|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'ı öğrenmeye ve öğretmeye hazır mıyız? |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Kur’ân-ı Kerim okumak ve öğrenmek farz mıdır, sünnet midir?”
Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmıdır. Ezel ve Ebed Sultanı olan kâinat Sahibi’nin insanları hem muhatap alıp, hem de insanlara İlâhî kelâmını tenzil buyurması, sonsuz şefkatini ve merhametini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın beşer aklına, fehmine, seviyesine, kelâmına ve anlayışına uygun olarak konuşması bir tenezzül-ü İlâhîdir.1 Yoksa Cenâb-ı Hak kelâmını Hazret-i Musa’nın (as) Tur dağında işittiği kelâmullah tarzında, sadece kendi Resûlüne (asm) indirmiş olsaydı, bizim bu gün on dört asır geriden, iki kapak arasını açar açmaz Allah kelâmına hemen ulaşmamız ve kendimizi ona muhatap saymamız mümkün olur muydu? Yüce Allah’ın, fert fert bütün Mü’minleri kendi Zât-ı Müberrâsına muhatap kabul edip, kelâmını kullarının katına indirmesi eşsiz bir tecellîdir ve misilsiz bir lütuf ve merhamettir! Fert fert bütün Mü’minlerin de ibadetlerinde, duâlarında, niyazlarında, tazarrularında, zikirlerinde, tesbihlerinde, tehlillerinde, tahmidlerinde, tekbirlerinde kendi Rablerini, Hâlık’larını, Râzık’larını ve Muhyî’lerini kendi acz, fakr ve zaaf içindeki kişiliklerine muhatap saymaları yine eşsiz bir nimettir ve misilsiz bir manevî rızıktır. Aç olan ruhumuzu ve kalbimizi bu manevî sofradan ve ulvî ziyafetten doyurmak istemez miyiz?
Evet; Kur’ân okumak, bilmiyorsak öğrenmek farzdır. Çünkü Allah’ın emridir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın Kelâm sıfatından gelmiş ve insan olarak bizim omuzlarımıza yüklenmiş en mukaddes, en muazzez, en temiz, en pak, en kıymetli ve en mânâlı bir emanet-i İlâhî’dir. Bu emanete sahip olmak, kimliğimizi kavramak, nereden gelip nereye gideceğimizi öğrenmek, bu dünyadaki vazifemizi benimsemek ve buna göre davranış geliştirmek ancak Kur’ân’ı okumak ve öğrenmekle mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ın, “Kur’ân’ı tane tane, açık açık oku!”2 emri kulaklarımızda çınlamalıdır.
Kabir karanlığında Kur’ân’ın ışığına ve âhiret âleminde Kur’ân’ın feyiz, sevap ve şefaatına çok ihtiyacımız olacak.
Şu Peygamber (asm) sözleri kulaklarımıza ve gönlümüze kılavuz olmalı: “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde, “Kur’ân dostuna: ‘Oku da yüksel! Dünyada ağır ağır okumaya devam ettiğin gibi oku! Senin Cennet’teki menzilin, okuduğun âyetin sonuna kadardır!’ denilir”3 buyuruyor.
Şimdi yaz geldi; Kur’ân öğrenimi dönemi başladı. Çocuklarımıza Allah kelâmını öğretebileceğimiz, öğrenmelerine kapı açabileceğimiz altın günlerin içinde bulunuyoruz.
Mutlaka değerlendirelim. Çocuklarımız, kendi Yaratıcılarının öz kelâmıyla bire bir muhatap olsunlar; okusunlar, öğrensinler. Camilerimiz, Kur’ân Kurslarımız hizmete hazır. Birbirinden değerli din görevlilerimiz çocuklarımızı altın kalpleriyle kucaklayacaklar. Yeter ki biz gönderelim, ihmal etmeyelim, ilgimizi eksik etmeyelim. Yarın mahşerde, “Annem veya babam bana dînimi öğretmedi, Kur’ân’ı öğretmedi. Allah’ım, senin kelâmını öğretmedi” şikâyeti bizi mahcup eder. O günün mahcubiyeti,—Allah muhafaza—bizi perişan eder.
Spor kursuna, resim kursuna, müzik kursuna, tiyatro kursuna, balo kursuna zaman ayırıp para, fırsat ve imkân bulurken; Kur’ân kursunu ihmal etmek izah edilir cinsten değildir. Yalnız Mahşerde değil; dünyada bile bizi mahkûm etmeye yeter.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, S. 115 2- Müzzemmil Sûresi, 73/4 3- Ebû Dâvûd ve Tirmizî
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rahmeti hissederek yaşamak |
|
Rahmet denilince ne anlıyoruz? Zerreden kürelere kadar bütün kâinatı şenlendiren, aydınlatan, terbiye eden, gözler kamaştıran parlak bir hakikati değil mi?
