|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
...Allah'ın vermediğini de Ondan başka verebilecek yoktur. Onun kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.
Fâtır Sûresi: 2
|
13.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki başkasına zarar vermeye çalışırsa Allah da onu zarara düşürür. Kim ki başkasına zorluk çıkarırsa Allah da onu zorluğa maruz bırakır.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3682
|
13.08.2006
|
|
Sulh-u umumîyi, İslâm temin edecek
—Dünden devam—
Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik.
Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.”
Meclisten biri dedi: “Neden şeriat, şu medeniyeti* reddeder?”
Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
* Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. (Müellif-i muhteremi sonradan ilâve etmiştir.)
Sünûhat, s. 57-59
Lügatçe:
tabakat-ı beşer: Beşer tabakaları.
ecîr: Ücretle çalışan.
cereyan-ı müstebidane: İstibdad, baskı kuran cereyan.
tabiat-ı âlem-i İslâm: İslâm âleminin tabiatı, yapısı.
mübayin: Zıt.
medeniyet-i habise: Pis medeniyet.
seyyiat: Günahlar, kötülükler.
hasenat: İyilikler, güzellikler.
maslahat-ı beşer: Beşer faydası.
mensuh: Hükmü kaldırılmış.
intibah-ı beşer: İnsanlığın uyanması.
mahkûm-u inkıraz: Sönmeye mahkûm.
nokta-i istinad: Dayanak noktası.
tezahum: Birbirine zahmet verme, çekişme.
tenazu: Çarpışma, çekişme.
mabeyn: Ara, arası.
âhar: Diğer, başkası.
teşcî: Cesaretlendirme.
dereke-i kelbiyet: Köpeklik derekesi, derecesi.
racih: Üstün gelme.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
13.08.2006
|
|
Bünyevîleşme yazıları - 1
Nefis girdabına dalışların derinleştiği âhirzaman tabloları yaşıyorduk toplum olarak. Nefis girdabı; mevki, makam sevgisi, para, eğlence gibi olgularla heves helezonunu salıvermişti insanlar arasına. Duygusal med-cezirler, kabarık hisler; yalan ile doğrunun iç içe girdiği bir âlem çarşısını taşıyordu iç dünyalara. Ahirzaman, Asr-ı Saadetin izdüşümlerini yansıtamıyor, milenyum çiçeklerinin üzerine Asr-ı Saadet esintileri uğramaz oluyordu. Zamâne insanlarının kalp çizgileri, Nebevî çizgiyle kesişmediğinden sık sık sarsıntılar yaşanıyordu iç dünyalarda. Ve iç dünyalar, kapılarını “bu dünya”ya ardına kadar açarken, “öte dünya”ya ışık sızmayacak derecede ancak açabiliyordu. Hâsılı; bâkiye bedel, fâniye dönüktü aynalar.
Hâl buydu ve pek de endişe ediliyor değildi bu gidişattan. Camın cam, elmasın elmas olduğu biliniyor ve severek, kırılacak cam parçaları elmaslara tercih ediliyordu. Dünyada mutlu yaşamak uğruna, ahiret “yakılıyor”du farkında olmaksızın.
Uzun zaman zihinler cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanmıştı meselâ. Bir kupa maçı yüzünden kim bilir kaç kişinin vakit namazları güme gitmişti sessizce. Âfâktan enfüse; televizyondan kitaplara, nefsânî şarkılardan İlâhî nağmelere, kesretten vahdete, dünyevî meşgaleden secdeye hicret yolculuğuna çıkılamaz olmuştu nicedir.
Peki nedendi bu “dünya”yı “ahiret”e tercih edişler? Hiç cam parçası—hem de severek, bile bile—elmasa tercih edilir miydi? Bu zamanın acip bir hassası olarak nitelendiriyordu bunu Asrın Bedî’si. Zira hissiyat kördü ve âkibeti görmüyordu. Dolayısıyla da hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih ediyordu. Sonra her zamanın bir “mergub metâı” vardı. Bu zamanda da “dünyalıklar” ön plandaydı. Sanki insan sırf dünya için yaratılmış, nefis merkezli bir “arz”lı idi. Nefis ise tam bir dünyaperest idi. Zira “ebedî bu dünyada kalacak” gibi nazlanıyordu. “Bu dünya, ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil” değildi halbuki.
