Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Savaşlar ve çocuklar



Dünyanın hilkati ile hâli birbirinden ne kadar da farklı?

Bidayette âdeta bir çocuk bahçesi şeklinde yaratılmıştı dünya.

Çocuk bu bahçenin çiçeği, meyvesi; çocukluk da rengi, lezzeti, kokusuydu.

Hazret-i Âdem (a.s.) ile Hazret-i Havva dışında bütün insanlar bu bahçeye küçük birer çocuk olarak gelmişler ve çocukluklarını yaşayarak hayata başlamışlardı. Fakat daha ilk nesilde bozulmuştu dünyanın düzeni.

Hâbil ile Kâbil’in kavgasını başka savaşlar takip edince, çocukların kimi çocukluğunu yaşayamadan dünyadan ayrılmış, kimi de çocukluğuna doymadan hayat mücadelesinin içinde bulmuştu kendini.

Gidenler de, kalanlar da hep aynı hasreti hissetmişlerdi.

Çocukluk hasretini...

Aradan binlerce yıl geçti.

Dünyada hayatın işleyişi hâlâ aynı.

***

Yine çocuklar doğuyor dünyanın dört bir yanında.

Küçük, güzel, şirin, sevimli, masum ve mazlûm çocuklar.

Şekilleri, renkleri, hâlleri, hareketleri, yerleri, yurtları, memleketleri, milletleri, kabileleri, boyları, soyları, sülâleleri, şehirleri, kasabaları, mahalleleri, köyleri, ahirleri, akıbetleri birbirinden oldukça farklı.

Ama hepsi çocuk.

Doğar doğmaz başlıyorlar çocukluklarını yaşamaya.

Kâh ağlıyorlar, kâh gülüyorlar. Bazen akranlarıyla birlikte, çoğu zaman tek başlarına koşuyorlar, oynuyorlar, yatıp yuvarlanıyorlar, zamanın şartlarına bakmadan ve insanların hâllerine aldırmadan çocukluğun tadını çıkarmaya çalışıyorlar.

Zira hayatın en müstesna zamanıdır çocukluk yılları.

Onlar itina ile bu istisnaî zamanı yaşarken, bazı yerlerde deprem, zelzele, sel, heyelan gibi tabiî âfetler vuku buluyor; yangınlar, taunlar, salgın hastalıklar, iş kazaları, trafik kazaları meydana geliyor ve insanlar ölüyor.

Bu arada tabakat-ı beşer içinde birbiri ardınca kavgalar, mücadeleler yapılıyor; devletler, milletler arasında savaşlar çıkıyor. Menfaat mücadeleleri, ideoloji kavgaları, intikam ve ihtiras savaşları.

Zaman medeniyet asrı addedilmesine rağmen Vietnam’da, Kamboçya’da, Hiroşima’da, Bosna’da, Keşmir’de, Kafkaslarda, Orta Asya’da, Afrika’da, Azerbaycan’da yaşananlar, esâtir-i evvelîn vahşeti ve ilkel çağların dehşetini pek aratmıyor.

Hiç şüphesiz buna benzer hâller ve hadiseler, hatta onlardan daha dehşetlileri yarın dünyanın başka yerlerinde de aynen tekrarlanacak. O zaman da nice canlılar telef olacak, nice masum cana kıyılacak.

Tıpkı şu anda Filistin’de, Irak’ta, Lübnan’da yapıldığı gibi.

Oralarda da savaşan unsurların yanı sıra aralarında, hastaların, sakatların, kadınların, ihtiyarların da bulunduğu pek çok masum insan ölüyor. Bilhassa bebeklerin ve çocukların katledilmesi, insanlığın da ölmekte olduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman gibi savaş sırasında düşman çocuklarını öldürmeyip evlerine göndererek düşmanına bile fazilet dersi veren ve binlerce masum çocuğun kurtulmasını sağlayan müşfik insanlar olmadığı için çocuk katliâmları hızla artıyor.

Birbiri ardınca yaşanan vahşet tablolarının, daha kanı soğumadan gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına aksetmesi, dehşetin tesir hududunu bütün dünyayı içine alacak şekilde genişletiyor.

“Savaş alıp götürdüğü, deprem yok ettiği zaman,

O çaresiz hâlinizdir beni en fazla ağlatan.

Yünler, pamuklar içinde üşüdüm,

Çıplaklığınızdan.

Sizi doymamış görünce yenilmez oldu ekmeğim.”

Çınarlı’nın bu mısralarda da ifade ettiği gibi bilhassa savaşlarda çocukların öldüğünü veya acı çektiğini görünce savaş muhitinden çok uzakta olan insanların bile hayatının tadı kaçıyor.

Çünkü onlar, zahiren çocukluklarını yaşamadan ölüyorlar.

Hakikatte ise, onları mânen büyük mükâfatlar bekliyor.

Çocuklar hangi dinden, milletten olurlarsa olsunlar ve dünyanın neresinde, ne zaman, nasıl bir felâkete uğrarlarsa uğrasınlar veya kim tarafından öldürülürlerse öldürülsünler, kaybetmiyorlar, aksine kazanıyorlar.

Onlar hayata veda ettikleri anda bedenlerini, eskimiş oyuncaklar misâli geride bırakarak hiçbir nâhoş hâlin olmadığı, kötü hadisenin yaşanmadığı Cennet iklimlerinde çocukluklarını yaşamaya gidiyorlar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin, “O musîbet-i semâviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mânevîyeleri, o musibeti hiçe indirir” diyerek işaret ettiği gibi onlar orada sadece cennet çocuğu olarak dirilmekle kalmayacaklar.

Münhasıran çocukluklarını yaşayacaklar.

Ve hep öyle kalacaklar.

***

Eskiden savaşlarda kazara ölürdü çocuklar.

Şimdi ise devlet eliyle ve emriyle kasten katlediliyorlar.

Dünyadaki bebek ve çocuk katliâmlarının başını da İsrail çekiyor.

Tevrat’ın ve Zebur’un muharref telkinleriyle eğitilen İsrailliler bu hareketleriyle Zebur’un “Yâ Dâvûd, benden evlât isteme. Bil ki her evlât fayda verir değildir. Nice çocuk vardır ki babasını Rabbisinden yana meşgul eder ve onun kabrini ateşle doldurur” hükmünü teyit ediyor.

Çünkü Yahudiler tarihin her devrinde insanlığa faydadan çok zarar verdiler. Evlâtlarını da o ihtirasla, inatla, intikam hırsıyla yetiştirerek insanlığı kana buladılar ve yalnız kendilerinin değil, babalarının kabirlerini de ateşle doldurdular.

Yeryüzünde, asker sivil ayırımı yapmadan yerleşim merkezlerinin üzerine bomba yağdırma emri verebilen ender devletlerden biri olan İsrail ve çocuğu hedef seçip bebeğe nişan alabilen asker sıfatlı İsrail canileri lânetli atalarını aratmıyor.

Nitekim, İsrail askerleri sadece Temmuz ayında Filistin’de otuz sekiz tane çocuk öldürdüler. Son bir ay içinde Lübnan’da katlettikleri çocukların tesbit edilebilenlerinin sayısı ise üç yüz elli. Üstelik bu sayı her an artmakta.

