Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Mutabakat, ama kiminle?



Son günlerin/ayların ‘sihirli’ kelimelerinden biri de ‘mutabakat’ oldu. ‘Bir işi anlaşarak yapma’ anlamına gelen bu kelime, hem siyasilerin, hem de işadamlarının kelime hazinesini süslüyor. En çok kullanıldığı yer de, cumhurbaşkanlığı seçimi ve başörtüsü yasağıyla ilgili tartışmalar...

Hükümet cenahı, “Tek başına iş başına geldiniz, başörtüsü yasağı hâlâ ne diye devam ediyor?” sorularına karşılık; “Biz bu konuyu ‘mutabakat’la çözeceğiz’ diyorlar. Cumhurbaşkanlığını ‘en önemli mevki’ olarak görenler ise, “Kimin cumhurbaşkanı olacağına ‘mutabakatla’ karar verilsin” ısrarındalar.

Bu ısrarı en son dillendirenlerden biri de TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı. Sabancı, konuyla ilgili görüşlerini açıklarken, “Cumhurbaşkanlığı en yüksek makamımız. Hassas bir makam. Cumhurbaşkanlığı seçimine daha zaman olmasına rağmen, ekonomik ve siyasî istikrar bozulmamalı, gerilim arttırılmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı makamına, uzlaşmacı bir yaklaşımla, kimin oturacağının belirlenmesini istiyoruz. İş dünyası için Cumhurbaşkanlığı makamına kimin oturacağından çok, nasıl oturacağı daha önemli” demiş. (Hürriyet, 6 Haziran 2006)

Tabiî ki işlerin ‘uzlaşma/mutabakat’la yapılması herkesin menfaatinedir. Ancak, bundan daha da önemlisi, ‘Kim ya da kimlerle uzlaşılacağı’ değil midir? “Cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilsin” diyenlerin, bu uzlaşma tarafları arasında acaba ‘millet’ var mıdır?

Yapılan seçimler bir anlamıyla milletle yapılan ‘mutabakat’ değil midir? Bu ‘mutabakat/uzlaşma’dan hareketle hükümetler iş yapar ve eğer başarılı olamazsa, yapılan ilk seçimde millet bu uzlaşmayı/mutabakatı bozar. Bu güne kadar böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olması beklenir.

“Cumhurbaşkanlığı makamı çok önemli, oraya gelecek kişi mutabakatla seçilsin” sözünün bir anlamı da, “Kimin cumhurbaşkanı olacağına karar verilirken, bize danışın” anlamı taşır mı? Söylenmek istenen bu mudur?

Tekrar ifade etmekte fayda var: İşlerin mutabakatla yapılması elbette çok önemlidir. Ama bu ‘önemli makamlar’a kimlerin geleceği konusunda mutabakat ararken, ‘millet’i dışlamak en büyük hatadır ve telâfisi de ne yazık ki imkânsızdır. Siyasî irade, “Mutabakata evet, ama milletin dışlanmasına hayır” demelidir.

“Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan” başörtüsü yasağı için de aynı şey ileri sürülüyor. Ne yazık ki hükümet de bu ‘olta’ya vurulmuş görünüyor. “Bu yasağı ‘mutabakatla’ sona erdireceğiz” beyanının yansıması; yasağın daha da katılaşarak devam etmesi anlamına geliyor. Çünkü mutabakat yanlış yer ve kişilerde aranıyor. Siyasetçiler milletle seçim meydanlarında mutabakat yapmış durumda. Ama bu mutabakatı bir kenara bırakıp, “kurumlar arası mutabakat” arayışına girilmiş olması sadece yasak sebebiyle mağdur olanların sayısını arttırıyor.

Şimdi aynı şeyin cumhurbaşkanlığı seçimi için de gündeme getirilmesi, yaklaşan tehlikeyi haber veriyor. İstenen şey; milletin değerlerine yabancı belli çevrelerin dediğini yapmak veya yaptırmak.

“Mutabakat” adı verilen cilâlı tuzağa düşmeyelim...

*

THY’den ayran ikramı

“Toprak Dede” Hayrettin Karaca’nın gündeme getirdiği bir yanlış, kamuoyundan da haklı tepkilerin gelmesi üzerine sona erdi. Hatırlanacağı üzere Türk Hava Yollarının, yolcularına ‘ayran’ ikram etmemesi eleştirilmişti.

Pazartesi günkü Trabzon-İstanbul yolculuğumuz esnasında gördük ki—küçük bir ayrıntı da olsa—bu yanlıştan dönülmüş ve isteyene ‘ayran’ ikramı başlamış durumda. Yanlışta ısrar etmeyen THY’yi tebrik ederken, hata ve yanlış uygulamalar karşısında; ‘Bana ne!’ dememenin önemini bir defa daha hatırlatmış olalım...

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hatip dediğin



Kürsüye çıktı, bildiklerini, öğrendiklerini halka anlatmaya başladı. Konu gereği söz döndü dolaştı, Şekerci Hocaya geldi.

Kimdi bu Şekerci Hoca? Hatip, “Ben Şekerci Hocayı duydum, ama görmedim. Göreniniz, bileniniz var mı?” diye sorduğunda cemaatten iki kişi söz alıp, “Hocam biz tanıyoruz. Biz bizzat yaşadık şeker olayını” dediler.

Şekerci Hoca kimdi? Şeker olayı neydi?

1940’lı yıllar… Allah demenin suç sayıldığı dönemlerde, Necati Bey Köy Enstitüsü mezunu Şekerci Hoca namında İzzet Hoca öğretmenlik yaptığı ilkokulda, malûm ve meşhur şeker hikâyesinin kahramanlarından(!). “Çocuklar Allah’tan şeker isteyin, verecek mi bakalım!” dediğinde, çocuklar şeker isterler ve fakat bulamazlar. Zehirini kusar Şekerci Hoca: “Gördünüz mü çocuklar,—hâşâ—Allah olsaydı size şeker atardı” der ve ekler: “Peki, şimdi benden isteyin!” “Öğretmenim bize şeker ver!” diye bağırır çocuklar. O da önceden cebine koyduğu şekerleri çocuklara atar ve peşinden de, “Ben varım ki size şeker atıyorum. Allah yok” der.

Bu tip olayların bir zamanlar okullarda gerçekleştiğini duymuştuk da İzzet Hocanın da böylelerinden olduğunu bilmiyorduk. Hatip Efendi vaazında bunu boşuna dile getirmemiş. Cemaatten el kaldırıp, “Hocam biz tanıyoruz. Bizim öğretmenimizdi” diyen iki kişiye Hatip, “Peki, sizinle namazdan sonra görüşelim” diyor ve vaazdan sonra görüşüyorlar.

Olayı tahkik etmiş Hatip Efendi. Onlar da öğrencilik yıllarında İzzet Hocanın böyle bir tavır sergilediğini anlatmışlar. O günlerde hatırı sayılır bazı kişiler hükümete öğretmeni şikâyet etmiş, öğretmenin açığa alınacağını beklerlerken bir de ne görsünler ortaöğretimde müdürlük gibi daha üst bir göreve getirilmesin mi?

Peki, Hatip Efendi bu hareketiyle ne yapmak istiyormuş? Bunu kendisinden başka kimse bilmiyor.

