|
|
Şaban DÖĞEN |
Zirvelere çıkmak |
|
Recep ve Şaban aylarında yükselmeye başlayan mânevî grafik Ramazan’da daha da yükselerek doruklara çıkar. Diyebiliriz ki Ramazan zirve bir aydır; ibadette, hayırda, hasenatta doruklarda dolaşılır. Ebedî hayatın bir sıçrama tahtası olur âdetâ.
Mânevî ürünler bollaşır da bollaşır bu ayda. Başka zamanlarda elde edilemeyecek kadar sevap kazanılır.
İnsanlıkta da yükseliş ayıdır bu ay. İnsan âdetâ melekleşir, Cennete lâyık bir mahiyet kazanır.
Rahmetin köşe bucak her tarafı sardığı Ramazan, gözyaşlarıyla, sevinç çığlıklarıyla mağfirete, bağışa, lütufa doğru koşmanın tam zamanıdır. Bu ayda insanlar öylesine affa uğrarlar ki, âdetâ kanatlanıp Cennete uçuverirler.
Evet, Ramazan sevap ayıdır; çünkü oruçlar, sadakalar, yardımlar, Kur’ânlarla sevap haznesi doldurulur. Kur’ân-ı Kerîmin herbir harfinin diğer zamanlarda on sevabı varken, Ramazan’da bin, Âyete’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler, Cumalarda daha fazla, Kadir Gecesinde de otuz bini bulur.
Cennet kapılarının ardına kadar açıldığı, Cehennem kapılarının kapandığı, şeytanların ve azgın cinlerin bağlandığı bu ayda kula düşen bu bulunmaz fırsatları değerlendirip Allah’a kendini sevdirebilmektir. Allah Resûlü de (a.s.m.) Ramazan’ın faziletlerini anlattığı bir hadislerinde, “Öyleyse kendinizi kulluğunuzla Allah’a sevdirin” buyurur ve bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayan kimsenin de bedbaht kişi olduğunu bildirir.1
Ramazan gelince camiler dolup taşar, Kur’ân’lar okunur, mukabeleler yapılır, iftarlar verilir, sahura kalkılır, ibadetlere daha fazla koşulur, çok çok hayırlar yapılır. Kütülük yuvaları müşteri bulamadıkları için bir bir kapanır, şeytanlara da kaçmak düşer.
Bu ayda tutulan oruç, maddeten ve mânen insana sayamayacağımız kadar çok şeyler kazandırır. Herş eyden önce sağlıktır oruç. Maddî ve mânevî bir perhizdir. “Oruç tutun, sıhhat bulun”2 buyurmuştur Peygamber Efendimiz (a.s.m.). Bu hâl Cenab-ı Hakkın öylesine hoşuna gider ki, oruçlunun ağız kokusunu misk kokusu ayarında, hatta ondan daha üstün kabul eder.
Allah’ın en sevdiği ibadetlerden olan, Kur’ân’ın belirttiği gibi bizden önceki ümmetlere de farz kılınan oruç,3 Rabbimizin, “Oruç sadece Benim için tutulur. Ücretini de Ben veririm. Kulum Benim için şehvetini, yemesini, içmesini terk etmiştir”4 buyurduğu kadar kazançlı bir ibadettir. Oruçla âdetâ melekleşen mü’min, kulluğun gereklerini bu sayede mükemmel mânâda sergiler, bilerek veya bilmeyerek işleyebildiği nice günahlardan uzak kalır, Allah’ın vaadine mazhar olur ve Cenâb-ı Hak meleklerine karşı onunla iftihar eder.
Dipnotlar:
1- Beyhaki, Sünen: 2:99; 2- et-Tergîb ve’t-Terhîb, 2:83.; 3- Bakara Sûresi, 183.; 4- İbni Mâce, Sıyam: 1.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Oruç şükrü ifade ediyor |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Oruç ile şükür arasındaki münasebeti açıklar mısınız?”
Önce şunu teslim edelim: Biz her şey için Yüce Allah’a (cc) karşı şükür borçluyuz. Öyle ki, her isteğimiz karşılanıyor. Her ihtiyacımız görülüyor. Her derdimiz derman buluyor. Her duâmız cevap buluyor. Her dileğimize bakılıyor. Her acımıza inayetle çare yetiştiriliyor. Gözümüz yollarda bırakılmıyor. Elimiz boş çevrilmiyor. Gönlümüz cevapsız terk edilmiyor. Hayatımız her saniye şefkatle ve ilgiyle kucaklanıyor.
Mübarek Ramazanın orucu ile Allah’ın nimetlerinden kısmen, yani belirli bir süre el etek çekmekle, Allah’ın nimetlerinin kıymetini çok iyi anlıyoruz. Allah’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi kavrıyoruz. Olmasaydı, olmayacaktık derecesinde! Vermeseydi, yaşamayacaktık ölçüsünde! Ekmeksiz, susuz, midemizin isyanlarına bakılmadan, ciğerlerimizin yangınına cevap verilmeden hayatımızı düşünmek bile mümkün değil! O halde şükürsüz hayat nasıl mümkün olabiliyor? Bu insan kadir kıymet bilmez bir yaratık mı? Teşekkürsüz bir hayatı insanlar arasında düşünmek bile tek kelimeyle vahşet! Ya Allah’a karşı şükürsüz yaşamak, ne kadar vahşet, ne kadar kabalık, ne derece dehşet olduğu açık değil mi?
Ramazan Risâlesinin İkinci Nüktesinde Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan orucunun Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetini nazara veriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, çok kıymettar olan o nimetleri elinden aldığımız tablacıya bir bahşiş verdiğimiz halde, asıl mal sahibini, asıl göndericisini, asıl yaratıcısını tanımamak, görmezden gelmek ve yok saymak sonsuz derece akılsızlıktan başka bir şey değildir! Nitekim Cenâb-ı Hak hadsiz nimetlerini, tam zevkimize göre cins cins, tür tür, çeşit çeşit, her mevsimde ayrı ayrı olacak şekilde yeryüzüne yaymış ve sermiştir. Tabiîdir ki, o nimetlerin karşılığında şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ise, yani bize getiren aracılar ve eller ise tablacıdan başka bir şey değildir. Oysa tablacılara, bize getiren ellere, aracılara, üreticilere, bir fiyat vermeden, onlara minnettar olmadan, onlara teşekkür etmeden, onları yok sayarak almıyoruz! Hatta müstahak olmadıkları pek çok hürmeti ve saygıyı gösteriyoruz. Hâlbuki o nimetleri hakikî veren, yaratan, halk eden, sırf bizim için var eden, yokluk göstermeyen, darlık göstermeyen Allah (cc), o nimetler vasıtasıyla, o aracılardan ve sebeplerden hadsiz derece daha fazla şükre lâyıktır!
İşte Allah’a teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını tam hissetmekle mümkündür. Ramazan-ı Şerifteki oruç da bize bunu sağlıyor. Hakikî, halis, içten, riyasız, gölgesiz, gösterişsiz, samimî, kapsamlı ve geniş bir şükrün anahtarını bize veriyor.
Çünkü bu insanlar sair vakitlerde mecburî olarak aç ve susuz bırakılmazlarsa, hiç aç kalmadıklarından, hiç susuzluk nedir bilmediklerinden, nimetlerin yüksek ve hayatî kıymetini bile fark etmiyorlar, anlamıyorlar! Onlarsız olur zannediyorlar! Olmadığını görmeleri gerekiyor! Meselâ bir parça kuru ekmek, daima tok olan zenginin gözünde nimetten bile sayılmıyor! Oysa onda yüksek bir nimet derecesi vardır. Bunu ona göstermek gerekiyor ve hissettirmek gerekiyor.
Hâlbuki o kuru ekmeğin bir mü'minin nazarında çok kıymettar bir nimet olduğuna iftar vaktinde dili şahitlik ediyor, midesi şahitlik ediyor, gözü şahitlik ediyor. İşte Ramazan-ı Şerifte padişahtan en fukaraya kadar herkes, o nimetlerin kıymetlerini anlamakla manevî bir şükre mazhar oluyor.
Sonra; Bediüzzaman’a göre, gündüzde yemek ve içmekten alı konulması cihetiyle insan şunu tam anlıyor ki: “O nimetler benim mülküm değil! Çünkü ben onları yemek ve içmekte hür değilim! Demek, başkasının malıdır! Başkasının verdiği şeydir! Eğer gerçekten benim mülküm olsaydı kimse beni onları yemekten ve içmekten alıkoymayacaktı! Kimse elimi tutmayacaktı! Şu baş döndüren açlığa karşı kimse beni onlardan vazgeçiremeyecekti! Oysa ben onları yemek için emir bekliyorum! Ferman bekliyorum! Onları, gerçek sahibi olan Allah’ın adıyla yiyebileceğime dair yüksek sesle yapılacak ilânı, Allah’tan gelecek izni ve müsaadeyi bekliyorum! Demek onlar Allah’ın mülküdür!”