‘Dessas Avrupa zalimlerinin’ himayesine sığınarak gasp ettiği topraklarda devlet teşekkül ettirmeye çalışan bu katliâm mangasına Amerika fiilen destek verdiği, diğer gelişmiş ülkeler de seyirci kalarak teşvik ettikleri için her geçen gün yeni mezalim haberleri geliyor.

Setredilerek de olsa sık sık gazete sayfalarına yansıyıp televizyon ekranlarına akseden kurşunlanmış bebek görüntüleri, yan yana dizilmiş cansız çocuk cesetleri insanın vicdanını kanatıp kanını donduruyor.

Bilhassa annesinin bağrında kurşunlanan bebekler, babasının kucağında katledilen çocuklar, yalnız, yaşayan veya gören insanların dünyasını değil, beşeriyetin geleceğini de karartıyor.

Babasının canhıraş çırpınışları arasında kurşunlanarak öldürülen Filistinli Muhammed’in, İsrailli komutanın, cansız cesedine kurşun yağdırdığı İman El Hams adlı on üç yaşındaki kız çocuğunun ve daha dün Siyye’de bombalanan binanın enkazından annesi ile birlikte ölü olarak çıkarılan on günlük Vaad’in hazin görüntülerini hangi ‘kendini insan bilen insan’ unutabilir ki?

Kameraların, objektiflerin olmadığı veya kasten kayda alınmadığı yerlerde katledildikleri için fazla üzerinde durulmayan diğer binlerce çocuğun akıbeti de onlardan pek farklı değil.

Onların şehit olduklarına inanmak insanı bir nebze teselli etmeye yetiyor.

Bu itibarla savaşlardan ölen çocuklara acımak değil, imrenmek gerekiyor.

Fakat savaşların; öksüz, yetim kalan bebekler ve bedenen, ruhen ağır yaralar alan çocuklar gibi teselliden nasibi olmayan masum kurbanları da var. Asıl acınması gerekenler de işte onlar.

Zira onların hâlleri perişan, akıbetleri meçhul.

Zaman gelecek, o korkunç felâketler geçecek, dehşetli savaşlar bitecek ama onlar yaşadıkları acıların izlerini hayatları boyunca bedenlerinde ve ruhlarında taşımaya devam edecekler.

Kendileri büyüseler de bir yerde savaş çıktığı, felâket meydana geldiği veya onları tedai ettirecek bir hadise vuku bulduğu zaman aynı korkuları tekrar yaşayacaklarından ömürleri endişeler içinde geçecek.

Hele bu gibi hissî ve fizikî yaralara bir de çeşitli sebeplerle hareketlenen beşerî zaafların mânevî hayatta açacağı günah yaraları da eklenirse yalnız dünyaları değil, ebedî hayatları da kararacak.

Gerçi yaşadıkları âfetler ve savaşlar sırasında çektikleri sıkıntılar, acılar, ıztıraplar karşılıksız kalmayacak. Niyetleri ve gayretleri nisbetinde maruz kaldıkları musibetlerin mükâfatını görecekler.

Onların ya günahları bağışlanacak, ya azapları tahfif edilecek.

Bu facialara sebep olan zalimler Kur’ân’da “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, onun cezası, çok uzun zaman kalmak üzere Cehennemdir. Allah onu gazabına uğratmış, ona lânet etmiş ve onun için pek büyük bir azap hazırlamıştır” şeklinde ifade edilen azaba dûçâr olacakları için onlardan da intikamlarını almış olacaklar.

***

“Küfür devam eder, zulüm devam etmez.”

Zaman bu hakikati tekrar tekrar teyit etmiş, ediyor ve edecek.

Bu gün Cengiz, Neron gibi geçtikleri yerde yüz yıl yaprak yeşermeyen, canlı kıpırdamayan zalimlerin ne zulümlerinden eser var, ne de kendilerinin isimleri, esameleri okunuyor.

Bir ihtiras uğruna milyonlarca masum insanı yerinden yurdundan süren ve yüz binlercesinin ölümüne sebep olan Lenin, Stalin, Mao, Hitler, Mussolini, Çörçil, Linkon, Miloseviç ve muasırları da tarih sahnesinden silinip gitti.

Elbette Bush, Şaron, Olmert, Saddam, Putin ve onların izinden gidecek zamane zalimleri de irtikap ettikleri zulümlerin, dehşetli ateş şeklinde tecellî eden kefenine sarılarak Cehennemin dibini boylayacaklar.

O zaman dünya, beşeriyetin kazuratı mesabesindeki necis insanlardan temizlenecek, yeryüzü hilkati iktizasınca tekrar fıtrî bir çocuk bahçesi hâline gelecek ve inşallah insanlık âhir ömründe Asr-ı Saadete benzer mutlu bir hayat yaşayacak.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Sol’dan ‘sol’a eleştiri



1970’li yıllardan beri Türkiye ‘sol’unun önde gelen siyasetçilerinden biri olan Ertuğrul Günay, içinde bulunduğu ‘mahalle’ye ciddî eleştiriler yöneltmiş. “Siyasette mihenk taşı halktır” diyen ve bunları söylediği için son seçimlerde ‘sol’ partilerden milletvekili adayı bile yapılmamak sûretiyle bir anlamda ‘ceza’landırılan Günay, aslında ‘sol’ için çıkış yollarını gösteriyor.

‘Sol’a ‘halkla barışması’nı tavsiye eden Günay’ın, Haber Ajanda dergisine yaptığı açıklamalar (Temmuz-2006) dikkat çekici. Bilhassa ‘sol’da siyaset yapanların dikkate alması gereken tesbitleri şöyle özetlemek mümkün:

*Solu ben, devlet yerine halkı ikame eden, gerçekten özgürlükçü, toplumun (geniş çevrenin) yararlarını, çıkarlarını düşünen bir siyasal hareket olarak algılıyorum. Fakat 80’den sonra siyaset yaşamında kopuş oldu. Partiler kapatıldı, açıldı yeniden... Herkes eski siyasal yapılarını korumaya çalışırken, CHP çevreden yola çıkmak yerine merkeze dönerek yola çıkmayı tecrih etti.

*Şu andaki CHP çevreyle hiçbir ilgisi olmayan; merkeze kümelenmiş, konumlanmış, tümüyle devlet açısından olaya bakan... halkı her zaman sakınılması gereken bir güç olarak algılayan, (...) bir anlayış. (...) Siyasetin mihenk taşının halk olduğuna, halktan ışık alınacağına, halktan çözüm bulunacağına ve halktan boyunun ölçüsünün alınacağına inanıyorum ben.

*(...) Varoşlar, dar gelirliler, işsizler, çalışanlar da bizim ‘sağ ve halka karşı’ dediğimiz yerlere oy veriyorlar. Burada bir çelişki var. Demek ki biz duruş konusunda, topluma kendimizi anlatmak, toplumun bizi algılayacağı yerde durma konusunda sıkıntı yaşıyoruz.