Üç yüzü vardı dünyanın. İkisi bünyevîlik, biri dünyevîlik arz ediyordu. Birinci yüzü Cenâb-ı Hak’kın esmâsına bakıp, onların nakışlarını gösteriyordu. İkinci yüzü ahirete tarla, Cennete mezraa olup, ebed memleketine mahsûl yetiştiriyordu. Bu iki yüzü itibariyle dünya güzel bir “âlem”di. Çünkü “âlem” ilim kökünden olup “Cenâb-ı Hak’kı bildiren” mânâsını taşıyordu.
Üçüncü yüz ise insanın hevesâtına bakan, gaflet perdesini kalınlaştıran, ülfetin getirdiği külfet hallerini yaşatan bir yüzdü. Bu yüzde yalan vardı. Sefahet vardı. Oyun, eğlence vardı. Kısacası bu yüzü itibariyle dünya “başka bir âlem”di.
İnsanların çoğunluğunun boğulduğu bir âlemi ifade ediyordu dünyanın bu yüzü. Dünya-ahiret dengesini kuramayıp da dünya kefesi ağır basanların dünyasını... Hadisin ifadesiyle “bir çok kişinin az bir menfaat için dinini rüşvet olarak verdiği” dünyayı. Yine hadis-i şerifte ifadesini bulan “bütün kötülüklerin başı” idi bu yüz.
Oysa dünyayı belli bir hikmet, gaye, nizam ve intizam içinde yaratan Sani-i Hakîm, elbette insanları başıboş bırakmazdı. İnsan büyüse bir kâinat, kâinat küçülse bir insandı âdeta. Demek insan, içinde koca bir kâinatı taşıyordu. Her şeyi san’atla ve hikmetle yaratan Sanatkâr, kâinatı bir daire şeklinde kılıp onun da merkezinde insanı, insan dairesinin merkezinde rızkı, rızk dairesinin merkezinde ise şükrü dercetmişti. Yani insanın aslî vazifesi “şükür”dü. Ve ilk iki yüz, kâinat, hayat, insan, rızk, şükür daireleri bakımından “bünyevîlik” arz ediyordu. Üçüncü yüz ise “ârızî”ydi ve “arzî”ydi.
Bu konuyu da, bir dahaki yazımızda işleme temennîsi ile...
|
Seyfeddin GÜLTEKİN
13.08.2006
|
|
Bediüzzaman’ın Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye aza oluşu
Bediüzzaman’ın, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasında olan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye (İslâm Akademisi) onun da aza olarak tayin edilmesini hükümete teklif eder. Bunun üzerine kendisine haber verilmeden üye yapılır. Bu olay, Tarihçe-i Hayat’ta şöyle anlatılır:
“Kendisine haber verilmeden, Meşihat dairesindeki ‘Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ azalığına tayin olundu. Darü’l-Hikmet, o zaman, Mehmet Akif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimlerinden mürekkeb bir İslam akademisi mahiyetinde idi. Çok zekî, kahraman ve gayyur bir alim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor:
“‘1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam, rızası olmadan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Darü’l-Hikmet’e devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki; zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maîşetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben, ‘Ben sevad-ı azama tabî olmak isterim. Sevad-ı azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabî olmak istemem’ demişlerdir.
“Darü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarûreti ayırdıktan sonra, mütebakîsini bana vererek, ‘Hıfz et!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine, hem malı istihkar etmesine îtimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki:
“‘Bu para bize helâl değildi, millet malı idi; niçin sarf ettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasb ettim.’
“Bir müddet aradan geçti... Hakaikten on iki telifatını tab ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:
“‘Maaştan bana kut-u layemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum’
“Darü’l-Hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü, orada müştereken iş görmek için bazı manîler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebî tesiratı, Darü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.”1
Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye üyelik formunda, Bediüzzaman, kendisini şu şekilde tanıtıyordu: “İsmim Said, şöhretim Bediüzzaman’dır. Pederimin ismi Mirza’dır. Maruf/bilinen bir sülâleye nisbetim yoktur. Mezhebim Şafiî’dir. Devlet-i Osmaniye tebâiyetindenim. Tarih-i velâdetim (Rûmî) 1293’tür. Doğum yerim Bitlis vilayeti dahilinde Hizan kazası mülhakatından İsparit nahiyesinin Nurs karyesidir.”2
Sadrazam Talât Paşa, Bediüzzaman’dan senâkârâne şöyle bahseder: “Bediüzzaman Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye namzettir. O büyük bir vatanperver, kahraman bir fedaidir. Millet ve memleket uğrunda fîsebilillah hayatını vakfetmiştir.”3
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 109
2- M. Latif Salihoğlu, Gün Gün Tarih.
3- Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.N., s. 198
|
13.08.2006
|
|
Delâili'n-Nur
17. Allah’ım! Ümmî Peygamberin olan Efendimiz Muhammed’e, onun âline, hanımlarına, zürriyetine; peygamberler ve resûllere, Sana yakın meleklere, evliyâ ve sâlih kimselere, Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işâretleri, remizleri ve delâletleri sayısınca; toprağın parçaları, madenleri, bitkileri ve canlıları adedince; göklerin burçları, yıldızları, hareketleri ve melekleri kadar en üstün salât, en temiz selâm ve en büyük bereketler ihsan eyle. Ey İlâhımız! Ey Rabbimiz! Ey Yaratıcımız! Affına, keremine ve rahmetine yakışır şekilde bizi affeyle, bize merhamet et, bize lütufta bulun.
|
13.08.2006
|
|
O, âlem-i İslâmın ıztırabıyla muztaripti
Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyâde şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklâl için can veren, fedâi İslâm mücâhidlerinin acılarıyla muztarip olduğu, Kur’ân ve İslâmiyete yapılan darbeler ânında çok ıztıraplar çektiği, böyle acı acıların tesirâtıyla, zâten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.
Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur Talebesinin yazdığı gibi, “Ey millet-i İslâmın ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik Üstâdım! Senin devam eden hastalıkların cismânî değildir. Dinimize icrâ edilen istibdad ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ıztırâbın dinmeyecektir.” Evet biz de bu kanaatteyiz.
|
13.08.2006
|
|
Rüya-i sadıka
..rüya-yı sadıkadır. O doğrudan doğruya, mahiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbâniye, âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfezle, vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar. Ve Levh-i Mahfuzun cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin numuneleri nevinden birisine rast gelir, bazı vâkıât-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıâtta bazen hayal tasarruf eder, sûret libasları giydirir. Bu kısmın çok envâı ve tabakatı var. Bazı, aynen gördüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor. Hadis-i şerifte gelmiş ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bidâyet-i vahiyde gördüğü rüyalar, subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.
Mektûbât, s. 332
|
13.08.2006
|
|
Bu ne kadar güzel bir söz
Mus’ab bin Umeyr Hazretlerinin Medine’de Müslümanlığı öğretmek üzere bulunduğu günlerden biriydi. Beni Zafer’e ait bir evin bahçesinde bulunan Merak kuyusu başına oturmuşlar, Medinelilerle sohbet ediyorlardı. Hazret-i Mus’ab tatlı diliyle Medinelilere İslâmı anlatıyordu.
Bu sırada bahçenin duvar tarafından şiddetli bir çatırtı koptu. Evs kabilesi reislerinden Üseyid bin Hudayr elinde mızrağı ile hiddetle göründü. Hızla yaklaştı ve Hazret-i Mus’ab’a bağırmaya başladı:
“Siz buraya neden geldiniz? Bir takım aklı ermez kimseleri aldatıp duruyorsunuz!”
Ardından arsız sözlerini sürdürdü:
“Eğer hayatınızdan olmak istemiyorsanız derhal buradan ayrılınız!” dedi.
Hazret-i Mus’ab (ra) hiç alınganlık göstermeden ve gayet yumuşak bir şekilde:
“Hele şuraya biraz oturunuz.” dedi. “Sözümü bir dinle. Maksadımı bir anla. Beğenirsen kabul edersin, yok eğer beğenmezsen o zaman elinden geleni ardına koyma.”
Üseyid mızrağını yere sapladı ve oturdu.
Hazret-i Mus’ab (ra) ona İslâmiyet’i anlattı. Kur’ân-ı Kerim okudu.
Hazret-i Mus’ab (ra) Kur’ân-ı Kerim’den okudukça Üseyid’in yüz çizgileri değişmeye başladı. Derken birden kendini tutamayan Üseyid:
“Bu ne kadar güzel bir söz! Bu ne kadar hoş bir söz!” demeye başladı.
Bir süre düşündükten sonra, birden kararını verdi:
“Bu dine girmek için ne yapmak gerekir?” diye sordu.
Hazret-i Mus’ab (ra) sevinçle anlattı.
Üseyid kelime-i şehadet getirdi ve oracıkta İslâmiyet’e girdi.
(İbn-i Hişam, Sire, 2/77, 78)
|
Süleyman KÖSMENE
13.08.2006
|
|
|
|