Eğer rahmet olmasaydı kâinat hüzne gömülürdü.
Eğer rahmet olmasaydı, kâinat zindana döner, her şey karanlıklar içinde kalırdı.
Eğer rahmet olmasaydı her şey cansız, ruhsuz, ölü bir cesetten farksız hâle gelirdi.
Eğer şen-şakrak, cıvıl cıvıl, mûnis, sevimli, şevk ü cezbe içinde, aydınlık bir kâinatta yaşıyorsak bunun sebebi rahmettir.
Kökü, gövdesi, yaprağı, çiçeği, kısacası her şeyiyle ağaç meyve için çalıştığı gibi havası, suyu, toprağı, yağmuru, güneşi, dağı, taşı, bitkileri, hayvanları, kısacası her şeyiyle kâinat da insan için çırpınıyor. Sebebi rahmettir.
Ya diyeceğiz ki her şey insanı tanıyıp, acıyıp onun imdadına, yardımına koşuyor, ihtiyaçlarını karşılıyor; ya da ilmi, kudreti, rahmeti sonsuz bir Yaratıcı var ki, her şeyi insanın emrine vermiş.
Birinci şıkkın imkânsızlığı açık. Âciz, zayıf, fakir bir insanın imdadına sayısız yaratığın birden koşması ancak sonsuz bir rahmetle olabilir.
Şuursuz toprak enva-i çeşit ürününü insanı tanıyıp şefkat edip veremez. Bitkiler. ağaçlar bizi tanıyıp, acıyıp ikramlarda bulunarak sevgi gösteremezler.
Yaşayabilmemiz için binlerce unsura, sebebe ihtiyacımız var. Havasız, susuz, güneşsiz, besinsiz yaşayamayız. Bunları biz düşünüp de yerlerine koymadık ve bu şuursuz varlıklar da bizi tanıyıp bizim imdadımıza koşamazlar. Hepsi birer sebeptir. Sebepleri elinde tutan, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah bunları emrimize vermeseydi biz ne yapabilirdik? Bir âyette buyuruluyor ki: “Üzerinde gezin ve Allah’ın verdiği rızıktan yiyin diye, yeryüzünü sizin emrinize veren Odur. Sonra dönüşünüz yine Onadır.”1
Sözler’de denilir ki: “İşte ey insan! Bu rahmeti bulan ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve rahmeten lilâlemin ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebâiyetidir. Ve bu rahmeten lilâlemin rahmet-i mücessemeye vesile ise salavattır.”2
Kısaca rahmetle yaşıyoruz. Önemli olan bu rahmetin şuurunda olmak ve her hâl ü kârda onu hissederek yaşamak..
Dipnotlar:
1. Mülk Sûresi: 15
2. Sözler, s. 20.
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kur'ân, tükenmez bir ahlâk kaynağıdır |
|
Bediüzzaman’ın tarifiyle Kur’ân, insana hem bir kitab-ı kanun, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet (kulluk), hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem bütün insanın bütün mânevî ihtiyaçlarına mercî olacak çok kitapları ihtivâ eden tek, câmi’ bir kitâb-ı mukaddestir.
Bu perspektiften de bakıldığında yine Kur’ân, insana edep, dürüstlük, doğruluk, vefalılık, diğergamlık aşılar ve onu en üstün ahlâkî değerlerle süsler. Kezâ, Bediüzzaman’ın tanımıyla Kur’ân;
* Bütün velîlerin, doğru yolda olanların, bilginlerin, araştırmacıların muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin zevkine, anlayışına lâyık ve o meşrebi aydınlatacak ve herbir mesleğin prensiplerine uygun ve onu tasvir edecek birer risâle (kitap) ibraz eden mukaddes bir kütüphâne hükmünde semâvî bir kitaptır.
* Kur’ân; en büyük makam arştan, Allah’ın en büyük isminden, her ismin en büyük mertebelerinden geldiği için bütün âlemlerin Rabbi (atomdan galaksilere kadar ucu bucağı olmayan her şeyi terbiye etmesi) itibâriyle, Allah’ın kelâmıdır.