İzzet Hoca o günlerde emekli olmuş bir öğretmen. Hatip Efendinin görevli olduğu Edremit’te ikamet etmekte. Cemaatinden İzzet Hocanın talebesi olan o iki kişiye, “Randevu alıp Perşembe günü beni İzzet Hocayla görüştürür müsünüz?” diyor. Onlar da, “Hay hay hocam!” deyip işyerinde görüşmelerini sağlıyorlar. Hoş beşten sonra, hiç dinî konulara girmeden, havadan sudan konuşarak İzzet Hocayla dostluk kuruyor Hatip Efendi. Kısa sürede bu dostluk o noktaya varıyor ki Hatip Efendi, “Birbirimizi sevdik. Ben bu ilçeye vaiz olarak tayin olundum. Sevdiğim insanı Cuma günü vaazda karşımda görmek isterim. Yarın Cumaya bekliyorum” diyor ve geleceğine dair söz alıyor. Beraberinde getirdiği arkadaşına da Cumaya 45 dakika kala İzzet Hocayı camiye getirmesini istiyor. Bu arada terzi, berber gibi dostlarına da İzzet Hocanın Cumaya geleceğini duyurtturuyor. Halk o gün camiyi tıklım tıklım dolduruyor. Gerçekten o güne kadar başı secdeye varmamış İzzet Hoca sözünde durup tam Hatibin karşısına oturuyor.

Sonra ne mi oluyor? Onu da bir sonraki yazımızda anlatalım.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esîrden müessire



Esîr nedir, mahiyeti nasıldır? Bir astrofizik hakikati olan esîr için Bediüzzaman ne demiştir? Uzmanlar esîri; “Evren onunla canlı kalır, hatta evrenin hayatî nefesi, ya da hayatî enerjisidir” diye tanımlarlar. Kuantum alanı kavramına göre tüm uzay kararlı bir dalga bütünü ve birliği olup, bu etkileşmeler dalgalar şeklindedir. Peygamberimizin (asm), “Uzay, kararlı dalga olmuş bir denizdir” sözünün ilim dilindeki adı “esîr” olabilir.

Boşluğu dolduran çok lâtif esîr maddesini Bediüzzaman şöyle tanımlar: Büyük kütlelerin, galaksilerin çekim ve itme gibi kanunlarının bağı, ışık, ısı ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin yayıcısı, taşıyıcısı, fezayı dolduran bir madde; varlıkların hem oluşum, hem de faaliyet alanıdır.1 Yine, astrofizikle çelişmeyen diğer bir tanımı şöyle: Işın, elektrik, ısı gibi sair akışkan enerji akımları, uzayı dolduran esîr maddesinin varlığına delâlet etmektedirler. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalp, ruh, hayal, hafıza gibi manevî vücutlar, boyutlar var ise büyük insan olan âlemde ve insan meyvesinin ağacı olan kâinatta da cisim âleminden başka âlemler ve dolayısıyla esîr yer almaktadır.2

Cenâb-ı Hakk’ın en nazenin bir icat elbisesi olan esîri, tartı ve ölçüye girmeyen ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet alanı diye düşünebiliriz. Hava unsurunun manevî cephesi olan esîre, görüntü ve mânâ âleminin bir anahtarı da diyebiliriz. Bu sebeple, varlığa nazaran akıcı su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir madde olarak esîr, madde âlemini mânâ âlemlerine bağlayan, hem bu âleme, hem de öbür (mânâ, ruhsal) âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahiptir.3

Burada Bediüzzaman’ın dehası ve fen ilimlerindeki vukufiyeti de bir kere daha tebellür ediyor. Esîr, henüz yeni yeni keşfedildiği, mahiyetinin pek bilinmediği devrelerde onu en ince detaylarına kadar tanımlar. Ve dikkatimi çeken bir nokta daha vardır: Bediüzzaman; istikbalde hakikati bütün yönleriyle anlaşılabilecek meselelerde fikir beyan etmiş ve bu düşünceleri, asla fen ilimlerinin gelişmelerine ters düşmemiştir, onlarla çelişmemiştir. İnsanlık, ömrünün sonunda, bütün kuvvetini ilim ve fenlerden alacağına göre; Kur’ân da, bütün hükümlerini ilme tesbit ettirdiğine; hiçbir meselesi kesinleşmiş ilmî verilere ters düşmediğine göre ve Bediüzzaman bu meselelerde kalem oynattığına göre, öyleyse o, zamanımızın manevî kumandanıdır, yetkilisidir. Söz onundur.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 569.; 2- A.g.e., s. 523.; 3- Prof. Dr. Osman Çakmak, Sızıntı, Aralık 2002.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Derdimiz ibadet olsun



Şanlıurfa’dan Muhammed Ünverdi: “1- ‘Kim müezzinin sesini işitir de, o kimseyi müezzinin dâvetine uymaktan alıkoyan bir engel yoksa onun tek başına kıldığı namaz kabul olmaz.’ (Ebû Davud, Salât, 47) hadisini açıklar mısınız? 2- İnsanın kaderi değişir mi?”

1) Bu hadiste Peygamber Efendimiz (asm) ezan sesini işiten kimsenin namazını cemaatle kılmasının önemini bildirmiştir. İmam Sindî’ye (ra) göre kabul olmazdan maksat, namazın sevabının noksan olacağıdır. Ebû Davud’un rivayetinde, sahabeler: “Özür nedir?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (asm): “Korku veya hastalıktır” buyurdu. Mal korkusu, can korkusu, ırz korkusu makbul özürlerden olabileceği gibi, şiddetli yağmur, şiddetli soğuk, şiddetli çamur, şiddetli açlık hissi, küçük veya büyük abdest sıkışıklığı, hastabakıcılık ve her türlü fizikî veya psikolojik hastalıklar gibi rahatsızlıklar da makbul özürlerdendir. İmam Nevevî Hazretlerine göre, tek başına kılınan namaz, farzın ifası için yeterlidir. Fakat cemaatle kılınan namaza göre sevabı eksiktir. Peygamber Efendimiz (asm) bunu vurgulamak istemiştir.

Bu hadiste Peygamber Efendimiz (asm):

I- Namazın cemaatle kılınmasının önemini belirtmiştir.

II- Cemaatten özürsüz olarak geri kalan kişinin bol sevaptan ve sünnet sevabından mahrum kalacağını bildirmiştir.

III- Ciddî özrü sebebiyle cemaatten geri kalmanın meşrû olduğunu; sevapta noksanlık getirmeyeceğini müjdelemiştir.

