|
|
İslam YAŞAR |
Karahisar’ın nurânî yüzü |
|
Afyon, Emirdağ, Eskişehir...
Anadolu bozkırının ortasında, aynı hat üzerinde uzanan birbirine yakın yerleşim birimleri bunlar. Mekânların arasındaki mesafe yakın olsa da ahâlinin fıtratı birbirinden uzak.
Afyon ve Eskişehir il, Emirdağ’sa ikisinin arasında bir ilçe. Emirdağ mülkî idare cihetiyle Afyon’a, ticarî ve içtimâî yönden da Eskişehir’e bağlı. Ama orada meskûn insanlar diğer yerlerin sakinlerinden oldukça farklı.
Afyon ve Eskişehir ne kadar kadimse, Emirdağ o kadar yeni. İllerde meskûn ahâlinin nesiller boyu oralarda yaşayıp kaynaşmalarına nisbet ilçe halkı, çeşitli bölgelerden tehcire tabi tutulan kabilelerden ve sürgün edilen insanlardan müteşekkil.
Bediüzzaman Said Nursî de orada ikamete mecbur edilen insanlardan biri. Lâkin onun hayatı medar-ı bahs olduğunda Emirdağ’ı, Afyon’dan ve Eskişehir’den ayrı düşünmek pek mümkün değil.
Zîra Said Nursî, Emirdağ’da kaldığı yıllarda sık sık o illere gidip gelmişti. Ne var ki Eskişehir’e hep kendi isteği ile seyahat ederken, Afyon’a umumiyetle jandarma ve polis nezaretinde götürülüp getirilmişti.
Onun için Said Nursî, hayatının en uzun, zor ve meşakkatli mahkûmiyetini, en denî muamelelerini, en şenî işkencelerini, en ağır tecrit şartlarını Afyonkarahisar’da yaşamıştı.
Biz de ondan altmış yıl sonra Emirdağlarını aşıp Afyon’a doğru giderken yol boyu hep bu hadiseler üzerinde düşündük, ona ve talebelerine reva görülen kötü muamelelerden söz ettik.
Bilhassa vatanın bütünlüğünden, dinin ihyasından ve milletin iman selâmetinden başka bir şey düşünmeyen; bu uğurda her cefaya katlanarak koca bir külliyât yazan yetmiş beş yaşını geçmiş bir din âlimine câni muamelesi yaparak bileklerine demir kelepçeler vurulduğunu duymak duygularımızı dağlamaya yetti.
Konuştukça ruhumuzu karartan bu hadiselere bir de sık sık tekrarladığımız Afyon ve Karahisar kelimelerinin tedâi ettirdiği karamsar mânâlar eklenince sinirlerimiz iyice gerildi.
Gayri ihtiyarî böyle bir ruh hâli içine girdiğimizden olsa gerek, Afyonkarahisar, Bediüzzaman ve Nur talebeleri kelimelerini birlikte telâffuz edilmeyecek kadar birbirinden uzak görmeye başladık.
Lâkin, Üstadın götürüldüğü yolları takip ederek şehre girip işlek kavşakların ortalarına konan ve geniş caddelerin kenarlarına sıralanan bilbortlarda Said Nursî’nin büyük boy posterlerini görünce şaşırdık.
Ancak o zaman idrak edebildik, Afyon Hapishanesi’nde Said Nursî’ye ve Nur talebelerine yapılan eziyetlerin, zulümlerin, işkencelerin; Ankara’dan gelen emirleri bahane eden bazı işgüzar memurların işi olduğunu.
Gerçekten de şehrin resmî yüzünün sebep olduğu bu hadiselerde, Karahisar’ın çehresi yüzü sayılan halkın hiçbir dahli olmamıştı. Said Nursî, gittiği her yerde olduğu gibi o zaman Afyon’da da halk tarafından büyük bir sevgiyle karşılanmıştı.
Nitekim o da, ‘Isparta’da Nur medresesinin açılacağını ve kendisinin orada ders vereceğini zannederek toplanan halkın coşkusunu’ anlatırken; “Afyon’da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimâlar olma ihtimali bulunduğundan o hatıra terk edildi” diyerek Afyon halkının alâkasını örnek göstermişti.
Üstelik Afyon ahâlisinin onu uzaktan da olsa görme iştiyakı sadece mahkemeye getirilme hadisesinde vuku bulmamış; askerlerin dipçik, polislerin cop darbelerine rağmen her mahkeme safahatında tekrarlanmıştı.
Karahisar’ın nurânî yüzünde tecellî eden bu fıtrî ve samimî alâka resmî makamları o kadar korkutmuştu ki, hapishaneden çıkacak mahkûmların saat on civarında bırakılması âdet olduğu hâlde Said Nursî, halkın karşılamasına fırsat vermemek için fecir vakti ile sabah namazı arasında tahliye edilmişti.
Bunları düşünürken, bilbordların yanı sıra bazı dükkânların vitrin camlarının da Bediüzzaman Haftası vesilesiyle tertiplenen toplantının afişleri ile süslendiğini görünce heyecanlandık.
Nur menzillerini gezmeye başlamadan önce, gayretleri ile şehirdeki içtimâî hayata nurânî bir güzellik katıp hareketlilik kazandıran Nur talebelerini tebrik etmek için gazetenin bürosuna gittik.
Orada herkesin, kendisine tekabül eden vazifeleri en güzel şekilde yapmaya çalıştığını görünce kimseyi meşgul etmek istemedik ve adresi alıp hizmet binasına geçtik.
Şehir merkezinin en mutena muhitinde bulunan bu beş katlı hizmet binasında da herkes hareket hâlindeydi. Biz dışarıdan gelen misafirlerle meşgul olmakla vazifeli gençlerin itinalı hizmetleri sayesinde iyice dinlenip ağırlandıktan sonra Nur menzillerini gezmeye başladık.
Her Nur Talebesi gibi bizim de Afyon denince aklımıza ilk olarak, Romalılardan kalma büyük bir su sarnıcının üstü kapatılıp içi bölünerek yapılan hapishanenin dehşetli zindanları geldiğinden, önce oraya gitmek istedik.
Hapishanenin bulunduğu yere vardığımız zaman, zalimlerin, zulüm mekânları olan zindanlarla birlikte kahrolup gittiğini görünce ‘Küfür devam eder, zulüm devam etmez’ hükmünün orada da tecellî ettiğini anladık.
Bu netice karşısında ne sevinç duyabildik, ne de üzüntü hissettik. Sadece hapishanenin yerine yapılan büyük binanın önünde durduk ve Said Nursî’nin, Zübeyir Gündüzalp’in, diğer Nur talebelerinin ve bazı mahkûmların eserlere geçen maceralarını yâdettik.
Şayet o hapishane binası orada duruyor olsaydı ve biz zemherî soğuğunda, camları buz tutmuş kırk kişilik koğuşta tek başımıza birkaç saat durabilseydik, Üstadın çektiği eziyeti bilmekle kalmaz, bir nebze yaşayarak hisseder ve onu daha iyi anlardık.
Öyle bir şansımızın olmadığını bildiğimiz için orada daha fazla durmadık. Hemen yanındaki adliye binasına geçtik ve Said Nursî’nin yargılandığı söylenen mahkeme salonlarının boş sıralarını, soğuk kürsülerini şöyle bir görüp geçtik.
Oralarda irtikap edilen mezalim, havayı da bozmuş olmalı ki, mekâna hakim olan kasvetten ruhumuz daralmaya başlayınca daha fazla duramadık ve oradan ayrıldık.
Üstadın hapishaneden çıktıktan sonra bir süre kaldığı eve doğru giderken girdiğiniz dar sokak büyük bir meydana açılınca, ferahlama ümidiyle derin birkaç nefes aldık. Fakat ruhumuzu saran kasvetin daha da ağırlaşması üzerine meydanın macerasını sorduk.
“Eskiden şurada büyük bir cami varmış” diyerek söze başladı orta yaşı biraz geçkin mihmandarımız. Ardından, Cumhuriyetin ilk yıllarında o muazzam caminin yıktırıldığını, enkazından elde edilen para ile de yerine heykel dikildiğini anlattı.
O zaman, tağutların tahribatından yalnız Said Nursî’nin ve Nur talebelerinin değil, Karahisar’ın da nasibini aldığını anladık. Memleketin pek çok yerinde bunun başka örneklerine defalarca şahit olduğumuz için fazla şaşırmadık ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştık.
Uzunçarşı’ya girdiğimiz zaman bir anda, Afyon’un, Karahisar-ı Garbî adıyla anıldığı yıllarda yaşıyormuş gibi hissettik kendimizi. İçinde bulunduğumuz mekanın şartları da pek değişmemişti, aralarına karıştığımız insanların hâlleri, tavırları da.
Demircisinden, bakırcısına kalaycısına; eğercisinden, semercisinden, hasırcısına, sepetçisine, dokumacısına, simitçisine, zerzevatcısına kadar günlük hayatta lâzım olacak her şeyi bu çarşıda bulmak mümkündü.
Demirci, bakırcı dükkânları kömür; kalaycılar nişadır kokuyordu. Eğercilerde ağaç, semercilerde hasır; örmecilerde iplik, dokumacılarda kilim, ayakkabıcılarda kösele kokusu hissettik.