İşte Ramazan-ı Şerifin orucu bu cihetiyle hakikî insanlık vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçmektedir.1
Dipnot:
1. Mektûbât, s. 388
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Kazanma zamanı |
|
Bütün dünyayı bir tarafa bırakarak sadece nefsime yöneliyor ve ona sesleniyorum. Bu, kurtuluş imkânlarının oldukça fazla olduğu bereketli ayın feyzinden faydalanmak ve manevî bir ticaret için önemli adımlar atmak için kendi kendime dönüyor ve nefsimi sorguluyorum.
Geride bıraktığım yılların kâr ve zararını karşılaştırmanın ve gelecekteki günlerimi hep kazançlı geçirmenin kararlılığı içine girmek için, tam bir teslimiyet içinde olmam gerekir diye düşünüyorum. Dünyanın çekiciliği beni bırakacak mı bilemiyorum, ama bir şeyler yapmam gerektiğine olan inancımı tam olarak muhafaza ediyorum.
Şeytanların bağlandığı ve Cennet kapılarının ehl-i imana açıldığı bu günlerde imanımın gereği olan adımları atmama engel olacak birçok muzır engelleyicinin önüme çıkacağını da biliyorum. Ama nefsimi olabildiğince susturmalı ve insanlığımı ön plana koyarak, var olan bütün şeytanların ebedî hayatımı mahv etme planlarını akim bırakmalıyım.
Bir ayın bana kazandıracağı güzelliklerden, hayatım boyunca artık ayrılmama kararlığını göstermem gerektiğini artık unutmamalıyım. Artık dünyanın hiçbir çekici faniliğinin beni benden ayırmayacağını sözünü, kendime, en önemlisi de Rabbime vermeliyim.
Acizliği ve fakirliği nihayetsiz bir insan olarak, bu kararlılığı kendi gücümle yürütebilmemin mümkün olmadığını biliyor ve beni bu niyetimde hayra ulaştıracak Hâlık-ı Kerimime her an yalvarma haletinde bulunmam gerektiğini de biliyorum.
Bir sırr-ı ubudiyet olan ve insana “Kudreti nihayetsiz bir Rabb-i Rahimin bütün duâlara cevap verdiği” düşüncesini kazandıran duânın hayatımın ayrılmaz bir parçası haline gelmesi için de Rabbime yalvarmalıyım. Her an duâ eden bir insan olmak için Allah’a duâ etmeliyim.
Unutmamam gerekir ki, Ramazan ayı, dünyaya dalmış, gaflete düşmüş nefsimin kendine gelmesi için çok önemli bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirmeli ve körelmeye yüz tutmuş bütün insanlık duygularımın beni insanca bir hayata kavuşturması için çaba göstermeliyim.
İnkâr edemem ki nefsimin terbiyeye ihtiyacı vardır. Zıvanadan çıkmış nefsimin ebedî hayatımı mahvetmesine izin vermemeliyim. Bu sebeple onu açlıkla ve susuzlukla terbiye etmeye çalışmalı, onun beni fani dünyaya köle etmesine yol açmamalıyım. Nefsimin Cehenneme götürecek bütün yollarının kapatılmasına çalışmalı ve geçmişteki günahlarımın Rabb-i Rahimim tarafından affedilmesi için, ihlâs ve samimiyeti kendime şiar edinmeliyim.
Bayramımın, bu ayın manevî havasından kurtulup, nefsin dünyama hâkim olmaya başladığı bir zaman haline gelmemesi için, onu, insanlığımı nefsin tasallutundan kurtardığımın başlangıcı olarak bilmeliyim.
Öyle bir yol kendime çizmeliyim ki, bütün aylarımda Ramazanı yaşayabilmeliyim. Yolculuğumda nefsimi arkama almalı, aklın ve kalbin aydınlığını kendime rehber edinmeliyim.
Beni bu dünyaya mahlukatın en şereflisi olarak gönderen Rabbimin emirleri dairesinde yoluma devam etmeli, Onun bana bir rehber olarak gösterdiği Hazret-i Muhammed’in (a.s.m) karanlıklardan eser bulunmayan izinden gitmeliyim.
Sahip olmaya çalıştığımız ve nefsimizi susturduğum oranda istifade ettiğimiz aydınlıkları eninde sonunda bütün nefisler görecek, bu dünyada uyananlar kurtulacak, ölümden sonraki âlemde akılları başlarına gelenler ise fırsatı kaçırmış olacaklardır.
Aslında her haliyle faniliğini haykıran bu dünyada ebedî yaşayacakmış gibi hareket edenlerin mutantan yaşayışlarının kofluğu er-geç ortaya çıkacaktır. Bazıları belki geçmişteki yaptıklarından dolayı gözyaşlarını sel gibi akıtıp, Rabb-i Rahime yönelecek ve aflarını talep edeceklerdir.
Rahmeti bol olan Yaratıcı, bazılarını ihlâs ve samimiyetleri nisbetinde günahlardan arındıracak, bazıları nefislerinin tasallutundan kendilerini kurtaramamış bir şekilde gerçekler âleminde yaptıklarının karşılığını vermeye zelil bir şekilde gideceklerdir.
Bol kazançlar elde etmemiz temennisiyle Ramazanınızı tebrik ediyorum…
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hidrojenli günler (2) |
|
Yer altında bulunan petrol kaynaklarının ne zaman tükenmeye başlayacağı hususu bir yana, ileri ülkeler daha şimdiden hidrojenli günlere hazırlandı bile.
Türkiye ise, ne yazık ki bu ileri seviyenin yaklaşık on yıl gerisinde bir yerlerde duruyor. Zira, Yahudi ve masonik çevrelerin bu meselede de Müslümanları yanıltma, buluşlarını sabote etme, çalışmalarını rayından saptırma ve ciddî gelişmeleri takozlama çabaları devam ediyor.
Ancak, buna rağmen "sırran tenevveret" prensibiyle hareket eden bazı hamiyetli ilim adamları, ümit verici çalışmalarını cayırtı koparmadan sürdürüyor. Ki, doğru olan da budur.
Bu kısacık hatırlatmadan sonra, şimdi evvelki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.
* * *
BM'ye bağlı Dünya Hidrojen Enerjisi Konseyi Başkanı Prof. Dr. Nejat Veziroğlu'nun geniş açıklamasından derlediğimiz özet bilgiler şöyle:
* Dünyadaki hemen hemen tüm otomobil firmaları, 1974'ten beri hidrojenli otomobiller üzerine çalışıyor.
* 2010'a kadar GM, Ford, Toyota, Honda, D. Chrysler, BMW gibi büyük otomobil şirketleri piyasaya 10 bin kadar hidrojenli otomobil çıkaracak.
* Petrol şirketleri de hidrojen istasyonları kurmuş durumdalar. ABD, Japonya ve bazı Avrupa ülkelerinde 200'e yakın hidrojen istasyonu var.
* Her şeyin yenisi gibi, bunlar da ilk etapta daha pahalı olacak. Ancak, bu araçların gürültüsü olmayacak, havayı kirletmeyecek. Tehlikeli değil. Yangın petrolde de olabilir. Ancak hidrojen yangını çabuk sönüyor. Hidrojen hafif olduğu için alev havaya doğru çıkıyor. Petrol ise etrafa yayılıyor.
* Cep telefonu için yapılan yakıt pilleri bu sene sonunda piyasaya çıkar. Gecikmesinin sebebi, uçak şirketlerinin 'tehlikelidir' diye uçaklara hidrojenli cep telefonu almak istememesi. Şimdi imalatçılar, uçak şirketleri ve sigorta şirketleri müzakere halinde. Müsaade çıkınca piller piyasaya sürülecek. Bir ay şarj edilmeden çalışacak. Bitince de sodyum bor hidrürle doldurulabilecek. Bu durum da Türkiye'ye yarayacak. Türkiye dünyanın en büyük bor kaynaklarına sahip.
Sabah'taki dizi yazı
Sabah gazetesinde Nevzat Atal ve Erdal Şafak imzasıyla yayınlanan "Tarikatlar–Cemaatler" başlıklı dizi yazının son bölümlerinde daha çok Nurculuk üzerinde duruldu.
