|
|
Hep bir şeylere sarılarak yaşıyoruz şu hayatı:
Kimimiz sadece bir battaniyeye, kimimiz kat kat yükselen bir plazanın yerden ısıtma sistemine.
Kimimiz bir bebeğin ağzından dökülecek birkaç kelimeyle ısınmaya çalışıyor, kimimiz cebini dolduracak birkaç deste para ile. Bir çift göz, bir güzel söz, birkaç satır mesaja sarılı olarak geçiyor kimimizin günleri.
Kimimiz kollarını açmış, mesleğinde atacağı adımlara sarılıyor. Kimimiz arkasına bakıp, geçmişiyle kucaklaşıyor.
Kimimiz için bir hatıra, kimimiz için bir umut, kimimiz için sadece şu an nefes alıyor olmak ısıtıyor içini.
Kimimiz birkaç saat film izleyerek, kimimiz birkaç sayfa kitap okuyarak, kimimiz birkaç şarkı dinleyerek, bedeniyle beraber ruhunun da sarmalandığını hissediyor.
Kimimiz gerçekten ısınıyor, kimimiz ise sadece küçük bir esinti duyuyor.
Ama hepimiz bir şeylere sarılma ihtiyacı hissediyoruz.
Ne kadar güçlü görünsek de, ne kadar kendi ayaklarımız üstünde durduğumuzu göstermeye çalışsak da, ne kadar güç bende artık diye haykırsak da, o çaresizliği yaşayacağız.
Ne kadar zayıf da olsa kollarımız, iş sarılmaya, tutunmaya gelince güçleniveriyoruz.
Tüm gücüyle ben güçlüyüm diyenler, güçlüyüm deyip de hiçbir şeye tutunamayanlar yeniliyorlar hayata. Güçlerindeki zayıflıkla yığılıveriyorlar bir gün.
Kimimiz yeni bir güneşin doğacak olmasıyla avunuyor, kimimiz o güneşin bir gün ters bir yönden doğacak olmasıyla huzur buluyor.
Kimimiz ayağını sağlam tahtaya basarak kendini garantiye aldığını düşünüyor, kimimiz o sağlam tahtanın da altında bulunan arzın sahibinin kudretine güvenerek güven buluyor.
Kimimiz esirgeyerek, kimimiz vererek hayata bağlanıyor.
Kimimiz elindekilere sarılıyor, kimimiz elinde aslında hiçbir şey olmadığı gerçeğine.
Kimimiz var görünen bir yokluğa doluyor kollarını, kimimiz henüz görünmeyen bir sonsuzluğa sarılıyor sımsıkı.
Güçlü görünmeye çalışarak kollarını nereye koyacağını bilemeyenler de bir şeylere sarılıyor, kolunu önünde birleştirip kıbleye dönen de.
Birileri yokluğa, birileri varlığa kucak açıyor.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Aile huzurunun şifresi |
|
Lem’alar’da (24. Lem’a) denilir ki: “Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur.
“Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır.”1
Demek bahtiyar erkek ve kadın dinine bağlı erkek ve kadındır.
Dine bağlılık denilince dinin emirlerine sımsıkı uymak hatıra gelir. Böyle bir erkek ve kadın için Allah ve Resûlünün (asm) emir ve tavsiyeleri yeter de artar bile.
Madem Allah ve Resûlü (asm) bizim mutluluğumuzu, dünyamızın da Cennete dönmesini istiyor, elbetteki bunun kural ve esaslarını koyacaklardır. Allah Resûlünün (asm) evlenilecek kadında aranacak özelliklerini birbir saydıktan sonra, “Sen dinine bağlı olanını seç, mutlu olursun”2 buyurmuyorlar mı? Dinine bağlı kadını araştıran, öncelikle tercih eden erkek de o ölçüde dinine bağlı demektir. Böyle insanların mutlu olmamaları için de hiçbir sebep yoktur.
Kur’ân, Rum Sûresinin 21. âyetinde, Rabbimizin hemcinsimizden kendilerine ısınacağımız eşler yarattığı, içimize muhabbet ve merhamet koyduğuna dikkat çekilmiştir.
Isınmanın en temel unsurlarıdır mubabbet ve merhamet. Muhabbet ve merhametle birbirlerine bağlı eşler mutluluğu yakalayan eşlerdir.
Herkesin hanesi küçük bir dünyasıdır. O hane ve aile hayatının hayat ve mutluluğu ise samîmî, ciddî ve fedâkârane hürmet, şefkat ve fedâkârâne merhamet ile olabilir.3
İşârâtü’l-İ’câz’da da insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin bulunmasına dikkat çekildikten sonra, her iki tarafın sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele edecekleri ve lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de birbirlerine yardımcı olacakları belirtilir.4
Evet, onlar yardımlaşarak hayatları için gerekli olan şeyleri karşılayacak, rahmetten doğan sevgi ile birbirlerinin zahmet ve sıkıntılarını hafifletecek, gam ve kederlerini ferah ve sevince dönüştüreceklerdir.
İnsanın her ânı, her hâli bir olmaz. Kâh üzüntülü, kâh sevinçli olur. Şartlar müsait olur veya olmaz, “İnsan gâh olur dağı kaldırır, gâh olur darıyı kaldıramaz” dememişler mi?
Şüphesiz İslâmî hassasiyetleri olan sevgi dolu bir dil ve şefkat dolu kalplerin problemleri olmaz, olsa da çözemeyecekleri kadar büyük olmaz.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 261. 2- İbni Mace, Nikâh: 6. 3- Şuâlar, s. 204. 4- İşârâtü’l-İ’caz, s. 196.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İnançsızların ekonomisi neden düzgün ve güçlü? |
|
İnsanoğlu, halife-i arzdır. Yani, Allah’ın yeryüzündeki hâlifesi. Halef, yerine geçip, bazı durumlarda onun adına hareket etmesi anlamındadır. Rabbimizin halifesi olmamız, Onun Esmasını tezahür ettirmesidir. Yani, insan Yaratma ve Samed hariç, Allah’ın tüm isim ve sıfatlarına ayna olmuş cami bir varlıktır. Kur’ân’da, “Emanet ona yüklenmiştir”1 şeklinde beyan edilen hakikat bu anlamı da ihtiva etmiş olmalı.
Allah’a ve sair iman esaslarına iman, aynı zamanda kâinattaki Esma’nın (isim ve sıfatlarının) yansımalarını, anlamayı, tefekkürü ve incelemeyi gerektirir. Ve herbir fen veya sosyal ilmin, bir isme, bir sıfata dayandığı görülür. Meselâ, ilim Âlim; tıp Şafii; matematik/geometri Mukaddir; sanat Cemil, Sani’; ekonomi Rezzak, Kerim, Vekil, Kefil, Muktesit, Hakim dayanması gibi. Dolayısıyla her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur. Dolayısıyla her mükemmelliğin, her ilmin, her fennin yüksek bir hakikati var. O hakikat bir İlâhî bir isme dayanır. İşte bunun gibi, ekonominin de esası, mâdeni, nûru/ışığı, rûhu imandır. Bu da mârifetullah/Allah’ın Esmasını (isim ve sıfatlarını) bilmek ve Ona tevekkülün tezahürüdür.
Sosyo-ekonomik gelişmenin ikinci önemli unsuru, “hikmet”tir. Atomaltı yüzlerce parçadan yüz milyarlarca yıldızı barındıran samanyolu topluluklarının yer aldığı galaksiler ve tüm kâinata Rabbimizin Hakim ismi de hakimdir. Hikmet, İslâmî literatürde “akıl, söz ve hareketteki uygunluk”; “ilim, adalet ve ahlâkın birleşmesinden doğan değerli sıfat” gibi anlamlara gelir.2 Bediüzzaman, “hikmet” kavramını, her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli takip etme; israfsızlıktan, anlamsızlıktan ve faydasızlıktan uzak durma; iktisatlı olma gibi anlamlarda kullanır.3 Bu genel yaklaşımından hareketle hikmeti; “Niyet, plan ve kararda tüm bilimsel verileri kullanarak optimaliteyi arama ve bulma” olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak; üretim, tüketim, dağıtım, iş organizasyonu, ferdî ve siyasal ilişkiler, dinî karar ve faaliyetlerde her türlü hevâ, heves, temayül ve kitabî olmayan gelenekten uzak durarak, objektif, tutarlı, aklî, bilimsel ve rasyonel hareket edebilme süreci olarak da değerlendirebiliriz.
Hikmet, aynı zamanda verimli bir üretimi ifade eder. Yani en az girdi ile en fazla hasıla/üretimi gerçekleştirmeyi öngörür. Dolayısıyla, rahatlıkla ekonominin itici gücünü, altyapısını, yakıtını “iman ve hikmet” teşkil eder, diyebiliriz.