Balyoz, çekiç sesleri; atların nal, arabaların tekerlek tıkırtılarına karışıyor, çeşmelerden su şırıltısı, ocaklardan körük hışırtısı geliyordu. Hepsi birbirinden farklı olan bu sesler hayatın fıtrî işleyişine ayrı bir âhenk katıyordu.
Hiç biri ile tanışmadığımız hâlde, hepsi ile selâmlaşarak geçtik dükkânların önünden. Kimi çay ısmarlamak istedi, kimi şerbet ikram etmeye çalıştı. Bizden selâmlarına mukabil selâm alıp tavırlarına cevabî tavır görünce memnuniyetle gülümsediler.
Çoktandır görmeye hasret kaldığımız o samimî tebessümler, böyle bir yerde alabileceğimiz en güzel ikramdı. O nurânî yüzlerde teşekkül eden tebessüm hattını takip ederek çarşının diğer ucuna geldik.
Bazı arkadaşlar, çarşıyı çevreleyen cumbalı ahşap konaklara bakarak Üstadın kaldığı evi tahmin etmeye çalışırken mihmandarımız, önünde durduğu küçük dükkânın ahşap kapısını ardına kadar açtı ve bizi içeri dâvet etti. Bastıkça gıcırdayan ahşap merdivenden yukarı doğru çıktı.
“Üstad Hazretlerinin, hapishaneden tahliye edildikten sonra iki ay kadar kaldığı ev işte burası” dedi hepimizin gelmesini bekledikten sonra.
Şaşırmamak elde değildi. Afyon’da Said Nursî’nin evi olarak iştihar eden mesken, Uzunçarşı’nın nihayetindeki caminin duvarının dibine yapılan küçük bir dükkânın üzerindeki tek odadan ibaretti.
Şekil ve hacim itibariyle küçük bir ardiyeyi andıran bu basık odanın; Bediüzzaman Said Nursî gibi bir büyük zâtı birkaç ay sinesinde barındırmış olması, gelen insanların, oraya saray nazarıyla bakmasına yetiyordu.
Bidayette orayı yaptıran da öyle telâkki etmiş olmalı ki, merdiven korkulukları, pencere pervazları, dolap kapakları ve sair ahşap aksamı, çok ince olmasa da san’at değeri taşıyabilecek işlemelerle tezyin edilmeye çalışılmıştı.
Lâkin, yüz yıl öncesinin suit dairesi sayılan o küçük odayı bu kadar muteber hâle getiren hususiyeti, ne bulunduğu mevkii, ne de ahşap işlemeleri idi. Sadece ve sadece, Said Nursî’nin orada bir süre kalmış olması idi.
Ona mesken olarak hayat bulan o küçük eve baktıkça taşıdığımız mensubiyetin değerini bir kat daha anlayarak ayrıldık Afyonkarahisar’ın bu yegâne Nur menzilinden.
Uzunçarşı’da hâlâ tarihin nabzının attığını müşahede edince o hazzı biraz daha yaşamak istedik ve Gedik Ahmed Paşa Külliyesi ile Ulucami arasında kalan bütün camileri, mescidleri, çeşmeleri, hanları, hamamları ve konakları gezdik.
Oraya kadar gelip de Karahisar Kalesi’ne çıkmamak olmazdı elbette. Biz de müstesna bir Selçuklu eseri olan Ulucami’de kıldığımız tahiyyat-ı mescid namazını müteakip uzun sedir ağaçlarının yontulmasıyla yapılan yekpare direklere dayanıp minberin ve tavanın ahşap işlemelerini seyrederek bir süre dinlendik.
Ortasivri adı verilen 226 metre yüksekliğindeki sarp bir kayanın üzerine Hititler tarafından yapılıp Romalılar zamanında tamir edilen ama Selçuklular ve Osmanlılar sayesinde ayakta kalan kaleye çıkmamız pek kolay olmadı.
Aşağıdan oldukça heybetli görünen kalenin içindeki ambarları, depoları, cephanelikleri, sarnıçları gezip burçlara çıkarak şehri, ovayı ve dağları seyretmeye başlayınca çektiğimiz zahmete değdiğini anladık.
Orada öylesine hava ferah, âfâk berrak, muhayyile geniş, manzara güzeldi ki, hayalen de olsa tarihin derinliklerine dalıp gitmekten kendimizi alamadık ve günün kalan kısmını Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad’ın hazine sandığı olarak kullandığı hisarda geçirdik.
Hülâsa hisar, çıkılması elzem addedilecek kadar müstesna bir yerdi. Lâkin ruhlarda husûle getirdiği ihtizazı kaybetmemek için ya hiç inmemek gerekirdi, ya da inince hemen o muhiti terk etmek.
Birinci ihtimal imkânımız olmadığından biz de çaresiz ikincisini yaptık.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Puşkin, Âkifimiz ve yine AKM yıkımı... |
|
Milliyet Gazetesi’nde Melih Aşık 19 Ekim 2007 günü “AKM için...” başlıklı bir yazı yayınladı. Önce yazıyı bir hatırlatayım:
“Büyükelçi Vahit Halefoğlu anlatmıştı. Türkiye yıllar önce Moskova’da yeni bir büyükelçilik binası yaptırmaya karar verir. Kentin mutena bir semtinde arsa alınır. İnşaat hazırlıklarına başlanır...
Derken bir gün elçiliğin yapılacağı arazide gösteriler başlar... Rus aydınları her gün arsada toplanıp yüksek sesle Puşkin’in şiirlerini okumaktadırlar. Bu tuhaf durumun sebebi sonradan anlaşılır.
Meğer Rusların büyük şairi Puşkin, zaman zaman gelip o arsadaki bir ağacın altında kitap okurmuş... Bizim elçilik durumu resmî makamlara bildirir, arsanın boşaltılmasını ister.
Ne var ki Rus aydınlarının gösterileri yoğunlaşarak sürmektedir. Sovyet yönetimi de bu manzara karşısında bir şey yapamaz... Sonuçta o arsaya inşaattan vazgeçilir.
Bizim ülkemizin de okur yazar insanları, aydınları, san’atseverleri vardır... Beklerdik ki o aydınlar yıllardır konser, opera, bale izledikleri AKM’nin yıkılmasına karşı bir küçük tepki göstersinler...
Yıllarca oyun izledikleri Taksim ve Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin tiyatroya kapatılmasına karşı birazcık homurdansınlar... O mekânlar ki bizi san’atla buluşturmuş, kent yaşamımızın kimi anılarını yüklenmiş.. O mekânlar ki artık bizim olmuş. Birilerinin buraları ‘Ben yıkıyorum’ deyip yıkması bu kadar kolay mı olmalı? Halkın malı olmuş san’at merkezlerini paraya dönüştürmek isteyen haramilere meydan bu kadar boş mu bırakılmalı?”
Puşkin’in zaman zaman gelip de kitap okuduğu arsaya bile sahip çıkan Rusların varlığı hatırlatılınca, aklıma onlarca yazarımızın maddi manevî miraslarına yaptığımız başta resmî saygısızlıklar hücum etti beynime…
Hele bir tanesi, koca bir kıymık gibi acıttı bir kere daha beynimin kıvrımlarını…
Rusların Puşkin’e böylesine sahip çıkmasını yadırgamadım…
Bizim; millî şairimiz, İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif’in miraslarına sahip çıkmayışımızı yadırgamadığım gibi!
Evet… Mehmet Âkif’in doğduğu evin yerinde yeller esiyor yıllardır değil mi?
Ya vefat ettiği ev ne durumda dersiniz?
İstanbul’un göbeğinde, Taksim İstiklâl Caddesi üzerindeki Mısır Apartmanı’na bi zahmet uğrayın da –bir ilgili bulursanız- sorun bakalım, İstiklâl Marşımızın şairinin vefaat ettiği daire hangisiymiş? Şu anda hangi amaçla kullanılıyormuş?
İstiklâl Marşımızın şairinin cenazesinin, acı haberi alır almaz Beyazıd Camiini dolduran üniversite gençliği elinde defnedildiğini, tabutuna lokantacının getirdiği bayrağımızın örtüldüğünü ve devlet erkânından hiçbir kimsenin millî şairin son yolculuğunda bulun/a/mayışını da bir düşünün hele…
Sırf fikirlerinden dolayı hapislere atılan, sürgünlere lâyık görülen onlarca yazarı, düşünürü, şairi de ekleyin ardına bakalım… Gurbet ellerde vatan hasretiyle hayatını kaybedenlerin yerine koyun bir kendinizi… Hani “empati” diyorlar ya… Ondan yapın bi kere, n’olur!
Bir yandan milyarlar harcayıp zaman zaman “okuma kampanyası” düzenleyenlerin, diğer yandan “kitap okurken yakalanma” suçundan (?) dolayı hapislere yollanan vatan evlatlarının hangi yazara nasıl sahip çıkma bilinci geliştireceğini de cevaplayın…
“Bizim ülkemizin de okur yazar insanları, aydınları, sanatseverleri”nin “yıllardır konser, opera, bale izledikleri AKM’nin yıkılmasına karşı bir küçük tepki” göstermelerini ondan sonra bekleyelim, değil mi?
“Halkın malı olmuş sanat merkezlerini paraya dönüştürmek isteyen haramilere meydan bu kadar boş mu bırakılmalı?” şeklinde hakaretâmiz ifadelerle meseleye yaklaşmak çözüm değil…
AKM’ye gösterilen genel sahiplenmenin, medyatik destek kampanyalarının yarısının bile Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılma talebi için gerçekleştirilmemesi ise “samimiyet” sınavındaki çuvallama olarak orta yerde yönetmenini bekliyor!