Aynı gazetede bundan iki yıl evvel de Nurculuk ağırlıklı bir dizi yazı yayınlanmıştı. Dosyayı yayına hazırlayanlardan biri yine Nevzat Atal, diğeri ise Emre Aköz idi.
Evvelki benzerlerinin aksine, bu iki dosya çalışmasında da kasdî bir saptırma yoktur denilebilir belki; ancak, yer yer büyük yanlışlıklara düşüldüğü de bâriz şekilde görünüyor. Meselâ:
1) Risâle-i Nur hareketi için ısrarla "tarikat" nitelemesinin yapılması.
Oysa, bu tarz bir isnat veya yakıştırmanın Nur Risâlelerinde hiçbir dayanağı yoktur. Aksine, Üstad Bediüzzaman, birçok defa "Efendiler, ben şeyh değilim; ben hocayım. Risâle-i Nur tarikat değil, hakikattir" demiş ve 1935'teki Eskişehir Mahkemesindeki tarikat isnadını şu çıkışıyla suya düşürmüştür: "Şu dokuz-on senelik nefyimde, hadi biri çıksın desin 'Bana tarikat dersi verdi.' Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarikat zamanı değil." (Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı Bölümü.)
2) Söz konusu dizi yazıda, M. Kemal ile Said Nursî'nin münasebeti yanlış tanıtılıyor. Cumhuriyet ile M. Kemal ismi adeta özdeşleştirilerek Said Nursî sorgulanıyor.
Oysa, Said Nursî Cumhuriyete bakışıyla M. Kemal'e bakışı ve yaklaşımı aynı değildir.
Evet, Said Nursî dindar bir cumhuriyetçi olduğunu alenen söyleyip ilân ediyor. Ancak, M. Kemal'in birlikte çalışmak için ona yaptığı son derece cazip teklifleri reddettiğini ve dünya görüşlerinin de birbiriyle hiç ülfet ve münasebet peyda etmediğini söylemekten de çekinmiyor. Kısaca, "Ben M. Kemal ile çalışmayı kabul etmedim; fakat, dünyalarına da (fiilen) karışmadım" demekle yetiniyor. (Bkz: Age.)
3) Dizi yazıdaki 6. bölümün başlığı şöyleydi: "Nurculuk, devlete göre hilâfetçi, talebelere göre cumhuriyetçi."
Bu noktada da ciddî bir hata söz konusu. Üstad Bediüzzaman, hiçbir eserinde hilafet ile cumhuriyet karşıtlığı veya bu iki mefhumun birbiriyle zıtlaştığı şeklinde bir ifade kullanmıyor. Aksine, bilhassa Raşid Halifelerden her birinin hem halife, hem aynı zamanda reis-i cumhur olduğunu yine adı geçen mahkemede ifade ediyor.
Temenni ederiz, Said Nursî ile ilgili çalışmalarda bundan böyle daha dikkat ve hassasiyet gösterilmeye çalışılır.
İtidal
Papaza kızıp orucu,
Papaya kızıp diyaloğu bozmayın.
Günün Tarihi
Yıldırım zafer
25 Eylül 1396: Niğbolu Zaferi.
Osmanlıların Avrupa kıtasına yayılması ve bir yandan da Doğu Roma (Bizans) devletini çember altına alması, başta papalık olmak üzere bütün Hıristiyan dünyasını heyecana getirip telâşlandırdı.
Böylesi bir tedirginlik içinde harekete geçen Haçlı kuvvetleri, bütün imkânları seferber ederek Osmanlıya karşı harekete geçti.
İçinde Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinden askerler ile Venedik ve Rodos şövalyelerinin de katıldığı 120 bin kişilik büyük bir haçlı ordusu teşkil edildi.
Niğbolu meydanına varıncaya kadar önüne gelen Türk ve Müslüman ahaliyi kılıçtan geçiren Katolik haçlı ordusu, bölgedeki Ortodoks Hıristiyanların mallarını da yağmalamaktan çekinmedi.
25 Eylül sabahı Niğbolu’da Yıldırım Bayezid komutasındaki 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusuyla karşılaşan bu büyük ordu, Bayezid'in "yıldırım harekâtı" karşısında kısa sürede mağlûp ve perişan düştü.
İşte, bu tarihten sonradır ki, Sultan Bayezid'e "Yıldırım" ve Osmanlı hükümdarlarına da “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvanları verildi.
TEBRİK
Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, bu mübarek ayın İslâm dünyası ve bütün insanlık camiası için hayırlara vesile kılmasını Rabbimden niyaz ederim. MLS
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Hayırlı Ramazanlar efendim |
|
Sağ olanlarımız yeni bir Ramazan ayına daha kavuştuk… Allah (cc); bu ayın hakkını her bakımdan verebilen ve bu ayda yapabildiklerimizi 12 aya yayabilecek iman ve izanı hepimize nasip etsin inşaallah…
Günümüz Müslümanlarının en büyük eksikliklerinden bazılarının; “hak” dağıtımında, “emek” değerlendirmesinde, “sosyal”leşme konusunda, gerçek anlamıyla “çağı yakalama” alanında olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Elinde “petrol” gibi evrensel bir güç varken bile, ekonomik alanda iki yakası bir araya gelmeyen Müslüman toplulukların oluşturduğu devletlerin, bugün 200 sene öncesinin eli kanlı milletlerinden her bakımdan gerilerde kalmasının vebalini, önce nefislerimizde arayalım bu mübarek günlerde… Ve sonra kendi kendimize cevap verelim; “nereden, nasıl başlamalıyım ki bu bataklıktan çıkayım?” diye…
Cehaletimizden kaynaklanan, bilgisizliğimizden beslenen, üstümüze giderek daha fazla biçimde sinen ataletimizle bizi kuşatan bu ayıplı ortamdan çıkabilmemizin çaresinin dinimizin özünde olduğunu önce bizler fark edelim…
“Müslümanlık” olarak yaşadığımızı sandığımız kimi alışkanlıklarımızı, tam bir kültürel silkinişle üzerimizden atıp, saf, arı, duru, tertemiz dinimizle yeniden yıkanalım şu mübarek günlerde…
Diyanet İşleri eski başkanlarımızdan, Sayın Mehmet Nuri Yılmaz hocamız, Hürriyet Gazetesi’nde geçen Cuma günü yer alan “Hazreti Ali’nin Ali’ce sözleri” başlıklı yazısında, Hz. Ali’nin Mısır’a vali olarak atadığı Malik el-Ejder’e yazdığı mektuptan “önemli” bulduğu bir bölümünü yayınlamıştı…
Hz. Ali (ra)’ın valisine yaptığı öğütlerin, verdiği nasihatlerin aslında ferd ferd hepimizi ilgilendiren şu bölümlerini Ramazan’ın bu ilk gününde buradan sizlerle paylaşmak istedim: “Takva sahibi ve doğru sözlü insanlara yakınlık göster. Aşırı övgü, kibre yol açar ve yüceliğe gölge düşürür. İyilik edenle kötülük edeni aynı kefeye koyma. Haksız yere kan dökmekten sakın. Kendini beğenmekten, kendini beğenmene neden olan şeylere güvenmekten ve aşırı övülmeyi istemekten sakın. Halka iyilik yaptığında, onları minnet altında bırakma. Her dileyen bulmaz, her az isteyen de mahrum kalmaz. Başkalarına kulluk etme. Allah seni özgür yaratmıştır. Kötülükle elde edilen iyilik, iyilik değildir. Güçlükle sağlanan kolaylık ise kolaylık sayılmaz.
Dostunun düşmanını dost edinme, yoksa dostuna düşmanlık etmiş olursun. Öfkeni yen. Söz verdiğinde, sözünden cayma. Doğru olmadığını bildiğin işlere girişme. Doğru olduğundan emin olduğun işlerde ise yavaş davranma. Elinden geldiğince insanların ayıplarını ört. Ordu, halkın kalesidir. Ancak ülke kalkınınca vergi toplanabilir. Bir ülkenin harap olması, o ülke halkının yoksulluğundan ileri gelir. Alışveriş, güzel bir şekilde adalete uygun olarak yapılmalı; fiyatlar, ne alıcıyı ne de satıcıyı mağdur etmelidir. İşleri gününde yap. Düşmana karşı tedbirli ol. Eline ve diline hâkim ol.”
Dinî günde maç olur mu?
Sporla pek ilginiz olmasa da bilirsiniz ki; kandil gecelerinde de dinî ve millî bayramlarımızda da ülkemizde spor müsabakaları kesintisiz devam eder… Gün kaydırmak, hele hele iptal etmek düşünülemez bile!