Kitaplara (Kur’ân’a), Peygamberlere iman, teknolojinin en son sınırını çizen ve onların gösterdiği mu’cizelerden ilham alarak ilmi ve teknolojik çalışmalara meyleder. Keza, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar.
İnançsız da olsa bazı fert ve toplumların ekonomisinin düzgün gitmesi tuhafımıza gitmesin. Kim Rabbimizin Hakim ismine uyarak çalışırsa kazanır. Kâinat bir tarladır. Allah’ın koymuş olduğu ve Hakim isminin gerektirdiği tabiat kanunlarına uyan, Onun tekvinî şeriatına uyuyor demektir. Şeriata uyan kazanır!
Dipnotlar: 1. Kur’ân, Ahzâb, 72.; 2. Geniş bilgi için bkz. Elmalılı H. Yazır, 1979: II/913-929.; 3. Lem’alar 310.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Reis Bey, zıtlar birleşmez |
|
Rize’de bir temel atma merasiminde konuşan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, bilmem kaçıncı kere olmak üzere yine "şap ile şekeri karıştırma" cinsinden bazı sözler sarf etti.
Meselâ birbiriyle hiç imtizaç etmeyen "İslâmın aydınlık yüzü ile laikliği, Atatürkçülük ile dindarlığı" aynı paket içinde harmanlayarak öyle bir sunuş ile sundu ki, anlayabilene aşk olsun.
Zira, burada zorlamalı bir tevil var. Hatta, "zıtları birleştirme" gayreti var.
Oysa, zıtlar birleşmez. Şimdiye kadar olduğu gibi, kıyamete kadar da bu böyledir.
Eminiz ki, bu konuşma "zıtların imtizaçsızlığı"nı bilen hiç kimsenin ve hiçbir kesimin hoşuna gitmemiştir. Dahası, onları bir hayli rahatsız etmiştir.
Kendi adımıza açıkça ifade edelim ki, sayın Bardakoğlu'nun bu tarz beyanlarından şiddetle rahatsız oluyoruz. Büyük ihtimalle, daha başkaları da aynı derecede rahatsız olmuşlardır.
Daha geçen hafta Papa'ya karşı gösterdiği vakur ve izzetli duruşunu tebrik ve takdirle karşıladığımız sayın Bardakoğlu'nu, ne yazık ki, yukarıdaki söz ve yaklaşımlarından dolayı bu kez tenkit etmek durumundayız.
Bilemiyoruz, acaba kendisi mi durup dururken böyle zıtları birleştirme yolunda zorlamalı tevillere gidiyor, yoksa yakın danışmanları mı onu böyle ters istikametlere doğru yönlendiriyor?
Burada bir kez daha ifade edelim ki, bir diyanet işleri başkanından, din ve diyanet noktasında tartışma götüren, üstelik deşildikçe de çok su götüren bu tür konulara girmesini beklemiyoruz. Vatandaş ekseriyetinin de aynı durumda olduğu kanaatini taşıyoruz.
Tamam, resmî şahıslar tarafından, bu zıt mefhumları birbiriyle çatıştırmaya yönelik rijid sözler sarf edilmesin. Ama, lütfen hilâf–ı hakikat beyanlara da tenezzül edilmesin, böyle şeylere ihtiyaç duyulmasın.
Kimse çıkıp da, diyanet reisine "Laiklik ile İslâmı, Atatürkçülük ile dindarlığı niye birleştirmiyorsun, bunları niye kaynaştırmıyorsun?" diye soru sormaz, hele hesap hiç soramaz.
Ama, durduk yerde bu zıt mefhumları aynı pota içinde eritmeye, aynı paket içinde sunmaya çalışırsa, en başta kendimiz, bu yaptığının yanlış ve tutarsız olduğunu söylemek durumunda kalırız.
Yanlış anlaşılmasın, bu tavrımızı sadece diyanet reisine karşı ifade etmiyoruz; geçenlerde "Laiklik adam olmak demektir" diyen reisicumhura karşı da aynı duruşu gösterdik.
Şu kadarı var ki, bu tür din ile bağlantılı konulardaki bir yanlışın diyanet başkanından sâdır olması, bizi daha fazla üzmektedir.
Dolayısıyla, itirazımızla birlikte üzüntümüzü de ifade etmek durumundayız.
Günün Tarihi
İstiklâl Harbini kimler ne zaman başlattı?
4 Aralık 1918: Merkezi İstanbul'da bulunan Vilayâtı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kuruldu.
Cemiyetin kurucuları, bu tarihten sekiz–dokuz ay sonra yapılan Erzurum Kongresinin de üyesi oldular.
Raif Hoca ile Süleyman Nazif'in teşvikleriyle kurulan İstanbul merkezli bu vatanperver cemiyetin Doğu Anadolu'da da peşpeşe şubeleri kuruldu. "Hadisât" ile "Albayrak" isimli gazeteleri yayınladı.
Daha sonraları "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" ismini alan ve bir adım sonrasında da "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" çatısı altında birleşen bu cemiyetin Doğu Anadolu'daki şubeleri şunlardır: Erzurum, Elaziz, Diyarbekir, Sivas, Bayburt, (Doğu)Bayezid, Hasankale, İspir, Narman, Bitlis, Erzincan, Şebinkarahisar, Van, Hınıs, Tercan, Tortum ve Yusufeli.
Millî Mücadelenin isimsiz kahramanları
Pekçok kimse, "Kurtuluş Savaşı" dediğimiz Millî Mücadele hareketinin, M. Kemal ve 18 Osmanlı subayının 19 Mayıs 1919'da "Samsun'a ayak basması"yla başladığını zannediyor.
Oysa, bu zan yanlıştır ve bu yöndeki bilgiler eksiktir, dahası hatalıdır. Bir kısmı ise, kasten çarpıtmadır.
Zira, bir ismi de İstiklâl Harbi olan Anadolu ve Rumeli'deki "Harekât–ı Milliye", Mondros Mütarekesinden, yani 30 Ekim 1918'den hemen sonra başladı.
Özet olarak şunları söylemek mümkün: Mondros Antlaşmasının şartları hemen ertesi gün yürürlüğe girdi. Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevkide bulunan Alman Askerleri, ardından da Osmanlı askerleri silâhtan arındırıldı. Antlaşma maddeleri diğer birliklere de iletilerek silâhlarını getirip teslim etmeleri istendi. Bu emre, Birinci Kafkas Kolordusu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa uymadı ve gizliden gizliye tahkimata devam etti. İttihatçılar, son kongrelerini yaptıktan sonra kimi kaçtı, kimi gizlendi, kimi de yargılanmaya başladı. İstanbul şiddetle çalkalandı.
Bu esnada, yani Kasım ayının daha ilk günlerinde İtilâf (düşman) devletlerine ait müsellâh harp gemileri Ege Denizinden gelerek Çanakkale Boğazından giriş yaptı. Karşılarında direnecek, harp edecek bir düzenli ordu yoktu. Ordu, antlaşma gereği zaten dağıtılmıştı.
İşte, tam bu vasatta hiç umulmadık bir gelişme yaşandı. Tarihe "isimsiz kahramanlar" olarak geçen ve Millî Hareketin fiilî öncüsü durumunda olan bu mahaldeki "millî kuvvetler", son derece kısıtlı imkânlarla harekete geçerek işgalci düşman kuvvetleriyle çatışmaya girdiler.
Esasen, bilfiil "Millî Mücadele Hareketi" de bu tarihte ve bu mevkide başlamış oldu.
Şüphesiz, yine aynı günlerde Anadolu'nun birçok yöresinde de benzer direnişler vuku buldu ve bu "millî müdafaa" zinciri halka halka büyümeye, kuvvetlenmeye başladı.
Dolayısıyla, Mayıs 1919'a gelininceye kadar, Çanakkale gibi Kars, Maraş, Antep, Urfa yöresi, Adana, İzmir, Aydın, Antalya'nın sâhil kesimleri gibi yerlerde de, istilâcı kuvvetlere karşı direniş hareketleri sergilenmiş ve bu uğurda pekçok şehit verilmişti.
Diğer müdafaa cemiyetleri
Son olarak, Mayıs 1919'dan evvel teşkil edilmiş bulunan Millî Hareket'in öncü konumdaki diğer kuruluşlarını da kısaca tanıtmaya çalışalım.
1) 5 Kasım 1918: Kars İslâm Şûrası: Bu yörenin İngiliz işgaline peşkeş edilmesi üzerine, Karslılar, kendi millî idaresini teşkil etmiş oldu. Bilâhare Millî Mücadeleye katıldı.
2) 1 Aralık 1918: İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti. Nureddin Paşanın gayretleri ile bölgedeki birkaç cemiyetle daha birleşen bu cemiyet, İzmir'in işgali esnasında merkezini Denizli'ye nakletmek zorunda kaldı.