2) Gelelim insanın kaderinin değişip değişmeyeceği meselesine… İnsanın kaderi durup dururken değişmez elbet. Fakat insanın duâ ve niyazına göre, amel ve duruşuna göre Cenâb-ı Allah kişiyle ilgili takdir ve tasarrufunu dilediği gibi değiştirir. Evet, kadere iman haktır. Fakat bunu doğru anlamamız gerekir. Unutmayalım: Cenâb-ı Hak Kur’ân’ın hiçbir âyetinde kul ile Rabbi arasına bir “kader” engeli koymamıştır! Öyle ya; kader değişmez düz bir yazı olsaydı duâya ve niyaza, isteğe ve dileğe ne gerek vardı? Ama dikkat edelim ki, Kur’ân’a göre kul Rabb’ine her an sığınmalı, her an duâ etmeli ve her an istemelidir. Rabb-i Rahîm de her an duâlara cevap veren1 ve kabul edendir.2

Öyleyse, Cenâb-ı Hak kulu ile kulunun gidişatına, duasına, niyazına, kalbine, ihlâsına, yönelişine ve davranışlarına göre muamele yapar. Bu muamele bizim için yeterlidir. Buna isterseniz, ‘kaderimiz bizim olumlu davranışlarımız ve Allah’ın takdiri ile değişir’ diyelim. İşte âyet: “İman edip tövbe eden ve sâlih amel işleyenlerin, Allah kötülüklerini iyiliklere değiştirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.”3

Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Allah’ın “ata” kanunuyla dilerse kulunun kaderini kaza etmekten, yani uygulamaktan vazgeçtiğini bildirmiştir.4

***

Mustafa Seçkin: “İmamlar hac sınavını kazanıp hacca gidince farzı yerine getirmiş olurlar mı? Gazetede yazar mısınız?”

Hac sınavını kazanıp diyanetin imkânlarıyla hacca giden bir imam, farz haccını eda etmeye niyet edip haccederse, “Men’istedâ’a” (kim ki güç yetiriyorsa…) kaydına girmiş ve hacca gitmeye güç yetirmiş olduğundan, farz haccını eda etmiş olur. Allah kabul etsin.

***

Karabük’ten Ali Kılınç: “Câmiü’s-Sağir’in 3650. hadisinde ‘Kim Cuma gününde anne ve babasının veya onlardan birisinin kabrini ziyaret eder ve orada Yasin okursa günahları bağışlanır” buyruluyor. Bu hadise göre kimin günahları bağışlanıyor? Anne babanın mı, evlâdın mı? Yoksa her ikisinin de mi? Bu müjdeye mazhar olabilmek için en son nihaî vakit hangi an veya namaz vaktidir?”

Allah’ın rahmetine sınır konabilir mi? Dilerse anne babayı bağışlar, dilerse evlâdı bağışlar, dilerse her iki tarafı bağışlar. Onun bağışlaması sonsuzdur. Amel evlâda ait olduğundan evlâdın günahları bağışlanır. Yasin Sûresinin feyzi ile de anne ve babanın günahları bağışlanır. Bu müjdeye ulaşabilmek için hayatta oldukça Cuma günleri her fırsatta anne ve babanın kabrini ziyaret etmeye gayret etmelidir.

Dipnotlar:

1- Mü’min Sûresi, 40/60. 2- Bakara Sûresi, 2/186. 3- Furkan Sûresi, 25/70. 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 175.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Kıyamet öncesi tarihler



Allah’ın ilmi, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hadiseleri, zamanları ve mekânları kuşatmıştır. O ilmin haricinde hiçbir şey kalamaz ve ondan saklanamaz.

Henüz vukuâ gelmemiş gaybî olayları ancak Allah bilir. Allah’tan başkası gaybı bilemez. Mugayyebât-ı hamse denilen beş şey vardır ki, bunlar yalnız Allah’ın ilmindedir. 1- Ana rahmindeki çocuğun bütün insanlardan farklı olan siması ve mânevî istidat siması. 2- Henüz gaybda olan ve şehâdet âleminde belirtileri bulunmayan bir yağmurun ne zaman yağacağı. 3- İnsanın yarın ne kazanıp, ne kaybedeceği. 4- İnsanın ne zaman, nerede ve ne şekilde vefat edeceği. 5- Kıyametin ne zaman kopacağı.

İslâm âlimleri, “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez” düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek için, gaybdan haber vermeyi yasak görmüşler. Haber verenler de, yalnız işâret sûretinde perdeli ve kapalı olarak ihbar etmişlerdir.

İstikbalden haber vermekte kullanılan ilim, cifir ilmi ve ebced hesabıdır. Arapça harflerin her birinin belli bir rakam değeri vardır. Bu ebced hesabı, İslâmiyet’ten evvel de bilinmekteydi. Bu hakikati, Bediüzzaman şöyle teyid eder: “Bir zaman, Benî-İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberî de sûrelerin başlarındaki ‘elif-lâm-mim’ gibi harfleri işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti pek azdır.’ Onlara dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki kesik harfleri okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular.

“..Hazret-i Ali’nin (r.a) Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar, bir nevî ebced ve cifir hesabı üzerine telif edilmiştir. Hem, Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî (k.s) gibi gaybî sırlar ile uğraşan zatlar ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.” (Şuâlar, s. 613)

İşte, âhir zamandan ve kıyametten haber veren bir hadis-i şerifi, Bediüzzaman ebced ve cifir ilmiyle tahlil eder ve bir takım tarihler çıkarır. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Meâlen: “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.”

“Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî.” Ebced ve cifir ilmiyle rakam değeri Rûmi tarihle 1542. (Milâdî 2126)

“Zâhirine ale’l-hak.” Rûmî 1506 (Milâdî 2090)

“Hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Rûmi 1545 (Milâdî 2129)

Risâle-i Nur talebelerinin ne zamana kadar devam edeceğini düşündüğü bir sırada, Ramazan-ı Şerifin onuncu gününün ikinci saatinde birden kalbine bu hadisin ihtar edildiğini söyleyen Bediüzzaman, 1506 tarihine, yâni, 2090 Milâdî tarihine kadar zâhir, âşikârâne, belki galibâne hizmetler yapılacağını, sonra 1542 tarihine kadar, yâni, Milâdî 2126 yılına kadar, gizli ve mağlûbiyet içinde irşad ve tenvir vazifesini sürdüreceğini; sonra 1545 de, yâni Milâdî 2129 yılında kâfirlerin başında kıyametin kopmasını îma ettiğini ve bunların Allah’ın ilminde olup ve doğrusunun Allah tarafından bilinebileceğini ifâde eder.

Fatiha-i Şerif’de, sırat-ı müstakîm üzerinde olan, yâni doğru yoldan gidenleri tarif eden “Ellezîne en’amte aleyhim” fıkrasının şeddesiz 1506 veya 1507 ederek, “Zâhirine ale’l-hak” fıkrasının rakam değerine aynen denk gelmesi hadisin îmasını teyid edip remz derecesine yükseltmesi de çok anlamlıdır. Böylece, Risale-i Nur talebelerinin, âhirzamanda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat denilen o büyük tâifenin âhirlerinde makbul bir grup olacağına işâret edildiği anlaşılır.

Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin kıyametle ilgili îmalı işâretleri yanında, ilim adamları da bir takım hesaplamalar yapmaktadırlar. Güneş sistemine bağlı bir yörüngede dolanıp duran ve her 76 yılda bir dünyaya en yakın mesafeden geçen Halley Kuyruklu Yıldızı, en son 1980’li yılların başlarında yakınımızdan geçti. Bundan sonra, ikinci defa geçişinde Allah’ın emriyle gezegenimize çarpması kıyametin kopmasına sebebiyet verebilir. Hatta, üç mil genişliğindeki “Swift Tuttle” adlı bir kuyruklu yıldızın saniyede 37 mil hızla dünyamızın üzerine doğru geldiği ve hesaplanan 14 Ağustos 2126 tarihinde dünyamıza çarpacağı ve bir milyon atom bombasından daha fazla etki yapacağı söyleniyor. Bütün bu anlatılanlar, ancak yaklaşık tahminlerdir. Yine en doğrusunu Allah bilir.