* Kur’ân, asırları muhtelif bütün peygamberlerin kitaplarını; huy ve yaratılışları çeşitli bütün evliyânın kitapçıklarını; meslekleri farklı bütün ilim adamlarının eserlerini özetle içinde barındıran ve altı yönü parlak ve vehim ve şüphelerin karanlıklarından arı;
* Hedefi ve gayesi görüldüğü gibi sonsuz mutluluk; içi, hâlis hidâyet; üstü, bizzarûre imân ışığı; altı delil/belge ve bürhan; sağı, teslim-i kalb ve vicdan; solu, teshîr-i akıl ve iz’an (akıl, şuûr ve anlayışları tesir altına alan); meyvesi, Rahmân olan Allah’ın sevgisi, şefkati ve yardımı ile dolu... Melek ve ins ü cân için makbul semâvî bir kitaptır.1
Dolayısıyla, Kur’ân, kâinata, hâdiselere, eşyaya, varlıklara, metafizik âlemlere bakışın edebini öğrettiğinden muhteşem bir ahlâk öğretisidir ve insanın kâinatla uyumunu ve irtibatını sağlar. Bu da, yaşama ve davranış ahlâkı demektir.
* Kur’ân öyle kitap ki, kaideleriyle, âlemin yaratılış kitabından kader eli ve hikmet kalemiyle yazılmış mektuptur. Ve geçerli olan İlâhî, ince, derin kanunları açıkladığından; adâletli hükümleriyle insanlığa düzen, ölçü/denge getirir, yükselmesine tam bir kefil ve her yönden üstad olmuştur. Ahlâkta da üstadımız odur. Kur’ân ahlâkı, gerçek, doğru ve dolu dolu bir hayatın yaşanması demektir.
* Şeytana, nefsimize, kötülüklere, zulümlere ve Deccalizmin ahlakdışı fitne-fesat ve vesveselerine ancak Kur’ân nûrlarıyla karşı konulabilir. Ahlâkî değerlerin en mükemmel yazılı kaynağı ve ahlâkî problemlerin en rantabl şekilde halledicisi Kur’ân’a müracaat etmek; elbette her mü’minin ahlâkî görevi olmalıdır.
Dipnot:
1-Sözler, s. 330-331
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Afyon'da okumalar, Zonguldak'ta konuşmalar |
|
Günler geçiyor. Zaman sel gibi akıyor. Hayat devam ediyor. Bu hayatı onu verenin yolunda kullanmak ne kadar güzel ve hoş.
Afyonkarahisar ili Türkiye’nin ortasında bütün yolların birleşme kavşağı. Afyon deyince Nur hizmetlerinde “zindan ve karanlık” gelir hep aklıma. Kırklı yılların zulüm ve istibdadı bu dâvânın müntesiplerine nasıl çullanmış. Bu karanlık düşünce ve uygulamaları çok defalar duyduk ve okuduk.
Fakat her zemin ve zamanda müsbeti ve istikameti hedefleyen bir gönül ve dâvâ adamı olan Bediüzzaman Hazretlerinin müsbet hareketi hedef alan uygulamaları neticesinde bu ülke ve insanları bütün bu olumsuzlukları insanlığa hizmete dönüştürdüler ve menfîlikleri unutturdular, elhamdülillâh.
Afyon’da Nur hizmetleri meşverete dayalı ve sistemli olarak yıllardan beri istikametli bir çizgide devam etmektedir. Onun için bu konuda, burada yerleşmiş ve oturmuş bir kadrodan bahsetmek onların haklarını teslim etmektir.
Son on yılda Afyon’da çok iyi ve köklü hizmetlere beraber imza attık. Son programda yine kendilerinin dâveti ile üniversiteli kardeşlerle bu sefer yeşil bayırlarda, ağaçların altında, şırıl şırıl akan suların kenarlarında çok hoş ve harika bir programda çok kısa beraber olduk. Kendi açımdan, son yılların en verimli programlarından birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tabiatla baş başa, sakin, müsait ve harika bir ortam. Bulunulan mekânda su kıtlığı olsa da bütün bunları aşacak diğer şartlar elbetteki bu olumsuzluğu unutturmuştur.
Hazır ve zinde bir gönüllü gurubu. Arkada her türlü derde derman bulan, koşan, koşturan, anında çözüm üreten bir meşveret ve şahs-ı manevî olunca her şey tıkır tıkır işliyor. Yaşanılan hayat dersinin gönüllerdeki dalgalanmasına ve etkilerine doyum olmuyor. Her şey müsbet ve güzel.