AKM’de kışın program izlerken “donuyoruz” diye, sıcak günlerde program izlerken “pişiyoruz” diye feryad edenlere yine de tavsiye ederim ki kulise de bir göz atmayı denesinler… Sahne arkasını, hele hele sanatçılara tahsis (!) edilmiş genel ve özel soyunma odalarının hâlini bir görsünler…
Ondan sonra, hakaretlerle yıktırmama histerisi yerine; “Yahu… Birileri çıksın ve bu ayıbı, demire giydirilmiş camdan ucube binayı İstanbul’un orta yerinden bir an önce kaldırsın… İstanbul’a, 2010’a hazırlanan bu tarihî beldeye yakışacak, Bizans’tan bugüne gelen mimarî zenginliğimizi dünyanın gözü önüne koyacak çok yönlü modern salonlarla acil bir kültür merkezi kondursun oraya.” desin…
Hatta bu kadarla da kalmamalı bence…
Meydana hâkim ikinci büyük yapı olan otelin -en azından çıkıntılı alt – cephesi de gözden geçirilsin… Söz konusu otel de; sadece sanatsal kullanım açısından çok amaçlı, estetik ve modern ama şehrin asıl mimarisine uygun olmasını arzu ettiğimiz yeni AKM’nin görüntüsüyle ortak bir çehreye kavuşturulsun…
Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılmadan iyileştirilmesi mümkün… Ama AKM’nin değil… Ne gariptir ki özellikle bir kartele bağlı yayın organlarında sadece AKM’ye sahip çıkılıyor da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne sahiplenilir gibi yapılıyor…
Şu önemli notu da mutlak surette bir kere daha eklemeliyim: Hem Muhsin Ertuğrul Sahnesi hem de AKM’nin yeni yapılanmasında “san’at ve kültür” dışında bir kaygı asla taşınılmamalı… “Gelir getirici” hiçbir yapılanma –otopark ihtiyacı dışında- bu binaların yerine / yanına / kıyısına köşesine ikâme edilmemeli…
Olaya taraf olan bütün yetkililer şunu unutmamalı!
Günümüz insanlarının çoğunluğu böylesi bir durumu “hoş” görse bile, tarih asla affetmez!
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanlar kaç sınıf? |
|
Dünyada dört türlü insan vardır.
Bunlardan birincisi Allah’ın ilim ve mal verdiği kimselerdir. Bunlar ilimlerini de, mallarını da Allah’tan bilir ve her şeyden önce O’na saygı duyar, isyan etmezler. Hak ve hukuku gözetir, kimseye haksızlık yapmazlar. Böyleleri, insanların en üstünü, en değerlisi; derecesi en yüksek olanlardır.
İkinci sınıf kimselerin ne ilimleri, ne de malları vardır. Ama niyetleri temiz ve sadıktır. “Allah bana da ilim, mal mülk verseydi ben de falan kimse gibi hizmet için didinir, hayır yapardım” derler. Niyetleriyle birinci sınıftakiler gibi sevap kazanırlar.
Üçüncü sınıf kimseler de Allah’ın mal verdiği, fakat ilim vermediği kimselerdir. Böyleleri o malda Allah’ın bir hakkı olduğunu düşünmez, herşeyi Karun gibi kendilerinden bilir, helâl haram demeden har vurup harman savurur; akraba, fakir fukara hakkını gözetmezler. İşte böyle insanlar en kötü durumdadırlar.
Dördüncü sınıf insan da, Allah’ın ilim de, mal da vermediği, hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Üçüncü kişiye özenip, “Keşke benim de malım olsaydı da falan kimse gibi harcasaydım” der. Üçüncü kişiyle aynı günahı kazanır.
Bu dört türlü insan örneğini Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde anlatıyor.1
Görüldüğü gibi birinci sınıf insan kendisine ihsan edilen ilim ve malın hakkını vermekte, sevap kazanmakta, sahip olduklarıyla hem dünya, hem de ahiretine yatırım yapmaktadır.
İkinci sınıf insan ilme de, mala da sahip olmadığı halde birinci kimseye özendiği, onun gibi olmak istediği için sırf niyeti sebebiyle onun kadar sevap kazanmaktadır.
Demek niyet çok önemli. Hatta Peygamberimiz (asm), “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”2 buyurmak sûretiyle niyetinin amelinden önde gittiğine dikkat çekmektedirler.
Üçüncü sınıf insana Allah ilim vermemiş, ama mal vermiştir. Bu adam malını helâla harama dikkat etmeksizin şuursuzca, nefsî arzuları istikametinde harcamaktadır. Her şey gibi malın da Allah’ın bir emaneti, ihsanı olduğunu düşünmemekte, dolayısıyla onunla hayır yapma, Allah rızasını kazanma gibi bir endişe duymamaktadır. Bu insan Allah’tan korkmaz; akrabayı, fakir fukarayı düşünmez. Vur patlasın, çal oynasın kabilinden bir hayat sürer. Böyle insanın durumu kötüdür.
Dördüncü sınıf insan da malı mülkü olmadığı için sırf özenti ve niyeti sebebiyle üçüncü adamın günahı kadar günah kazanmaktadır.
Demek nimetler hakkı verilirse güzel. İmkânı olmayanlar da niyetleri sebebiyle aynı sevabı kazanabiliyorlar. Şerde de durum aynı.
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc, 1: 579.
2- Kenzü’l-Ummal, 3:419.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Modern-Mahrem ve ötesi... |
|
Sosyolog Nilüfer Göle’nin ‘Modern Mahrem’ isimli eseri Türkiye’de başörtülü kadının toplum hayatının çeşitli safhalarında, üniversitelerde yer almasının neden rejimi tehdit eden bir unsur olarak algılandığını anlamak açısından önemli bir eser. Bu konuda yazılan hemen her makalenin Modern Mahrem kitabına yaptığı atıf boşuna değil.
18-19 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da Modern-Mahrem üzerine Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin iştirakiyle bir atölye çalışması yapıldı. Farklı ülkelerden san'atçıların konuyla ilgili eserlerinin de sergilendiği bu çalışma Bilgi Üniversitesi’nin Silâhtar Ağa’daki Santral İstanbul mekânında gerçekleştirildi. Uzun yıllar metruk, harap bir vaziyette olan mekânın adeta cennetten bir köşe haline geldiğini görmek, doğrusu çok sevindiriciydi.
Konuyla ilgili yabancı ülkelerden uzmanların da katıldığı çalışma bir panelle son buldu. Ali Bulaç, Sibel Erarslan, Hidayet Şefkatli Tutsal, Nihal Bengisu Karaca ve Nilüfer Göle’nin iştirakiyle gerçekleştirilen sunumda ülkemiz kadınının, Batı kültürüne kıyasla modern-mahrem çizgisi üzerindeki konumu değerlendirildi.
Ali Bulaç: Batı her şeyimizi yutuyor
Ali Bulaç’ın “Türkiye ve İran, tesettürü siyasallaştırıp, rejimlerinin sembolü haline getiriyorlar. Tunus hariç Mısır ve Mezopotamya’da kadınların böyle bir problemi yok. Ezher Üniversitesindeki kız öğrencilerin sayısı erkeklerden fazla” tesbiti ilginçti.
Batının her şeyimizi dilimizi, kültürümüzü, mutfağımızı yok edip yuttuğunu ifade eden Bulaç, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin reddettiği üç dâvânın (Başörtüsü, Refah Partisi ve Yüksek Askeri Şûrâ (YAŞ) kararları) da din üzerine olduğuna dikkat çekti.
Bulaç, sözlerini “Bahçemizde rengârenk ve çeşitli çiçekler mi olacak, yoksa sadece Batı çiçeği mi yer alacak?” sorusuyla bitirdi.
Nilüfer Göle: Tek bir Batı yok…
Nilüfer Göle “Tek bir Batı yok. Batı kültürü yekpare değil. Kaldı ki, modernliği sadece Batıya endekslememek gerekiyor. Modernliğin bir tek coğrafyası yok. Modern ve mahremi ayrıştırmak istiyorum. Kutsalı, mahremi unutmayacağız, ama ‘yeryüzü kızları’yız neticede. Mahremi modern yutabilir, ama kendi iç hesaplaşmamız önemli. Bugün Batı da kendi iç hesaplaşmasını gerçekleştiriyor. Küreselleşme karşıtları modernliği kıyasıya eleştiriyor” dedi. “Modern Mahrem kitabının yazarı olarak ben ‘Orada kimse var mı?’ diyorum. Bu bir dostluk sorusudur” cümleleriyle sözlerini bitirdi.
Sibel Erarslan: Planlar kadın üzerine..
Sömürgeci Batı kültürünün planlarını kadın üzerinden gerçekleştirmek istediğine dikkat çeken Erarslan, Cezayir, Afganistan, Azerbaycan’dan örnekler verdi.
Fransız sömürgecilerin Cezayir’i işgal ettiklerinde “Bu Fatmaları nasıl değiştiririz?” sorusuyla işe başlayarak eğitim kurumlarına el attıklarını anlattı. Bakü’nün merkezinde çarşafını kendisi yırtan bir kadının heykelinin “azadlık (hürriyet) heykeli” olarak anıldığını ifade eden Erarslan, Afganistan’a Batılı ülkelerin özgürlük ve demokrasi götürürken (!), işe, kadınların “Burka”sından başladığını hatırlattı…
İslâmcı feminist ve ilâhiyatçı…
Hidayet Şefkatli Tutsal kendisini bu sıfatlarla tanımlarken, asırlarca hadis âlimlerinin erkek bakış açısıyla hadisleri yorumladıklarını ve geleneksel İslâmın erkek egemen olduğunu ifade etti.