Kıyamet, kâinatın harap olması ve tekrar dirilmek üzere ölmesidir. Bizim ölümümüz de, kendi kıyametimizdir. Kıyametimiz kopmadan sonsuzluk yurduna hazırlık yapmak ve Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğerek istikamet üzere hayatımızı geçirmek ise, yapılabilecek işlerin en isâbetlisidir.

Not: Muhterem Halil Uslu'nun ağabeyi Muzaffer Uslu'nun vefatını teessürle öğrendim. Merhuma Allah'tan rahmet, geride kalanlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Kazan kaynatanlar



TRT’de kazan kaynıyor. Birileri devamlı alttan ateşi körüklüyor, “fokurdatıyor.” Bir grup kalkıyor, “sansüre, kadrolaşmaya, baskıya ve giderek artan dinî yayınlara” son vermek amacıyla İstanbul Radyoevi’nde gösteri yapıyor. Arkalarında kim var: KESK ve Haber-Sen... Adına da diyorlar ki: “TRT çalışanlarına sivil toplum kuruluşları ve diğer sendikalar destek veriyor.” Yersen. Afiş bile hazırlamışlar: “Baskılara son.” Lafa bakar mısınız: “TRT sanatçıları, sanatlarını özgürce icra etmek istiyor.” Nasıl yani? TRT’nin belli kuralları ve prensipleri var. Eğer sanatını özgürce icra etmek istiyorsan, buyur özel kanallar hizmetinde! Engel yok.

TRT “siyasal tercih” noktasında her dönem eleştiri almıştır. Bu kaçınılmaz. İktidar kimse, muktedir odur... Bu bahsimizin dışı... Bir televizyon izleyicisi olarak, “TRT ekranını hızla artan dinî yayınlarla tekke televizyonuna dönüştürmekte...” lafı beni rahatsız etti. Ne yapsaydı TRT? Her gün ekranlarda şiddet yüklü dizi mi oynatsaydı? Her gün, tecavüz, ahlâksızlık dolu yayınları mı ekrana getirseydi? Bunu mu istiyorsunuz? Diğer kanallar mebzul miktarda bunu yapıyor zaten. Ama 70 milyona hitap eden bir televizyon için “özgür yayıncılık” isteyenlerin aklından şüphe etmek lâzım.

ERKEN UYARI

Prof. Teksen Çamlıbel uyarıyor: “Moda cinselliği teşvik eder tarzda şekilleniyor. Bunların etkisiyle özellikle büyük şehirlerdeki çocuklarımızda cinsellik yaşı düştü.” İşte dehşete düşüren ve ürperten cümle: “Günümüzde kürtaj en çok gençler tarafından isteniyor.” (Sabah) Düşünebiliyor musunuz, “kürtajların” artması üzerine İstanbul Tıp Fakültesi cinsel eğitim için özel bir bölüm açmış. Amaç: Belirli periyotlarla gençlerle toplantı yaparak, erken cinselliğin tehlikelerini, zararlarını anlatmak.

Haberde şöyle yazılmış: “18 yaş ve altında kürtaj patlaması! Cinsel ilişki yaşının düşmesi, istenmeyen gebeliklere de neden oluyor. 18 yaşından küçükler, ailelerinden habersiz gizlice kürtaj oluyor.”

Çare? Çamlıbel diyor ki, “Gençler ve aileler kürtaj konusunda dikkatli olsun.” Ya bataklık? Sinekleri öldürmektense, bataklığı kurutmak daha kesin bir çözüm yolu değil mi? Müstehcen yayınlara yasaklama getirmeli. Ahlâksız yayın yapan kuruluşların kapısına kilit vurulmalı. Evet, çok radikal bir çözüm belki, ama gerekli. Medyada, ahlâksızlığa prim veren reklâm ve programlara sıkı denetim getirilmeli. Manevî mesajlara önem verilmeli. Gençlik damarı en ziyade “hissiyatı” dinler. Onların manevî ihtiyaçlarını karşılayacak bir takım faaliyetler içinde olunmalı. Aksi takdirde, bu bataklık kurumaz. Bataklığı kurutamayanlar, sineklerle uğraşmak zorunda kalır.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ezber bozan sorular



Genelkurmay, Atabeyler çetesine yönelik operasyonu basından öğrendiğini açıkladı ve ardından askerî mahkeme, operasyon kapsamında gözaltına alınan üç TSK elemanı hakkında “ülke birliğine karşı örgüt kurma” suçlamasıyla tevkif kararı aldı.

Demek ki, suçlamalar ciddî bulundu.

Ancak hadisenin bundan sonraki seyrinin nasıl bir çizgi takip edeceği noktasında zihinlerde hâlâ çok önemli soru işaretleri var.

Olay basına aksettikten sonra askerî kaynaklara ve kimliği meçhul üst düzey yetkililere atfen verilen bilgiler özetle şöyleydi:

“Özel Kuvvetler Birliğinin eğitimlerinde—Atabeyler gibi—hayalî gerilla grupları kurulur. Karacabey, Kayıboyu, Otağ, Alparslan, Akıncılar, Göktuğlar, Yıldırımlar gibi başka gruplar da vardır. Bunlar askerî personelin özellikle eski Türk motiflerinden seçtiği milliyetçi vurgulu isimlerdir.” (Hürriyet-1 Haziran, Sabah-2 Haziran ve Bugün-5 Haziran.)

Demek ki burada rutin bir uygulama var.

Peki, sorun ne? Aynı haberlerde yine aynı kaynaklara atfen belirtildiğine göre şu:

“Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için, bu gayri nizamî harp eğitimlerinde ders malzemesi olarak kullanılan plan, belge, not ve krokilerin imha edilmesi gerekirdi.”

Böylece, Atabeyler operasyonunda ele geçen plan ve krokilerin de bu fasıldan olduğu ima edilerek “Ortada büyütülecek bir durum yok” mesajı verilmek isteniyordu.

Yani: Bu belgeler imha edilmiş olsaydı, ya böyle bir operasyon hiç yapılmayacak veya yapılsa da fiyaskoyla sonuçlanacaktı.

Ne var ki, söz konusu belgelerin yanında bulunan bombalara bir kılıf giydirilemedi. Sanıklar “PKK’ya karşı kullanmak için saklıyorduk” savunması yaptılarsa da, askerî savcıyı ve mahkemeyi ikna edememiş olmalılar ki, tutuklanmaktan kurtulamadılar.

Bakalım, ikinci raund nasıl gelişecek?

Peki, belge ve krokiler için yapılan açıklamanın, MGK üyeleri ve bakanlar dışında kimsede olmaması gereken “gizli anayasa”nın gerek Sauna çetesinin kasasında, gerekse Danıştay saldırısının azmettiricisi olmakla suçlandığı halde ifadesi alındıktan sonra bırakılan yüzbaşının evinde bulunması olayından esirgenmesi ve bu durumun suskunlukla geçiştirilmesi normal mi?

Aynı şekilde, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların MKE ürünü ve ayrı kayıt numaralarıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığına zimmetli olmalarına ne demek lâzım?