Burada yine kendi açımdan tek olumsuzluk erken ayrılma durumunda kalmam. Kısa zaman diliminde bu programa katılabilmemdi. Benden sonra nöbeti devralan yazarlarımızdan Ali Ferşadoğlu da tahmin ediyorum aynı düşünce ve duygularla kaldığımız yerden devam etmiştir.
Buradaki programdan sonra, hafta sonu gazetemizin imtiyaz sahibi muhterem Mehmet Kutlular ve Gazetemiz yazarlarından muhterem Halil Uslu Ağabeylerle birlikte; “Ahlâk” konulu konferanstaki konuşmamızı yapmak üzere Zonguldak ilimize hareket ettik.
Gazetemiz tarafından bilhassa son üç senedir seri ve yoğunlukla yapılan Bediüzzaman ve Risale-i Nur ağırlıklı toplantılar her mahalde çok güzel bir heyecan ve hareketlilik meydana getiriyor. Bu mukaddes dâvânın daha iyi anlaşılmasına vesile oluyor.
Bu ilimizde de aynı şeyler oldu. Yakın il ve ilçelerden gelen gönül dostları hasret giderip kucaklaştılar. Hanımların gayretleri ile açılan kermes de inşallah büyük hizmetlere vesile olmuş ve daha da olur.
Risâle-i Nurlar ve Bediüzzaman artık ağırlıklı olarak Türkiye ve dünya gündemindedir. Bu konferansta da gerek şahsım, gerekse de Mehmet Kutlular ve Halil Uslu Ağabeyler ağırlıklı olarak bu konu üzerinde durduk. Bu çok önemli ve hassas konunun gönül ve kalplerimizden başlayarak günlük yaşantımızda daha önemli ve ciddî olarak gündemimize oturduğu oranda, insanlığa büyük hizmet edeceğiz inşaallah.
Ülkemizde ve dünyada cereyan eden hadiselerin ışığı altında konuya baktığımız zaman gerçekten dehşet verici manzaralar var. Sigara, alkol, uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık başta olmak üzere her türlü kötü alışkanlık ve yüz kızartıcı suçlar dehşet veren boyutlara ulaştı. Maneviyat çöküntüsünün meydana getirdiği boşluğu görmeyen, görmek istemeyen gözü dönmüş fırsat tacirlerine meydanı bırakmamak için Nurun hadimleri var güçleriyle çalışmak zorundadırlar.
Bu mânâda bütün güç ve gayretimizi her gün, ay ve yıla, bu hizmet faaliyetlerini yayarak ve bireyden başlayarak bütün topluma, ülke ve dünya gündemine taşımak ve devreye sokmak durumundayız.
Her tarafta birer çekirdek ve aşılama şeklinde devam eden bu gibi sosyal ve kültürel faaliyetlerin sevenler üzerindeki müsbet etkisi kadar, maneviyat muhalif ve düşmanları üzerinde de çok tesirli bir etki yaptığını, onların morallerini bozduğunu bunca yıllık tecrübe ve birikimlerimize bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun için Risâle-i Nur okumalarının da, toplantı ve konferanslarımızın da artarak devam etmesini yürekten temennî ediyoruz.
Bu gayretlere yeni gayret ve himmet katmak, aşk ve şevkle hizmetlere devam etmek ümit ve temennisiyle.
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Aydınların bilgi seviyesi |
|
Bizde aydın diye geçinenlerden hangi birini dinleseniz, size "Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz" ahkâmından yola çıkarak anlatmaya başlar.
Ahkâm kesmede üzerlerine yoktur. Ancak, çoğu zaman kendileri bile bu hükme uymazlar.
Yani, bilgi sahibi olmadıkları halde fikir sahibiymiş gibi davranırlar ve kasıntılı bir edâ ile ahkâm kesmeye yönelirler.
Bu vadide cahilâne at koşturanların haddi hesabı yoktur.
En meşhûrlarından birkaç örnek verelim:
"Tarihimizle Yüzleşmek" isimli kitabın yazarı Prof. Emre Kongar.
"İsyan Günlerinde Aşk" isimli tarihî romanın yazarı Ahmet Altan.
"Efendi" isimli kitabın yazarı Soner Yalçın.
Kezâ, Said Nursî hakkında ipe sapa gelmez iddialarda bulunan Aytunç Altındal ve Prof. Yümni Sezen.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama, şimdilik bu kadarı yeterli.
Kısa bir hatırlatma
Bu beş örnekten son dört kişinin ileri sürdüğü mesnetsiz iddialara köşemizde daha evvelden bazı cevaplar vermiştik.
Onlardan hiçbiri çıkıp da iddiasını delillendiremedi, dolayısıyla hatasını tamir edemedi.