*Türkiye solunda siyaset yapmaya çalışan (lar) (...) İslâm dini konusunda yeterince araştırma içinde olmadığı, bizim toplumumuzu tanıma konusunda bir gayrete girmediği ve tam bir şarkiyatçı gibi topluma ‘dışarıdan baktığı’ kanısını taşıyorum. Bu tahlil eksikliği, sosyal demokrat siyasal akımın olması gerektiği biçimde kitleselleşmesinin önünde ciddî bir engel olarak duruyor.

*Dışarıdan ithal edilmiş projelerle bir toplum dönüştürülemez. Bir toplumun dönüştürülebilmesi için ithal edilse bile onun içselleştirilmesi, yerli terimlerle yeniden ifade edilmesi ve halkın anlayacağı bir biçimde sunulması gerekir.

*Bir köy imamına bile kendisini anlatamayan halk hareketi, baştan, yola çıkarken son derece başarısız bir yerden başlamıştır. (...) Toplumun değerleriyle barışık, onunla kavga etmeyen yerli bir siyaset gerekiyor.

*(Başörtüsü yasağı konusundaki soru üzerine İstanbul’da gördüğü bir manzarayı anlatarak) Biri açık, biri tepeden tırnağa kapalı iki kişi birbiriyle diyalog kurmuşsa, siyasete ne? Siyaset buna ne karışıyor? Siyasetin yapacağı, konuşan o iki kadını ayırmak değil, (...) yolu düzenlemek, trafiği düzenlemek, sağlığı düzenlemek, o çocuğun eğitimini ve istihdamını düzenlemek. (...) Kamuda çalışanların bir kıyafet düzeni olabilir, ama kamudan hizmet alanlara hiç kimse karışamaz. Mahkemeye, hastahaneye, üniversiteye başı açık da gider, kapalı da gider.

Evet, ‘sol’dan bir siyasetçi olan Ertuğrul Günay böyle demiş. İnşallah siyasetçiler gerekli dersleri alır...

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Onların en önemli şiarı okumak



Nur talebelerinin önemli bir hususiyeti de kitap okumaktır. Tefekkür ederek okumak onların en belirgin bir özelliği olsa gerek.

Kitap ve Nur talebeleri, adeta birbirleriyle özdeşlenen, birbirlerini tamamlayan, birbirlerinden ayrılmayan iki kelime...

Bediüzzaman’ın talebeleri deyince ilk akla gelen kelime, kitap olsa gerek. Onlar için kitap, ekmek ve su kadar önemli. Midenin ihtiyacı için bunların önemi ne ise, kalp ve ruhun manevî ihtiyacı için de kitap odur.

Her ne kadar son yıllarda dünyevîleşmenin beraberinde getirdiği maddecilik illeti, insanların bütün dikkat ve gayretlerini dünyalık meselelere yönlendirmesinin bir sonucu olarak kitaba ve okumaya olan âşinalığın aşınmasını netice verse de, Nur talebeleri yine de okumaya devam ediyorlar.

Bu meyanda zaman ve şartların bir sonucu olarak okumama illeti, Nur talebelerini de bir derece etkiledi.

Ancak eskiye oranla okuma alışkanlığımızda bir gerileme, bir aşınma olsa da, bugün itibarıyla toplumda en çok kitap okuyan camianın Nur camiası olduğunda şüphe yoktur. Çünkü her Nur talebesi çok iyi bilir ki, dinimizi öğrenmenin, yaşamanın yolu, okumaktan geçiyor. Yine herbir hadim çok iyi bilir ki, din-i mübîne en sağlam, en doğru hizmet etmenin yolu, geniş ve derin bir dinî kültürden, onun da tek yolu bolca kitap okumaktan geçiyor.

Meşgul olduğumuz hizmet, hele bir de iman ilmiyse, konu daha bir kıymet arz ediyor ki, artık burada kitap alıp okumak farz oluyor. Çünkü iman ilminin tahsili her ehl-i din için farz-ı ayndır.

İşte bundandır ki Nurcular, vakitlerinin büyük bir bölümünü okumaya ayırıyorlar. Kitabı ve okumayı, hayatlarının ve ömür dakikalarının önemli bir parçası olarak değerlendiriyorlar. Önlerinde altı bin sayfalık Nur Külliyatı var. Baştan sona bir ilim hazinesi. Müellif-i muhterem bir asra yakın ömrünü bu eşşiz eserin vücuda gelmesine hasretmiş.

Kur’ân’ın bu asra bakan, bu asrın bütün ihtiyaçlarına doğru ve muknî cevaplar veren cihanbahâ bir tefsir. Kudsî kitabımızdan sonra en çok alınan ve en çok okunan şaheser kitap.

İşte Nur talebelerinin elinde böyle bir imkân; önlerinde böyle bir ilim hazinesi Külliyat duruyor.

Onlar böyle bir kaynaktan besleniyorlar. Bunun için bıkmadan usanmadan okuyorlar. Okuyup öğrendiklerini çevrelerindeki insanlarla paylaşmanın hazzını yaşıyorlar. Bu kitabı okumanın ayrıca önemli ve sevapdâr bir ibadet olduğunu biliyorlar. Böylece bir taraftan ilim tahsili yaparken, bir taraftan da ibadetten hâsıl olan sevabı kazanmanın tadını çıkarıyorlar.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın “Hiç olmasa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risâle-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulumun sevaplarına ve şereflerine mazhar olurlar” tavsiyesini, her Nur talebesi müdriktir.

Ve ayrıca müellif-i muhteremin “Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi hanesini bir küçük medrese-i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin; ve bu heyet, bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nûriye ittihaz etsin” şeklindeki tavsiyeleri doğrultusunda Risâleleri topluca okuyarak, dinleyerek istifade etmeyi âdet haline getirmişlerdir Nur talebeleri.

Bu sayede talebe-i ulûm ünvanına hak kazanan her bir talebe, çok kısa bir zamanda bulundukları çevreye ilim-irfan sunabilme istidadını da kazanmış oluyorlar.

Eskiden çok uzun bir zamanda, çok büyük meşakkatlerle ancak kazanılan marifet ve iman-ı tahkikîyi, bu asırda Nur talebeleri, Nurlu eserler sayesinde kısa bir zaman diliminde kolaylıkla elde edebiliyorlar.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çocukken büyümek- 2



Çocuk, öğrenme rehberliği yapacak yaşlı adamı dinliyordu. Görüşmeden çok mutluydu. Beklenmedik bir sürpriz yaşadı. Yaşlı adam birden kaybolmuştu.

Yaşlı adamın kaybolması ile birlikte, geniş ve önü açık alanda kendini çok yalnız hisseden çocuk; “Şimdi ne yapmalıyım?” diye düşünmeye başladı.

Yaşlı adamla buluşmuş ve doğru bir başlangıç yaptığına inanıyordu. Sorumluluk ve disiplin isteyen bir öğrenme yolculuğuna çıktığının farkındaydı. Anlamadığı ve bilmediği çok şey vardı.

“En çok öğrenmem gereken nedir?” sorusunu kendine sordu.

Soruyu tekrarladı: “En çok öğrenmem gereken nedir?”

Üçüncü tekrarında avazı çıktığı kadar sesli söylemişti. Sesi yankılanınca; “İletişim, aldığınız tepkidir” sözünü duydu.