Bir plaj macerası…
Tesettürlü ve yüzmeyi seven bir başörtülü kadının deniz maceralarını anlattığı yazısıyla farklı çevrelerden tenkit ve takdirler alan Nihal Bengisu Karaca, bu yazısıyla yanlış anlaşıldığını ifade etti.
Karaca, toplum hayatında aktif olarak yer alan başörtülü kadının, hem Kemalist rejim tarafından, hem de dindar çevrelerce eleştiri oklarına, yasaklamalara maruz kaldığını anlattı.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Para ve kariyer uğruna hebâ edilen değerler |
|
Okulunu bitirmişti, azımsanmayacak bir maaşla hemen işe başlamıştı. Aş, iş olunca, sıra artık eş bulmaya gelmişti. Öyle ya, öyle uzun süre bekâr kalmak, yalnız bir hayat sürdürmek doğru olmazdı.
Maddî bir sıkıntısı yoktu, yakışıklıydı, kariyeri de yerinde idi. Manevî hayatı da fena sayılmazdı. Namazlarını kılar, oruçlarını tutar, akranları arasında dindar ve muhafazakâr diye tanınırdı.
Gel gör ki, zamane gençleri gibi onun da biraz lüks ve çok rahat bir yaşantıya merakı vardı. Çok kazanıp, çok harcamayı, lüks arabasıyla bolca gezip tozmayı severdi. Bu durumunu bazan tenkide kalkışan anne babasına da, “Canım ne var bunda? Kendim kazanıyorum, kendim harcıyorum. Namazımı kılıyorum. Öyle haramlara filan da girmiyorum. Ama ne yapayım, lüks giyinip kuşanmayı, gezip şöyle hayatın tadını çıkarmayı seviyorum” diyerek, ebeveynini ve kendisini tenkit edenleri ikna etmeye çalışıyordu.
Anne-baba da, çocuklarının bu alışkanlığını fazla dert edinmeden normal karşılıyorlar, nice daha kötü alışkanlıkların yanında onun lüks yaşantı tutkunluğunu gençliğin gelip geçici heveslerine veriyorlardı. Evlenip bir hane sahibi olunca bu alışkanlığının geçeceği düşüncesiyle de, çocuklarının bir an önce evlenip ev bark sahibi olmalarını dört gözle bekliyorlardı.
Bir gün kahvaltı sırasında annesi: “Oğlum, yanlış anlama, böyle bir ömür boyu seninle aynı sofrada kahvaltı yapmayı, aynı evde beraberce yaşamayı, ben de baban da cân-ü gönülden isteriz. Ama düşün ki ömür durmuyor, geçiyor. Bizler iyice yaşlandık. Senin de evlenme çağın geldi geçiyor. Şöyle ölmeden önce, senin evlilik mutluluğunu da yaşamak istiyoruz. Ne düşünüyorsun güzel oğlum? Ne diyorsan, senin dediğin olsun. Yeter ki bu işi fazla uzatma.”
Babasının merakla dinlediği, annesinin söyledikleri bitince, Ali titrek fakat kararlı bir ses tonuyla; “Anneciğim, söylediklerinize ve beklentilerinize hak veriyorum. Lâkin bu işler kolay olmuyor. Okulumu bitirdim. Çok şükür işim var, maaşım var. Fakat ihtisasım devam ediyor. Gerçi ihtisası beklesem evlilik işi iyice uzayacak. Sonra, işin doğrusu, istediğim kızı bulmak da kolay değil” deyince, annesi hemen araya girerek:
“Nasıl birini istediğini bilemiyorum ama ders sohbetlerimizde yakından tanıdığımız, belki senin de bildiğin, sırf başörtüsünü çıkarmamak için okulunu terk eden, oldukça bilgili, takvalı, hizmetlerini gaye edinen, ailesini de yakînen tanıdığımız Zeynep nasıl olur sence? Doğrusu boyu posu da yerinde! Ne dersin oğlum?”
Babası olmasa Ali annesine esas niyetini, söylemek istediklerini, çok daha rahat ve serbestçe söyleyecekti, ama işin içinde baba da olunca Ali biraz mahcup, fakat yine düşüncelerini söylemeyi tercih ederek söze başladı: “Anneciğim tarif etttiğin kızı, ben de biliyorum. Cemaatin önemli bir elemanı olduğunu da biliyorum. Kültürüne, terbiyesine de diyecek yok. Ama benim konumum ve içinde bulunduğum şartlar ve çevre, onunla yapacağım evliliği kaldırmaz. Bilemiyorum, kariyerimi, ihtisasımı da düşünmek zorundayım. Sonra onun işi, maaşı yok. Tek maaş ile geçinmek de zor bu zamanda. Lütfen beni anlayın anneciğim” diyerek böyle bir evliliğin olamayacağını dolaylı da olsa söyleyince, bu defa da baba araya girerek “Peki oğlum, senin tercihin veya teklifin nedir? Bildiğin, beğendiğin birisi varsa, çekinmeden söyle, dediğini yapalım, bu konuda son söz senindir” deyince, Ali, babasının bu söylediklerinden cesaret alarak, lâfı fazla uzatmadan; “Babacığım, okulda iken tanıştığım ve beğendiğim bir kız var. Kısmetse sizin de rızanız varsa onunla evlenmek istiyorum. Şimdilik dinî yaşantısı biraz zayıf, işin doğrusu başı da açık. Ama ileride düzelir inşaallah. 0 da okulunu bitirdi, bir iş yerinde iyi bir maaşla çalışıyor. Böylece size de fazla bir yük olmadan geçinip gideriz” deyince, annesi; “Oğlum, bizim belli bir mânevî yaşantımız var. Tesettürü olmayan bir gelini nasıl tercih edersin? Sen hanım mı arıyorsun, yoksa maaş, para pul mu?” deyince, babası Ali’nin vereceği cevabı beklemeden: “Tamam oğlum, kararın kesin ise, senin dediğin olsun” diyerek son noktayı koydu.
Ali’nin istediği kız, istendi. Daha önceden kendi aralarında bir nevî sözlü olduklarından, herhangi bir pürüz olmadan kız tarafı da teklifi hemen kabul edince, düğün hazırlıklarına başlandı.
Ali’nin, annesinden babasından son bir ricası vardı. Düğüne amirleri, mesâi arkadaşları da geleceğinden, onlara karşı mahcup duruma düşmemek için düğün şöyle çağdaş görünümlü ve çalgılı olmalıydı. Annesi yine araya girerek; “Oğlum, dost, akraba çevremizi böyle mutlu bir günümüze çağıramayacak mıyız? Böyle dünya ehli gibi dekolte kıyafetli, asortik bir düğünü gören dost-ahbap bize neler söyler? Düğünümüze yalnız senin amirlerin ve arkadaşların mı gelecekler?” deyince Ali, annesine, babasına, biraz da yalvarırcasına; “Ne olur beni hoş görün, ben de istemiyorum ama geleceğimi düşünmek zorundayım. Daha da olmazsa dâvâ arkadaşlarımıza ve diğer dost ve akrabalarımıza ayrıca bir yemek verir, onların da gönlünü hoş etmiş oluruz!” dedi.
Anne-babanın yapacağı bir şey yoktu. Hemen bir düğün salonu tutuldu. Düğün davetiyeleri basıldı. Ali’nin önceden belirlediği amirleri, mesai arkadaşları başta olmak üzere, çağdaş görünümlü aileler davet edildi. Bol çalgılı, eğlenceli bir törenle bu evliliğin ilk adımı atılmış oldu.
Anne-baba, evlâtlarının bu evliliklerine zâhiren karşı çıkmasalar da kalben taraftar değillerdi ama yapacakları bir şey de yoktu. Bir taraftan da bu evliliğin devam edip etmeyeceğinin tereddüt ve endişesi içindeydiler.
Evliliğin üzerinden günler, haftalar, aylar geçti. Ali, çok sık olmasa da anne-baba ziyaretini ihmal etmiyordu. Fakat anne de, baba da oğullarında hiç görmedikleri bir değişikliği hemen hissetmişlerdi. Eskiden Ali’de her zaman görmeye alışık oldukları sevincin ve neşenin yerini gam ve hüzün; şevk ve hareketliliğin yerini monotonluk ve durgunluk almıştı.
Anne-baba, çocuklarındaki bu değişikliğe daha fazla dayanamayıp sebebini sorunca, Ali de, içinde bulunduğu acı gerçeği anlatmaya başladı: “Evlilik gibi ciddî bir meselede sizi dinlemeyip, his ve heveslerime kapılıp, kendi başıma karar verdiğim için evvelâ ikinizden de özür diliyorum. Evlilikte tahsilin, para ve maddiyâtın yalnız başına kâfi olmadığını, tam tersine çoğu zaman huzur ve mutluluk yerine, huzursuzluk ve mutsuzluğu getirdiğini şu kısa süreli evlilik hayatımda görmenin ızdırap ve üzüntüsünü yaşıyorum. Ayrıca, mutluluğu yakalamak için kariyer, mevki-makam gibi aldatıcı şeylerin peşinden koşmanın ve bunları elde etmek için mânevî değerlerimi feda etmenin iç dünyamda meydana getirdiği nedametin ve pişmanlığın hüznünü yaşıyorum. Ve nihayet, acı olsa da bu gerçekleri gördükten sonra böyle bir evliliğin ızdırabını taşıma gücünü kendimde göremediğimden, yarından itibaren ikimiz de karşılıklı boşanmak üzere mahkemeye başvurmak üzere anlaştık” diyerek sözünü bitirince, Ali’nin anne ve babası derin bir sessizliğe ve hüzne çoktan gark olmuşlardı.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mü'minin mi'racı namaz |
|
Abdullah Bey:
*“Namaz ile Mi'rac arasında nasıl bir bağlantı vardır?”