Bu ülkenin “Müslüman” sporcuları için hal böyleyken… Birkaç yıl öncesinde başlayan bir adetle, özellikle uzak ülkelerden gelip takımlarımızda oynayan Hıristiyan sporcuların inandıkları gibi bir “yılbaşı” geçirebilmeleri için liglerimizin takviminde kaymalar yapılmaya başlandı… Öyle ki… Bu kaydırma yüzünden Ağustos sıcağında liglerimiz başlarken, Avrupa’nın en uzun süreli lig arası da bizde verilir oldu… Amaç; Hıristiyan misafir sporcularımızın inançlarının gereğini yerine getirebilmeleri…
Bu kıyastan sonra, “Bayram günü oynama baskısı” başlığı ile medyamızda yer alan şu haberi de yorumsuz olarak okuyun lütfen: “ İspanya 1. Futbol Ligi (La Liga) takımlarından Deportivo’nun İsrailli kalecisi Dudu Aouate (29), en önemli Yahudi bayramı olan ‘Kefaret Günü’nde (Yom Kippur) lig maçında oynayacak olmasından dolayı zor durumda kaldı.
İsrail’de hükümet ortaklarından dinci Şas Partisi’nden milletvekili Iaacov Margui, İsrail Futbol Federasyonu’na gönderdiği mektupta, Yahudilikte tutulması gereken tek oruç günü olan en kutsal bayramda Aouate’nin maça çıkması halinde Milli Takım’dan çıkarılmasını istedi. Margui, ‘Bu günü ihlal eden, Yahudi halkının değerlerini ayaklar altında çiğner ve İsrail’i temsil etmemelidir’ açıklamasında bulundu.
La Liga’da 1 Ekim’de oynanacak 5. hafta maçlarında Deportivo kendi sahasında Real Sociedad ile mücadele edecek. Maçın oynanacağı güne denk gelen ‘Kefaret Günü’nde Yahudilere 24 saat boyunca tüm faaliyetler yasaklanıyor.
Deportivo’nun kalecisi Aouate ise; ‘Ben dinimin gereklerini yerine getiriyorum ama Yom Kippur’u bir kaç saat erteleyeceğim. Umarım, İsrail formasıyla oynamamı yasaklamazlar. Özgür bir dünyadayız’ açıklamasında bulundu.”
“Altın portakal”
Ben bu satırları yazarken devam ediyor olan, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 43.’sü, siz bu yazıyı okurken bitmiş olacak… Öyle görünüyor ki bu yılın ardından, tenkitlerin dozu, özellikle geçen yıla oranla biraz daha artacak.
Kimi medya mensuplarıyla, organizasyon ekibi arasında yaşanan tartışmalar, gazete sayfalarında yer bulmaya başladı bile.
Bu güne kadar sinema adına birçok başarılı organizasyona damgasını vurmuş olan TÜRSAK tarafından 2 yıldır yeni bir yörüngeye oturtulmaya çalışılan festivalde, belediyenin de isteğiyle daha bir öne çıkan “batı-turizm” eksenindeki yaklaşımla, Türk sinemasının daha da gerilere itileceği endişesi taşıyanlar artmakta.
Türk sinemasını batıya açma, sinema pazarı oluşturma adına yapılan yeni/ilk girişimler arasında, Antalya ile 43 yıllık bir içli dışlılığı olan yerli sinemamız ve elbette üreticileri de biraz daha ilgiyi hak ediyor sanırım.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Son bir ayın senaryoları |
|
Ağustos ayının sonlarına doğru komuta kademesindeki devir teslimle birlikte siyaset de ısınmaya başladı. Çünkü Cumhurbaşkanı ve komutanlar siyasî bir muhtevayı tercih etmişlerdi. Bu vesileyle demokrasinin sivil kurallarını, basının başarılı bir sınavla gündeme getirmesine vesile oldu.
Lübnan’a asker gönderme/göndermeme tartışması iç politikanın tam göbeğine oturduğunda, ulusal cephe bunu bir fırsat bilip topyekûn bir kalkışım yaptı. Kampanyalar yürüttü. Ancak sağduyu, sorumluluk, komşuluk hassasiyeti içinde bölgenin samîmî daveti ve BM kararı göz önüne alınarak zor ve iradeli bir yol tercih edildi.
Bu arada İsmail Ağa Camiinde işlenen cinayet gündeme oturdu. Katilin katledildiği, ancak nasıl ve kimlerin yaptığı anlaşılmayan bir muamma senaryo fark edildi. Şerir bir tecessüsle cinayet üzerinden cemaatler, kılık kıyafet ve “İslâmcı hükumet” tartışmaları başlatıldı.
Cemaat-tarikat-siyaset-devlet ilişkileri tartışmaya açıldı. Bildik ulusalcı ve Kemalist kalemşörler, temcit pilavı gibi kendilerince “olayın üstüne gitme”yi tercih ettiler. İsmail Ağa cemaatinin ihlâslı ve sabırlı sükûneti ile fitne bertaraf edilmiş görünüyor. Cemaat ve tarikat meselelerinin müzakeresine ve seviyeli tartışılmasına vesile olması hesabıyla da oyun tekrar bozulmuş görünüyor.
Bu arada Düzce’de farklı bir linç girişimi kamuoyunu tedirgin etti. Çalışmaya giden doğulu dört gencin, şehirde münakaşa ettikleri gençlerin onları “PKK militanı” diye etrafa yayıp halkı galeyana getirmeleri ile başlayan gerginlik ve frenleri boşalmaya hazır insanımızın aşırı hassaslaşan tepki biçimi gözden kaçmadı. Şükür ki, planlanan provokasyon yaşanmadı. Emniyet güçlerinin dirayeti meseleyi çözdü.
Derken Diyarbakır’da Demokratik Toplum Partisi’nin bile PKK’ya ateşkes tavsiye ettiği bir basın toplantısının ardından, 9 çocuğun ölümüne sebep olan bir bomba patladı. Diyarbakır gibi göç olaylarının en fazla yaşandığı ve yoğun bir nüfusun bulunduğu gecekondu bölgesi Bağlar semtinde olayın gerçekleşmesi ise ayrıca manidardı.
İnfiali doğuracak bu katliâm yeni bir tahrikin eşiğinden döndü. Halkın sağduyusu, ilk defa Diyarbakır’daki sivil toplum kuruluşlarının ortak iradesi ile birleşti. Olayın sis perdeleri aralanamadı, ancak kışkırtma fitili de patlamadı.
Kamuoyu ortak tepki koymayı başardı. Yeni Asya’nın manşetiyle; “oyun sezildi.” Karanlık mihrakların ve aydınlanamayan son bomba patlamasının bütün kuşkuları ortada dururken, sağduyunun galip gelmesi demokrasinin sabır sınavında provokasyonlara karşı itidalli olmayı öğretti.
PKK’nın terörü tırmandıran son iki ayının bilânçosu ağırlaştıkça, gerginlikler ve tepkiler kabına sığmaz oldu. Yüze yakın şehit ve gözü yaşlı binlerce insanın göz yaşları, halkımızı gerçekten bunaltma noktasına getirdi. Birilerinin karşılıklı olarak bu zemini kullanmaya ve çatıştırmaya yönelik tezgâhlar kurdukları muhakkak. Ancak milletin sahip olduğu tecrübe, doğu-batı dengesinde yaşanacak, Türk- Kürt ayırımcılığına götürecek fitneye teşne olmamayı ve sabırla aşmayı başardığını müşahede ediyorum.
Şehit aileleri üzerinden siyaset yapma basiretsizliği, istismar etme kolaycılığı da tutmayacak bir bayat tarz. Ayrıca terörü lânetlemeden sürekli kaçınanların da foyası ve boyası çıkmaya başladı. Bir itibar gördüklerini zannetmiyorum.
Bütün bunlar olurken, Papa’nın İslâmiyetle alâkalı rencide edici konuşması, ulusal cephe için yeni bir fırsatlar dünyası sunmuş gibi oldu. Tahrik ve tepkilerin boyutu, demokratik ve fikir planına kaymayı başardı ki, bu da herkese yeni sorumluluklar ve doğru beyan mecburiyeti getirmektedir. Papanın iki defa tasrih ve üzüntü beyanı, ders aldığını işaretleri. İnşallah daha duyarlı olur.
Elif Şafak’ın “Türklüğe Hakaret” dâvâsının beraatla neticelenmesi, demokratik toplumun direncini hissettirip, tattırdığı gibi, zorba ve mütehakkim unsurların AB önündeki kalkanlarını da elinden aldı.