Sesin kaynağına yöneldiğinde bir kuş kafilesinin geçtiğini gördü. Bir an, kuşların kendisi ile konuştuğunu hayal etti. Sonra, kuşlarla ortak dili olmadığından bu sözü onların söyleyemeyeceğini düşündü.

Ancak anladı ki kendisi ile ortak dili kullanan biri var. Kendi algılama sisteminin onda olabileceğini henüz bilmiyordu.

Yaşlı adam tekrar önünde belirince rahatladı. Saygı içinde ve merakla; “En çok öğrenmem gereken nedir?” dedi.

Yaşlı adam, değişme sürecinin bir gelişme çizgisine döndüğünü hissedince; “Kendini tanıman lâzım. Kendini öğren” dedi.

Küçük çocuk, duygu ve düşüncelerinin yeni bir heyecanla tanışma yolculuğunda olduğunu anladıkça, yaşlı adamın bu tavsiyesini önemsedi. Kendi kendine sordu: “Ben kimim? Kendimi nasıl tanıyacağım?”

Yaşlı adam, kısa süreli bir sessizlik içinde küçük çocuğu gözlemledi. Sonunda; “Sen bir saraysın. Bin kapılı bir saraysın. Keşfetmen gereken bir organizman ve sistemin var. Bu sistemin temsilleri var” dedi.

Çocuk kendi sistemini yakından bilmek istiyordu. Yaşlı adam, çocuğun isminin olmadığını daha önce öğrenmişti. Birden;

“- Sana bir isim verelim. Artık sen çocuk değilsin. Çocukça değil, büyükçe öğrenme yolculuğundasın.”

“- Ne olmasını isterdiniz?” dedi çocuk.

“- Senin hissettiklerini yansıtacak isim sana ait olacağından, bugüne kadar kimse bu hakkı kullanmadığına göre, adını kendin koy. Artık kendini isimlendirecek yaştasın.”

Çocuk dalmaya başladı. Yaşadıklarının hüznü ile geleceğe umut olan bu öğrenme yolculuğu arasında, yeni dönemine ait olacak isimler kafasından geçti. Köyde duyduğu isimleri hatırladı. “Niçin bugüne kadar ismim olmadı?” diye hayıflandı kendi kendine.

Sonra A’dan başlamak geçti içinden. Alfabenin A’sından. Çocukça bir masumiyetle söylendi; “A ile her şey yeniden.”

“- A’lı bir isim düşünüyorum” dedi.

Yaşlı adam “Ali mi?” diye tekrarlayınca;

“- Evet buldum. Benim adım Ali olmalı.”

Yaşlı adam bu hızlı geçişi tam çözememişti. Ancak küçük çocuk için bir çağrışım yapmıştı.

Küçük çocuk, tekrarla “Benim adım Ali” dedi.

“Sadece Ali mi?” dedi yaşlı adam.

“- Evet.”

“- Peki, çok güzel.”

Küçük Ali, kendini tanımlayan ismine alışmaya çalıştı. Artık “Ali” denince kendini biliyordu.

Yaşlı adamla dere kenarında yürümeye başladılar. Akan suyun sessizliğini işaret etti yaşlı adam:

“- Bu su, küçük derede az akar. Ancak ileride havuzda biriktikçe gördüğün bütün araziyi sular. Birikimlerinizi bilgi havuzunda depoladıkça, akacak mecrasını buldukça, sürekli boşalır ve yeni kaynakları ile dolar.”

“- Evet kapasitemin küçük kabına değil, sonuçta ulaşacağım hacmime göre kapasitemi geliştirmeliyim. Su gibi sessizce ve sürekli akarak berrak ve suyun kaynağındaki kimyasıyla özelliğimi korumalıyım.”

“Hepsi bu!” dedi yaşlı adam. “Suyun kaynağına bağlı kalmak şart” diye sürdürdü konuşmasını.

“- Suyu hissederiz, görürüz ve çağlayanın sesini işittiğimizde bazen bütünleşmiş üçlüyü buluruz. Hatırladın mı üçlüyü?”

“- Evet görmek, işitmek ve hissetmek.”

Yaşlı adam, öğrenen Ali’yi çok sevmişti. İlgisini ve zekâsını beğenmişti.

“Sana ‘Küçük Ali’ demek yetmiyor. Çünkü ruhun büyük. Sen, ‘Büyük ruhlu küçük Ali’sin.’ Seni, zihnimde böyle canlandırıyorum.”

Ali, öğrenmenin artık zevkini ve farkını yaşıyordu...

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dertlerden kurtulmak için



“İnsanların en iyisi insanlara en çok faydası dokunandır.” (Hadis-i Şerif)

Bu faydaların en büyüğü ise, hiç şüphesiz insanların dünya ve ahiret saadetlerinin temel taşı olan imanlarının kurtulması için didinmektir.

Bu hakikati herkesten önce Allah Resûlü (asm) yaşamıştı. Yürümesi, gezmesi, konuşması, sohbeti hep bunun içindi. Bunun için gerekirse mucize bile gösterilirdi!

Ziyad bin Haris’in anlattığına göre bir sefer suya ihtiyaç duyulmuştu. “Suyun var mı?” diye sordu Allah Resûlü (asm) yanındaki Ziyad’a. “Var, fakat size yetecek kadar değil” dedi Ziyad. Resûl-i Ekrem (asm), onu bir kaba koyup getirmesini istedi. Sonra da elini kaba sokup çıkardı. Parmakları arasından on çeşme halinde su fışkırmaya başladı. Allah Resûlü (asm) buyurdular ki:

“Eğer Rabbimden hicap duymasam sürekli su dağıtır ve içerdik. Ashabıma seslen, dileyen dilediği kadar içsin.”

Bu olay sahabenin imanını daha da arttırmıştı. Ziyad’ın kavminden gelen, bir heyet vardı. Kavimlerinin İslâma girdiklerini, her emre âmâde olduklarını belirtmişlerdi. Heyetten biri şöyle diyordu: “Kuyumuzun suyu azaldı. Çoğalması için duâ etmeni istiyoruz.”

Bunun üzerine Allah Resûlü (asm), yedi tane çakıl taşı getirtip eliyle ovalayıp duâ etti! “Kuyuya vardığınızda taşları birer birer atınız ve Allah’ın ismini zikrediniz” buyurdu.

Öyle yaptılar. Su o kadar çoğalmıştı ki bolluğundan dolayı suyun dibini göremez oldular. (Delâil, s. 147)

Gelişi bütün kâinat için şeref, bolluk ve huzur olan Rahmet Peygamberi (asm), ihtiyaç içinde kalan ümmetini gösterdiği mucizelerle suya kandırıyor, sıkıntılarını gideriyor, rahata erdiriyordu.

O rahmet peygamberiydi. Sıkıntı, dert, problem ve yokluktan da onun vasıtasıyla kurtulunurdu. O bolluk ve bereket peygamberiydi. Sıkıntı, dert, darlık ve yokluk içinde olan herkes ona koşuyor, onda derdine derman buluyordu.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şaka sünnet midir?



İstanbul’dan okuyucumuz: “Şaka sünnet midir? Bunda ölçü nedir?”