Cumhuriyet ve Danıştay saldırılarını “irticaî terör örgütleri”ne yıkmak için tetikte bekleyenler, ezberleri bozulunca ne yapacaklarını şaşırdılar ve bocalayıp dururken, hiç alışık olmadıkları bu soruların cevaplarını merak etmemeleri son derece normal.

Ama eğer Türkiye evvelce defalarca düşürüldüğü tuzağa defa kez daha yakalanmak istemiyorsa bu suallerin cevabını bulmalı.

Tabiî, bu noktada özellikle hükümetin tavır ve kararlılığı çok büyük önem taşıyor.

Ancak, gizli anayasaya evet diyen bir hükümet, beklenen kararlılığı gösterebilir mi?

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İhtirasın izdivacı



Bugünlerde Condoleezza Rice ile Bush arasında duygusal ilişkilerden bahsediliyor. Gerçekten de kuru ve kaba insanlar arasında ince duygular olabilir mi? Sevgi ince bir duygu olduğundan kaba saba ve hoyrat insanlar da sevebilirler mi? Âşık olabilirler mi?

Bir de sevginin ötesinde tutku diye tanımlanan duygular var. Aslında gözyaşı da ince duyguların bir sonucu ve ürünüdür. Ama sanıldığı gibi sadece yufka yürekliler mi ağlar? Kaba, saba ve katil ruhlu insanlar hiç ağlamaz mı? Esasen duygular gibi gözyaşları da elvan elvandır. Bundan dolayı ‘timsah gözyaşı’ diye kavram vardır. Timsahlar bermai denilen hem denizde, hem de karada yaşayan varlıklardır. Bu devasa varlıklar koca koca kurbanlarını büyük bir hızla ve iştahla gövdeye indirirler. Elbette ki zaman zaman hazım problemi çekerler. Bu hazım zorluğundan dolayı gözyaşı dökerler ve bunun için de ‘timsah gözyaşı’ diye bir tabir vardır.

İnsan gözyaşı da çeşitlidir. Bazen insan sevinçten dolayı ağlar. Bunun sıcak bir gözyaşı olduğunu söylerler. Bir de insan keder ve üzüntüsünden dolayı ağlar, bu da sevinç kaynaklıdır ve soğuk olduğu söylenir. Bu mânâda baba Bush’un da duygusal olduğunu biliyoruz. Ama bu duygunun nasıl tasnif edildiğini doğrusu kestiremiyoruz. Baba Bush henüz Amerikan başkanı iken bir sırrı ortaya çıkmıştı. Gazeteler onun da bir ‘sulu göz’ olduğunu yazmışlardı. Dolayısıyla sadece gözlerin Allah sevgisi ve korkusundan ağladığını sananlar bu durum karşısında afallamışlardı. Onun gözyaşının kimyasını tahlilde zorlanmışlardı. Bu da gösteriyor ki, insanlar Allah için ağladıkları gibi ihtiraslarının sonucu da ağlayabilirler. Mazlûmlar ve kurbanlar gibi zalimler de ağlar. Ama onların gözyaşları elbette ki diğerlerinkinden farklıdır.

***

Gözyaşları gibi duygusallık da böyledir. Mutlaka timsahların da aşkı vardır, ama onların aşkı ceylanların aşkı değildir ve olamaz da. Timsahların aşkı olsa olsa hazmı gibidir. Onların aşkı ihtirasın aşkıdır veya ihtirasın izdivacıdır. Madenlerin çekimi gibi insanların kimyaları da birbirini çeker. Bu mânâda Thatcher ile Reagan’ın birbirlerini çektikleri gibi Rice ile Bush’un da birbirlerini çekmeleri yadırganacak bir husus değildir. Burada sadece kafaları karıştırabilecek husus ikisi arasında nasıl bir duygusal bağın olduğudur. Olsa olsa ihtirasın çekim gücü olabilir. Aslında bu duygusallıkla Bush ile Rice Reagan ile Thatcher’in halef selefidir. Bush-Rice dedikodusu çıkmadan önce Rice bir konuşmasında—intak-ı hak—kabilinden ağzından kaçırmış ve ‘Bush kocam’ diye hitap etmişti. Bu duygusal çekimin ayyuka çıkmasıyla birlikte Laura ile Bush’un yatakları ayrılmış. Bush ile Laura arasına kara kedi girmiş.

***

Seleflerine bakacak olursak: Reagan ile Thatcher evli idiler. Ama ortak siyaset izliyorlardı. Bu kimyalarının da bir gereğiydi. Aynen Rice ile Bush gibi. Bu ortak siyasetin sonucu Reagan ve Thatcher, Libya’nın Kaddafi’sini hedef tahtasına oturtmuşlardı. Sonunda 1986 yılında Libya vuruldu ve Reagan Kaddafi için ağzına geleni söyledi. Tabir caizse açtı ağzını yumdu gözünü. Bu konularda lâf üretmekte üzerine olmayan Kaddafi de intikam için bu siyasî çifti karı-koca ilân ediverdi. Siyaseten birbirlerine yakıştıkları belliydi. Ama onun ötesinde aralarında duygusal bağlar da var mıydı, bilinmez. Ama aralarında siyasî bir duygudaşlık olduğu inkâr kabul etmeyen bir gerçektir. Onların ki, iktidarın, ihtirasın, gücün ve ortak madenin birbirini çekimidir.

Eskiden ‘devlerin aşkı’ diye bir tabir vardı. Gerçekten de Bush ile Rice örneğinde devlerin aşkı mı yaşanıyor, yoksa muhterislerin izdivacı mı, belli değil. Güce ve ihtirasa tapınanların birbirlerine ilgi duymaları eşyanın tabiatına uygundur. Aslında onlar birbirleri üzerinden güce tapınıyorlar. Onların tapınağı güç tapınağından başka bir şey değildir. Gücün en kuvvetli afrodizyak olduğu herhalde Rice ve Bush gibiler için söylenmiş olsa gerek.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Sarp Kuray anlatıyor



“Yükseliş Koleji’ne bomba atın diyorlar. Gidiliyor, atılıyor.

...

-Sebebi neydi peki?

-Muhsin Batur’un MGK’da yapacağı bir konuşmanın alt yapısını oluşturmak için. Bu gerekçe ile istenmiştir.

-Bu eylemin kararını kimler aldı?

-Faruk Gürler ile Muhsin Batur çıkıyor benim karşıma.

-İşte derin, gizli denilen olaylar bunlar yani. Ama bunun tepesinde Deniz Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Kara Kuvvetleri var.

...

-Deniz Gezmiş o zaman kaçıyor. Deniz Gezmiş’in evden eve ve belli yerlere naklini istediğimiz zaman bize Tarım Bakanı Turhan Şahin’in arabasını veriyorlar. Ama o arada ufak uyanıklık yapıp, kapıyı açık bırakıyorlar. Biz düz kontak yapıyoruz. O araba Ankara polisinin bildiği bir araba. Zaten dönemin emniyet müdürü de, ‘Ben Deniz Gezmiş’i yakalayamam. Çünkü benim giremeyeceğim yerlerde saklanıyor’ diyor.

Dönüyoruz para istiyoruz. Bize soygun yaptırıyorlar... Bir emniyet müfettişini bize takıyorlar ve o soyulacak yerleri gösteriyor ve soygun yapıyoruz.

