlık eşcinsellik gibi sapmalardan nasıl beri ise, İslâm da evlenen tarafların rızası dışında yapılan cebri evliliklerden aynı şekilde beri ve masundur.
Aslında dikkat etse Stoiber’e en büyük cevabı, hoşamedi taziminde bulunduğu Papa 16. Benediktus vermiştir. Almanya ziyaretini sürdüren Papa, Münih kentinde düzenlenen bir açık hava ayininde yaklaşık 250 bin kişiye hitaben yaptığı konuşmada, “Batılı ülkelerde Allah’ın isteklerinin zamana uygun görülmediğini” belirterek, ‘’Batı dünyası, kendi mantığı içinde yaratıcıya inancını kaybetti’’ ifadesinde bulunmuştur.” Yaratıcıyla alay etmenin bile bir özgürlük hakkı olarak görüldüğüne” işaret eden Papa, “Dünyanın yaratıcıya ihtiyacı var. Bizim Allah’a ihtiyacımız var” diye konuşmuştur.
***
Papa, Stoiber’in hürriyet olarak sarıldığı şeyin sığlığını nazara vermekte ve bunu reddetmekte ve bunun pratik bir ateizm ve dinsizlik manasına geldiğini ima etmektedir. Stoiber, Papa ile tezada düşmüş ve Papa’nın şikayet ettiği hürriyetin Müslümanlarda olmadığını savunmuştur. Papa’nın söylediklerinin mefhumu muhalifinden yola çıkacak olursak Papa’ya göre Müslümanlar haklı ve pratik dinsizliği yaşayan Batı alemi haksızdır. 11 Eylül yeni bir milat ve küresel bir kriz ise, öyleyse asıl ontolojik mânâda 11 Eylül’e bu sözleriyle Papa temas etmiştir. Asıl 11 Eylül krizi, dünyanın pratik dinsizlik kıyılarında dolaşmasıdır.
11.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|