İtidal halini, yani ölçüyü kaybetmemek şartıyla şakaya sünnet diyebiliriz. Hiç şüphesiz ölçüsüz şaka, pusulasız gemi gibidir. Nerede duracağı, kime zarar vereceği, kime dokunacağı kestirilmez. İnsanları taciz eder, sıkar, rahatsızlık verir, zarar verir. Hiç şüphesiz, sünnet olan, başkalarını rahatsız edici oranda davranmak değildir.

Şakada sünnet olan, ölçülü olandır. Buna en güzel örnek, her konuda mutlak rehberimiz Fahr-i Kâinat Efendimizdir (asm).

Peygamber Efendimiz’in (asm) şakası insanlara huzur vericiydi, mutluluk vericiydi, gönlü hoş tutucuydu. O (asm) hiçbir zaman şakayla da olsa insanları gücendirmezdi, kırmazdı, küçümsemezdi, küçük düşürmezdi. Şakasıyla kimseye zarar verdiği görülmemiştir. O (asm) şaka yaparken insanları hem sevindiriyordu, hem de eğitiyordu ve öğretiyordu. Onun (asm) şakası iltifattan ibaretti. Onun (asm) şakasına muhatap olan herkes kendisine değer verildiğini hisseder ve bundan büyük bir kıvanç ve haz duyardı.

İşte bazı örnekler:

* Abdullah bin Haris bin Cez’ (ra) anlatıyor: “Resûlullah’tan (asm) tebessümü daha çok bir kimse görmedim.”1

* Enes bin Malik (ra) anlatıyor: Bir gün adamın biri Peygamber Efendimiz’e (asm) gelerek ondan bir binit istedi. Peygamber Efendimiz de (asm)

“Peki, tamam. Sana bir deve yavrusu vereceğiz” diye takıldı. Adam:

“Ben senden binit istiyorum. Deve yavrusunu ne yapayım?” dedi.

Resul-i Ekrem (asm) de gülerek:

“Deve yavrusu olmayan hiçbir deve var mı? (Her deve iki devenin yavrusu değil mi?)” buyurdu.2

* Enes (ra) anlatır: “Peygamber Efendimiz (asm) beni, ‘Ey iki kulaklı adam!’ diye çağırırdı.”3

* Hasan radıyallahu anh bildirmiştir: Bir gün bir yaşlı kadın Peygamber Efendimiz’e (asm) gelerek:

“Ya Resulallah! Cennet’e girmem için bana dua et” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Yaşlı kadınlar Cennet’e giremezler!” diye takıldı.

Kadın ağlamaya başlayınca, Peygamber Efendimiz (asm):

“Cennet’e yaşlı olarak giremeyeceksin demek istedim. Allah sizin için, ‘Biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da, eşlerine sevgi ile düşkün hep aynı yaşta genç kızlar yaptık!’4 buyurmuştur” dedi.5

* Enes (ra) anlatıyor: Kırda oturanlardan Zahir adında bir adam vardı. Çirkin yüzlüydü. Fakat Peygamber Efendimiz (asm) onu çok severdi. Onunla hediyeleşirdi.

Bir gün Zahir pazarda eşya satarken, Peygamber Efendimiz (asm) sessizce yaklaşıp sırtından onu sımsıkı kucakladı. Zahir, Peygamber Efendimizi (asm) görmüyordu. Önce, “Sen kimsin? Beni bırak!” diye bağıran Zahir, kendisini kucaklayanın Peygamber Efendimiz (asm) olduğunu anlayınca, ondan ayrılmak istemeyerek, sırtını onun göğsüne bastırdıkça bastırdı.

Peygamber Efendimiz (asm) de:

“Bu köleyi satıyorum! Alan yok mu?” diye takıldı.

Zahir:

“Beni satarsan hiç de kazançlı çıkmazsın! Çünkü değerim çok düşüktür!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ise:

“Fakat Allah katında senin değerin çok yüksektir!” buyurdu.6

Şakada aşırıya kaçmaz, ölçülü olur ve itidali (orta yolu) korursak sünnet sevabını alırız. Aşırı şakacı davranır ve insanları taciz edersek, adavet ve husumet tohumları ekmiş oluruz.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Biyografi, 22

2- El-Bidâye: 6/46; Tabakât: 8/224

3- El-Bidâye: 6/46

4- Vâkıa Sûresi: 36

5- Hayatü’s-Sahabe, 3/175

6- El-Bidâye: 6/46

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hayatın tekrarı ve denemesi yok!



Ruhumuzu yüceltmek, duygularımızı mecraına yönlendirmek ve yaratılışımız istikametinde hayat sürebilmemiz; nefsî yönümüzü öne çıkarmakla değil, ulvî duygularımızı tekâmül ettirmekle mümkün. Şu halde yaratılışımız ve dizayn edilişimiz istikametinde kendimizi yönlendirmeliyiz. Bunu gerçekleştirebilmek için de kendimizi bilmeli ve Yaratıcımızı tanımalıyız.

Hiç şüphesiz Allah’ı biliyoruz, varlığına, birliğine ve diğer iman esaslarına inanıyoruz. Ancak, “Tanıyorum, inanıyorum, biliyorum!” demek yetmez. Bilmekten bilmeye, tanımaktan tanımaya mahiyet ve kalite farkı vardır. Tıpkı, ilkokul talebesinin matematik bilmesi ile üniversite talebesi ve matematik profesörünün bilmesi gibidir. Dolayısıyla, birinci planda hepimizin talim etmesi gereken ilim, iman ilmidir. İşte, başta Allah’ın varlık ve birliği olmak üzere sâir iman esaslarını, aklî/mantıkî, kalbî, vicdânî, ilmî (kevnî, oluşsal âlemle ilgili) delillere dayanarak benimsemek ve özümsemek durumundayız.

Şu fıkra bize bir hakikati hatırlatır: Paraşütçüler birer birer uçağı terk ediyorlardı. En sonunda sıra Temel’e gelir. Komutan:

“Sakın atlama, sakın, paraşütün yok!”

Temel gayet sakin:

“Olsun, nasıl olsa bu bir deneme atlayışı!”

Şu dünya hayatı tekrarı olmayan bir denemedir, bir imtihandır. Dolayısıyla din ve iman paraşütünü açmak gerekmektedir.

Peşinde koşuşturup durduğumuz, dünyevî-uhrevî acılardan kurtulup, lezzetlere kavuşmak, yani huzur ve mutluluk; inkâr, şüphe ve günahlardan uzak durmamıza bağlı.

Nefsimizi ikna ederek, inkârın olumsuzluklarından ve günahlardan sakındırmalıyız. Nefsimizi öylesine ikna etmeliyiz ki, olumsuz şeylere, günahlara dalmasın. Çünkü, işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar...

Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ iman nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.1

Ki, bu ısırıklar, dünya hayatındaki lezzet, zevk, huzur ve mutluluğumuzu da öldürüyor. Sineğin ısırmasından rahatsız olurken; yılan ve akrep gibi günahların ısırmasına yardımcı olmamız tuhaf değil mi?

Dipnot:

1. Lem’alar, s. 14-15.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

“sanatalemi.net” hizmetinizde



Hayatımızı kuşatan hemen her alanın sanal dünyaya taşındığı bir ortamda, yazılı ve basılı medya organlarının, gazete ve dergilerin geleceğinin ne olacağına dair tartışmalar yıllardır yapılıyor… İbrenin giderek sanal dünyaya doğru kaydığı üzerindeki görüş birliği ise her geçen gün daha bir güçleniyor.