3) 2 Aralık 1918: Trakya–Paşaeli Heyet-i Osmaniyesi: Merkezi Edirne'de olan bu heyet, bilâhare Ankara'daki Heyet-i Temsiliyenin isteği ile ismini Trakya–Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şeklinde değiştirdi. "Yeni Edirne" ve "Ahali" isimli iki gazete neşretti.
4) Kasım 1918: İstihlâs–ı Vatan Cemiyeti: Manisa'da kurulan bu cemiyet, daha sonra İzmir'le birleşti.
5) Mayıs 1919: Redd-i İlhak Cemiyeti: İzmir'in işgali (15 Mayıs) esnasında önce Balıkesir'de kurulan bu cemiyet, hızla yaygınlaştırıldı ve bölge genelinde muhtelif şubeler halinde faaliyete geçirildi.
6) Mayıs 1919: Heyet-i Milliye ve Müdafaa–i Vatan Cemiyetleri: Nazilli'de kurulan ve bilâhare "Nazilli Kongresi"nde birleşen Aydın, Muğla, Denizli, Burdur, Isparta Antalya vilayetleri ile Akhisar, Söke, Milas kazalarının millî müdafaa cemiyet ve temsilcileri.
7) 12 Şubat 1919: Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti: Bu merkezî cemiyete bağlı olarak Rize, Gümüşhane, Giresun ve Ordu'da aynı maksatlı şubeleri açıldı. Cemiyet, Erzurum Kongresinden sonra "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"nin şubesi olurken, Sivas Kongresi'nden sonra da "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"ne dahil olmuştur.
8) 21 Aralık 1918: Kilikyalılar Cemiyeti: Bu cemiyet, İstanbul'daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve Tarsuslular tarafından kuruldu.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yağmurdaki rahmet |
|
Yağmur tanelerini düşüncelerimin başlangıcı yapıyorum bugün. Bu başlangıçla, yağmurla üzerimize yağan rahmet şuâlarını hatırlamaya başlıyorum. Meğer bizler ne kadar rahmete muhtaç mışız? Rahmet olmazsa topraklarımız kuruyacak, bahçelerimizde rengârenk çiçekler açmayacak, çeşit çeşit meyveler bize sunulmuş olmayacaktı. Rahmet-i Rahmanla var olduk bizler ve Rahmetle yaşayabiliyoruz bu geçici dünya hanında.
Rahmanın bize hediyesi olan yağmur taneleri toprağa merhamet ışınlarını verir ve geleceğin rahmet hazinelerinden bizlere haberler getirir adeta. Toprağa düşen su, ta semaya kadar uzanan silsilenin bir halkası olarak nazarlarımıza kendini sunmaktadır. Oralarda gezinen insanlar kendilerini bulabilmekte, yaratılışın hikmetleri arasında seyahat edebilme imkânına kavuşabilmektedirler.
Kalbime doluşan sıkıntı kırıntıları her zaman beni tefekkür dünyasından uzaklaştırmak istemişse de yağmur gibi rahmet cilveleri çoğu zaman beni eşyanın derunundaki sırlara ulaştırmaya çalışmaktadır. O zaman anlıyorum ki, ben düşündükçe, düşüncelere daldıkça kendimi buluyorum. Ben varlıkların güzellikleri arasında dolaştıkça, hayattaki çirkinliklerin esas olmadığını anlıyorum.
Bir yağmur tanesi, bir yeşil veya sarı yaprak, uçan bir kuş, vızıldayan bir sinek adeta birer muallim edasıyla bana seslenmekte, aklımı başıma getirebilmektedirler. Bu durum, gerçeklerin arayıcısı olan bir talebe gibi var olan her şeye bakmak, bir arı gibi bütün çiçeklerden nasiplenmek ihtiyacını dünyamda hasıl ediyor.
Her yerde Sahibimi aramak, her san'atta büyük San'atkârın izlerini bulmak, her damlada yer yüzüne serilen hayat sahiplerini görmek istiyorum. Kalbimin derinliklerine yerleşmek isteyen faniliklerin rağmına ebede aday olan haletlerin kalbimi mekân tutmasını arzu ediyorum. Bu sebeple rahmet damlalarına daha fazla dikkat etmeye çalışıyorum. Rahmanın rahmetinden yoksun olan hiçbir şeyin hayat şansına sahip olmadığını anlamaya çalışıyorum.
Arzularımın nihayetsiz olması haleti içinde çoğu zaman adeta boğuluyorum. Arzularımı elekten geçirip, çürümeye mahkûm olan tohumları dünyamdan uzaklaştırmak istiyorum. Böyle zamanlarda Rahmetin filizlendireceği tohumların kıymetini daha iyi anlamaya başlıyorum. Bu durum beni, kendimi bulmak, insanlığıma lâyık bir dünyada yaşamak, o dünyada bir kul olarak yaşamak, orada içimde yaşadığım dünyaların ötesinde yeni ülkelere hazırlanmak isteğine itiyor.
Kesif şeyler ruhumu boğmak, kalbime karalar çalmak istiyor. Oysa ben aydınlıklarla ancak yaşayabilirim. Ruhumun ancak nurlu âlemlerle doyabileceğini anlıyorum. O nurlu âlemlerin beni götürecek yüce alemlere hep yönelmek istiyorum. Kalbimde hep semavî aydınlıkların yer almasını, bu aydınlıkların dünyamı karartan duygulardan beni kurtarmasını istiyorum. Bu durumda yine rahmetin imdadıma yetiştiğini anlıyor ve görüyorum.
Bazen bir yerlerde saklanmak, beni her daim gören gözlerden uzaklaşmak isteğinin dünyamı ziyaret ettiğini hissediyorum. Ancak Rahmanın rahmetiyle biliyorum ki saklanamam, uzaklaşamam ve gizlenemem Yücelerin Sahibinden.
Hasılı, beni karanlıklara sürükleyen duyguların ağırlığından kurtulmak istiyorum. O duygularla hayatım gittikçe kararma temayülünü gösteriyor. Böylece anlıyorum ki, duygular savaşını yaşıyorum hayatımın her anında.
Beni en büyük olana çağıran seslerle duygularımın yaşantıma hakim olmasını istiyorum. Bunun için Rahmanın rahmetinden medet istiyorum. Gücüm, takatim tükenmişken yağmurun şıpıltılı sesi beni kendime getiriyor. Sonsuz bir güç ve kuvvetle canlandığımı hissetmeye başlıyorum.
Rahmet eserlerinin sesleri hayatımın mahvına çalışan düşman duyguları uzaklaştırıyor. Bu sebeple bana hayat veren Rahmanî duyguları seviyorum. O duyguların benden yana olduğunu, dünyaya çağıran duyguların düşman kuvvetler olduğunu anlıyorum. Nihayet bu dünyada ölü değil de diri olmanın çok zor olmadığını anlıyor gibi oluyorum…
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
AB’den “Tren gelir hoş gelir” |
|
AB treni tam yola çıkmışken, “kaza olmasın” dileğiyle şimdilerde “stop yapma eğiliminde.”
Bizim trenler eskiden geç gelirdi. Onun için “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez” türküleri söylenirdi. Devlet Demir Yolları modernize oldukça, elektronik çağa adım attıkça zamanlı kalkış ve varış düzeyine çıkıldı.
Ancak AB treninin 25 ülkeden yolcu toplayıp geldiği için bir hayli durağı var. Trene en son istasyonu yapan Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne bile uğramak zorundayız. “Son binen ilk iner” kuralınca, Rumlar geç bindikleri için bizim treni de geciktirmek istiyorlar.
Her tren istasyonunda kendimizi doğru tanıtıp oylarını almamız gereken ayrı bir ülke ve halk var. Avrupa’dan kalkan tren bir gün İstanbul’a, Ankara’ya varacak. Ancak kabul etmek gerekir ki yol uzun. Güzergâhlar çetrefilli ve trenin yolcuları hem kalkış, hem de varış menzilinde birbiriyle uyumsuz.
Global entegrasyonlar veya evrensel dayanışmalar her zaman ayırıcı ve farklılaştırıcı karakterlere sahiptir. Hiçbir zaman yüzde yüz mutabakat zemini değildir. Değişkenlik katsayısı, uluslar arası dinamiklerle paralel bir gidişat izler. Almanlar, Türkiye’ye doğru yol alan AB treninin teknik standartlarını tartışmaya açarken, Fransızlar trendeki hayat tarzını ve başka ülkelerin hasmane duygularını dikkate alır.
Avusturyalılar biraz “Haydar vari” bir iç ulusal dalganın etkisinde kalırken, Danimarkalılar “soğuk ve donuk bir demokrasi” psikolojisi ile ötekini anlamakta zorlanabilirler.
İngilizler siyasî tezgâhın son kumaşlarını piyasaya sürdükleri için daha akıllı ve küresel satranç bağlamında destekçi rolünde kalıyor. Finliler sıcak görüntü veriyor. İtalyanlar bize benzer; Akdeniz kültürüyle coşkulu bir sempati besliyorlar.