Yaptıkları hatalar o derece açıktır ki, ödev araştırması yapan bir ilköğretim öğrencisi dahi kolaylıkla bu hataların farkına varabilir.
Özetle ve satır başlarıyla hatırlatmak gerekirse:
1) Yümni Sezen, "dinlerarası diyalog" ucubesinin içine Said Nursî'yi de dahil ediyor ve hatta onu âdeta mütecâviz Hıristiyanların hamisi gibi göstermeye çalışıyor. Dahası, "Risâle–i Nur'dan iktibaslar" nâmı altında, çarpık ve aslı astarı olmayan ifadeler naklediyor.
2) 1945 Bakırköy doğumlu Aytunç Altındal, Said Nursî'yi gördüğünü iddia ederek, Nursî'yi görmeyenlerden daha fazla tanıdığını söyledi. Hatta, bir televizyon programında şu safsatayı dillendirdi: "Said Nursî, II. Meşrutiyetin (1908) ilanından evvel İstanbul'a geldi ve derhal İngiliz Muhibban Cemiyetiyle irtibata geçti, onlarla birlikte çalıştı."
Said Nursî'nin İstanbul'a bu ilk gelişinden tam 12 sene sonra adı geçen cemiyetin kurulduğunu düşünün ve Altındal'ın nasıl bir cehâlet dalına yapışıp kaldığını varın siz hesaplayın.
3) Soner Yalçın "Efendi", Said Nursî'yi toptancı bir yaklaşımla İttihatçı zümreye dahil ederken, Ahmet Altan da, sırf Said Nursî'den söz etmek için, kitabında ismini anlamsız şekilde zikrediyor.
Prof. Kongar
Gelelim Prof. Emre Kongar'ın bu konuda yazdıklarına.
Vaktiyle Kültür Bakanlığı Müsteşarlığına kadar yükselen Kongar, "Tarihimizle Yüzleşmek" isimli kitabında Said Nursî'den çok ters açıdan, daha doğrusu tam zıt açıdan bakarak söz ediyor.
Adı geçen eserin 131 ve 132. sayfalarında II. Meşrutiyet dönemini anlatan Kongar'a göre, Said Nursî, meşrûtiyetin ilanından rahatsız olmuş ve 31 Mart Vak'asında Taksim Kışlasındaki avcı taburlarını isyana teşvik etmiştir.
Evvelâ, o günlerde kurulan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinin Bediüzzaman hakkında vermiş olduğu beraat kararı, Kongar'ı tekzip ediyor.
Bununla beraber, tarihî gerçekleri ifade eden hiçbir kaynakta Kongar'ın iddiasını doğrulayacak bilgi kırıntısı dahi yok. Aksi yönde ise, yani Üstad Bediüzzaman'ın Meşrutiyet'i istediği, hararetle savunduğu ve isyanda yatıştırıcı rol oynadığı yönünde ise, sayısız bilgi kaynağı var.
Öte yandan, Said Nursî ve Meşrutiyeti isteyen İttihatçıların münasebeti konusunda, Soner Yalçın ile Emre Kongar'ın yazdıkları birbirini tam tekzip edecek mahiyette olduğu halde, her iki yazar da birtakım hatalara düşmekten kurtulamıyor.
Zira, Said Nursî'nin hürriyet ve meşrutiyete aşk derecesinde tutkulu biri olduğunda şüphe olmadığı gibi, onun İttihatçılarla münasebetini toptancı bir yaklaşımla açıklamak kadar da bâriz bir hata olmasa gerektir.
Düşünün, cilt cilt kitap yazacak seviyedeki aydınlarımız bile böyle azim hatalara düşerse, varın gerisini siz tasavvur edin.
Günün Tarihi
TİP'in itirazıyla "siyasî yasağa devam" kararı
17 Haziran 1970: Siyasî faaliyetleri yasaklanan Demokrat Partililere (DP) siyasî haklarının iadesini öngören kanun değişikliği, Anayasa Mahkemesi tarafından 7’ye karşı 8 oyla iptal edildi.
Demokrasinin ruhuyla da, mantığıyla da zerrece bağdaşmayan bu yasak, 27 Maysı darbesinden bir süre sonra konuldu.
Darbenin gölgesinde çalışan mahkemeler, DP'nin kapatılması yanı sıra, DP'lilerin de bundan sonra siyasî yasaklı olduklarına dair kararlar verdi.
Kararlardan biri de, aynı partinin lider kadrosundan üç vatan evlâdının idam edilmesi yönünde oldu.