Bizim gibi, okuma konusunda tembelliği olduğu –zaman zaman- delillerle ileri sürülen bir ülkede de durumun farklı olduğunu söylemek zor.

O zaman bu konuda kafa yoran, emek tüketenler de terbirlerini almaya çalışıyorlar her geçen gün.

Özellikle kültür sanat konularındaki toplumsal yavanlığımızı, genel ilgisizliğimizi de hesaba katarak, sevgili Mehmet Nuri Yardım kardeşim internet ortamında bir kültür sanat sitesi açıverdi hafta içinde…

Başta edebiyat çevreleri olmak üzere sürekli ya da geçici ilgi duyacak, ilgilenecek herkesin ihtiyacına cevap verebilecek zenginlikteki site 10 Ağustos’ta yayına başladı.

“En güncel kültür sanat sitesi” olma iddiasıyla yayın hayatına başlayan siteye ulaşmak için www.sanatalemi.net adresine girmeniz yeterli.

Genel Yayın Yönetmenliği’ni Mehmet Nuri Yardım’ın yaptığı sitenin Yazı İşleri Müdürü Huri Yazıcı, Haber Müdürü ise Gülcan Tezcan. Edebiyat, geleneksel sanatlar, tarih, çocuk, sinema, tiyatro, sanat takvimi, yayın dünyası ve röportaj gibi bölümlere yer verilen sitede, müzikten ebruya, resimden mimarîye, minyatürden sinemaya, hat’tan tiyatroya kadar sanatın bütün bölümleriyle buluşabilmeniz mümkün.

Deneme ve hikâyelerin de yayımlanacağı sitede, gençlerin amatör yazılarının ayrı bir bölüm hâlinde değerlendirileceğini de eklemeliyim. Benim de aralarında bulunduğum 30 kadar köşe yazarının bulunduğu sitede isimlerine yabancı olmadığınız birçok dostun yazı yazacak olduğunu da söylemeliyim.

Ayrıca; sanatalemi.net’te her ay site üyelerine köşe yazarlarından birinin kitabı imzalı olarak armağan edilecek. Güncel konuların da ele alınacağı sitede ilk olarak, İngiltere’de yaşayan ünlü Kırımlı Türk romancı Cengiz Dağcı’nın Türkiye’ye getirilmesi için bir kampanya başlatılıyor. “Cengiz Dağcı’yı Türkiye’de Görmek İstiyorum” isimli kampanyaya, dileyen herkes katılabilecek ve görüşlerini siteye yazabilecek.

İnternet’te gezinenlerin hemen www.sanatalemi.net adresini ziyaret etmelerini tavsiye ediyor, site ile ilgili daha geniş bilgi almak isteyenlerin, [email protected] adresine yazmaları gerektiğini de belirtmek istiyorum.

Hacivat’ın belgeseli çekiliyor

Normal şartlarda insanın günlük okuyabileceği gazete sayısı 1-2 bilemedin 3 iken, internet sayesinde bu sayı sınırsızlaşmış oldu. Yayınlanan ne kadar gazete varsa okuyabiliyor, takip edebiliyor insan.

Az önce kurulduğunu duyurduğum sanatalemi.net bu bakımdan da son derece faydalı. Kültür ve sanat âleminde neler olup bittiğini öğrenmek isteyenlerin siteye girmesi yeterli.

Normalde gözümden kaçabilecek bir haberi Cuma günü o sitede gördüm meselâ… Hacivat’ın belgeseli çekilecekmiş… İsterseniz önce, kaynağı Zaman Gazetesi ve Fatih Karakılıç imzalı haberi siteden okuyalım: “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü’ filminin ardından bu kez Hacivat’ın gerçek kişiliğini anlatacak bir belgesel çekilecek.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destek verdiği belgesel, yurtiçi ve yurtdışındaki kültürel faaliyetlerde gösterilecek. Yapımcı Sami Günay, “Hacivat sadece gölge oyunu kahramanı değildir, o iyi bir komutan, güzel bir insandır. Biz, belgeselimizde Hacivat’ın hayatını anlatacağız.” dedi. Belgeselde Kurtlar Vadisi dizisinden tanınan tiyatrocu Altan Akışık rol alacak. Murat Kavaklı’nın ‘Tarihe Yön Veren Dahi Hacivat Öldürülmedi’ başlıklı kitabından yola çıktıklarını söyleyen Günay, yıllarca toplumda Hacivat’ın sadece bir gölge oyun kahramanı olarak anlatıldığını, bunun da Hacivat’a haksızlık olduğunu ifade etti. Dramanın da yer aldığı belgesel, İngilizceye de çevrilecek. Çekimleri önümüzdeki günlerde başlayacak olan belgesel, yaklaşık 500 bin YTL’ye mal olacak ve yıl sonuna kadar tamamlanacak.”

Haberi okur okumaz aklıma geçen yıl gösterime giren ve özellikle Karagöz’le, geleneksel gösteri sanatlarımızla ilgilenenlerin tepkisini çeken “Hacivat Karagöz neden öldürüldü?” fantezisi geliverdi… Ve dedim ki kendi kendime; İnşallah ortaya güzel bir çalışma çıkar…

Ve… İyi ki Ezel Akay o filmi çekmiş!

BAŞSAĞLIĞI:

Sivas Belediye Başkanı Sayın Mim. Sami Aydın Beyin kayınvalidesinin vefatını büyük bir üzüntüyle öğrendim. Sevgili başkana ve mekânının cennet olmasına duâ ettiğimiz merhumenin tüm yakınlarına, sevenlerine başsağlığı diliyorum.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Hanımlara üç ihtar!



Hanımlar Rehberi Bediüzzaman Hazretlerinin "Bu zamanda taife-i nisa gençlerden daha ziyade bir rehbere muhtaç" tesbitiyle kaleme aldığı bir eser.

"Sizin için yazdığım bu dersimi, okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve duâlarıma dahil etmeye karar verdim" diyen Bediüzzaman Hazretleri, büyük değişimlerin gerçekleştiği 1920'lerin 30'ların Türkiye'sinde, Anadolu'da bir "iman inkılâbı" gerçekleştirdi.

Hanımlar da bu imanî inkılâp hareketi içinde, Bediüzzaman'a yardım eden eşlerine maddî-mânevî destek vererek, ya da hemcinsleriyle imanî sohbetler düzenleyerek yer aldılar. Her şeyden önce evlerini bir Nur Medresesine dönüştürdüler…

Kadının sosyal hayatta, aile içinde, mânevî dünyasındaki "varlığının" Yaratıcısına yakın olma, Onun rızası dairesinde hareket etme, yani kul olma bilinci ile mümkün olduğunu delillerle izah eden Bediüzzaman Hazretleri, eserinde hanımları üç noktada ikaz ediyor:

1. Şefkatin suiistimali.