Namaz Mü’minin mi’racıdır; mü’mini Allah’ın rıza makamına yükseltir.
Namazda kul ile Rabbi arasında hiçbir aracı yoktur.
Nasıl ki Resûlullah’ın (asm) Mi’râcında da kendisi ile Rabbi arasında hiçbir aracı yoktu. Beraberinde bulunan Hazret-i Cebrail (as) Sidre-i Münteha’ya kadar onunla gitmiş, ancak oradan ilerisinde Resûlullah’ı (asm) Rabbi ile başbaşa bırakmıştı.
Mü’min ile Rabbi arasında, namazda hiçbir kimse, hiçbir aracı yoktur. “Allahu Ekber” diyerek ellerini omuz veya kulak hizasına getiren Mü’min, bütün dünyayı ellerinin tersiyle itmiş, geride bırakmış ve önüne kendisini Allah’ın huzuruna taşıyacak yüksek ufukları almıştır. İftitah tekbiriyle Allah’ın dergâhına kabul edilmiştir. İftitah tekbiriyle dünya ve dünyadaki bütün sevdiklerini bir tarafa bırakmış, bütün sevdiklerini kendisine ikram eden İlâhî kapıya yönelmiştir.
Sonra ellerini hemen bağlayışı, Allah’ın huzuruna kabul edilişinin işaretidir. Bir büyüğün huzurunda ayakta iseniz, elleriniz başka nasıl tevazu rengine bürünürdü ki?
Ardından okunan “Sübhaneke” duâsı, huzur-u İlâhiye kabul buyurulan Mü’minin, tesbih, tahmid, tekbir, tehlil ve ta’zim ile Rabbine teveccühünün resmi olur. Mânen der ki: “Allahım, Seni tüm zamanlardan beri var olagelen, var olması düşünülebilen ve münkirlerin uydurdukları bütün noksanlıklardan, kusurlardan, eksikliklerden tenzih ederim; Sen yücesin! Bütün geçmiş ve gelecek varlıkların, her kime yapmış olurlarsa olsunlar, yaptıkları teşekkür, tezekkür, şükür, minnet ve hamdi, ben, tamamını Sana arz ederim. Elimde olsa hepsiyle Sana hamd ederim. Senin ismin, şanın, sıfatın mübarektir, muallâdır. Senin azametin, celâlin, saltanatın pek yücedir, pek ulvîdir. Senden başka sığınılacak, yüceltilecek, ulvîleştirilecek, büyük tutulacak ve önünde eğilinecek ilâh yoktur.”
“Sübhaneke” duâsıyla Rabbine en derin, en içten ve en duyarlı bir ruh haliyle ve mütevazı cismiyle hamdini ve bağlılığını yenileyen mü’min, hemen sonra “Fatiha” gibi Kur’ân’ın anahtarı ve mü’minin dilinin şifresi niteliğinde olan bir sûreyle hâcetini, ihtiyaçlarını, ıztıraplarını arz eder. Önce gıyabî bir üslup ile der ki: “Tüm zamanlarda her kimden her kime olursa olsun yapılan hamdler, şükürler, teşekkürler yalnızca âlemlerin Rabbi olan, Rahman ve Rahîm isimlerinin sahibi ve Kıyamet Gününün hâkimi olan Allah’a mahsustur.”
Kapsamlı bir tahmid ile hamdini ve bütün varlıkların tüm zamanlardaki hamdlerini Allah’a tahsis eden mü’min, bundan sonra gıyabî dilden hitâbî dile, muhatap sîgasına, konuşma diline yükselir; kendisini Rabbinin huzurunda bulur; tüm ihtiyaçları içinden en mühim, en önde, en acil, en olmazsa olmaz ihtiyacını bulup çıkarır ve Rabbinden ister, niyâzda bulunur. Arz-ı hâcet makamıdır burası. Mü’min kıyamdadır. Elleri, O’nun Ulûhiyeti önünde kenetlenmiştir. O’na hamd ve şükür ifadelerinin en muteberi ve en makbule geçeniyle hamd ü senada bulunduktan sonra, artık dünya-âhiret kendisine lâzım olacak can damarı dileğini zikredecektir ama, önce bir beyan ve taahhütte bulunur: “Allah’ım! Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz!”
Zaman durmuştur bu dakikada. Mü’min, Rabbi ile baş başadır. Rabbi ona; “Ey kulum! Dile benden ne dilersen!” demiş gibidir. Kul, Rabbine biraz daha yaklaşır. Sesine biraz daha ıztırap yükler; gözlerini secde mahalline diker, mahzunlaştırır; tazarrû ile niyazına başlar: “Bize Sırat-ı Müstakîm üzere hidayet ver Rabbim! Bizi, Sana ulaştıran doğru yola ilet! Öyle bir sırat ki o, öyle bir yol ki, Sen daha öncekilere bu yolu lütfettin; onları hayır ve rızanda tevfik ve hidayetle in’am ettin; onları bu sırat ve hidayet nimeti ile taltif ettin! Onlara, Sana ulaştıran yolu göstermekle ikram ettin! Üzerine yağmur gibi gazap gönderdiklerinin, azabına uğramış bahtsızların, dalâlete giriftar olan bedbahtların, sapıklığı âdet edinmiş muannit ve mütemerritlerin, gözü dönmüş kötülerin yoluna değil! Hayır ve hasenât yoluna... Bizi ulaştır! Âmin!”
Sonra Kur’ân’ın iklimine girer kul. Kur’ân’dan okuduğu âyetler veya sûreler, kendisine şefaatçi olabilecek niteliktedirler.
Mü’minin, vahiyle kendisine tebliğ edilmiş kıyamdaki bu beyan, tezekkür, taahhüt ve duâsı onu tek başına Mi’raca yükseltecek kadar nezihtir, yücedir, makbûle şâyandır. Ama Mü’min buradan rükûa gider; Rabbinin huzurunda iki büklüm eğilir. Kıyamdaki istekleri, onun, Rabbinin önünde rükû ve secdeye gitmesini gerektirmiştir çünkü. Bu, ulvî beyanlar ve davranışlarla doğrulanmalıdır. Secdeye bu düşüncelerle gider. Ellerini, yüzünü, ayaklarını yer hizasında, aynı hedefte birleştirir. Rabbi önünde mahviyet ve tevazuu, onu toprak gibi arındırır, yüceltir; secdeye alnını koydukça kalbi günahlardan arınır.
Günah kirlerinden arınmak ve Allah’ın rızasına ulaşmak, Mü’min için şüphesiz Mi’rac niteliği taşır.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaat ve birey |
|
Bireyin karşı karşıya olduğu baskı unsurlarından birinin de “cemaat tazyiki” olduğuna dair iddialar hayli zamandır seslendiriliyor.
Bu iddiaları geçersiz kılan detaylı ve inandırıcı izahlar Bediüzzaman’ın eserlerinde mevcut.
Söz gelişi, ideal olan adalet-i mahza prensibini anlatırken “Cemaatin selâmeti için fert feda edilmez” diyor Said Nursî (Mektubat, s. 57).
Gerekçesini de, “Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz” ölçü ve hakikatine dayandırıyor.
Bu, işin hukuka bakan önemli bir boyutu.
Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu bir başka boyut ise, bireyin, dahil olduğu cemaat, topluluk, aşiret içerisinde özellikle yukarıdan gelebilecek baskı ve tahakkümlere boyun eğmeyecek bir şahsiyet ve donanım kazanması.
Bilhassa Münâzarat isimli eserinde, bu açıdan son derece dikkat çekici diyaloglar var.
Bunlardan birinde, muhataplarına, kendilerine söylenen hiçbir şeye iyice tahkik edip araştırmadan inanmamalarını tavsiye ediyor:
“Kimse demez, ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” (s. 31)
“Neden hüsnüzannımıza suizan edersin?” diyen muhataplarının itirazına ise şu anlamlı cevabı veriyor:
“Hüsnüzannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsnüzan edebilirsiniz; delil ve âkıbete bakınız.”
Karşısındakiler “Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz” dediğinde de şu karşılığı veriyor.
“Gerçi cahilsiniz, fakat akıllısınız. Hangi birinizle üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil.” (s. 32)
İmanın verdiği izzet ve şehametin insana Allah’tan başka kimseye boyun eğmeme, yine iman kaynaklı şefkat hissinin de başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeme hasletlerini kazandırdığını söylediğinde ise muhataplarının şu sualiyle karşılaşıyor Bediüzzaman:
“Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz...” (s. 38)
Ve bu soruya şu anlamlı cevabı veriyor:
“Velâyetin (evliyalığın), şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevazu ve mahviyettir, tekebbür (büyüklenme) ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (şeyh taklidi yapan çocuktur), siz de büyük tanımayınız.”