Bu kararlar, Türk demokrasi tarihinin birer yüz karası niteliğindedir.
İhtilâlden 10 sene sonra, yani 1970'te AP grubu tarafından hazırlanıp Meclis'e sunulan kànun değişikliği tasarısında, DP'lilere siyasî haklarının iade edilmesi öngörülüyordu.
Ne var ki, Meclis'te kabul edilen bu kànun tasarısı, TİP'in (Türkiye İşçi Partisi) itirazıyla karşılaştı.
Konuyu görüşen Anayasa Mahkemesi, 7'ye karşı 8 oyla TİP'in itirazını yerinde bularak, siyasî yasakların devamına karar verdi.
İşte, bu ve benzeri kararların, Türkiye'deki demokrasinin üzerindeki baskıların hangi boyutta olduğunu açıkça gösteriyor.
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Faruk ÇAKIR |
Medyaya suçüstü! |
|
“Kartel medyası” olarak isimlendirilmekten hoşlanmayan “bir kısım medya”nın, millete yabancı olduğu ve müstehcenliği teşvik etmek suretiyle yanlışta ısrar ettiği yapılan bir araştırma ile de belgelenmiş oldu.
‘British Council’in desteğiyle, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Mine Gencel Bek’in hazırladığı “Medya ve Toplumsal Katılım” projesinin ilk ayağını oluşturan araştırmanın sonuçları, düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklanmış. Bu araştırmanın en dikkat çekici noktası, medyanın ‘kadın’ı istismar ettiğinin, ilgili/ilgisiz her haberde ‘müstehcen fotoğraflar’ kullandığının ‘uzman’larca da tesbit ve ilân edilmiş olmasıdır.
Bunca yıldır, bu istismarı eleştirenleri dinlemeyen ‘kartel medyası’, bakalım ‘uzman’ların tesbiti sonrasında yayınlarında bir değişiklik yapacaklar mı?
Kısaca araştırmanın neticelerini hatırlatalım:
*Araştırma kapsamında Ocak-Ekim 2005 tarihleri arasında Sabah, Hürriyet, Akşam ve Vatan gazetelerinde çıkan 18 bin 310 haber incelenmiş.
*Türkiye’de yayınlanan 4 büyük gazetede, 10 ay içinde yayınlanan toplam 18 bin 310 haberde cinsellik içerikli haberler, diğer tüm haberlerden 15 kat daha fazla.
*18 bin 310 haberin 13 bin 776’sının kadınlarla ilgili. Kadınları 2 bin 874 haberle çocuklar, bin 366 haberle kültürel gruplar ve azınlıklar, 173 haberle engelliler ve 121 haberle cinsel tercihi farklı olanlar izliyor.
*Yapılan tesbitlere göre, kadınlar, “ünlüler” kategorisinde erkekleri geçiyor ve ünlülerle ilgili haberler birinci sayfada yer alıyor. Sıradan insan haberlerinin yer alma oranı ise yüzde 36.3. Erkekler ise, politika haberleriyle öne çıkıyor. Kadınlarla ilgili haberlerin yüzde 32.3’ü eğlence ve magazin içerikli, yüzde 17.4’ü suç ve şiddet içerikli.
*Cinsellikle ilgili haberlerde de kadın ilk sırada. 10 ay içinde yayınlanan cinsellik içerikli haberlerin 126’sı kadınlara ait. Erkeklerin yer aldığı cinsel içerikli haber sayısı ise aynı dönemde sadece 29.
*Araştırmayı kamuoyuna açıklayan Doç. Bek, “Kadınlarla ilgili haberlerde ağırlıklı temalar, eğlence ve magazin ile suç ve şiddet. Kadın bedeniyle hiç ilgisi bulunmayan haberlerde dahi kadın bedeninin teşhir edildiğini görüyoruz. Kadınlar haberlerde daha çok görüntüleriyle, güzellikleriyle varlar. Çoğu zaman bir sağlık haberi bile kadın bedenini teşhir eden fotoğraflar eşliğinde sunulabiliyor. Ayrıca kadın vali gibi meslek sahibi kadınların cinsiyetleri özellikle vurgulanıyor. Meslek sahibi kadınlarda da, kadın görsellikleri ön plana çıkartılıyor” demiş.
*Haberlerin yüzde 92.3’ü kent haberleri. Kırsal kesime ait haberlerin verilme oranı ise sadece yüzde 7.7. Kent haberlerinden ise 5 bin 171’i, yani yüzde 32.2’si İstanbul’la ilgili. (Sabah, 15 Haziran 2006)
Medyanın ‘haber’ denince başta İstanbul olmak üzere, sadece büyük şehirleri görmesi de bir çelişki. Zaten böyle olmasa, “İstanbul’a kar yağmayınca Türkiye’ye ‘kış’ gelmez” tesbiti ‘atasözü’ mesabesine çıkabilir miydi?