Hülâsa; acı ve zor da olsa, sabırla ve metanetle demokrasinin aklı selimle ortak güzergâhında yol alan bir Türkiye belirginleşiyor. Artan şiddet ve gürültüler, tükenişteki carî anlayışların feryadıdır, halkın değil.
“İrtica ve bölücülük” üzerine kurulu son bir ayın senaryoları hep duvara tosladı. İnşallah bundan sonra da böyle olacaktır.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Ramazan ve dünya barışı |
|
Ramazan ayı içinde gönüllere yayılan barış ve sükûnet atmosferi sosyal anlamda çok iyi değerlendirilmeli bu huzur ortamından tüm dünyada barış arayışları daha da güçlenmelidir. Aslı barış ve huzur olan dinin, insanların dünyasında ürkme sebebi olması kabul edilebilir bir durum değildir. Bunu ortadan kaldıracak İslâm kavramını yeryüzünde şiddet ile birlikte algılatmaya çalışan zihniyetin istediği tarzda saldırgan tavırlar değil, dinin asıl anlamını ortaya koyacak barışçı tavırlardır.
Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ismi geçtiği yerde insanların ruhunda bir huzur, meltem esintisi ferahlığında bir rahatlık yansır. Beraberinde tebessüm, incitmemek, letafet, bütün insanlara ve bütün varlıklara hassasiyet ile muamele ve nezaket gibi kavramları çağrıştırır. Onun yolunda olma gayretindeki İslâm âleminin ve Müslümanların da dünyada uyandırdığı genel intiba bu olmalıdır. Aksi takdirde Peygamberimizin (a.s.m.) yolundan gittiğimizden bahsedemeyiz.
Maalesef gerek İslâm ülkelerindeki dindar Müslümanların, gerekse dünya genelindeki Müslümanların hali İslâmın yanlış tanıtılmasına yönelik gayretleri bertaraf edecek ve İslâmın letafet ve nezaketini hissettirecek tarzda değil gibidir. Oysa Ramazan’ın hissettirdiği genel sükûnet hali dünyaya yansıyacak ve Müslümanların hilm sahibi oldukları insanlar tarafından hissedilecek olursa Muhammedî (a.s.m.) ahlâkın daha doğru temsilcileri olacağımızı zannediyorum. Bu tavrı normal olduğumuz ve her şeyin yolunda olduğunu hissettiğimiz zamanlarda yerine getirmek çok kolaydır. Oysa asıl pehlivanlık öfke anında belli olur. Saldırılar ve tahrikler anında kişinin kontrolü kaybediyor olması duygular alanına hitab eden ve bu şekilde dünya genelini emelleri doğrultusunda şekillendirmek isteyen mihrakların maksatları doğrultusunda onlara yardımcı olacaktır.
Saldırı ve silâh kullanmanın tek meşrû alanı hukukun muhafazası ve saldırıları bertaraf etmek olmalıdır. Bu esnada dahi barış ve sükûnetin tarafında olduğumuz ve hakkın yanında olduğumuz hep hissedilmelidir. Hazret- Ali’nin (r.a.) yüzüne tüküren müşriki en güçlü olduğu anda öldürmekten vazgeçmesi bilinçaltımızda çok güçlü bir çağrışım ve etkili bir tablo olarak yer etmelidir. Şahsî arzular, kin ve düşmanlık gibi zaaflarla değil sadece hukukun muhafazası ve haksızlığın ortadan kaldırılması yaklaşımı ile silâh kullanmak ve şiddet uygulamak bir sükûnet ve olgunluk işaretidir. Bu durumda silâh barışa hizmet için kullanılmakta ve şahsî ya da etnik duygusallıklardan uzaklığın sükûneti hissedilmektedir. O yüzden Hazret-i Muhammed (a.s.m.) zaman zaman savaşlara katılmış olmakla birlikte tüm insanlık onu tebessümü ile ve barış peygamberi olarak hatırlar. Hafızalarda ve gönüllerde böyle yer etmiştir.
Ramazan ayı islâm âlemi açısından gönüllerde huzurun, kalplerde yumuşamanın, sevgi, yardım ve barış duygularının ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu hal suç oranlarında düşüş, insanların birbirlerine tavırlarında yumuşaklık, hatta kısmen trafikte bile karşı tarafı gözetir tavırlar ile kendini hissettirmektedir. Bu atmosfer daha da etkili hale getirilip İslâm âleminin tüm dünyaya taşıması gereken bir atmosferdir. Bu Ramazan’ın insanlığa rahmet olması ve Kur’ân ışığında yaşayan bir yeryüzü medeniyeti ile küresel saadet asrına yönelik çok güçlü bir duâdır. Bu anlamda tüm Müslümanlara düşen vazife tüm dünya insanlığına Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) ve Ramazan ayında tüm insanlığa hidayet rehberi olarak inmiş Kur’ân’ı tüm insanlığa sevdirmek olmalıdır. Aslında dünya genelinde İslâmı hakim kılacak olan savaşlar ve medeniyet çatışmaları içinde kazanılan maddî güç değil, kuşatıcı ve sirayet edici olan ve silâhla mücadelenin mukabele edemediği muhabbet olmalıdır. İşte o yüzden asrın barış elçisi ve Kur’ân’î çizginin varisi Bediüzzaman “Biz muhabbet fedaileriyiz” demektedir. Bu aslında sosyolojik olarak ve stratejik olarak İslâm âleminin ikbalini şekillendirecek çok önemli bir düsturdur.
Dünya barışı ve medeniyetler buluşması ancak muhabbet duygusunun hakimiyeti ile olacaktır. Muhammedî (a.s.m.) hakikatin alt yapısını da bu derin duygu oluşturmaktadır. Bu hakikatin en derin hissedildiği zaman dilimi Ramazan olmalıdır. O halde bu ayı dünya genelinde muhabbeti yaymak şeklinde çok etkili faaliyetlerin yürütüldüğü bir zaman dilimine dönüştürmek Kur’ân’a ve İslâm hizmet etmek arzusunda olan herkesin en temel önemli faaliyeti Ramazan algısının en önemli unsurlarından biri olmalıdır. Bu duyguların hakim olduğu muhabbet zemininde tüm dünyada barış ve küresel Asr-ı Saadet pek yakındır. Bize göre Risâle-i Nur’un zuhuru bunun en büyük müjdecisidir.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Amerika’ya Ramazan geldi hoş geldi |
|
Haftalar öncesinden, İstanbul’umun her köşesinde hummalı bir koşuşturmaca başladı. İftar çadırları kuruldu, kitap fuarları açıldı, yazarlarla söyleşiler düzenlendi, otuz gün boyunca neler yapılacağına bir bir karar verildi. Sultanahmet’i ayrı, Eyüp semti ayrı taçlandı Ramazan gelince. Fatih’in manevî havası ise Hırka-i Şerif’in halka açılmasıyla ayrı bir anlam kazandı. Cami ziyaretleri için ülkemizin çeşitli yerlerinden akın akın insanlar teşrif etti İstanbul’a. Her teravih başka camide kılınacak, mümkün olduğunca güzel değerlendirilecekti Ramazan. Evlerde bütçelere uygun iftar mönüleri hazırlandı ve Ramazan alış verişine çıkıldı. Hangi gün, hangi komşu, ya da arkadaş eve dâvet edilecek, eşler arasında konuşuldu. Çocuklar için de Karagöz- Hacivat gösterilerinin gün ve saatleri alındı. Annelerimizin uykusundan fedakârlık edip açtığı börekler, yaptığı mayalı poğaçalar uykusu en ağır olanı bile uykusundan uyandıracak kadar güzeldi. Ailecek yapılan sahurların ardından, son derece yoğun ve koşuşturmacalı bir gün başladı. Üstüne üstlük bir de oruçluyduk, iş performansımız yarıya inecekti. Ne yaptığımızı çok da anlamadığımız (oruç başımıza vurduğu için) bir günün akşamında, pastanelerdeki mahlep kokularına karışmış sıcak pideler, bize iftarın yaklaştığını haber veriyordu. Tabiî bir de içinden çıkılması imkânsızmış gibi görünen arapsaçı halini almış İstanbul trafiği.
Klasik bir Ramazan diyaloğu:
Eyvah! gene iftar saatine yakın yola çıktık.
- Olur mu canım, daha iftara iki saat var.
- Olsun, burası İstanbul, baksana köprünün haline.
Geçen yılların Ramazanlarından aklımda kalanlar bunlar.