Bu tavsiyelerin gereğini usulünce yerine getiren bireylerden oluşan bir toplulukta, cemaatin bireyi ezmesi gibi bir durum yaşanabilir mi?
Demek ki mesele, bireylerin bu şuura sahip olarak yetiştirilmesi. Önüne konulan herşeyi tahkik süzgecinden geçirdikten sonra kabul veya red melekesinin gelişmesi. Ve kimden gelirse gelsin ve ne şekilde yapılırsa yapılsın, tahakküme asla ve kat’a boyun eğmeme iradesinin sağlam bir karakter özelliği olarak yerleşmesi.
“Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” şuurundaki bireylerden oluşan bir şahs-ı manevî, tahakküm kaynağı olabilir mi?
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İstibdadın karakteri ve din -1 |
|
Ecevit bir zamanlar Osmanlı’nın da laik olduğuna dair bir takım tezler ortaya atmıştı. Selahaddin Eş de İslâm tarihinde ilk yarım asırlık Asr-ı Saadet dönemi hariç şûrâ’dan sapıldığı ve istibdada geçildiği için bir nev'î laiklik dönemine girildiğini ama bununla beraber modern laiklik ile İslâm tarihindeki laiklik uygulama ve anlayışlarının birbirinden farklı olduğunu ileri sürüyor.
Kuvvet ve servet ekseninde şekillenen yönetim biçimi için Selâhaddin Eş ‘klasik laiklik’ tanımını getirmektedir. Ona göre, 19’uncu yüzyıldan itibaren hakim pradigma haline gelen ve 1930’lu yıllarda şiddetlenen yeni uygulama ise ona göre modern laikliği oluşturuyor. Gerçekten de istibdat ile laiklik arasında bir ilinti ve bağ var mıdır? Her laik olan yönetim müstebid ve her müstebid yönetim de laik midir? İkisi arasındaki ortak noktalar aynileşmelerini sağlar mı? İkisi arasında zarurî bir telâzum ve beraberlik var mıdır? Veya mücerret olarak gayri adil yönetimler laik olarak tanımlanabilir mi? Firavunların, Şeddat ve Nemrudların ve İslâm tarihinde de kimi Emevilerin ve Haccac-ı Zalim gibi yöneticilerin iktidarına laik iktidar mı denmelidir? Halbuki tam tersine Kemal Karpat gibiler İslâmî modeli müstebid bir model olarak görüyorlar ve ‘Şeriat bu ülkeye ancak darbeyle (tankların üzerinde) iktidara gelebilir’ demektedir. Mümtaz'er Türköne de aynı düşünceyi paylaşmaktadır!
Öyleyse laik model mi müstebittir yoksa aksine İslâmî model mi? Birinde kanun hükümranlığı diğerinde de mizac ve keyfilik hükümranlığı yok mudur? Bu anlamda Hazreti Ömer sahabilere ‘Ben kral mıyım yoksa halife miyim? İçinden çıkamıyorum, siz ne dersiniz?’ diye danışmış. Sahabiler işkalini ve zihninde büyüttüğü çözümsüz problemi çözmüşler ve şöyle demişler: “Sen ölçüyle alır ölçüyle dağıtırsın. Kurala (halakha/şeriat) bağlısın. Bundan dolayı kral değil, ancak halifesin’ demişler. Gerçekten de bazı hadislerde ifade edildiği gibi Hazreti Ömer’in temsil ettiği hilâfet modeli nübüvvet metodu üzerine olan raşid hilâfettir (ala menhecinnübüvve). Bunun hilafına olanlar zaman zaman hilâfet olarak isimlendirilseler de onlar suri hilâfettirler ve gerçekte meliklik yani kraliyettirler.
Zaten Peygamber Efendimiz muayyen bir devrin sonunda melik-i adudluk, yani ısırıcı kraliyet devriminin zuhura geleceğini haber vermiştir. Ondan sonra da melik-i ceberrutluk döneminin geleceğini beyan buyurmuşlardır. Melik-i ceberutluk dönemi de totaliter anlayış ve zihniyetlerin hakim oldukları devredir. Dolayısıyla raşid veya peygamberlik metodu üzerine olan hilâfetle istibdat birbiriyle bağdaşmaz. Bununla birlikte her laik olan rejim müstebid değildir. Her müstebid olan rejim de laik değildir ve olamaz..
Laiklik istibdatla eşdeğer değilse o takdirde her seküler kodifikasyon veya kanunname laikliğin bir habercisi ve karakteri midir? Bu da doğru değildir. Kanunlar ruhunu şeriattan alıyorsa maddî olarak bir İslâmî kurala dayanmıyorlarsa bile İslâmidirler. Bu anlamda edille-i şeriyyeyi ona kadar isal edenler vardır. Devlet dinin genel kurallarına aykırı olmamak kaydıyla bazı teknik kanunnameler çıkartabilir. Bu tartışmalı bir alandır. Bununla birlikte din adına gri alanları yeşil alana çevirmek de dinin kabul ettiği değil, reddettiği bir husustur. Buna Abdulkerim Suruş ‘kabz-ı bast-ı şeriat’ demektir ki katoliklik gibi anlayışlar din adına üretilen kurallar yığınını ifade ederler. Dolayısıyla dine dayandırmak da bir takım kuralları dinî hale getirmez.
Ecevit’in başlattığı noktadan Kemal Karpat da Osmanlı’nın laik olduğundan dem vurmuş. Devlet dine değil din devlete tabi imiş. Gazetelerde yer aldığına göre şöyle demiş: “Meselâ, İkinci Mahmut reformlara başladığında, ‘benim yaptıklarımı meşru göstermek için bana hadisler bulun’ diye emir verdi. 35 kadar âyet bulup getirdiler...”
İstibdadın karakterlerinden birisi önceden tasarlanan şeylere kılıf bulmaktır. Merkezi kararlara meşveret zırhı bulmaktır. Bu bazen ayet olur bazen hadis olur. Bazen öncekilerin bir uygulaması olabilir. Heva hevese ve dönemin kabullerine göre referans sistemi de değişiyor. M. Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratına göre Hitler de El Hac Emin el Hüseyni’den taaddüdü zevcatla alakalı olarak İslâmın hükmünü sormuş ve ‘Derdimi kilise ricaline anlatamıyorum ve ikna edemiyorum, ama harpten çıkan Almanya için en iyi çözümlerden birisi poligamidir. Hıristiyanlar buna karşı ama İslâmda bir çaresi ve mesnedi var. Bunu ve gerekçelerini geniş bir şekilde yazarak bana anlatmanızı istirham ediyorum...” demiş.
Enteresan bir şey. İkinci Mahmud’un dini kullanarak ihdas ettiği reformlar tam 100 yıl sonra meyvasını verdi. 1808 ile 1826 yılları arasında ve sonrasında yaptığı reformlarda fes giymeyi mecburî hale getirdiği gibi aynı zamanda Bektaşilik gibi tekkeleri de kapatmıştır...Ondan 100 yıl sonra bu reformlar meyvasını vermiş ve fesin yerini şapka ve kapatılan Bektaşiliğin yerini bütün tarikatlar ve dini kurumlar almıştır. Ve yine de bunlar din kullanılarak yapılmıştır. Dine karşı din modeli. Bunlara ilâveten hurufatta değiştirilmiştir.
—Devam edecek—
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bismillah |
|
Bismillahirrahmanirrahim, Kur’ân’ın hülâsası bir fihrist gibi, her mânânın başlangıcını mündemiç bir âyettir. Kendi başına 114 defa Kur’ân’da ifade edilmesi, söylenmesinde ve tekrarında güneş gibi hakikatleri aydınlatan sırlarla dolu.
Üstadın, besmelenin otuz sırrını izah etmeyi hedeflediği bilinir. Zihnindeki kavrayışı yakalamak için etrafına bir çizgi çizmesine rağmen, ancak altısını yazmış. Demek ki, teferruatlı olarak kendinin “vaktiyle aldığı dersler” içinde ve idrak ettiği hususların bu konudaki hafıza kaydından bir kısmını bize yansıtmaktadır. Diğeri yansıtılamadı.
Bismillah’ın “Tükenmez bir kuvvet” olması hasebiyle, yazılmayan/yazılamayan daha nice hikmetlerinin, remizlerinin ve esrarının olduğunu bilmekle yetiniyoruz.
Bismillah müntehayı, iptida ile birleştirmeye muvaffak olmuş bir hazinenin anahtarı. Âlemin hal dilini tefsir eden, ruhunu keşfeden ve onlardaki ubudiyet hususiyetini ispatlayan en büyük fütuhat kapısıdır. Fethettiği her nokta, Bismillah demenin heyecanı ve şuuru ile dolu. Ya da şuuru veren Zatın/Sahibinin izniyle ve emriyle itaatkâr bir vaziyette.
Bismillah, bir özettir. Kâinatın ‘kod’larına sahip. Açılması gereken bütün kapıların ilkidir. Sarayların en başlangıç kısmıdır. Girişin şifreli alanıdır.
Bismillah, bir anlamda alışık olduğumuz, bu asrın evlâdında hayatla iç içe olan, ‘pin kodu’dur. Bilgi kaynaklarımızın, hesap kayıtlarımızın ve özel hayatımızın şifresidir.