Özetin özeti: Medya, ilgili ilgisiz her konuda ‘müstehcen kadın’ fotoğrafları kullanarak ‘suç üstü’ yakalanmıştır! Ayrıca, ‘kadın hakkı’ denince de aklına sadece ‘marjinal guruplar’ gelmiş, ‘başörtüsü yasağının mağdur ettiği milyonlar’ görmezden gelinmiştir.
Medyayı; gerçeklerle ve milletle tanışma ve kaynaşmaya dâvet ediyoruz...
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bush, Soros, AKP |
|
Bilindiği gibi, uluslararası para sihirbazı Soros, Bush’un tekrar seçilmesini engellemek için sıkı bir kampanya yürütmüştü.
Gerekçesi, Bush’un askerî yöntemlerini yanlış bulması ve bunların ABD’ye zarar verdiğini savunmasıydı. O, demokratik ve sivil yöntemlerin kullanılmasından yanaydı.
Yani, ihtilâf esasta değil, yöntemdeydi.
İkisinin de hedefi dünyadaki ABD hegemonyasını güçlendirmekti, ama Bush bu işi silâhla yapmaya çalışırken Soros, belirlenen hedeflere, ilgili ülke halklarını “ikna” ederek ulaşılması gerektiğini savunmaktaydı.
Nitekim bu farkını, Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan gibi ülkelerde gerçekleşen ve adının karıştığı renkli devrimlerle gösterdi.
Ama Soros’un ilgisi bu ülkelerle sınırlı değil. “Daha önemli bir ülke düşünemiyorum” dediği Türkiye’yi ise çok özel bir dikkat, duyarlılık ve tecessüsle yakın takipte tutuyor.
Ve bu takip çerçevesinde, açıktan finans desteği de verdiği kimi sivil örgüt ve kuruluşlar kanalıyla, gelişmeleri yönlendirmeye çalışıyor.
İlginç olan, 3 Kasım’dan bu yana ülkede iktidar sorumluluğunu üstlenen AKP’nin de bunlar içinde yer alması ve bizzat Erdoğan’ın Davos’ta görüştüğü Soros’a “Türkiye’nin açık toplumcuları biziz” (Aksiyon, 27.9.2004) diyerek ondan destek talep etmiş olması.
Bu desteğin, içeride ve dışarıda Soros’un yönlendirmesiyle çalışan bazı sivil örgütler ve araştırma kuruluşları tarafından hazırlanan raporlarda AKP’yi ve Erdoğan’ı parlatmak suretiyle verildiğini de müşahede ettik.
“İki ayrı ABD var. Biri Bush’un temsil ettiği Pentagon ABD’si, diğeri Soros’un temsil ettiği küresel sermaye ABD’si” diyen Mahir Kaynak, “Erdoğan ekibi küresel sermayenin desteğini aldı” (Vatan, 12.6.2006) sözüyle herhalde bu durumu ifade ediyor olmalı.
Aslında başlangıçta Bush da Erdoğan’a destek vermiş, hattâ AKP liderini mâlûm engellerle seçilemediği 3 Kasım seçiminden hemen sonra Beyaz Saray’a davet ederek ona Meclise girme ve başbakanlık yolunu açmıştı.
Ancak tam da o günlerde patlak veren tezkere krizi Bush yönetimi için tam bir şok olmuş, Pentagon ve neoconlar cephesi küplere binmiş, Erdoğan’ın ve AKP’nin üstünü tamamen çizmekle sonuçlanacak olan bir sürecin ilk işaretleri de o zaman verilmişti.
Gerçi bilâhare Bush ve Soros yaklaşımlarının örtüştüğü gibi bir görüntü kazanan BOP çerçevesinde AKP’ye bazı görevler verildi.
Ama sonrasında, “Ortadoğu’ya demokrasi götürme” projesinin Irak, Filistin ve Mısır gibi kritik ülkelerde ABD’nin hiç de hoşuna gitmeyen seçim sonuçları getirmesi üzerine canı sıkılan Bush yönetimi BOP’u askıya aldı.
Pentagon ABD’si, evvelce BOP için lâzım olduğunu düşündüğü AKP’ye artık ihtiyacı kalmayınca, Ankara’daki eski partnerlerine yöneldi; “askerden askere” ilişkileri onardı ve işi eskiden olduğu gibi götürmeye başladı.