Fakat şimdi yer: California
İftara yakın kalabalıklaşan caddelerde, eskiden kalma bir düşünce çalıyor kapımızı
“Acaba herkes oruç açmak için mi bu kadar acele ediyor?”
Türkiye ile aramızda on saat fark var. Geçen yıllarda olduğu gibi Arap camisine mi yoksa Diyanete mi uyacağız ikilemini yaşasak da, Arapların camisine tâbi olmaya karar verdik.
Yaşadığımız yer California olmasına rağmen, Ramazan-ı Şerif-i Florida’da karşılıyoruz. Burada Türkiye’de olduğu gibi çadırlar kurulmuyor, ama camilerin ya da mescitlerin yemekhane şeklinde ayrılmış bölümlerinde iftarlar veriliyor. İşte biz de şimdi o iftarlardan birindeyiz.
Ezan okunuyor. Burada duralım ve tekrar bu cümleyi okuyalım lütfen! Ezan okunuyor. Amerika’da ve Ramazan’da. Amerikan polislerinin korumalarının bulunduğu araba park yerlerinden camiye doğru yaklaşırken adeta büyüleniyoruz. Ezanı okuyan Arap müezzin olduğu için tadına doyum olmaz bir manevî hava sarıyor etrafımızı. Sonra dışarıda hazırlanmış küçük bir masada hurma dağıtılıyor herkese, ardından hemen cemaatle akşam namazı kılınıyor.
İftar mönüsünü merak edenler için: Genelde Pakistan, Hindistan yemeklerinin ağırlığını hissettiğimiz bu iftarda, eğer ki acı seviyorsanız cennet sofralarına benzer bir sofra sizi bekliyor demektir. Arap, Pakistan yemeklerine aşina olanlar, ya da ömürlerinde bir defa dahi olsun bu tarz yemekleri tatmış olanlar bilirler, “pilavları sarı, baharatları çok acı.” İlginç olan ise, aynı baharatı bütün yemeklerde kullanmaları. Siz çorba içerken de tavuk kızartması yerken de hep aynı tadı aldığınız için, aynı yemeği yiyiyor gibi hissediyorsunuz. Hatta tatlıları bile aynı baharatları kullanarak yapıyorlar.
Birçok Türk’ün tercihi genelde Ramazan boyunca camide iftar yapmak. Eğer hali vakti yerinde biriyseniz bir gün de iftar yemeklerini siz yapabilir, yaptırabilir ya da ücretini ödeyip camiden yaptırmasını isteyebilirsiniz.
İftar sonrası eğer beklerseniz teravih de kılabilirsiniz (teravih hatimle kılınıyor). Yalnız iftar ve teravih arası uzun olduğu için biz Türk arkadaşların evine çaya gitmeyi tercih ediyoruz.
Aaaa!!! Nasıl olur da unuturum, “çocukların Ramazanını.” Yaşları henüz 5-6 olan çocuklar annelerine yalvar yakar dil döküp oruç tutma iznini koparıyorlar. Buna rağmen akşama kadar sakız çiğnemek, çikolata yemek için izin isteyebiliyorlar. Asıl beni hayran bırakan, çocuklara özel iftar mönüleri hazırlanması. (Baharatları ağır olan yemekleri çocukların yiyebileceğini düşünmüyorsunuz herhalde). Onlara özel pizzalar, patates kızartmaları ve tatlılar hazırlanıyor. Yemek sonrası dondurma, vs. de onların ödülleri oluyor. Küçük (insan gücüyle çalışan) atlıkarıncalar, çeşitli lunapark oyuncakları sayesinde keyiflerine diyecek yok çocukların. Ramazan çocuklara da geliyor, ne güzel. Çünkü “Camiye götür bizi baba, ne oluuuuur!, evde yemeyelim” diyen çocuklar, aynı zamanda hafta içi okul yüzünden görüşme fırsatı elde edemedikleri arkadaşlarıyla bu sayede karşılaşmış oluyorlar. Bu da çocuklar için Ramazan-ı Şerif’i çok özel kılıyor.
Ayların sultanına en güzel hürmeti göstermemiz dileğiyle...
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Dua ayına dua kitabı |
|
Yeni Asya, hayır ve güzellikleriyle manevî iklimimizi şenlendiren dua ayı Ramazan’ı Büyük Dua Kitabı ve Ramazan sayfaları ile ruhuna uygun bir şekilde karşılıyor. Bu mânânın bir tezahürü olarak şekillendirmeye çalıştığımız Ramazan sayfamız yine dop dolu.
Sayfamızı çalışmaları ile renklendiren isimler ve konu başlıkları şöyle:
Dr. Hakan Yalman- Oruç ve İnsan, Bestami Sait Çiftçi- Mükemmellik Yolculuğu, Hülya Yakut- Düşünce İklimi, M. Ali Kaya- İslâmın İlk Mektebi: Darü’l-Erkam, Hüseyin Eren- Hayat Halleri, Yasemin Uçal Abdullah-Ramazan Psikolojisi, Süleyman Kösmene-Sorularla Oruç, Necmi Ünlü- Âdâb-ı Muâşeret, Süleyman Kösmene-Yakarışlar, Murat Çetin- Fıtrat Haberleri, Zeynep Güvenç (Amerika), Tuğba Aktaş (Almanya), Ayşenur Alev (Danimarka)- Gurbette Ramazan, Fatma Özer-Nurun Dilinden, Mustafa Öztürkçü-Nur Yolcuları, Abdülkadir Menek- Dörtlükler, Mehmet Erbaş-Fikir Bahçesi, Ferhat Öğmen, Celâl Yalçın- Takvim, İbrahim Kılıç- Fotoğrafların Dili, İftar Sofrası ve Bizim Aile’nin katkılarıyla hazırlanan İnanç Günlüğü.
***
Kampanya hazırlıkları
Kupon neşrine 1 Ekim’de başlayacağımız Büyük Dua Kitabı, teşrifi ile şereflendiğimiz Ramazan ayı için anlamlı bir hediye olacak. Bu kıymetli eserin ilk bölümünde, duanın tanımı yapılarak insanın duaya olan ihtiyacı üzerinde duruluyor. Ağırlıklı olarak Peygamber Efendimizin günlük olaylar karşısında yaptığı duaların yer aldığı eser, piyasadaki benzerlerinden farklı olarak Risâle-i Nur eksenli bir bakış açısıyla hazırlandı. Büyük Dua Kitabı’nda Arapça metni, Türkçe okunuşu ve mânâsıyla birlikte Cevşen’ül Kebir duası da bulunuyor.
Kampanya ile ilgili olarak mahallî tv ve radyolarda yayınlanmak üzere hazırlanmış reklâm cd’leri, afiş ve el ilânları tüm temsilci ve bürolarımıza gönderildi. Kampanyada hediye edeceğimiz Büyük Dua Kitabının ilk sevkiyatı da çalışma yapmak ve yeni abone olanlara peşinen verilmek üzere büro ve temsilciliklerimize ulaştırıldı. Öte yandan, kampanyaya katılan her okuyucumuz kitabına Ramazan ayı içinde sahip olabilecek.
***
Ramazan setleri
Daha önce; Satış ve Pazarlama Servisimizin Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi için Ramazan ayı boyunca özel bir kampanya düzenleyeceğini müjdelemiş; kitap, cd ve kasetten oluşan bu üçlü setin özel indirimlerle satışa sunulacağını duyurmuştuk. Ramazan ayının mânâ ve hikmetini yakın çevrelerine hatırlatmak isteyenlere kolaylık sağlayacak bu set, aynı zamanda Ramazan’da dostlarınıza verebileceğiniz güzel bir hediye olacak. Gazetemizde tanıtımları yapılan sete 10 YTL karşılığı sahip olabilirsiniz. Bu ‘fırsat’ kaçmaz.
***
Fuarlara katılıyoruz
Yeni yayın dönemi ile birlikte fuarlardaki hareketlilik de başladı. Yeni Asya A.Ş., 21-24 Eylül tarihleri arasında düzenlenen Uluslararası Promosyon Ürünleri Fuarında bütün birimleri ile temsil edildi. Fuarda, ziyaretçilere günlük gazete ile birlikte takvim ve kurum katalogları hediye edildi. Fuarda ağırlıklı olarak 2007 sezonu takvim çeşitlerimizin tanıtımı yapıldı, siparişler alındı.
Öte yandan Yeni Asya Neşriyat Ramazan’la birlikte açılan kitap fuarlarına da katılıyor. İstanbul Eyüp Sultan’da 22 Eylül’de başlayan ve 20 Ekim’de bitecek olan fuarda standımız ziyaretçilerini bekliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara ve İstanbul’da 8 Ekim tarihinde açılacak olan Dinî Yayınlar Fuarında da stand açacağız. Eş zamanlı olarak katılacağımız fuarlardan bir diğeri de İstanbul- Beylikdüzü’nde açılacak olan TÜYAP Kitap fuarı olacak.