Rahman ve Rahim isimlerinin tecellileridir. Rahmanın şamil, umumî ve adil olan, bütün beşeriyete zarf olan kuşatıcılığının kudret ve iradesini nazara verir. Rahmanın bütün insanlara ve mahlûkata bakan bu yönü, fıtratında hakkın ruhu yerleştirilmiş herkese aynı nimeti ve emanetleri vermektedir.
Rahim ise, merhametin birinci derece muhatabı olan mü'minleri kapsamaktadır. Tecellinin ubudiyet boyutuna verdiği değerin ve kattığı lütfun tezahürüdür. Merhamet dileyen Müslümanlara bahşedilmiş bir ikramdır.
Bismillahirrahmanirrahim; “Rahman ve rahim olan Allah’ım” mânâsının, duâsının ve başlangıcının ruhu saran, kalbi okşayan ve aklı teskin eden bütün isteklerin muhatabı Yüce Yaratıcı ile olan bağımızı en kuvvetli kılan, birleştiren ve tatmin eden bir sırrın yaşandığı haldir.
Kendimize ait hiçliğimiz, varlıklara ait yetersizliğimiz ve kâinat içindeki çaresizliğimiz, her şeyi Allah adına düşünmeye, işlemeye, tanımaya ve anlamaya götürür.
Bismillah, Allah (cc) adına almanın ve vermenin mukavelesidir. Sözleşmenin dibacesidir. Varlıkların kayıtlı mührünü, malların tescilli belgelerini ve patentini okuma ve okutma şuurudur.
Bismillah, bir yürüyüşün ilk basamağıdır. Bir duruşun ‘Elhamdülillah’ıdır. Bir düşünmenin tefekkür basamaklarıdır. İçinden geçenleri, sürecin içinde fikir imbiğinden geçirirken, Allah’ı hatırlatan bir kılavuzdur.
Bismillah, ilktir ve her olayın yenisidir. Bitenin de başlangıcı, başlayanın da başıdır. Tezgâhında dokunan lâfzai celalin ve cemalin tecellileri vardır. Azametin ve merhametin ihatamızı aşan, tasavvurumuzu sıfırlayan sonsuz kudret ve şefkat eli vardır.
Bismillah, bir hayat dokusudur. Dokur, dokunur, dokundurur. Bir bakışı anlamlandıran, bir girişi güzelleştiren, bir nimeti bereketlendiren, bir süreci hayırlı kılan ve bir yolculuğu emin kılan kelime-i tayiptir. Bir İlâhî hükümdür.
Bismillah, yeknesaklığı bozan, gafleti izale den, ülfet ve ünsiyet perdesindeki gafleti dağıtan ve rahmanî hali dâvet eden bir duâdır. Şeytandan istiaze ile başlayan euzü’nün devamında gelen bir huzur bahçesidir.
Şeytandan sakınarak ve onu kovarak, Bismillah ferahlığına çıkmak, dünyasına girmek ve Allah ile başlamak, bir farklılık, bir inşirah, bir kabul ve bir rıza kapısıdır.
Bismillah, maksadın müsbet tercümesidir. Doğru yerden başlamasıdır. Doğru olanın yapılması için, başlangıç almasıdır.
Bismillah, kendisini yazdığımız her cümlenin başında, kendini ispatlayan bir hakikatin tescili olarak yeni başlangıçlara ve izahlara, mânâlara fütuhat veriyor, onları açıyor ve anlama bereketini arttırıyor.
Mânâsı içinde saklı, ulviyeti kendisinde mahfuz, tesiri okuyanın ve düşünen ruhunda canlı ve fıtratında gizli bir çerçevedir.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Bizim çocuklar doymuyor... |
|
Bakanlar Kurulu’nun “en şirin, en sempatik” Bakanı olarak kabul edilen Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın memurlara 2008 yılında uygulanacak zammı açıklaması memurlarda büyük hayal kırıklığı meydana getirdi.
Memur zammının açıklanmasından sonra ilk tepki memur sendikalarından geldi. Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Aksu, “Memur, hükümetten umudunu kesti. Bundan sonra memur ya işini bırakacak, ya da ikinci bir iş arayacak. Yüzde 2+2 zamla biz geçinemiyoruz, Sayın Unakıtan geçinsin” derken, Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız, hükümete “beyaz bir sayfa açalım” dediklerini ancak hükümetin, “yeni bir kara sayfa açtığını” vurgulayarak tepki gösterdi.
Şimdi memur sendikaları, zam konusundaki kararın değişmesi için TBMM Plân ve Bütçe Komisyonunda çaba gösterecek.
Unakıtan’ın açıklamasına göre, memura 2008 Ocak-Temmuz döneminde yüzde 2+2 zam yapılırken ve Ocak ayında seyyanen 10 YTL artış olacak. Açıklanan bu zamma göre memur maaşlarına ortalama aylık 45 YTL zam gelmiş oldu.
Türk Eğitim-Sen’in araştırmasına göre, bu zamla; 81 gram kuzu eti, 142 gram peynir, 82 gram bal, 365 gram kuru fasulye alınabilecek.
Ortalama bir memurun 820 YTL aldığı düşünüldüğünde ve büyükşehirlerde de ortalama kiranın 500 milyon olarak düşünüldüğünde memurların ne kadar büyük geçim sıkıntısı içerisinde olduğu görülecektir. Üstelik açlık sınırının 656 YTL, yoksulluk sınırının ise 2 bin 126 YTL olduğunu hesaplandığında memurun içler acısı durumu daha da anlaşılır hale geliyor.
* * *
Şimdi grevli toplu sözleşme hakkı olmayan memur sendikaları bu zamma tepki göstermek, kamuoyunda ses getirmek ve bütçe görüşmelerinde zammın düzeltilmesi amacıyla birbirinden ilginç eylemler yapıyorlar.
Bunlardan birisi de Memur-Sen’e bağlı BEM-BİR-SEN’den geldi. Sendika “minyatür ekmek”ler eşliğinde Kızılay’da PTT önünde yaptıkları “Bizim çocuklarımız bu ekmekle doymuyor, bir de sizin çocuklarınız denesin” eylemi düzenledi. Genel Başkanı Mürsel Turbay, “Ekmeğimiz küçüle küçüle yok olmak üzeredir” derken, poşetlere koydukları “minyatür ekmekler”i başta Başbakan Tayyip Erdoğan, Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve Maliye Bakanı Unakıtan olmak üzere bütün bakanlar kurulu üyelerine postaladılar.
Postacıdan bu “Minik ekmekler”i alan başbakan ve bakanlar ne yapar bilemeyiz, ama memurların seslerini duyurabilmek için bu tür yolları denemesi hayli ilginç…
Bir ilginç eylem de Kamu-Sen yapmaya hazırlanıyor. Genel Başkan Bircan Akyıldız, yapılan zammın çay ve simit için bile yetmeyeceğini dikkat çekerek, “simit ve çay eylemi” yapacakları sinyalini verdi.
* * *
Memurların haklarını savunan üç büyük memur konfederasyonu, bu yıl da tek vücut olamamışlardı. Memur zammı açıklanmasından sonra da konfederasyonların birbirlerini suçlaması bitmiş değil. Herkes suçu diğerine atıyor. Öncelikle konfederasyonların kendi aralarında bir uzlaşmaya varması, ondan sonra hükümet ile masaya oturması şart. Öte yandan, yapılacak kanunî değişiklikle toplu görüşme geleneğinin “toplu sözleşme” olarak değişmesi ve grev hakkının sağlanması en kısa zamanda gerçekleştirilmelidir.
Yoksa her yıl Kamu İşveren Kurulu ile memur konfederasyonlarının 15-30 Ağustos arasında yaptıkları toplu görüşmelerden bir sonuç çıkmıyor. Çünkü, ne görüşülürse görüşülsün son sözü hep Bakanlar Kurulu söylüyor. Memurlara da ancak böyle eylem yapmak düşüyor.
Hükümet memurun bu feryatlarına kulaklarını tıkamaması ise en başta yapılması gereken şeydir. Çünkü memur fazla bir şey istemiyor. Ailesi ile birlikte “normal hayat standardı”nı yakalayacak bir ücret verilmesini istiyor.
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Destek hamûlesi”ne son |
|
Mini “anayasa değişikliği” referandumu, ister istemez milletin demokratik anayasa talebinin göstergesi olarak lanse edilecek. Referanduma ilgi, demokratikleşmeye ilgi olarak algılanacağından, sistemin demokratikleşmesi irâdesi açısından büyük önem taşıyor.
Ancak Türkiye referandumun görüşüldüğü günde dahi, başındaki en büyük belâ terörü tartışıyor. “Tezkere”yle başlatılan süreci konuşuyor.
Bu arada, Meclis’in “tezkere”yi kabulünün “hemen bir operasyon yapılacağı anlamına gelmediği”ni belirten Başbakan’ın ve askerî yetkililerin “inşaallah tezkerenin kullanılmasına gerek kalmaz” sözleri, Ankara’nın yapacağı yaptırımları gündeme getirmekte.
Ankara’nın önünde bulunan en önemli yaptırım, deneyimli diplomatların da önerisiyle, ABD’nin Irak’a karşı kullandığı başta İncirlik olmak üzere diğer hava ve deniz üslerinin kapatılması.