Peki, buna rağmen Soros ABD’sinin AKP ve Erdoğan’a verdiği destek sürüyor mu?
Sürüyorsa piyasalardaki dış kaynaklı çalkantı ve dalgalanmaların izahı ne olabilir?
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Erbil tartışması |
|
“Don indirme olayından sonra Mehmet Ali ekrana çıkartılmasın” diyen vekillerle, karşı çıkan vekiller birbirine girmiş.
Helâl olsun(!). Meclisi de kendisine benzetti.
RTÜK Kanunu’ndaki değişikliği görüşmek için toplanan Adalet Komisyonu’nda şu diyaloglar kendi programındaki konuşmalardan farksız.
Diyaloglara bakar mısınız:
Ramazan Can (AKP):
“Yaptığı pişkinlik bir yana, bir de çıkıp ‘Show TV ile anlaştım. Programıma devam edeceğim’ diyor. Bir daha program yapamaması için yaptırım yok mu?”
Müjde Avcıoğlu (RTÜK):
“Başka bir TV ile anlaşılırsa, yasada engellemeye yönelik bir düzenleme yok.”
Cemil Çiçek (Adalet Bakanı):
“Ahlâka uygun olmayan bir iş yapılıyorsa, RTÜK Yasası’nda da buna engel yoksa, bu eksikliktir.”
Orhan Eraslan (CHP):
“Erbil için yasayı değiştirmek çok sert olur.”
Mustafa Akbulut (AKP):
“Programdan ben de rahatsız oldum. Ancak yasada aceleyle yapılacak bir düzenleme yanlış olur...”
Aslında RTÜK üyesi ve milletvekillerinin söyledikleri doğru. Hepsi haklı. Haksız olan ekranda skandala imza atan kişi!
Ancak şu var ki, bir kişi üzerinde RTÜK kanunu değiştirilemez. Bir programcıya “ömür boyu TV’de program yasağı” doğru mu?
Bana göre en büyük ceza, sulu olmayan, seviyeli ve düzgün bir program yaptırmak.
Bakalım kaç gün dayanacak?
MANYAKLAR
Gitar çalarak, şarkı söyleyen ABD’li deniz piyadeli bir klip, internet sitelerinde dolaşıyor.
Şarkının sözlerinde, Iraklı kadınla tanışan asker, kendisine silâhla karşı koyan kadının aile üyelerini vurarak öldürdüğünü anlatıyor.
Dört dakikalık şarkının sözlerinde:
“Onun kız kardeşini tuttum önüme koydum. Kurşunların uçuşurken gözlerinin tam ortasından fışkıran kan üstüme sıçradı. Manyakça güldüm” diyor.
Görüntüde o gerizekâlıyı izleyen askerler de kahkahalarla gülüyor.
Bu videonun yayınlanmasının ardından, dünyanın birçok yerinden tepki yağmış.
Hattâ, Amerikan İslami İlişkiler Konseyi Başkanı Nihad Ahvad da bu video hakkında soruşturma açılması gerektiğini söylemiş.
ABD, Irak işgal ederken bir bahanesi vardı: Özgürlük!
Özgürlük getireceklerini söyleyenler, çoluk çocuk demeden insan öldürdü.
Tıpkı, kendi oluşturdukları “Hollywood tarzı seri katil”ler gibi girdikleri her eve ölüm kustu. Şimdi de “manyak”lar gibi gülüyor, böğürüyorlar.
Amerika batacaksa, işte bu kendi yetiştirdiği “manyaklar” sayesinde olacak.
YALANCI
Bir internet sitesindeki “En çok yalan söylediğine inandığınız ünlü kim?” anketinde, en fazla oyu Hülya Avşar almış...
4 bin 36 oy alan Avşar’ı 3 bin 793 oyla Davut Güloğlu ve 3 bin 773 oyla Özcan Deniz izlemiş... Listedeki diğer isimler ise sırasıyla, Mahsun Kırmızıgül, Gülben Ergen, Nihat Doğan ve Seda Sayan.
Sıralamaya dikkat! İnternet sitesine gelen rakamlar ne derece doğru bilemem.
Ama enteresan bir durum var. Bunlar nasıl ki, ödül dağıtırken, birbirlerini mağdur etmiyor, herkese boncuk dağıtıyorlar.
Aynen öyle de, anket oylamasında da birbirlerini üzmüyor, mavi boncuk dağıtıyorlar.
İlginç bir dayanışma! Kutluyoruz.
17.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|