***
Gebze’ye kültür merkezi
4 yıldır Gebze’nin sosyal ve kültürel hayatına katkı sağlamaya çalışan Köprü Kültür Merkezi dernekleşti. “Köprü Kültür Sanat Eğitim ve İletişim Derneği” adıyla faaliyetlerini yürütecek olan merkezin Türkiye genelinde yaygınlaştırılması hedefleniyor.
Ramazan’ınızı tebrik ediyor, bereket ve hayırlar getirmesini diliyoruz.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Regensburg miladı |
|
11 Eylül bir milattı ve üzerinde Amerikan imparatorluğunun yeni yüzyılı yükselecekti. Ground Zero adı üzerinde bu imparatorluğun sıfır noktasıydı ama 5 yıl sonra bunun bir tükenme noktası yukarıya doğru değilde; sukuta doğru dolu dizgin bir start noktası olduğu anlaşılmaya başlandı.
Kimileri Papa’nın Regensburg’daki konuşmasının da yeni bir milat olduğunu düşünüyor. Gerçekten de öyle bir milatsa tarihler gösterecektir ki bu milat Katolik Kilisesi içindeki son inşikak, çaklak ve parçalanmanın miladı olacaktır. Böylece, Hıristiyanlığın en büyük kilisesi kendi içinde yeniden bölünecek ve bu bölünme sonucu bir kısmı tasfiye olurken diğer bir kısmı da durulacak ve gerçek özüne dönerek İslâmiyet ile musalaha edecek ve ona katılacaktır. Böyle yeniden yapılanma anlamına gelebilecek bir sürece girmiş bulunuyoruz. Saldıranlar ve saldırganlar iflas bulmuyor ve süreç aleyhlerinde işlemeye başlıyor. Bush, ABD’yi böyle bir sürece sokmuştur. Papa da Katolik Kilisesini böyle bir sürece sokmuştur. Papa dünyada yalnız kalmıştır. Batılı liderler arasında Papa’yı yekten destekleyenler bir elin parmakları kadar bile değil. Batılılar, ‘zırva tevil götürmez’ diye Papa’nın sözlerine sahip çıkmazken, şarklılar da ‘papaza kızıp oruç bozulmaz’ fehvası ve anlayışıyla bütün bir Hıristiyanlık dünyasını karşılarına almak istememişlerdir.
Sağduyu netice itibarıyla galip gelmiştir. Papa’nın desteksiz kalması kimilerinde hayal kırıklığına neden olmuştur. Bunlardan birisi olan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, ‘’Papa’ya Avrupalı liderlerden daha fazla destek gelmeliydi’’ diye tahassürlerini ifade etmiştir. Barroso, Welt am Sonntag gazetesine verdiği demeçte, ‘’Papa’nın, ‘kendi görüşlerini söyleme hakkı bulunduğunu’ açıklayan fazla Avrupa lideri çıkmadığı için hayal kırıklığına uğradım’’ demektedir. Gazetedeki söyleşisinde Barroso, ‘’Burada sorun, Papa’nın açıklaması değil, aşırı uçların tepkileri’’ görüşünü savundu. Müslüman dünyada ılımlı liderleri cesaretlendirmeleri gerektiğini belirten Barroso, ‘’aşırı uçlara mesafeli duranlar, (İslâm dünyasında) çoğunlukta’’ diyerek Papa’nın ateşlediği yangına yakıt ikmali yapmaktadır.
***
Barraso Papa’yı aklamak ve fanatizmini örtbas etmek için sözlerini protesto eden Müslümanları fanatik olarak nitelendirmekte ve eleştirmektedir. Bu Karakuşi anlayışa göre, fanatizmi tetikleyenler değil de karşı çıkanlar fanatik oluyor. Birbuçuk millyar insanın hislerini rencide eden papa ise hakaret hakkını kullanmış. Müslümanlar ise protesto haklarını bile kullanamıyorlar. Bereket dünyada sarahaten Putin gibi veya Batı’da ima yollu Chirac gibi Papa’nın zırvasını eleştirenler ve had bilmezse de yine de haddini bildirenler olmuştur. Hatta Papa’nın açıklamaları sadece Katolik Kilisesini karıştırmakla kalmamış aynı zamanda AB liderleri içinde de inşikaka neden olmuştur. Bu manada Barroso ile Javier Solana açık düşmüşlerdir. Solana ima ile Papa’yı eleştirmiş ve konuşmasının Batı ile Doğu’yu birbirinden daha da uzaklaştırdığını ifade etmiştir. Yani bu liderlere göre Papa yapıcı değil yıkıcıdır. Buna mukabil Barroso gibi veya Zapatero gibi bu zırvalara siyasi yönden sahip çıkanlar olmuştur.
Ahmedinejad ise acele ve tehalükle Papa’nın geri adım atmasının (regret) yeterli saymıştır. Bu ise kutsiyetten arınmış bir Avrupa’ya pupa yelken açılan Zapatero’nun Papa’ya desteği gibi kafa karışıklığına neden olmuştur. Ancak zıtlar bazen birbirini iyi anlar. Kimyaları çoğu kez uyuşur. Sözgelimi ‘ilerici fıkıh’ kavramının mucidlerinden birisi olan Hatemi ile Clinton birbirlerine uyuyor veya benziyorlardı. Buna mukabil, Hatemi, ABD ziyaretinde dile getirdiği gibi Bush ve Ahmedinejad aynı kalibreden ve aynı kumaştan liderlerdir (And Bush and Ahmadinejad are cut from the same cloth, IHT, 14 Eylül 2006). İstikametleri ayrı olsa da yöntemleri birdir. Clinton-Hatemi benzerliğinde de olduğu gibi. Papa ile Bush da hem yöntem hem de istikamet açısından birbirlerini benziyorlar. Aynı kumaşın ürünüdürler. Bir zamanlar iki Ahmed arasında mukayese bağlamında Vakit gazetesi de Ahmet Necdet Sezer ile Mahmut Ahmedinejad’in icraatlarını ele almıştır. Evet yıkıcıların da yapıcıların da zıt benzerleri var.
Bu hususta Erol Mahmut Kılıç bu benzetmeyi biraz daha genişleterek Türkiye’deki yapıyla ilgili şöyle bir tasvirde bulunuyor: “Her ideolojinin normatif tarafı ve iç katmanları vardır. Bugün Türkiye’de belirli bir ideolojiyi izleyenler ister Kemalist, ister İslâmcı olsunlar, her ikisi de ‘şeriat’ düzeyinde kalmışlardır. İkisi de birbirlerine hukuk dayatıyorlar, norma dayalı faaliyet yaparlar. Gönle hitap etmezler. Hukuki dayatmayla kendilerine katılmayı sağlamaya çalışırlar. Bu yüzden Türkiye’deki bir bakıma ‘şeriatçılar’ arası çatışmadır...”
Dolayısıyla kimyası çatışmacı olan liderler insanları ideolojiler üzerinde çatışmaya itiyorlar. Benzer kimyaların çatışması insanlığı felakete götürüyor. Bunların arasına maelesef son sürat Papa 16’ıncı Benedict de katıldı. İşin felaket boyutu burada.
***
Mahmut Erol Kılıç’ın ‘şeiratlar çatışması’ dediği şeyi 1968 kuşağından Tarık Ali daha farklı ve daha yerinde bir kavramla ifade eder: Fundamentalizmler Çatışması. Ona göre fundamentalizmlerin anası da bizzat ABD’dir. Ve M. Erol Kılıç ve Tarık Ali’nin de ifade ettiği gibi tersbenzer kimyalar veya fundamentalizmler birbirini besler. Bush’un Ahmedinejad gibilerini beslemesi gibi. Hatemi’ye göre bunların ortak özellikleri de gerici bir fıkha (backward reading of religion) veya alayışa sahip olmalarıdır. Bu manada, 16’ıncı Benedict de diyalog karşıtlarının safındadır.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
'Pardon' demeden önce |
|
Adanalı Coni kardeşlerimiz, kaçırdıkları bir vatandaşı morartana kadar dövüp, kulağının yarısını kesip, vücudunun muhtelif yerlerini darp etmekle meşgulken, aldıkları bir telefon üzerine, “Pardon kardeş, yanlış adamı kaçırmışız” diye şahsı caddenin ortasına bırakıp kaçmışlardı.