2. Aile hayatındaki problemlerde kulluktan uzak tavırlar sergileyebilme tehlikesi.

3. Meşrû daire içindeki zevklere lezzetlere, keyiflere "iktifa" ve "kanaat" etmeme.

Kadını kulluk duruşundan uzaklaştırma tehlikesi olan davranışlar, üç ana başlık altında toplanıyor. Bu durum ifsat amacıyla kurulan "komite"lerce de teşvik edildiğinden, Bediüzzaman Hazretleri kadınları imanî bakış açısıyla dikkatli hareket etmeye dâvet ediyor.

"Ben her şeyi bilirim" havalarını bir yana atıp, sanki ilk defa okuyormuş gibi Hanımlar Rehberini dikkatle mütalâa etmekte fayda var. Pek çok sorumuzun cevabını satırların arasında bize gülümserken bulacağız…

Bu arada Hanımlar Rehberi'nde erkek psikolojisi ile ilgili son derece ilginç ve aktüel tesbitlerin aktarıldığı bölümler olduğunu da hatırlatalım…

Kadınlar neden çok konuşur?

Osmanlıda mezar taşları kültürü ile ilgili bir yazıda, (Evet, ecdadımız yaşarken, fikir ve estetiğe verdiği değeri, öldüğünde mezarının taşına da yansıtmış…) "Karı dırdırından vefat etti" cümlesinin bir mezar taşında yer aldığı da ifade ediliyordu.

Şaka bir yana, istisnaları olsa da kadınların erkeklerden daha fazla konuştuğu bir gerçek. Yapılan bilimsel çalışmalar da bunu doğrular nitelikte. Hatta, ana rahminde bile kız bebeklerin erkek bebeklere nazaran daha fazla ağız hareketleri yaptığı tesbit edilmiş. Dişi hayvanlarda bile bu geçerli…

Araştırmalarda kadınlar ve erkekler arasındaki bu biyolojik farklılık, şu başlıklar altında toplanıyor:

1. Kadın üzüntülü olduğunda kendini iyi hissetmek için konuşma eğilimindedir. Erkek susmayı tercih eder.

2. Kadın yüksek sesle düşünür. Ne söylemek istediğini yüksek sesle araştırır.

3. İçtenlik ve paylaşımcılık hisleri kadını konuşmaya iter. Yakınlık ve yalnız olmama isteği konuşma ihtiya-cını arttırır.

4. Kadın bilgi paylaşımı için konuşur. Erkek için ise, konuşmak, sadece bilgi aktarma işidir.

(Prof. Dr. Nevzat Tahran, Kadın Psikolojisi, s.29.)

"Ya hayır söyle, ya da sus!" düsturunu da unutmayarak bu ilmî gerçekleri göz ardı etmemekte fayda var. Ne dersiniz?

Ademler ve Havvalar

Bilim adamları kadın ve erkek beyinlerinin tümüyle farklı çalıştığını uzun zamandır ifade ediyorlardı. Son araştırmalar, sadece beyinlerin değil, tüm beden yapısının da farklı olduğunu gösteriyor.

Havvalar:

Hisler: Kadınlar erkeklerden beş kat daha fazla ağlıyorlar. Erkeklerden daha iyi duyuyor ve koku alıyorlar.

Kan basıncı: Menopoz dönemine kadar kadınların kan basıncı erkeklere göre daha düşük seviyede seyreder. Ancak ileri yaşlarda bu denge kaybolur. Kadınların % 59'unda yüksek tansiyon görülürken, erkeklerin % 39'u tansiyon yüksekliğinden şikâyet eder.

Kemikler: Kadınların kemikleri daha yumuşak ve çarpmalara karşı daha kırılgan.

Ademler:

Kalp: Erkek kalbi daha büyük, daha yavaş atıyor. Kadın kalbi dakikada ortalama 80 kez atarken, erkek kalbi 72 kez çarpıyor.

Ciğerler: Erkek ciğeri kadınınkine göre % 50 daha büyük hacme sahip. Sigara içen veya pasif içici olan kadınların akciğer kanserine yakalanma riski, erkeklere göre dört kat daha fazla.

Deri: Erkek cildi daha çok ter bezi içerir ve yağlıdır. Kadın cildi ise, daha kuru ve incedir.

Mide: Erkeklerin midesi daha çok mide asidi üretir ve mide yanmasından daha çok etkilenirler.

Anlayacağınız kadınların beyni de, kalbi de erkeklerden farklı çalışıyor. Ama bununla birlikte birbirlerinin zayıf ve güçlü yönlerini dengeleyip, tamamlıyorlar…

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ey dünya; utan...



İsrail, bir ayı aşkındır Ortadoğu’da katliâm yapıyor. “Terörist devlet”in uçakları, otomatik silâhları kan kusuyor, kadın, çocuk, yaşlı demeden binin üzerinde masum insanı katletti; katletmeye de devam ediyor. Dünya ise, “utanma” duygusunu unutmuşcasına sadece izliyor. Birleşmiş Milletler susuyor, insanlık susuyor…

İsrail, bütün dünyaya meydan okuyor. On günlük bebeklerinin annelerin kucaklarına öldüğü resimleri göre göre, utanmadan, sıkılmadan, “Bir ateşkese aldırmaksızın ordu amacına ulaşıncaya kadar operasyonlara devam edecek” diyor. BM’den ateşkes kararı çıksa bile durmayacaklarını, büyük bir vurdumduymazlıkla söylüyor. Yani “önümüze kim çıkarsa öldüreceğiz, bize kimse bir şey yapamaz” diye efeleniyorlar. Çünkü karşılarında onları durduracak -şimdilik- bir güç yok.

İsrail, bu utanmazlığına ahlâksızlığı da ekleyerek “İsrailli ahlâkı”nı gözler önüne seren bir teklif getirdi. İsrail hükümeti, insan olan herkesin akıllarına durgunluk verecek, “Parası neyse verir, bombalarız” anlamına gelen iğrenç teklifini ortaya attı. İsrail hükümeti, sınır kasabalarında yaşayan vatandaşlarının daha güvenli yerlere gitmelerinin maliyetini karşılayacağını söyledi.

Bununla yetinmedi… Ateşkes için BM’den talepte bulundu(!) Hizbullah’ı vurma gerekçesiyle kendisine saldırı imkânı tanınmasını istedi…

* * *

Savaş devam ederken, “Dünyayı utandıran savaşın bilânçosu” iyice arttı. Bu “savaş istatistikleri”ni gören dünya milletleri belki -duyguları kaldıysa- “utanır” diyerek aktaralım istedik.

“Utandıran bilânço”ya göre yarıya yakını çocuk bin 103 Lübnanlı öldü, 3 bin 568 Lübnanlı yaralandı. 3 milyonluk ülkede 300 bini çocuk 1 milyona yakın kişi yerinden oldu. İsrail uçakları 8 bin 700 sorti yaptı, 146 köprü, 72’in üzerinde yol kullanılamaz hale geldi. İki bin bombanın isabet ettiği sınırdaki Aytarun köyü adeta haritadan silindi. Lübnan altyapısında ise en az 3 milyar dolarlık hasar meydana geldi. Ciyye santralının da vurulması nedeniyle Akdeniz’e yaklaşık 30 bin ton petrol sızdı.

* * *

Ankara’nın göbeğinde de “utancın fotoğrafları” sergilendi. Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Ankara’da metronun Kızılay durağında beş gün süreyle “utanç fotoğrafları”nı sergiledi.