Hollandalılar kültürel ve iç politik dengelerin kıskacında ve orada yaşayan insanımızdan hareketle bazen tavırlı. Yunanistan biraz akıllanmış. Avrupa’nın “şımarık çocuğu” olmasına rağmen komşuluğa itinalı davranıyor. İspanyollar bizi anlamaya çalışıyor. Doğu-Batı yakınlaşmasında ilk adımları belirliyor. Medeniyetlerin buluşma köprüsünde beraberiz.
Türkiye’ye gelince; “ulusal cephe” hızını arttırmaya çalışıyor. Tepkinin psikolojisini ve Avrupa’nın yanlışlarını kamuoyunun gündeminde tutma stratejisini iyi işliyor.
AB taraftarları, başta hükümet olmak üzere ürkek duruyor. AB’yi ilke ve yaklaşım boyutunda “Değerler Avrupa’sı” olarak görmek yerine günlük sarsıntılardan etkilenme sürecine giriyor. İçerdeki kesif havanın dağılması için, daha çok ödevini yapan bir Türkiye’ye ihtiyaç var.
AB Komisyonunun 8 maddede müzakereyi durdurma tavsiye kararına gelince; önümüzde 15 gün var. Gerek bakanlar, gerekse liderler nezdinde nihaî kararın tartışma zemini devam ediyor.
Fırsatlar ülkesi olduğumuzu unutmadan muhtemel yol halinden korkmadan, problemi çözme ve sabırla direnme seçenekleri üzerinde durmalıyız. İki ayrı kıt'anın, kültürün, medeniyetin ve dinin birbirini anlama ve topluluk kurma projesi elbetteki bir inşaat şantiyesinden farklıdır.
Çok şey öğrendiğimiz ve öğrettiğimiz kesin. Yola devam. Trenim yolda ve bir gün bana gelecek.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Buluşma camide olmuştur |
|
Son zamanlarda yaşanan olaylar özellikle medeniyetler ve milletlerin birbirleri ile ilişkilerini yeniden değerlendirme ihtiyacını doğurdu. Ülkemizi ziyaret eden Papa’nın kimliğinde ve temsil ettiği konumda, özellikle dinler ve onların etrafında şekillenmiş medeniyetlerin nasıl bir bağlantı ve ilişki içinde olacakları daha ön planda gündeme geldi.
Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) insanlığa savaşlardan başka bir şey sunmadığı sığ yaklaşımının en güzel cevabı Papa’nın Sultanahmet Camiinde ettiği duâ ve Kâbe’ye yöneliş oldu. Bu bir anlamda bizzat Hazreti Muhammed’den (a.s.m.) özür dilemek ve onun (a.s.m.), varlığı nur-u Muhammedî ile kuşatan âlemlere rahmet olan mânâsına sığınma anlamına geliyordu. Rabbine, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) insanlığa sunduğu en anlamlı barış mekânları olan ve kâinat mescidinin barış boyutunda temsil edildiği bir alanda, camide yöneliş bir tövbe ve bir mahcubiyet anlamına gelmelidir.
O zatın (a.s.m.) sonsuz sevgisi ve engin hoşgörüsü ile asrını saadete dönüştüren yaklaşımı, zaman ve mekân ötesinde de gerçekleşmiş ve temsil ettiği makama uygun olmayan edep dışı sözlerine rağmen Papa, barış ve güvenin en üst düzeyde hissedildiği mekâna kabul edilmiştir. Muhtemelen orada Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) insanlığa neler sunduğunu çok daha yakından hissetmiştir. Nur-u Mumammedi’nin (a.s.m.) sıcaklığı ve muhabbetinin atmosferinin farklılığını yaşayan bir fıtrat onun oluşturacağı duygulardan kurtulamayacaktır. Bu mânâ boyutuna yansıyan şekli ile yani ruhanî alanda, ruhanî liderin Hazret-i Muhammed’in ruhaniyetini ziyaret ve o huzurda mahcubiyetini dile getiriş ve o zatın büyüklüğünü kabul ediş olmalıdır. O büyüklük ve kucaklayıcı dergâh, herşeye rağmen Papa’yı kabul etmiş ve kucaklamıştır. Muhtemelen o Âlemlere Rahmet olan zatın (a.s.m.) üzerindeki Hazret-i İsa’nın (a.s) hatırının ve bu iki zatın buluşmasına yönelik kader hükmünün de bu kabulde etkisi olmuştur.
Ferdin, hayat serüveni sırasında tanımlamaya çalıştığı benlik, sosyal düzene topluluk kimliği şeklinde yansıyor. Irklar, kültürler, coğrafî farklılıklar birer sosyal benlik alanları şeklinde önümüze çıkıyor.
Farklılaşma, yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlılarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar. Mülk boyutunda; kâinatın yaratılışı, gezegenler ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır.
Dünya coğrafyasını oluşturan faklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.
Farklılaşma aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısını güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller yatıyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmez, sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.
Dünya açısından düşünüldüğünde de artık bütünlük ve organize olma zamanının geldiği hissedilmektedir. Aslında yeryüzünde yaşayan her ferdin aradığı huzur, mutluluk, barış ve refah içinde bir dünya. Bu Amerika’da, Afrika’da, Asya’da dünyanın her yerinde yaşayan fertlerin ortak arayışı. İnsanlık tarihi “Sadece ben mutlu ve huzur içinde olayım” anlayışının beklenen sonuçları doğurmadığını, bir ferdin mutluluğunun dünya genelindeki mutlulukla çok ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya genelini nazara almayan yaklaşımlar çözüm getiremeyecek, menfaat çatışmalarını ve savaşları engelleyemeyecektir.
Dünya genelini nazara almadan sadece kendi refahınızı düşünmenin çözüm olmadığını yaşanan olaylar açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sistem ve dünya düzeni bir bütün olarak ele alınmadığında ve bütünü nazara alan çözümler geliştirilmediğinde sıkıntılar tamamen ortadan kalkmıyor. Sistemin ve düzenin bütünlüğü içinde bir kısmın problemleri diğer kısmı da etkiliyor. Yaratılış gereği var olan bütün unsurlarda bir bedenleşme eğilimi ve beden olma istidadı hep gözleniyor. Bu da var olan her şeye kendi alanını tanımlamakla birlikte bir vücudun azası olma özelliğini yüklüyor. Şu dönemde yaşanan sıkıntıların temel kaynağında ise her azanın kendini bütünden ve vücuttan bağımsız şekilde tanımlama gayretleri olmalı.
Fert olarak ya da millet olarak mutluluğu gerçekten istiyorsanız dünya genelinin mutluluğunu hedeflemelisiniz. Benliğinizi ve ırk anlayışınızı bir yana bırakıp insanlık tanımı ile yeryüzünün bütünü ile ortak bir kimlik oluşturmalısınız. Bunun zemini kulluk olmalı. Daha da ötesi kâinatın geneli ile yaratılmışlar yani mahlûkat anlamında ortak bir tanım ile bütünlüğü hissetmeli, içinde bulunduğunuz bütün tanım alanlarının her birinin bütünden parçalar olduğunu benliğinizi ve etnik kimliğinizi bu bütünlükten bağımsız olarak tanımladığınızda hem kendinize hem de bütüne zarar vereceğinizi unutmamalısınız.
Fıtrat tevhid üzerinde şekillenmekte ve tevhidi hedeflemektedir. İnsanlık dinler ve medeniyetler de bu fıtrat üzerinde şekillenecek ve tevhid gerçekleşecektir. Kader hükmünü icra etmiş ve birlik camide gerçekleşmiştir. Sembolik bir ziyaretin işaret ettiği mânâ çok önemlidir ve her zerrenin planının yapıldığı bu kâinat kitabındaki tablo muhakkak ileriye dönük anlamlar barındırıyor olmalıdır.
Kâinat kitabında tevhidin mekânı ve zemininin işareti ortaya çıkmıştır. Bu işaret tevhidin zemininin bütün dinleri ihtiva eden İslâm mânâsında olduğunu ve birleşilecek alanın nur-u Muhammedi tarzında tüm insanlığı kuşatan sevgi olduğunu ortaya koymuştur.
Evet buluşma camide olmuştur. Yeryüzü mescidinde de aynı mânâda buluşmanın bir işareti ve müjdesi olmuştur. Bu işaretin şükrünü eda etmek devamına bir dua olması yönüyle her Müslümanın ve bütün inananların üzerindeki bir sorumluluk olmalıdır. Bu şükür devamına gayreti de beraberinde getirecektir.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Çatısız evler, taş yürekler |
|
Başımızın üstünde çatımız var bizim. Her ne şekilde olursa olsun. İster
boğazda bir köşk, ister lüks bir daire, isterse bir gecekondu, sığınabileceğimiz dört duvarımız var. Soğukta altına gireceğimiz sıcacık yorganımız, kızarmış ellerimizi ısıtacak sobamız, dumanı tüten çayımız var.