-Nerede yaptınız meselâ?

-Taksim La Martin Caddesinde bir yedek parçacı.

-Para kimlere gidiyor peki?

-Para onların eline gitti. İrfan Solmazer’in eline gitti…

68 Kuşağının önde gelen isimlerinden, Dev-Genç’in liderlerinden. 1968 ve 69 yıllarında bildiri yayınladıkları için ordudan ihraç edilen Denizci subaylardan. 9 Mart’ta çökertilen “asker-aydın ele darbeye” cuntasının önemli isimlerinden.”

***

Sarp Kuray bunları Aksiyon dergisinde anlatıyor.

Yassıada’da zalimliğiyle ünlü “Kara Savcı” olarak ünlenen Altay Ömer Egesel’in yeğeni aynı zamanda Sarp Kuray.

Ve SHAPE karargâhı...

Belçika’nın Mons şehrindeki SHAPE karargâhının Gladıo’nun Avrupa’daki merkezi olduğu daha sonra açıklanacaktı.

1967 Aralık ayında birliklerinden seçilen ve pekiyi derecede İngilizce bilen 22 Türk askerinin eğitim için gittiği yerde aynı zamanda burasıydı.

Burada Türk askerlerine verilen ilk eğitim, komünizm olmuştu.

NATO, komünizmle mücadele için komünizm eğitimi veriyordu. Bu eğitimi elbette ki sadece Türkler almıyordu. Yıllar sonra İtalya Başbakanı Aldo Moro’yu kaçırarak öldürecek olan Kızıl Tugaylar örgütünün militanları da burada eğitiliyordu.

Karargâhta, “ATOMAL” denilen daha üst düzeyde gizlilik taşıyan bölümlere Türk askerleri giremiyordu. Sadece iki Türk girebiliyordu. Türk askerleri bir süre sonra burada görevli Amerikalı OSI subaylarından bazılarının Türkçe’yi ana dili gibi bildiklerini fark edecekti.

OSI’nin Ankara’daki karargâhlarından biri de Balgat’taki Amerikan karargâhıydı.

9 Mart’ta çökertilen “asker-solcu aydın cuntası”nın en önemli özelliği Amerikan karşıtı olmasıydı. Deniz Gezmiş ise bu işi hayatıyla ödeyen üç isimden biriydi.

17 Mart 1971’de Şarkışla’da yakalandığında sırtındaki parka ve elindeki Sten marka otomatik tabanca, Amerikan malıydı!

Türkiye’yi 12 Mart’a götüren olayların plânlandığı yerlerden biri Balgat’taki Amerikan tesisleriydi. İşte Deniz Gezmiş ve arkadaşları etrafı tel örgülerle çevrili, Amerikan askerlerinin nöbet tuttuğu bu karargâha girmiş, çelik konteynırların içinde silah yüklü olanı bulmuş, giderken de zenci Çavuş Finley’i yanlarına alıp gitmiş, elindeki telsizin mandalına basıp haber vermeyi tercih etmeyen çavuş bir süre sonra serbest bırakıldıktan sonra mahkemede, hiçbir şey görmediğini söyleyip ülkesine dönmüştü.

***

Polisteki sorguları, mahkemelerdeki ifadeleri okurken, bir de bu gözle bakasınız istedim.

Bizler, “Yiğidim aslanım burda yatıyor” türküsü eşliğinde birbirimizin gözünü oyarken, onlar yeni yiğitlerimizin, aslanlarımızın eğitimiyle meşgul oluyorlar. Unutulmaması gereken bir nokta Avrupa İslâm karşıtı hareketlerden sonra ciddî olarak Gladio’nun tasfiye edilip edilmediğini tartışmaya başladı. Biz de ise tartışmaya bile gerek yok.

Bırakın Gladio’yu tasfiye etmeyi, aklımızdan bile geçirmedik ki...

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Açık toplum, şeffaf yönetim



Türkiye, NATO sonrası komünizme karşı yapılanan iç güvenlik ve dış tehdit algılamasının örgütlenme biçiminden kaynaklanan alan ve hedef değiştirme zorluğu yaşıyor. Komünizm veya aşırı sol yerine bölücü ve irtica demek, tehdit kriterleri ve sonuçları birbirine uymayan yanlış kıyasın karmaşıklığı ile bizi karşı karşıya getiriyor.

Güneydoğuda bir terör var. Bunun sonuçları ve katliama dönüşen vahşet tabloları, derhal bertaraf edilmeli. Sivil otoritenin emrinde, güvenlik çözümleri bulunmalı. Bununla birlikte, bu neticeleri doğuran yanlış politikalar, göç ve sefalet ile gayr-i insani geçim endekslerinin en dip noktasındaki yetersizlikler için hızlı ve kalıcı tedbirler beraberinde alınmazsa, tahrik tedhişi besler, baskı tepkiyi arttırır ve bumeranga döner.

Ayrıca, toplumun değerlerine ve inancına teorik laiklik tartışmasının gerçekle çatışan ve halkın inanç sistemini reddeden dar gözlüğüyle bakıp, hukukta karşılığı olmayan “irtica” ile tanımlarsanız ve buna iç tehdit değerlendirmesi derseniz, NATO’nun savunma sistemini ülke içinde nasıl uygulayacaksınız?

Üstelik Batı demokrasileri, 1950’de başlayıp 1980’lere uzanan süreçte gladyo türü amacını kayıt dışı tutmuş ve reflekslerini uluslararası aygıtların mizansenlerine göre belirlemiş bir yapıyı tasfiye ettiler.

Temiz eller operasyonu, sadece ekonomik kayıt ve gelir arttırıcı vergilendirme ile üreten toplumu denetlemek için olmamalı. Aynı zamanda tetik tutanın inisiyatifine kapalı ve kanunîaçıklığın denetime tabi mekanizması içinde devlet cihazının doğru işleyip, sadece düzenleyici ve rahatlatıcı bir güvencenin parçası olması sağlanmalıdır.

Halkın tercihlerine sürekli şerh koyan, savaş sonrası yeni ülkenin fırsatlarını tekelleştiren ideoloji ile darbeler eşliğinde tepki anayasalarının halkın yerine rejimi öne çıkarması, siyasetin ritmini bozmuştur. Devleti yöneten iradenin ikide bir darbelerle tırpanlanması, bir kısmının hayatına mal olması, halkı ürkek ve direnemeyen bir konuma sokmuştur.

Hiçbir toplum, özellikle bizim gibi devlet kurumsalına fazla bağlı bir halkın, darbe yapan kendi ordusu ile karşı karşıya gelemeyeceği de bir vakıa. Nitekim anketlerde orduya güvenilmesi, bir kurumsal kabullenmedir. Çünkü kendi evladı görev yapmaktadır.

Halkın bu olumlu yaklaşımı, kurumdaki yetkilerini milli iradeye karşı kullanan, ayrıştırıcı davranışlar sergileyen ve daha ileri gidip milletin emanetlerini ve elindeki silah, teçhizat ve dokümanı başka amaçlarla kullanan kanun dışı yapılanmaları asla hoş görmez.