5 yıl yattıktan sonra, “Pardon” denilerek cezaevinden salınan mahkûm kardeşimizin, “Tam da alışmıştık ki” demesine fırsat vermeden sokağa salındığı bir sistemin adalet dağıttığı bir ülkenin evlatlârıyız.
Durumumuz hastalarını öldürüp, cenaze levazımatçılarından komisyon alan Sırbistanlı doktorlar kadar olmasa da, Tayland Sendromu’na yabancı olduğumuz söylenemez.
Peki ya ne söylenebilir. Şu söylenebilir ki, rejimle teknoloji arasında bir ilişki mevcuttur. Tayland örneğinde olduğu gibi…
Bizde darbe yapacakları zaman önce radyoevinin etrafını tanklarla çevirirlermiş. Etrafı tankla çevrili radyoevinden yayınların devam ettiğini görünce, anteni keşfetmişler. Tayland’da ise darbeci general yönetime el koymadan önce televizyonların canlı yayınlarını takip etti.
Ta ki, Başbakan Thaksin Shinawatra’nın BM genel kurul salonuna adımını attığını gördü, işte o zaman vakit bu vakit deyip yönetime el koydu. Tayland örneğinde teknoloji bizzat darbenin hizmetinde demektir. Eğer general teknolojiye meraklı birisi olmayıp, televizyonun canlı yayınında Başbakan’ı izlemese bir yanlışlık yapabilirdi. Meselâ, Başbakan henüz New-York’ta inmeden darbe yapmaya kalkıştığı anda kellesi gidebilirdi. Darbelerde teknolojiyi işte bu açıdan hayatî derecede gerekli bulurum.
Bizim 12 Eylülcüler yönetime el koyunca TRT’deki resim seçicilerin yayın masasında görevli olduğunu bilmeyip, kartpostal ayıklayıcısı sandıkları için, “Gitsinler evlerinde resimleri seçsinler kardeşim” demişlerdi. Rejideki teknoloji harikası trilyonluk cihazların eve gitmesinin söz konusu olmadığı anlaşılınca, resim seçicilerin işten atılması durdurulmuştu.
Sadece teknoloji mi gerekli, darbeler için aynı zamanda demokrasi de şart. “Darbeciler için demokrasinin devrilmiş olanı makbuldür” diye bilirsiniz, ama kazın ayağı öyle değil. Darbe yapıp, seçilmiş hükümeti deviren General, Başbakanı demokrasinin gereklerini yerine getirmemekle suçlamadı mı?
Demokrasi ürünü hükümeti, silâh zoruyla deviren generaller, namlunun ucunda demokrasinin en mükemmelini kuracağını da ilân etmiş bulunuyor. Bir pardon örneği de burada.
Geçmişi darbelerle dolu olan ülkemizde Tayland örneği birilerine pek yabancı gelmedi. Şimdiden Tayland 18 darbenin gerçekleştirdiğini düşünüp, ağızlarını şapırdatarak, “Elin gâvuru yapınca yapıyor işte. Avrupalının enflasyonu gibi tek hanelilere çakıldık kaldık” diye bunalıma girenler olabilir. Hatta karşı tepelere bakıp, cari açığı hesaplar gibi, “Adamlar 18’i bulmuş, bu açık nasıl kapanacak” diye iç çekenler de elbette mevcuttur.
Ancak şu bilinmeli ki darbe bir mevsim işidir. Görüldüğü gibi henüz darbe mevsimine girilmemiştir. Çünkü ülke seçime gitmektedir.
İkinci bir nokta ise darbelerin trendi değişmiştir. Tayland’da darbeciler halka şirin gözükmek için ülkenin en güzel kızına darbe bildirilerini sundurmuyorlar mı? Ne öyle Hasan Mutlucan’ın “Yine de şahlanıyor aman” havaları. Bundan sonra darbecilerin ilk iş olarak bir Güzide Duran, Hande Ataizi ya da Pınar Altuğ modeli seçmesi gerekiyor.
Ha Avrupa’ya şirin gözükelim amacını güderlerse bir adet Şebnem Schaeffer modelini seçmeleri gerekiyor. Eskiden darbe için öncelikle tank ve top ayarlanırdı, şimdi ise seçeceksin güzelini, yapacaksın darbeni…
Yok öyle bu çağda Hasan Mutlucan ayakları...
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Namazla uğraşmayın! |
|
11 ayın sultanı Ramazan’ı şerifin gelmesiyle birlikte, ‘irtica’ haberleri de ‘bir kısım medya’nın manşetlerine taşındı. “Burası”nın “Türkiye” olduğunu unutanlar, nerede bir namaz kılan görse hemen bir kulp takıp, bir yerlere şikâyet etmenin peşine düşüyor.
Bu tesbite “fazla abartılı” diyenler için; “Nerede bir namaz kılan görse”yi, “Cami dışında her hangi bir yer” diye değiştirebiliriz. Meselâ, bir hastahane mescidinde Cuma namazı kılınması ‘bir kısım medya’ya göre ‘suç’ addediliyor.
Değişik başlıklarla haberleştirilen hadise, Trabzon Fatih Devlet Hastahanesi’nin mescidinde Cuma namazı kılınmış ve cemaat mescid dışına taşmış! “Burası hastahane” manşetinin özeti şöyle seçilmiş: “Hemen yanda büyük bir cami olmasına karşın Trabzon Fatih Devlet Hastahanesinin koridorlarında her Cuma namaz kılınıyor. Namaza başhekim de katılıyor. Bir grup doktor bu durumu şöyle yorumluyor: İbadet Allah rızası için yapılır. Cuma namazı camide kılınır. Hastahane koridorundaki namazın nedeni belli. Ankara’ya mesaj vermek!” (Posta, 23 Eylül 2006)
Gerçekleri bu kadar çarpıtmak, olsa olsa “Türkiye ve dünya gerçekleri”ne yabancı ‘bir kısım medya’nın işi olabilir. Bir defa, haberin devamında da belirtildiği gibi ortada bir ‘mescid’ var. Namaz kılanlar hastahanedeki ‘mescid’e sığmayınca haliyle kalabalık ‘koridor’a taşar. Bu her yerde böyledir ve şaşılacak bir durum değildir. Meselâ, İstanbul Taksim’de, İstiklal Caddesinin başlangıcındaki ‘mescid’de de Cuma günleri cemaat mescide sığmaz, taşar ve namaz sokaklarda kılınır. Bu yıllarden beri böyledir ve Taksim’e yeni bir mescid, cami yapılanana kadar da böyle devam edecektir. Namaz kılanların sokağa taşmaması için ‘kartel’in yapması gereken şey, namaz kılanların sayısını azaltmaya çalışmaktır ki zaten gayretleri de bu yöndedir.
Tabiî ki ‘bir kısım medya’ya göre her hangi bir hastahanede ‘mescid’ olması birinci ‘suç,’ ‘başhekim’in namaz kılması ise ikinci ‘suç’ olur. Öyleki ‘aydın doktor’lar ‘müftü’ gibi ‘fetva’ da vermişler: “Cuma namazı camide kılınır.” Yoksa bu ‘aydın doktor’larımız ‘ek iş’ olarak ‘fetva’ vermeye mi başladılar?
Orada ya da başka bir yerde namaz kılanlar, bu konuları en az ‘fetva veren doktor’lar kadar bilse gerek. Doktorlara düşen, hastalıklara teşhis koymak ve tedavi etmektir.
Peki, başka pek çok hastahanede ‘mescid’ olduğu halde, Trabzon’daki mescidin ‘manşet’lere çıkması tesadüf olabilir mi? İşin tabiatı gereği bu manşetlerle bir şeylerin planlandığını görmek lâzım. En azından, oluşturulmak istenen ‘yeni süreç’lere ‘malzeme’ hazırlandığını söylemek mümkün.
Haberdeki en büyük ‘yalan’ ise, kılınan namazları, “Ankara’ya mesaj vermek” olarak yorumlamaktır. Namaz kılan cemaati bu şekilde nitelendirmek, ‘yalan’dan da öte ‘iftira’ olarak görülmelidir. Çünkü orada yahut başka mescidlerde namaz kılanların içinde hemen her partiye oy vermiş ya da verecek ‘seçmen’ vardır. Bu gerçekleri görmeyip, “Ankara’ya mesaj veriliyor” denilmesi haberin tamamen gerçek dışı olduğunu görmeye yeter.
‘Bir kısım medya’ görmek istemese de ‘burası’ ‘Müslüman Türkiye’dir ve inşallah öyle olmaya da devam edecek.
25.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|