Ya onların…
Onların ellerinde ise büyük market sepetleri. Hayır, sizin sandığınız gibi içini olmadık abur cuburlarla doldurmak için değil, yaşamak için. Kaplumbağa misali evlerini sırtlarında taşıyorlar adeta. Göz ucuyla bakabildiğim bir sepetin içinde neler vardı dersiniz? Deterjanlar, nerede kullandıklarını anlayamadığım şampuan, battaniye, eski püskü ve yırtık birkaç giysi.
Evsizlerin evi sokaklar…
Söyleyin, kaç kişinin duâsında havaların güzel olması hayatî önem taşır? Gökyüzünü kendine çatı yapmış bu yeryüzü gezginleri, aç insanlar, yolda yürüyenlerin ellerindeki yiyecek paketlerini istiyorlar. Hem de öyle ezile büzüle değil. Sanki vermek zorundaymışız gibi. Para istiyorlar. Ama öyle ülkemin dilencileri gibi “Allah aşkına, Peygamber hatırına” değil. Son derece keskin bir ifadeyle, “Bozukluk ver bana!” Sanki onun parasıymış da sen yanında yanlışlıkla taşıyormuşsun gibi. Bir de bazıları üzerlerine şöyle bir pankart asıyor; “I will not lie; I will drink” (Yalan söylemeyeceğim, içeceğim). Son derece umarsız. Böyle bir durumda “acımak” duygusu kendine çıkacak yer bulamıyor, “Maşallah bu ne rahatlık” diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Sebebini sonradan öğreniyorum, meğerse bunların çoğu öyle kimsesiz ve yoksul büyümemişler. Aynen sizin bizim gibi yaşayıp sonradan sokağa düştükleri için böyle farklı bir tarzları var. İçlerinde çok iyi iş sahibi olan, oldukça zengin fakat iflâs ettikten sonra banka kredileri yüzünden her şeyi alınan insanlar var. Amerikan kanunlarına göre, isteseler de bir ev kiralamaları, araba almaları ya da bir iş sahibi olmaları mümkün değil. Önce devlete olan borçlarını ödemeleri gerekiyor. Eğer ki sahip çıkacak kimseleri yoksa, sokakları mesken tutuyorlar. Bizler de, yani evlerde, bir çatı altında oturma bahtiyarlığına ermiş olanlar (tuzu kuru insanlar) da, suçlu oluyoruz onların gözünde.
Aslına bakarsanız çok da masum sayılmayız.
Dünyada 824 milyon aç insan ve 630 milyon evsiz yaşıyor. Sizin de gördüğünüz gibi, hiç de öyle azımsanacak bir rakam değil. Kimse bu zor durumda olan insanlar için kılını bile kıpırdatmıyor. Ya da kıpırdatan ancak kendi çevresindeki üç beş kişinin hayatını kurtarabiliyor. Lüzumsuz her konuyu dünyanın esas meselesi haline getirenler, bu ciddî konuya birazcık önem verebilselerdi sorun çoktan çözümlenmişti.
Vurdumduymaz olduk, yazıklar olsun bize. Gerçekten ihtiyaç sahiplerine film seyreder gibi bakıyoruz artık. Hani şöyle uzaktan uzaktan, “Bana bulaşmasın” der gibisince…
Bir Allah’ın kulu da çıkıp demiyor ki, “Bu bir insanlık sorunudur, dünya çapında bir kampanya başlatalım, el ele verelim”. Yok. varsa yoksa “İrtica hortladı”, “Laiklik elden gidiyor”. Bırakın kavramların kaybolmasını da insanlık yok oluyor göz göre göre.
- Efendim! Duyamadım, ben çayımı içiyorum, ne diyo bu?
- Hiiiiiç! Sen bak keyfine.
- Ne diyo ne diyooo?
- Bugünün yarını da var diyo, konuşuyo işte.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Muhabbet kervanı |
|
Geçtiğimiz günlerde Denizli ve Gaziantep temsilciliklerimiz, muhtevaları farklı, gayeleri aynı iki güzel ve mânâlı buluşmaya ev sahipliği yaptılar. Denizli’de önceki hafta sonu tertiplenen ve başta Peygamberimiz (a.s.m.) olmak üzere, Bediüzzaman Said Nursî ve Nur hizmetinin ilk halkasını oluşturan, ‘manevî şehid’ hükmündeki talebelerinden Hasan Feyzi Yüreğil ve Hafız Ali ile ahirete irtihal etmiş bulunan tüm ehl-i imanın ruhlarına ithaf edilen mevlid, muhteşem bir atmosferde gerçekleşti.
Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın da katıldığı mevlide, hayatlarını iman hakikatlerine hizmetle geçirmiş Mehmet Fırıncı ile Mehmet Emin Birinci’nin de iştirakleri kışta bahar yaşattı. Türkiye’nin birçok yerinden gelerek mevlide katılan yüzlerce kişi mevlidin manevî havası yanında, özlenen tablolara şahitlik etmenin de sevincini tattılar.
Bir diğer anlamlı faaliyet de Gaziantep’te gerçekleşti. Gazetemiz Gaziantep Temsilciliğinin düzenlemiş olduğu “Bediüzzaman’ın Sevgi Dünyası” konulu program büyük ilgi gördü. Kâinatın özü ve mayasını teşkil eden sevgi ve muhabbetin tüm yönleriyle ele alındığı programda katılımcılar, toplum yapısını temelden sarsacak kadar ürkütücü bir gelişme gösteren ve sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkan şiddete, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe Risâle-i Nur eksenli çareler sundular.
Sosyal Grup, bu muhabbet iklimini, Said Nursî Hazretlerinin vefat tarihini içine alan Mart ayının son haftasına rastlayan günlerde tertiplenecek Bediüzzaman Haftasına taşımayı hedefliyor. “Sevgi ve muhabbet” ana teması etrafında şekillenecek faaliyetlerin,—geçen sene olduğu gibi—sevgi, rahmet ve barış peygamberi olan Hz. Muhammed’in dünyaya teşrifleri vesilesiyle düzenlenen Kutlu Doğum Haftasını da kapsayacak şekilde tertip edilmesi düşünülüyor. Programların detayları ve alt başlıkları ilerleyen günlerde netleşecek ve gazetemiz aracılığıyla da sizlere duyurulacak.
***
Maalesef zam
Farkındasınızdır, gazetemiz 1 Aralık’tan beri size 50 kuruştan ulaşıyor. Zam tatsız bir haber, ama maliyetlerdeki artış, piyasalarda yaşanan daralma ve diğer ticarî faaliyetlerimizde düşen kâr marjları bizi böyle bir karar almaya mecbur etti. Hatırlayacak olursak, bundan önceki zam yaklaşık iki yıl önce 17 Ocak 2005 tarihinde yapılmıştı. O tarihte fiyatımız 35 kuruş iken 40 kuruş olmuştu. Aradan geçen zaman içerisinde gazete kâğıdı, boya, film, kalıp ve nakliye girdileri yüzde 44 oranında arttı. Buna, personel giderlerindeki belli oranlardaki artış ve satışlarda yaşanan duraklama da eklenince, uzun zamandır ertelediğimiz zam kaçınılmaz hale geldi. Siz fedakâr okuyucularımızın hoşgörü ve anlayışına sığınıyor, birlikteliğimizin devamını diliyoruz.
***
Küçük Sözler piyasada, Uhuvvet sırada
Yeni Asya Prodüksiyon’un sesli cd ve kaset çalışmaları devam ediyor. Daha önce, hazırlandığını duyurduğumuz Küçük Sözler seslendirildi ve satışa arz edildi. Küçük Sözler’i de öncekiler gibi M. Ali Erdem Özkan seslendirdi.
Küçük Sözler; iki cd ve iki kaset olarak hazırlandı.
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta iken bizzat kendisinin neşrettirdiği Küçük Sözler, Risâle-i Nur Külliyatından Sözler isimli eserin ilk 9 Söz’ü, 21. Söz’ün 1. Makam’ı, 14. Söz’ün Hatimesi ve İşârâtü’l-İ’câz’dan ibadetle ilgili bir bölümü ihtiva ediyor.
Bu çalışmayı bir başka küçük Risâle izleyecek, baskı aşamasında bulunan Uhuvvet Risâlesi de önümüzdeki günlerde piyasaya sunulacak.
***
Kampanya ilgi gördü
Kupon neşrine 1 Aralık’ta başladığımız, “Medenî Davranışlar Ve Sosyal Yaşantı-Görgü Kuralları” adlı eserin hediye edileceği kampanyamız ilgi gördü.
Reklâmları süren kampanyamızdan geç haberdar olanlar için de fırsat kaçmadı. Kampanya bitiminde yayınlanacak yedek kuponlarla eksiklerini tamamlayanlar bu orijinal esere sahip olabilecekler.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Ağar izlenimleri |
|
Meydanın tam ortasında, “Horoz öttü, ampul söndü” yazıyor.