Benzer şekilde anayasal kuruluşların, başta yürütmeyi temsil eden hükümet olmak üzere, yargı organlarının, Cumhurbaşkanlığı ve diğer kuruluşların, şahsi tutum ve davranışları ile subjektif yorumlarına göre devleti biçimlendirme tarzları, demokratik bir olgunluğu ve halkın önceliklerini ifade etmiyor.

Danıştay baskınında, daha cenaze kaldırılmadan cinayete siyasi bir slogan bulma garabeti, en tepedekilerin aşırı coşkulu (!) beyanları ile ortamı germiştir. Keza bundan siyasi bir rant bekleyen sözüm ona ucuz polemikçilerle tahrikçiliğe basın yayın organlarında devam eden bir kısım medya da sınıfta kalmıştır.

Hakkın, hukukun ve toplumsal ahlâkın tarihsel referansları ile modern devletin aynı amaca yönelik bireye değer atfetme kültürü içinde demokratik hazmı elde etmek, her sağduyu sahibi sorumluların öncelikli ev ödevidir. Demokratik sonuçları benimsemeyip, siyasi bir husumetle kamu otoritesini belli fikir ve akımların rejim savunmasına alet etmek ve halkı incitmek, huzura indirilmiş en büyük darbedir.

Gelinen noktada, herkes şunu anlamalıdır: Artık kutsal kurumlar değil, kutsal değerler vardır. İnsanların inançları ve kabulleri vardır. Ülke birliği ve demokratik düşünce içerisinde herkesin bir birbirini ötekileştirmeden ve değişime zorlamadan beraberce ortak paydanın hakkını verme tercih ve sorumluluğu vardır.

Ya karanlık ilişkilerden ve sonuçlarından arınmış bir ülkesi olacağız, ya da top yekun ahlâkî dejenerasyona “dur” diyecek bir dürüstlüğün yemini ve millete sadakati olacağız.

Ya mutlu olacağız, ya da mutluluğu öğreneceğiz. Ya birlik olacağız, ya da birliği bozanlara karşı işbirliği ve düşünce birliği yapacağız.

Ya ilkeli olacağız, ya da ilkeli olacağız. Ya demokrasiyi tam anlamıyla özümseyeceğiz, ya da demokrasiyi hazmedeceğiz.

Ya ile başlayan iki seçenek de bizim için olumludur. Tersini düşünmek, kendimize, halkımıza ve ülkemize haksızlık olur.

Temiz eller, temiz vicdanlar ve temiz yönetimlerin şeffaf göstergelerini bekliyoruz. Sağ-sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-antilaik, zengin-fakir, inanan-inanmayan ayırımı yapmadan, kaliteli insanların sivil ve demokratik dayanışmasını temin etmeliyiz.

Herkes hesap vermeli ve yanlış hesap Bağdat’tan dönmeli.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin YILMAZ

Devlet hizmet makamıdır



Dünyanın her yerinde devletin sebeb-i vücudu; milletin saadet ve bekâsıdır. Devlet, mukaddes bir put değil, milletin emrinde vazgeçilmez bir vasıtadır. Kıymeti kendisinde değil, millete gördüğü hizmettedir..

Devlet, mabed değildir... Herhangi bir ideolojinin havariliği için vücut bulmamıştır, hiçbir izm’in bekçiliğiyle de mükellef değildir. Yegâne mükellefiyeti, milletin saadetidir. Milletin inançlarına, yaşama tarzına hürmet, biricik vasfıdır. Karşısında eğildiği tek güç, millettir. Millet varsa, devlet vardır. Milletsiz devlet, ordusuz kumandan gibidir; kaçık bir kumandan, yahut Donkişot.

Millete rağmen devlet, istibdattır. Eski komünist bloku ve krallıklar, millete rağmen devletin meş’um örnekleri. Bu ülkelerde devlet belli bir zümrenin hizmetindedir; mükellefiyeti, kral ve hanedanın saadetiyle başlayıp biter. Sözde hukuku da, güzide müesseseleri de aynı habîs emele hizmet eder. Kaba kuvveti, sırtından semirdiği milletine karşı kullanmakta tereddüt etmez. Hapishaneleri Ortaçağ zindanlarından farksızdır; suçluların değil, mazlûmların ömrünü tüketen kodesler.

Millet menfaatlerini seslendirenler, vatan hâini ilân edilirler... Bu gibi durumlarda müstebid devlet, bütün müesseseleriyle şeytanî bir koro kesilir. Kendisinden yakınanlar için Cehennem besteleri yapılır. Nankörlerin bu cennet(!) ülkede yerleri yoktur. İhanetlerinin bedelini ya hayatları ile öderler, ya hürriyetleri ile; yahut alçaltıcı bir nedametle hizaya getirilirler.

Hür düşünce, veba kadar tehlikelidir. Düşünce adamı imha edilir. Doğru ve serbest tek düşünce, devletlilerin düşüncesidir. Bu maskeli baloda iltifat görenler, urbalarında devletten bir alâmet-i farika taşıyanlardır.

Osmanlı için, devlet mukaddestir. Mukaddestir, çünkü devlet i’la-i Kelimetullah içindir. Meşrûiyetini milletin inançlarından alır. Başlıca maksadı, yer yüzünü sulh ve selâmete kavuşturmaktır. Savaş meydanları, bu mukaddes maksat yolunda hayatlarını feda eden şehitlerin son tebessümleri ile nurlanır. Yavuz, kendisini Hakim’ül Harameyn olarak vasıflandırmak isteyenlere hiddetle karşı koyar... Estağfurullah... O, Hakim’ül Harameyn değil, Hadim’ül Harameyn olmak için yola çıkmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir çok noktadan millete rağmendir... Milletin inanç ve yaşama tarzını beğenmeyen, tehlikeli ve düşman addeden devlet ricali ve bürokratlar evham içindedirler; rejim elden gidecek, lâiklik yıkılacak diye. Gerçekten evham içindeler mi, gerçekten böyle bir korkuları var mı? Hayır, sanmıyorum... Bu, millete rağmen menfaatlerini devam ettirmenin basit bir tezgâhıdır. Aslında ne yıkılan bir rejim söz konusu, ne hedef alınmış muallâ bir lâiklik... Çığlık çığlığa feryad koparmak, yavuz hırsızın bilinen taktiğidir. Devlet nimetlerini garat ve gasbedenlerin milletten yakınmalarından gına geldi. Yeter artık, yeter...

Genelkurmay Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı makamının el değiştirmesinin yaklaşması, memleket afakını gökgürültüsünü bastıran hezeyanlarla doldurdu. Ankara odaklı yer altının dehlizlerinde çeteler cirit atıyor. Emekli ya da muvazzaf askerlerin ön plana çıktığı çetelerin bini beş para... Susurluk, Şemdinli, Sauna, Eryamanlar resmî geçitte...

Maksat, Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini arzuları istikametinde sevk ve idare edip, mülevves menfaatlerinin devamını sağlamak. Yapılması gereken ilk iş, millete ve onu icrada temsil makamında olan AKP kadrolarına korku salmak, iş yapamaz hale getirmek. Erdoğan ve ekibi, bu meş’um tezgâhı görmek ve boşa çıkarmak zorunda.