İsrail’in Filistin ve Lübnan’da gerçekleştirdiği katliamları hafızalarda canlı tutmak isteyen Sendika, hergün yüzbinlerce insanın geçip gittiği bir mekanda katliam görüntülerini gözler önüne serdi. Serginin amacını Sendikanın Genel Başkanı Mustafa Başoğlu şöyle özetledi: “Vahşet görüntülerinin insanlarımızın hafızalarında kalıcılığını sağlamak… Bu fotoğraflar daha sonra arabalara yapıştırılarak Ankara’nın sokaklarından dolaştırılacak…

Fotoğraf sergisini onbinlerce insan büyük üzüntü ve nefretle izlerken, konulan defterlere de duygularını aktardı.

İşte bunlardan bir kaçı…

“İkinci dünya savaşından sonra en büyük katliama şahit oluyoruz. Elimizden gelen tek şey dua ederek yanlarında olduğumuzu hissettirmek…”

“Lübnan ve İsrail’de Müslümanlar değil, bütün dünya katlediliyor…”

“Her şeyden önce insan olmaktan utanıyorum…”

“Artık masum anneler, babalar, çocuklar ölmesin. Kimse evsiz kalmasın. Masum çocukların günahı ne?”

“Ben bu resimleri gördüğümde kendimi o insanın yerine koydum ve insanların çaresizliğini gördüm. Hangi aklın ve mantığın alacağı bir zihniyettir ki bu insanlara bunu yapıyorlar?”

Ve böyle binlerce duygu, kin, nefret yüklü mesaj…

* * *

Lübnan’ın Başbakanı Fuad Sinyora, vatandaşlarına yapılan katliamı anlatırken, bütün dünyanın gözü önünde ağlıyor. Ölen çocukları, dul kadınların kederlerini ve mültecilerin ağlayışlarını hatırlatırken gözyaşlarını tutamıyor. Arap dışişleri bakanları ayakta alkışlıyor o kadar… Dünya hâlâ seyrediyor bu utanç tablolarını… Sinyora’nın ağlamasına İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, “gözyaşlarını silerek, çalışmaya başlaması” çağrısında bulunuyor utanmadan, sıkılmadan… Taş yürekliler zaten ağlamasını bilse bu katliâmları yaparlar mı?

Kimbilir, bu satırlar yazıldığı saatlerden şu ana kadar İsrail’in kan kusan mermileri kaç bebeğin, kadının, yaşlının kanına girecek. BM katliâmları görüyor, ama kınamaktan dahi aciz durumda… Arap devletleri belki de “korkularından” seslerini yükseltemiyor… Lübnan’ın Ankara Büyükelçisi, G. Habib Siam, bu insanlık dramının sona ermesi için dünyadan yardım istiyor ve soruyor: “Bu çocuklar ölürken dünyanın geri kalanı nasıl uyuyor?”

“Utanç fotoğrafları” sergisinde bir gencin yazdığı şu duâ ile yazımızı noktalayalım:

“Ey Rabbimiz, yapılan bu zulümleri yapanlara mutlaka vereceğin bir ceza vardır. Her şeyin bir vakti olduğu gibi bu cezanın da bir vakti var. İlâhî adaletine sonsuz güveniyoruz…”

13.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ölüm gerçeği



Kıyametin iyice yaklaştığının en açık ve belirgin alâmetlerinden biri “ölümlerin çoğalması” olarak ifade edilir ve bu inanış halk arasında da büyük ölçüde yaygındır.

Gerek yakın çevremizde, gerekse dünyada kitlesel ve şok ölümlerin artması, ister istemez bu gerçeği de gündemimize taşıyor.

Filistin ve Lübnan’daki İsrail katliamlarından, Irak’ta ardı arkası gelmeyen bombalı saldırıların her birinde onlarca kişinin can vermesine ve bunun artık “kanıksanan, âdiyattan bir olay” gibi görülür hale gelmesine..

11 Eylül ve sonrasında dünyanın birçok önemli merkezini vuran terör saldırılarına...

Sıklaşan deprem, tsunami, sel felâketlerine ve küresel bir afete dönüşen trafik kazalarına...

Birbiri peşi sıra kalkan şehit cenazelerine...

İlâveten, hastalık veya yaşlılık sonucu gerçekleşen münferit ve “sıradan” vefatlara baktığımızda, ölüm gerçeğinin gücü karşısında ne kadar çaresiz olduğumuzu çok daha iyi görebiliyoruz.

Hiç şüphe yok ki, ecel dalgası aile efradını ve yakın akraba-dost çevresini vurduğunda daha sarsıcı oluyor. Bunların bir kısmını, yazar ve okurlarımızın vefat eden yakınları için gazetemize verilen taziye ilânlarıyla paylaşıyoruz.

Bu arada, kitlelere mal olmuş medyatik şahsiyetlerin vefatları da ölüm gerçeğini kuvvetle hatırlatan ve düşündüren sarsıcı hadiseler.

Bakınız, son bir-iki hafta içinde peş peşe ne kadar çok “şöhret” terk-i dünya eyledi...

Alkole karşı verdiği başarısız mücadeleyle bilinen Halit Çapın; İnönü’nün görevlendirmesiyle Emirdağ’a gidip Bediüzzaman’la görüşen, Nurculuk hakkında iftiralarla dolu bir yazı dizisi hazırlayan ve asılsız iddialarını son anlarına kadar tekrarlayan Yılmaz Çetiner; kadın hakları savunucusu olarak başörtüsü yasağına da karşı çıkan Duygu Asena; bir Balkan gezisinde Kadir Gecesi camiye gidip namaz kıldığını Servet Kabaklı’nın yazısından öğrendiğimiz solcu aydın Reha Mağden bu silsilenin medya cenahından son örnekler.

Kurtlar Vadisi’nin Hüsrev Ağa’sı ile Akrep Bekir’i ve Çocuklar Duymasın’ın 05 Müzeyyen’i ise dünyayı tiyatro sahnesinden ve televizyon ekranından terk eden yeni isimler.

Bütün bunlar hep aynı gerçeğin altını çiziyor: Sevkiyat var ve devam ediyor. Gelen gidiyor, giden gelmiyor. Hiçbirimiz bu kanunun haricinde değiliz. Biz de İlâhî Takdirin öngördüğü ömrü yaşadıktan sonra, zamanı gelince, başka ve ebedî bir âlemde gözümüzü açmak üzere bu dünyaya veda edeceğiz.

O halde, öncelikle asıl olan ebedî hayata hazırlanmayı önemsemek ve yaşayışımızı bu gerçeğe göre tanzim etmek durumundayız.

Kendisiyle birlikte başkalarının ebedî hayatlarını da kurtarmayı hedefleyen hizmetlerde istihdam edilme mazhariyetine erişenlerin ise bu noktada ilâve sorumlulukları var.

Bediüzzaman, “Mevcudat içinde en kıymettar, hayattır; ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir; ve hidemat-ı hayatiye (hayata yönelik hizmetler) içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâb etmesi için sa’y etmektir (çalışmaktır)” sözleriyle (Tarihçe, s. 188) işte bu gerçeğin altını çiziyor.

13.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004