Onun tam karşısındaki büyük boy pankart da “Çağ atlamışız, atma Recep din kardeşiyiz” yazısı yer alıyor.
“Ananı da al git diyenlere inat, anamızı da babamızı da alıp sana geldik sayın Ağar” yazısı göze çarpıyor.
DYP mitinginin yapıldığı meydanın tam ortasında Denizli’nin simgesi horoz yer alıyor. Ancak Denizli’nin bir başka simgesi daha var. Mitingin yapıldığı meydan. Yani “Demokrasi Meydanı.”
Meydana gelirken geçtiğimiz yollarda bir canlılık var. Denizli fıkır fıkır. Havasını bulmuş, işler son dönemlerin favori deyimiyle, “dondurmam gaymak”
DYP mitinginin yapıldığı meydana ulaşmak için şehir içinde tur atarken, ünlü Denizli Stadyumunun önünden geçiyoruz. Geçen yıl Fenerbahçe’nin şampiyonluğu gömdüğü yer.
Derin bir iç çektikten sonra, o maçtan sonra yaşadığımız travmayı paylaşıyoruz. “Bir ay kendime gelemedim” diyenler çoğunlukta. Ancak hiçbir şey Denizli’ye olan sevgimizi azaltamıyor.
Demokrasi Meydanı adına yakışır büyüklükte.
Meydan dolmuş. Partililerin yüzü gülüyor. Abartılı rakamlar telâffuz edenler var. Bunlar tebessümle karşılanıyor. Buna gerek yok. Kıpır kıpır bir meydan. Köylüsü, şehirlisi gelmiş. Ancak daha çok kırsal ağırlıklı. Şehir merkezi pek yok.
Mehmet Ağar da Süvari’nin üzerine çıkıp meydanı gördüğünde seviniyor. Her halinden belli. Ağar’ın meydanı coşturmasına gerek kalmıyor, tersine meydanın doluluğu, ilgisi, lideri ateşliyor.
Ve Ağar başlıyor konuşmaya. Denizli’nin sorunlarından girip cumhurbaşkanlığı seçimine kadar hemen hemen her konuya değiniyor.
Sürekli olarak vurgu yaptığı bir nokta var. Sorunlar demokrasi içinde kalınarak çözülecek. Aynen DP’nin, AP’nin yaptığı gibi.
Sonra Türkiye’nin batısında, doğusunun sorununa değiniyor.
“Dağda silâhla gezeceklerine, düz ovada siyaset yapsınlar” diye yaptığı açılımı bir anlamda izah etti, bir ölçüde de ona yeni halkalar ilâve etti.
Batman’da söylenen ile Ankara’da söylenenin farklı olduğu devirlerin kapandığını anlattı. Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da Kürt realitesine değinip, Ankara’da milliyetçi mesajlar vermesinin samîmî olmadığına göndermede bulundu.
Sonra, “Benim çabam Denizli’nin 111 olan şehit sayısının 112 olmamasını sağlamaktır” dedi.
“Bu topraklarda doğan, büyüyen hiçbir çocuğu dağa çıkartmayacağım” diye sözlerini pekiştirdi.
Ağar’ın PKK’ya genel af gibi anlaşılan önerisi aslında daha geniş kapsamlı bir projeyi ilgilendiriyor. Buna değineceğim, ama ondan önce bu ayakları yere bastırmamız gerekiyor.
Ağar, Mardin’de “Dağda silâhlı gezeceklerine, düz ovada siyaset yapsınlar” önerisi getirmişti.
Sonra buna, “Yozgat’ın kaderi ile Musul’unki aynı olacak” halkasını ekledi.
Denizli meydanında da, “Denizli’nin tekstili, havlusu, nevresimi nasıl Honaz’da, Denizli’de satılıyorsa, Kerkük’te, Musul’da, Süleymaniye’de de satılacak” dedi. Bundan neyi hedeflediğini ise mitingden sonra yaptığımız sohbet sırasında öğrendik.
Bir meslektaşımız, “Denizli’nin tekstili Süleymaniye’de gümrüklü mü, gümrüksüz mü satılacak?” diye sordu. Ağar tebessüm ederek, “İşi çözmüşsün. İnsan kendi insanından para alır mı?” dedi. Daha fazla bir söz söylemedi. Sanıyorum bunun açılımlarını zamanla yapacak.
Tüm bunlar bir fikir silsilesinin gereği.
Mehmet Ağar, dıştan içe değil, içten dışa açılan stratejik bir liderliğe oynuyor. Hem kendisi, hem Türkiye açısından.
Büyük Değişim Partisini kurduğu dönemlerde Aydın Menderes de benzer düşünceleri savunuyordu.
Ancak bu kez DYP gibi güçlü bir siyasî yapıyı arkasına alarak bu görüşleri seslendiriyor Mehmet Ağar.
Aynen Osmanlı’da olduğu gibi Kahire’nin, Bağdat’ın, Medine’nin, Kırım’ın, Galiçya’nın, Bande Ace’nin sorunlarının İstanbul’dan çözüldüğü, bir strateji...
O da Kerkük’ün, Musul’un, Süleymaniye’nin sorunlarının Ankara’dan çözülmesini öneriyor. Bunun bir adım ötesi, Kuzey Irak’ın Türkiye’ye bağlanması ya da nüfuz bölgesine alınması olur mu, bekleyip göreceğiz.
Ağar böyle bir misyonu üstlenebilmek için Türkiye’nin dağlarındaki terörü bitirmek gerektiğini söylüyor. Türkiye’nin üstleneceği misyonun anahtarını Kandil’de terörün bitmesinden arıyor.
Çok yerinde bir tesbit.
“Sen git önce kendi sorununu çöz derler adama” demesi de bundan dolayı.
Sadece bunlar yoktu elbette ki.
Ağar, Başbakan Erdoğan’ın eşinin başının açılması şartıyla Cumhurbaşkanı olabileceği yönündeki önerilere tepki gösterdi.
“Onu hanımefendiye sormak lâzım” dedi.
MGK eski genel sekreteri Tuncer Kılınç’ın önerisini, “ahlâksız teklif” olarak nitelendirdi.
Ayrıca Zeyno Baran’ın Türkiye’nin gündemine taşıdığı darbe konusuna ise, “Konuşulması bile yanlış” diyerek tepki gösterdi, karşı çıkacaklarını söyledi.
Bunlar demokrat yaklaşımlardı.
Yeni siyaset üretmeye, sivil çözüm önerileri getirmeye başladıktan sonra Mehmet Ağar, heyecan uyandırmaya, ilgi çekmeye başlamış. Geziyi Ankara ve İstanbul’dan 28 köşe yazarı, sadece Ankara’dan 10 muhabir, bir de bölge büroları takip etti.
Ağar’ın savunduklarını daha net, daha anlaşılır cümlelerle izah etmeye ve miting meydanında tekdüze değil, bir öğretmen gibi konuları anlatan, bir hatip gibi meydanın nabzını tutan ve halkla diyaloğa giren bir tarza ihtiyacı var. Sadece söylemini değil, söyleme tarzını da geliştirmesi, onu daha başarılı kılacak.
Ankara Temsilcimiz Mehmet Kara ile mitingi izlerken, gözümüz DYP’nin en sıkıntılı dönemlerinde başına geçen Yıldırım Avcı’ya ilişti.
Denizli Demokrasi meydanı o zamanlar, yasaklara karşı demokrasinin güvencesi olmuştu. O meydandan yasaklı Demirel çıkıp cumhurbaşkanı, itilen kakılan DYP ise iktidar oldu.
Ağar da aynı çıkışı, yine aynı meydanlardan arıyordu.
“Yiğit düştüğü yerden kalkar.”
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Siyasette Ağar rüzgârı |
|
Siyasette
Ağar rüzgârı
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın son günlerdeki çıkışları dikkat çekiyor.
Son seçimlerde az bir farkla da olsa baraj altına düşen DYP’nin artık baraj altında kalacağı konusu konuşulmuyor. İktidar ortağı olacağı yönünde tartışmalar yapılıyor.
Ramazan ayı içerisinde Mardin ve Diyarbakır’da yaptığı “Dağda silâhla gezeceklerine, düz ovada siyaset yapsınlar” sözleri gözlerin Mehmet Ağar’a çevrilmesine sebep oldu. Bütün bunlardan sonra Ağar’ın “Benim dönemimde asker konuşmaz” sözü bazı kesimleri kızdırdı. Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın bu sözlere cevap verirken “o zat” demesi tartışmaları alevlendirdi. Bu sözlerden sonra Ağar, “Askerin işi terörle mücadeledir. Onun diliyle siyasetin dili aynı olmaz. Kodu mu oturtan paşa cephede olur. Halk öyle kahramanı cephede dinler” sözü gündeme oturdu.