Her iki makamın da el değiştirme şekli bellidir. Genelkurmay Başkanını hükümet tâyin eder, Cumhurbaşkanını millet meclisi seçer... Hukukî mevzuat budur... Bunun dışındaki arayışlar hukuksuzdur... Avrupa Birliği’nin eşiğinde bekleyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir takım çetelerin arkasındaki karanlık güçlere hukukunu iğfal ettiremez. Bu, milletin nâmusunu payimal etmek olur. Mevcut iktidarı beğenmeyenler, milleti beğenmeyenlerdir.

AKP, Genelkurmay Başkanını tâyin edemez, irade beyanında bulunamaz, tercih hakkını kullanamaz demeye getirenler, millete efendilik taslıyorlar. Cumhurbaşkanlığı makamını “son kale” ilân edip, o makamı AKP’den korumak isteyenler, milletin hür iradesini tahkir ediyorlar. Mevcut iktidar, ne bir gece yarısı darbesiyle Meclise gelmiştir, ne de kanlı bir isyanın ardından oraya çöreklenmiştir. AKP, bu necip milletin hür tercihiyle iktidar olmuştur.

AKP’yi çok mu beğenirim? Hayır.. Oy mu verdim? Hayır... AKP yeniden iktidar olabilir mi? Olabilir, ama şu şartlarla: Milletin kendisine yönelmiş teveccüh ve iradesine sahip çıkması şartıyla. Boğuk çete naralarına, karanlık yüzlü kafilelerin gizli ya da alenî tehditlerine pabuç bırakmaması şartıyla... Şemdinli meselesini olması gerektiği şekilde yeniden deşifre etme ve bundan sonraki tertiplerin üzerine kararlılıkla gitmesi şartıyla… Aksi takdirde, zaten ne oy istemeye yüzü kalır, ne de millet bir daha oy verir...

Hülâsa, aslolan millettir. Devlet, milletin büyük, ama uysal hizmetkârı olmaya mecburdur. Başımızda efendi devlet istemiyoruz. Milletin mühim kısmı sefalet içinde, açlık sınırında yaşayan milyonlarımız var. İşsizler ordusu çığ gibi büyüyor. Müsrif devlet kabulümüz değildir. Komşumuz aç yatarken tok yatamayanlardanız. Varoşlar ekmek bulamazken, Ankara debdebe içinde saltanat süremez, sürmemeli. Milletin dertlerini bırakıp, menfaatlerini tahkim etmeye çalışanlara tek borcumuz var: Sırtımızdan söküp atmak... Atacağız da... Ne yavuz hırsız feryadları, ne vatan haini ilânları milleti yolundan çeviremez. Bizans’tan miras entrikaların kirlettiği yakın geçmişin pisliklerinden millet mutlaka kurtulacaktır.

07.06.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Fırsattan istifade etmek



Hazret-i Ebûbekir, fırsatları bulutlara benzetir. “Fırsatlar bulutlar gibidir, çabuk geçer” der. Toprağını işleyenlerin yağmurdan istifade ettikleri gibi, fırsatları zamanında değerlendirenler de onlardan istifade ederler. Dünyayı tersine çevirmek ve geçen zamanı geri getirmek mümkün olmadığından, kaçan fırsatları yakalamak da mümkün değildir. İş işten geçtikten sonra dövünmek ise, hiç bir işe yaramaz. Geçmişe dönüp baktığımız zaman, “Keşke zamanında şunu şöyle yapsaydım” diyeceğimiz bir çok imkânları heba ettiğimizi görürüz. “Şimdiki aklım olsaydı,” diyerek kaçırdığımız fırsatlar için pişmanlıklarımızı dile getiririz. Ama, atalarımızın dediği gibi, “Son pişmanlık fayda etmez”.

Giden fırsatları geri getirme imkânına sahip değiliz. Zira, geçmiş elimizden çıkmıştır. Ama, içinde bulunduğumuz an ve gelecek zaman ise, yeni fırsatları ayağımıza getirebilir. Onun için geçmişte kaçırdıklarımıza dövünmeyi bir kenara bırakıp, gelecek fırsatları değerlendirmeye bakmalıyız.

Böylece kayıplarımızı en aza indirmiş oluruz. Geçmişten ders almak da bir kazanç olduğundan, belki de kâra bile geçeriz.

Dünya işleri ile ilgili konularda kaçırdığımız fırsatları bir şekilde telâfi edebiliriz. Meselâ, üniversite sınavına girip de kazanamayan bir genç, bu sene için fırsatı kaçırdığını düşünebilir. Ama, daha çok çalışarak gelecek yıl gireceği sınavda daha yüksek bir puan alma imkânına da sahiptir. Gençliğini kötüye kullanmak sûretiyle ebedî hayatı için çok önemli olan fırsatları kaçırdığı zaman ise, bunu telâfi etmek mümkün değildir. Üniversite sınavının tekrarı var, fakat gençliğin tekrarı yoktur.

Gençlik, hayatta insana bir defa sunulan çok önemli bir fırsattır. Ancak, kaybedildiği zaman değeri anlaşılır. Onun için gençliğin değerini en iyi anlayanlar ihtiyarlardır. Bir çok ihtiyarın “Keşke gençliğim bir daha elime geçse de en güzel şekilde değerlendirsem” dediğini duymuşuzdur. Fakat gençlik, rüzgârın kanatlarına takılan bir bulut gibi çabucak geçip gitmiştir. Bu yüzden, bazı âşıkların ve ozanların, gençlik özlemlerini dile getiren şiirleri, kaçan fırsatların arkasından yakılan ağıtlar gibidir.

“Fırsat” kelimesine başka anlamlar yükleyen bazı gafil sefil zihniyetler de vardır. Bunlar, fırsattan istifadeyi hırsızlığa, yolsuzluğa, soygun ve talana bir vasıta yaparlar. İnsî ve cinnî şeytanların fısıldadığı bir takım sözleri “ata sözü” diye kabul etmek sûretiyle, dalâletlerine gerekçe gösterirler. İyi niyetle söylenen ve doğruları dile getiren gerçek atasözlerini de kötü emellerine âlet ederler. Meselâ, “Bal tutan parmağını yalar, su akarken testini doldur” gibi atasözleri bunlardandır. Atalarımız, “Su akarken testini doldur” demişler. Fakat biz, çoktan beri atalarımızla aynı dili konuşmadığımızdan, bunu da yanlış anlamışız. Testi ile yetinmemiş, fırsatı ganimet bilerek hortumla bütün suyu çekmeye kalkışmışız. Böylece hayatımıza “hortumculuk” diye bir kavram girmiş bulunuyor.

Cenâb-ı Hak cümlemize, fırsatları en güzel şekilde değerlendirme feraseti versin diyor, gönül dostlarına saygılar sunuyorum.

DURMA GÖNÜL

Madem bekâ istiyorsun,

Fenâya yüz verme gönül.

İşte geldin gidiyorsun,

Hiç bir gönlü kırma gönül

Hayat kısa bir seyeran,

Boşa hayal kurma gönül.

Ne tez geçti bunca zaman,

Sorma gönül, sorma gönül.

Yollar çetin, geçitler dar,

Sırtına yük vurma gönül.

Arkamızdan gelenler var,

Yol üstünde durma gönül.

Fırsatlar elinde iken,

Nedamet et durma gönül.

Henüz bu can tende iken,

Fırsatı kaçırma gönül.

Ağla, ağla durma gönül

07.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004