Erdoğan hükûmetinin son üç yıldır resmen her türlü askerî personel, silâh, mühimmat, teçhizat ve savaş malzemesinin yurt içi ve yurtdışı ithal, ihraç, nakil ve tevziine açtığı hava ve deniz limanlarını kapatması. Amerika ile Türkiye arasında imzalanan 1 Eylül 2004 tarihli “ABD’ye destek hamûlesi”ne dair Bakanlar Kurulu’nda imzaladığı “Dışişleri tebliği”ni derhal iptal etmesidir.
Uzmanlar, akıbeti meçhul olan “sınırötesi”den öte, Türkiye’nin elindeki bu kartı önemli görüyorlar. Fakat hükûmetten peşinen zinhar böyle bir şeyin olmayacağı açıklamaları, doğrusu düşündürücü...
* * *
Oysa Ankara teröre karşı netice almak istiyorsa, hiç yüksünmeden elindeki bu kartı açmalı. Bu tavır, hem Türkiye’yi tereddüt ve “çelişki” havasından kurtaracak, hem Irak işgalcilerinin ve İsrail’in dayatmalarından muzdarip bölge ve İslâm ülkelerini yaklaştıracak hem de meşrû bir hak olarak Türkiye’nin elini beynelmilel zeminlerde kuvvetlendirecektir.
Suriye Cumhurbaşkanı Esad’ın, “Türkiye kazansa biz de kazanacağız” sözünün anlamı bu...
Türkiye, bir yandan “Ermeni soykırımı” tasarısını Türkiye’ye karşı “koz” olarak kullanıp, diğer yandan kontrolündeki terör örgütünün tasfiyesine yanaşmayan ve âdeta Türkiye ile oynayan Amerikan politikalarına karşı ciddî bir tavır koymalı.
Bu hususta hiç tereddüt göstermemeli. Amerikalıların geçen asrın sonlarına kadar devam eden yerli Kızılderililere ve zencilere yaptıkları zulümler tarihin hâfızasında.
Keza tamamen egemenlik ve çıkarının peşinde koşan “îkinci Amerika”nın çirkin yüzünün “şer bilânçosu” oldukça kabarık... Yazar Christopher Hitcehens, Yahudi kökenli eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger sonrası “Amerikan politikaları”nı “darbeler, cinâyetler, katliâmlar” olarak tanımlıyor.
Gerçekten Kissinger sonrası Amerika, bir zamanların “dine ciddî taraftar” ülkesi olmaktan çıkarıldı. Amerikan çıkarlarına “uyum sağlayamayan”, yani tam teslim olmayan ülkelerde çeşitli fitnelerle ifsad ve iç ihtilâflar körüklendi, çatışmalar alevlendirildi. Direnen politikacılara suikastler düzenlendi. Askerler, gazeteciler, din adamları katledildi. (Kissinger’in Yargılanması, 6-7)
Bugün İsrail’in güvenliği ve egemenliğini “birinci vazife” bilen Evanjelist George W. Bush yönetimi, “Kissinger politikaları”yla güdümüne almadığı ülkelere terör, sefâlet ve kitlesel ölümler getiren projeleri ihraç etmekte. 11 Eylül olaylarını bahane eden Bush’un, “bizim yanımızda olmayanlar, bizim karşımızdadır” pervâsızlığı, bunun ifâdesi.
Bu haliyle “Amerikan politikaları”, menfaatinden başka bir şey düşünmeyen, her şeyi çıkarına feda eden, “küfür ve küfranı dağıtan bedbaht ruh” nitelemesini hakkeden, “beşerin nefs-i emmâresi” hitabına lâyık menfaat şebekeleri ve ifsad komitelerinin elinde oyuncak... (Lem’âlar, 119-120)
* * *
Ankara artık kararlı olmalı. Elindeki kozları ustaca kullanmaktan çekinmemeli... Irak işgalinde onca deniz ve hava limanını kullandırdığı sözde “stratejik müttefiki”ne, yeryüzünü kan ve gözyaşına boğan zulüm ve katliâmlarını hatırlatmalı.
ABD’nin dünden bugüne darbelere, suikastlara, cinâyetlerle ve soykırımlarla dolu geçmişini gündeme getirmeli.
Çeşitli ülkelerde iç karışıklıkla kargaşa ve kaosa sebebiyet verdiren küresel sermayenin maşası Macar asıllı Amerikalı Yahudi para spekülatörü Soros’a “turuncu devrimler”le yaptırdığı demokrasi katliâmları ortada...
Uluslararası güç odakları hesabına neo con’ların dün Vietnam’da olduğu gibi, bugün Afganistan ve Irak’ta yaptıklarını “ortağı”nın önüne koymalı...
Bunun için, evvelemirde Türkiye’nin dış politikasının dağınıklıktan ve tezatlardan kurtarılması lâzım. Ankara’nın Irak’ın işgaline destek vermekten uzak durması, terör örgütünün tahribatına dikkat çekmesi ve “Ermeni soykırımı” iddialarına karşı uluslararası platformda güçlü bir diplomasiyi yürütmesi gerekiyor. Tabi bunu yapmak için öncelikle bu zulüm ve dayatmalardan desteğini çekmeli. Zulme araç edilen üsleri masaya yatırmalı...
Bunlar samîmiyetle başarıldığı takdirde “tezkere”nin kullanılmasına gerek kalmayacak; terörle birlikte Mehmetçiğin “sınırötesi bataklığa” saplanması tehlikesi de ortadan kalkacak...
Varlığını millete borçlu olan hükûmet, bu hususta da millet irâdesine göre hareket etmeli... Zira zulme arka çıkmakla zulüm önlenemez....
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Eyvah, Rusya Müslüman olacak! |
|
Şükürler olsun ki, “fıtrat dini” olan İslâm, insanlığın kalbini fethetmeye devam ediyor. Uzun yıllar “Din afyondur, aklı uyuşturur” diyerek genelde dini, özelde de İslâmı dışlamak için çalışan Rusya’dan, artık farklı sesler geliyor.
Konuyla ilgili bir haber şöyle: “Moskova’da düzenlenen bir konferansa katılan Rusya Devlet Ekonomi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Leonid Sükyanin, ‘Sovyet döneminde dinin belli bir döneme ait olgu olduğuna ve zamanla yok olacağına inanıyorduk. Sovyetler Birliği’nin on yıllarca süre yaşatmaya çalıştığı komünizm ‘din’ kavramının toplum üzerindeki etkisini inkâr etmeye çalışıyordu. Ancak zamanla gördük ki bu yaklaşım tamamıyla yanlış’ değerlendirmesini yaptı.” (Yeni Asya, 18 Eylül 2007)
Diğer bir haber de şöyle: “İslâm Kültür Merkezi ve Rusya Müftüler Konseyi’nin birlikte düzenlediği bayramlaşma toplantısına katılan Rusya Komünist Partisi lideri Gennadi Zyuganov, Kur’ân’ın Rusça tercümesini okuduğunu ve buradan bir çok şeyi hayatına kattığını söyledi. Kendisini Kur’ân ve İncil’i baştan sona bir kaç kez okuyan nadir politikacılardan biri olarak tanımlayan Komünist Parti lideri, ‘İgnatiy Kraçkovski’nin Rusça tercümesinden okuduğum Kur’ân-ı Kerim, düşüncelerimde büyük değişikliğe neden oldu. Siyaset, kültür, gelenek ve dinleri anlama adına bir çok şey öğrendim. Sevgisiz, inançsız ve umutsuz insan bence var olamaz’ açıklamasında bulundu.” (Yeni Asya, 19 Ekim 2007)
Tabiî ki Rusya’daki gelişmeler bu örneklerle sınırlı değil. Hemen her bayram namazında Rusya’daki camilerin dolup sokaklara, hatta meydanlara taştığı şeklindeki haberleri duyuyoruz. “Müsbet gelişmeler” Rusya ile de sınırlı değil. Dünyanın pek çok ülkesinde İslâma teslim olanlar çoğalıyor.
Dikkat çeken bir nokta, Rusya örneğinde olduğu gibi İslâma teslim olanların artması, bizdeki bazı ‘aydın’ların üzülmesine sebep oluyor. Meselâ, “Küresel Tuzak: Ilımlı İslâm” adlı bir dizi yazı yayınlayan Cumhuriyet gazetesi, Rusya ile ilgili bölümde; “Rusya, ılımlı İslâmın hedefi” başlığını kullanmış. (19 Ekim 2007)
“Soğuk savaş koşullarında ABD’nin yeşil kuşak projesi ile çevrelediği Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak 21. yüzyılın küresel dengeleri içinde yer bulmaya çalışan Rusya, bugün iki önemli İslâmcı tehdit ile karşı karşıya” denilen dizi yazıda şu tesbit yapılmış: “Din-devlet ilişkilerinde komünist dönemdeki çatışmacı ilişki biçimi, yeni dönemde işbirliği modeline doğru evrildi. Ancak son dönmede İslâmiyet de en az Ortodoksluk kadar Rusya’nın politikalarında öne çıkmaya başladı. Bugün Rusya’da 23 milyon Müslüman yaşıyor. Müslümanlar Rusya’da en fazla nüfus artış oranına sahip olan grubu oluşturuyor.” (agg.)
“Son dönmede İslâmiyet de en az Ortodoksluk kadar Rusya’nın politikalarında öne çıkmaya başladı” tesbitini yabana atmamak lâzım. “Bizimkiler”in, “Eyvah, Rusya (da) Müslüman olacak!” korkusunu anlamak mümkün mü?
Eh, onlar üzülsün; İslâma teslim olanlar sevinsin!
21.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|