Kimse kendisinden böyle bir çıkış beklemiyordu. Bu çıkışların arkasında “başka şeyler” arayanlar, değişik yorumlara giriştiler. Komplo teorisyenleri, bu ilginç açılımları farklı boyutlara çekip, koalisyona, hatta bu açılımın “ABD planı” olduğunu ortaya bile attılar.
Ancak kimse bu çıkışlarının ardındaki en önemli nedeninin “terörle mücadele tecrübesi” olduğunu düşünmedi, ya düşünmek istemedi. Bu bölgedeki terörün nasıl bitirileceğini bilenlerin en başında yer aldığı göz ardı edildi.
Ağar’ın son günlerde söylediği sözlerde bu tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Şimdi siyasette adeta bir Ağar rüzgârı esiyor. Sağduyulu sözleri takdir topluyor. Darbelerin konuşulduğu bir ortamda, “Siyasetçi asker gibi konuşuyorsa, orada siyaset biter” sözü demokrasi manifestosu olarak değerlendiriliyor.
* * *
Haftasonu bazı gazetelerin Ankara Temsilcileri ile birlikte DYP’nin “iktidara yürüyüş” mitingini izlemek üzere Denizli’deydik. Mitingi izlemeye İstanbul’dan da yazar düzeyinde katılımlar olmuştu. Bu da DYP’nin Denizli mitingini çok önemsediğini gösteriyordu. Beklediği gibi bir kalabalığı karşısında gören Ağar “Allah binlerce kere razı olsun” diyerek bu memnuniyetini dile getirdi.
Mitingde, “düz ovada siyaset” çıkışının arkasında dururken, siyasetçilerin kendisini anlayamadığını, halkın ise çok iyi anladığını seyledi. Ağar’ın “Hayatında karga kanadı yolmamış adamlar beni anlayamaz” demesi hayli ilginç bulunuyordu. “Bu topraklarda doğup büyüyen hiçbir çocuğu, eline silâh alıp dağlara çıkartmayacağım” diyen Ağar’ı büyük kalabalık coşkuyla alkışlıyordu. Ağar 45 dakika süren konuşmasında iktidarı tarım politikaları ve AB konularında eleştirirken, “Denizli’de 111 şehit var. Mehmet Ağar, 112. olmasın diye uğraşıyor” sözü mitingin ana gündemini oluşturdu.
Miting bittikten sonra seçim otobüsü ile kaldığımız otele geri dönerken, Ağar’ın telefonları susmuyordu. Yol boyunca hem halkı selâmlıyor, hem de “tebrikleri” kabul ediyordu. AP ve DYP’nin ağır toplarından İsmet Sezgin telefonda, “1980’den sonra Denizli’de en büyük mitingdi” demesi Ağar’ı hayli neşelendiriyordu.
Yemekte biraraya geldiğimizde DYP lideri “45 dakikalık miting konuşması 4,5 kilometre koşmaya benziyor” diyerek sözlerine başlıyor ve gelen sorularımızı cevaplandırıyordu.
Türkiye’nin bazı kararlar almak zorunda olduğunu söylerken, bu kararlardan birinin AB sürecinin nasıl şekilleneceği konusu olduğunu söylüyordu. Ağar, hükümetin AB sürecinin nasıl açılacağını millete izah etmesi gerektiğini vurguluyordu. AB sürecine ilişkin olarak “bak bu fırsat fırsat” deyip AB karşıtlığının iyice geliştirmenin Türkiye’nin demokratikleşme iklimine zarar vereceğinin altını çiziyordu.
“Hükümette 4 yıl geçti, kondisyon da bitti” diyerek hükümetin şu anda Avrupa Birliği konusunda yapacağı bir şey kalmadığını vurgularken, bunu aşmanın yolunu da şöyle açıklıyordu DYP Lideri: “Türkiye’nin hemen baharın başında yeni genel seçime gitmelidir. Türkiye hem AB, hem de makro ekonomi meselelerini çözmeye kararlı dinamik, arkasında güçlü bir millet iradesi olan bir hükümeti oluşturacaktır. Türkiye’nin böyle bir çıkışa, ‘takatlı yeni bir hükümete’ ihtiyacı vardır. Bu Türkiye’ye yapılabilecek doğru bir iştir. Demokrasilerde seçim doğru bir iştir. Seçimden kaçmanın hiçbir mantıkî tarafı yoktur. Çünkü iş tıkandı, zorlaştı. Yeni bir takım açılımlar, hareket ve kararlılık gerekiyor.”
Son günlerde medyada sıkça yer bulan eşi başörtülü olan birisinin Çankaya’ya çıkması konusundaki tartışmaları da değerlendiren Ağar, “O sorunun muhatabı hanımefendinin kendisidir. O kişinin şahsî özgürlük alanıdır. Eski MGK genel sekreterinin ‘Çankaya’ya çıkacaksa eşinin başını açsın’ demesi de doğru bir şey değildir. O hanımefendinin kendi şahsî özgürlük alanı ile ilgili kararı verecek olan kendisidir. O teklif de, o cevap da uygun değildir. İkisi de demokratik havayı teneffüs ettirmiyor” diyerek bu konudaki net tavrını ortaya koydu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz olmaması için gayret sarf edeceklerini de dile getirdi.
Ağar yaklaşık 2 saat süren toplantıda ekonomiden, seçimlere, AB’den, Fenerbahçe-Galatasaray derbisine, Güneydoğu sorunundan, dış politika konularına kadar soruları cevaplandırdı. Bu sütunlara ancak bu kadarını alabildik. “İktidar yürüyüşünü” Denizli’den başlatan Ağar, büyük moralle başka programlar için Afyon’a doğru hareket etti…
Görünen o ki, DYP lideri, kimi çevrelerin ezberini bozdu, daha da bozacağa benziyor. Ağar yaptığı bu sağduyulu yaklaşımları ile doğru yolda yürüdüğünü gösteriyor. Önümüzdeki günlerde Ağar bu çıkışlarına devam edeceğe benziyor, etmeli de…
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Buna ‘inanca saygı’ denir |
|
Kanunsuz başörtüsü yasağının Türkiye’yi ne hallere düşürdüğünü hep beraber görüyoruz. Yasağı savunanlar, cumhurbaşkanı seçimini konusunu bile götürüp ‘kamusal alanda başörtüsü yasağı’na dayandırıyorlar.
Neresi olduğu tartışmalı ‘kamusal alan,’ kanunsuz yasağı uygulamak isteyenlerin ortaya attığı bir ‘gölge’ aslında. Aynı çevreler, başörtüsüne ısrarla ‘türban,’ inanç özgürlüğüne engel olmanın adına da ‘laiklik’ diyorlar. Tabiî ki isimlerin ve resimlerin değişmesiyle hakikat değişmez. Başörtüsüne ‘türban’ demekle, inanç özgürlüğüne engel olmayı da ‘laiklik’ ile açıklamak millet nezdinde kabul edilen gerçekleri değiştirmez. Millet şunu görüyor: Hür dünyada uygulanan ‘laiklik’ ile, Türkiye’de uygulanan ‘laiklik’ arasında yer ile gök kadar fark var.
Başörtüsü ile ilgili tartışma çoktan Türkiye sınırlarını aşmış durumda. Benzer tartışmalar Avrupa’da da, Amerika’da da yaşanıyor. Ancak çok önemli bir farkla: Türkiye dışındaki tartışmalar, başörtüsünü yasaklamak olarak değil de, onu özgür, hür ve serbest bırakmakla neticeleniyor. Öyle ki, Türkiye’nin ‘kanunsuz yasağı ihraç etme’ gayretleri, itibar görmüyor.
Başörtüsü son günlerde Belçika’nın da gündemine gelmiş. Brüksel’de belediye meclisine seçilen başörtülü iki Türk kadından biri (bir kısım medya buna ‘türbanlı’ demekte ısrarlı) “Burası kamusal alan” deyip başını açarak yemin etmiş, diğeri ise başörtüsünü çıkarmamış. Konuyu manşete taşıyan gazete, “AB’ye kamusal alan ihracı” başlığını uygun görmüş. (Sabah, 3 Aralık 2006)
Ayrıntılara geçmeden önce, bu başlığın yanlış bir seçim olduğunu söylemek durumundayız. İlk bakışta bu başlık, Belçika’da da ‘kamusal alan’ gerekçesiyle başörtüsünün yasaklandığını akla getirebilir. Oysa burada durum tam tersi. Seçilen iki başörtülü meclis üyesinin biri, yemin ederken kendi isteğiyle başını açmış, diğeri ise yine kendi isteğiyle başını açmamış. Açana ‘niçin açtın?’ denilmediği gibi, başını açmadan yemin eden başörtülü hanıma da “Burası ‘kamusal alan.’ Başını açmalısın’ denilmemiş, ‘haddi’ bildirilmemiş! Dolayısı ile, bu gelişmeye olsa olsa; “İşte, inanca saygı bu!” denilmeliydi.
Bir de haberin ayrıntılarına bakalım: “Avrupa Birliği’nin kalbi Brüksel’de, Türk mahallesi olarak bilinen Schaerbeek’in belediye meclisine seçilen 10 Türk kökenli üye yemin ederek göreve başladı. Sosyalist Partili Derya Alıç ‘Kamuya açık alanda başımı açacağım’ dedi, kürsüye türbansız çıktı. Üç çocuk annesi Derya Alıç, yemin ettikten sonra dışarı çıkışta ise yeniden başını örttü. (...) Hıristiyan Demokrat Parti’den meclise giren Mahinur Özdemir ise başını açmadı. Özdemir, ‘Beni türbanımla seçtiler’ diyerek başı kapalı yemin etti. Türbanlı yemin için Schaerbeek Belediye Başkanı ‘Üyelere yasalar izin veriyor. (...)” dedi.
“Belediye Meclisi’ne türbanla katılan ilk politikacı olan Mahinur Özdemir, ‘Türbanımı çıkarmam istenseydi yemin etmezdim’ dedi. Partiye 2 yıldır üye olduğunu belirten Özdemir, ‘Partimin adaylık teklifini önce başörtülüyüm diye kabul etmedim. Partim başörtülü olarak aday olmamı kabul etti. Ben de seçim kampanyamı türbanla yaptım’ diye konuştu. (...) Özdemir, ‘Bu benim yaşam tarzım. İnancım bu’ dedi.”
Ayrıca Türkiye, ‘yasak’lar ihraç ederek değil; özgürlükler ihraç ederek övünmeli, övünebilmeli...
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İstanbul kavşağında Petros-Andreas buluşması |
|
Esasen Doğu ile Batı kiliselerini yani Birinci Roma ile İkinci Roma’yı Petros (Saint Pierre) ile Andeas (Andrew) adlı iki kardeş kurmuşlar. Her ikisi de balıkçıymış. Bununla birlikte, 1054 yılında Doğu ile Batı kiliselerini temsil eden Vatikan ile İstanbul birbirini afaroz edince iki kardeşin de yolları veya meslekleri birbirinden ayrılmış.
Papa’nın Patrikhane ziyareti sembolik olarak iki kardeşin de barışmasıydı. 1054 yılında başlayan ayrılık süreci 1964’te Kudüs’te kapanmaya, iltiyam etmeye başlamış ve ardından İstanbul’da da pekişmişti. Atenagoras ile 6’ıncı Paul Kudüs’te 1964 yılında bir araya gelmişlerdi. Bu aynı zamanda II. Vatikan Konsili süreciydi. İki din adamı üç yıl sonra (1967) İstanbul’da yeniden bir araya gelmişlerdi. Bu buluşma sırasında misafir Papa 6’ıncı Paul müze halinde mehcur (terk edilmiş) bulunan Ayasofya’yı ziyaret etmiş ve burada bir dua okumuştu. O gün kendisine İhsan Sabri Çağlayangil ve dönemin İstanbul Müftüsü olan Ali Fikri Yavuz eşlik etmekteydi. Bu birleşme olmasa bile, kavuşma veya birliktelik süreci II. Jean Paul’ün 1979’daki yeni ziyaretiyle taçlanmıştı. Jean Paul ömrü vefa etseydi yeniden İstanbul’a gelip süreci kaldığı yerden devam ettirmek istiyordu.
Onun yarıda bıraktığı bu süreci halefi Papa 16’ıncı Benediktus sürdürdü. 27 yıl sonra yine bir Andreas yortusunda ve anma gününde İstanbul’a geldi. Burada Ortodokslarla birliktelik fotoğrafı çekilirken Papa umulmadık bir şekilde Türklerin ve onların ötesinde Müslümanların da gönlünü aldı. Nefret figürü iken, ziyaretle sempati figürü haline geldi. Özellikle de selefi II. Jean Paul’un Emevi Camii ziyaretinin kapsamını da aşarak kıbleye karşı yönelerek, kıyama durarak dua etmesi beşerî değerlendirmeyi aşan bir boyuttadır. Regensburg konuşması nedeniyle Papa’dan haklı olarak özür bekliyorduk. Papa ise Sultanahmed ziyaretiyle birlikte saygısını da göstermiş oldu. Bu sefer de ‘niyeti bozuktu’ diyemeyiz. Önemli olan süreci takip etmek ve bu yönde yapıcı katkılarda bulunmaktır. Regensburg konuşmasının Semir Halil gibi kimi saplantılı ilâhiyatçıların yönlendirmesiyle Vatikan’ı türbülansa soktuğunu söyleyenler var. İstanbul ise tashih süreci oldu. Bunun böyle devam etmesi herkesin faydasına.
***
İstanbul ziyareti sembolik olarak iki kardeşin barışması süreciydi. Papa iki kardeşin ve iki kilisenin ayrılığını bir skandal olarak nitelendirmiştir. Bu doğrudur, ama bunu burada bırakmak, süreci natamam bırakmak olur. Petros ile Andreas’ın ayrılıkları veya dargınlıkları nasıl bir skandal ise Ebu’l A’la el Maarri’nin ifadesiyle ‘Ahmet ile Mesih’in kavgası ‘da o derecede ve belki de onun ötesinde bir skandaldır. Andreas-Petros skandalını kaldırmak Vatikan’a düşmüş bir görev ise ‘Muhammed-Mesih ayrılığı gayrılığı’ skandalını yok etmek de yine Papalığın vazifeleri arasındadır. Ancak böylece Mesih’in istediği dünya barışı tesis edilebilir. Bunun ilk gereklerinden birisi, Hasan el Benna’nın torunu Tarık Ramazan’ın Time dergisinde yazdığı gibi İslâmı bir Batı dini olarak tanımaktır. Sürecin ikmali ancak böyle gerçekleşir.
Papa’nın Türkiye ziyareti jest ve sembollerle yüklü olmuştur. Bu sembollerden birisi, kendilerine rağmen tarihî bir süreç içinde birbirine yabancılaştırılmış iki kardeşin barıştırılması idi. Andreas ile Petros sadece fizikî iki kardeş değil, aynı zamanda Mesih’in takipçileri olarak iman kardeşi idiler. Bu mânâda bütün peygamberler de iman ve din kardeşleridir. Öyleyse Andreas ile Petros’un barışmasının izinden giderek iki din kardeşi olan Mesih ile Muhammed’i ve onlardan maksat ümmetlerini tanıştırmak ve barıştırmak gerekiyor. Bu yönüyle İskele Sancak’ta bir anoloji üzerinden böyle bir teklifte bulundum. Prof. Şinasi Gündüz anolojiyi bana mal ederek itiraz etti. Halbuki anoloji bizzat Hazreti Peygamberin anolojisiydi. Ben sadece aktarıcı konumda idim.
***
Hazreti Mevlânâ; “Hakikatta ikilik yoktur, aslında ikilik bakış açısında” demektedir. Ve bir başka ifadesinde de, “Ben zamanın Ahmed’iyim” buyuruyordu. Bu mânâda Hazreti Mesih, zamanının Davud’u ve Musa’sıdır. Hazreti Peygamber de Hazreti İsa’sı. Buna dair çarpıcı bir analoji bizzat hadislerde dile getirilmektedir. İstanbul süreci Andreas ile Petros barışmasından öte inşaallah küllî bir barışa ve barışmaya hizmet eder. Ama bu zorlama veya senkritik boyutlarda olmamalı.
Buhari’nin aktardığı, Ebu Hureyre tarikiyle gelen bir rivayete göre Peygamberimiz peygamberlerin birliğini ve iman kardeşliğini şu benzetmeyle anlatmaktadır: “Dünya ve ahirette Hazreti İsa’ya en yakın olan ve onu en iyi temsil eden benim. Peygamberler baba bir kardeştirler. Anaları ayrı, dinleri tektir, birdir...” Buradan da açıkça anlaşıldığı gibi dayandıkları ve bağlı oldukları asıl ve gövde aynıdır. Analojide bu baba ile temsil edilmektedir. Anaları ayrı denmesi ise dalların (zamana göre değişen ahkâm ve şeriatlar) farklılığına işaret eder.
Peygamberimiz bir diğer hadisinde de kendisini şöyle tanımlar: “Ben, atam Hazreti İbrahim’in duası, Hazreti Mesih’in tebşiri (müjdesi) ve annemin rüyasıyım...” Dolayısıyla hem zamanî boyutta, hem de sembolik anlamda Peygamberimize en yakın diğer peygamber Hazreti İsa’dır. Tabilerinin buluşması da dünyayı hem maddî, hem de manevî olarak cennet vahasına çevirir. İnşaallah İstanbul’da Andreas ile Petros buluşması daha büyük buluşmaya giden küllî bir sürecin başlangıcı ve ilk adımı ve kavşağı olur.
04.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|